Home / News / HABER / YORUM-İKTİBAS / Türk Yargısı ve Adaleti…

Türk Yargısı ve Adaleti…

Kıymetli dostlar!

Uzun bir aradan sonra tekrar sizlerle olmanın huzur ve mutluluğunu yaşıyorum. Gökyüzünün daha geniş bir alanına bakıyor, yeşili seyrediyor ve uzun yürüyüşler yapıyorum. (Karakol ve ev arasında) Ailem, akrabalarım ve arkadaşlarımla daha çok vakit geçirmeye çalışıyorum. Yine bu zaman diliminde Türkiye ve dünya gündemine ilişkin kaçırdığım haber ve malumatları edinmek için okumalar yapıyorum. Dünya hayatının telaşı içerisinde yaşayan bir insan için gayet normal gelen bu davranışlar, cezaevinde tutulan birisi için büyük bir mutluluk ve özleme dönüşüyor. Hatta tüm bu aktivitelerin bazıları cezaevlerinde ayda bir defa, bazıları ise haftada bir saat olmak üzere kısıtlı olarak “sosyal faaliyet” olarak yaptırılıyor. Bu nedenle Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın bizlere verdiği sayısız nimetlere ne kadar şükretsek azdır.

Yaşadığım hukuksuz süreç ile alakalı durumu Silivri Cezaevi’nden yazdığım mektuplarla sizlerle paylaşmıştım.

Yargılandığım iki dosyanın birisinden Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” vermesi neticesinde “yargılanmamın yenilenmesine” hükmedildi. Diğerinden ise “denetimli serbestlik” kapsamında tahliye oldum. Şimdi haftada dört gün karakola giderek parmak izi okutuyor, “hak ihlali” aldığım dosyadan ise haftada bir gün imza atıyorum. Bu durumu öğrenen bir polis memuru, “Ne yaptın sen, adam mı vurdun?” diye sordu. “Yok düşündüm” diye cevap verdim. O ise cevap vermedi!

Türkiye’de “adam vurduğunuz” zaman üç aşağı beş yukarı bunun cezası belli. Fiili işleyiş tarzınıza göre mahkemeler, bununla alakalı kanunlara göre cezanızı belirler. Bu Ankara’da ne ise İstanbul’da da hemen hemen aynıdır. Ama siyasi davalarda durum bambaşkadır. Hukuksuzluk, polislerin sizi almak için daha eve ilk geldikleri anda başlar. Sonrasında da bu, silsile yoluyla devam eder.

Benim hikâyem, 14 yıl önce (2005) Hizb-ut Tahrir’in düzenlediği bir basın açıklamasına katılmamla başladı. Ne basın açıklamasının içeriğinde, ne de açıklamanın yapıldığı alanda suç unsuru hiçbir vaka yaşanmadı. Buna rağmen sırf o basın açıklamasına katılmış olmamdan dolayı emniyet-savcı ve hâkim marifetiyle “silahsız terör örgütüne üyelik” suçlamasıyla karşı karşıya kaldım. Bundan dolayı tutuklandım ve beş ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldım.

Ardından Köklü Değişim Dergisi’nin 2009 yılında, tüm izinleri alarak düzenlemek istediği bir konferans önce iptal edildi, ardından da 23 ilde eş zamanlı operasyonlar yapıldı. Bu kapsamda ikinci defa tekrar tutuklandım. Dört ay tutuklu kaldıktan sonra serbest kaldım. Aradan on yıl geçtikten sonra Yargıtay 16. Ceza Dairesi daha önce verilen tüm haksız ve hukuksuz kararları görmeyerek, her iki dosyamı da onadı. Üç ay ara ile hem “silahsız örgüt üyeliği”, hem de “silahlı örgüt üyeliği” suçundan ceza aldım. 2019 yılının Şubat ayında tutuklanarak önce Metris Cezaevi’ne daha sonra da Silivri Cezaevi’ne gönderildim. Altı ay da bu cezaevinde tutulduktan sonra Anayasa Mahkemesi’nin hakkımda verdiği hak ihlali kararı neticesinde tahliye oldum ama cezaevinden çıkamadım. Çünkü birinci dosyadan dolayı “içerde” kalmam gerekiyordu.

Geçtiğimiz günlerde de birinci dosyadan dolayı denetimli serbestlik kapsamında tahliye oldum ve cezaevinden çıktım. İkinci dosyadan, yargılanmam yenilenecek. Üçüncü dosyanın ikinci mahkemesi ise 2 Ekim tarihinde olacak. (Bu arada 2017 tarihinde Köklü Değişim Dergisi adına bir konferans için izin başvurusu yapmak üzere Emniyete gittiğimizde 8 günlük bir gözaltı olmuştu. Bu kapsamda bir dosya daha açıldı. Şaka gibi…)

Hizb-ut Tahrir yargılamalarına bakarak Türk yargısının ne kadar ideolojik, tarafgir ve keyfî uygulamaları olduğunu çok rahat görebilirsiniz. Türkiye’de resmî ideoloji her zaman hukukun önündedir. Bu nedenle İslâmi parti Hizb-ut Tahrir’in çalışmalarında suç unsuru bir faaliyet olmasa da sırf fikirlerinden dolayı cezalar verilebilmektedir. Daha dört gün önce Haber Türk TV’deki “Gece Görüşü” programında Hizb-ut Tahrir’e verilen hukuksuz ağır cezalar sözde bir “hukukçu” tarafından resmî ideolojinin arkasına sığınarak savunulabildi.

Kısaca Hizb-ut Tahrir’in hiçbir cebir ve şiddete bulaşmayan Halifelik isteyen bir hareket olduğundan bahsediliyor. Gazeteci İsmail Saymaz, Hizb-ut Tahrir’in hiçbir suç unsuru fiili olmamakla birlikte Türkiye’deki illerde üye sayılarının arttığından endişe duyarken, Gazeteci Nevzat Çiçek ise Hizb-ut Tahrir üyelerine verilen, hukuksuz cezaları hatırlatıyor. Neredeyse tüm hukuki tartışmaların konuğu “hukukçu” Ersan Şen ise bu durumun müesses nizama karşı olduğu için Hizb-ut Tahrir’e verilen cezaları savunuyor. Ergenekon, Balyoz ve Şike davalarında savunduğu “hukuku” bir anda rafa kaldırıyor ve araya ideolojik yargısı giriyor.

Peki, söz konusu kanunlar, konu Hizb-ut Tahrir olduğunda neden uygulanmıyor? “Köpeklerin salınıp taşların bağlandığı” bir ülkede haksızlık, zulüm ve keyfiliğin önüne geçilebilinir mi? Barışçıl yollarla İslâm’ın yönetim şekli Hilâfet’i istemek ve bunun için çalışmanın suç olduğu, hangi kanunda yazıyor? Hadi hukuk devleti olamıyorsunuz, kanun devleti de mi olamıyorsunuz?  Bütün bunlara rağmen az da olsa kendi kanunlarına sadakat gösteren yargıçların varlığı da elbette bir gerçek. Ancak bunların da sayısı oldukça az. Gerçek olan bir şey varsa o da; resmî ideolojiye karşı olduğunuz anlaşıldığında size sadece düşman ceza hukuku uygulandığıdır. Özellikle de Müslüman tutsaklara karşı ideolojik, keyfi ve adaletten uzak uygulamalar inkâr edilemeyecek bir gerçektir.

Dolayısıyla Türk Yargı’sında adalet olmadığı gibi verilen cezalarda kanunlara uygunluk da yok! İşte Anayasa Mahkemesi Hizb-ut Tahrir hakkında verdiği son kararlarında bu duruma dikkat çekerek, bugüne kadar verilen tüm cezaların hukuksuz olduğunu ortaya koymuştur.

Hizb-ut Tahrir’in “silahlı bir terör örgütü” olmadığına hükmetmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bu karar, bazı illerdeki mahkemeleri hâlâ etkileyebilmiş değil! Hâlâ Ankara, Konya ve Bursa’daki mahkemeler, Anayasa Mahkemesi’nin esastan bozduğu Hizb-ut Tahrir kararına karşı “yeniden yargılama” vermemektedir.

Eğer Türkiye’de bir yargı reformu yapılacaksa öncelikle işe bugüne kadar verilen haksız ve hukuksuz kararlardan dolayı özür dileyerek başlanmalı. Ardından da siyasi davalardan dolayı bugün cezaevinde bulunan, tüm Müslüman tutsaklar serbest bırakılmalıdır. Peki, bu olduğunda adalet gelmiş olur mu? Elbette ki, hayır! Bizleri yoktan var eden Allah’ın kanunları, İslâm’ın hükümleri uygulanmadan, beşerî sistemlerden asla bir adalet beklentim yok!

Zaten demokratik sistemlerin bir adalet iddiası da yok!

Bu makale Osman Yıldız tarafından Köklü Değişim’e yazılmıştır.

Ayrıca...

Kar: Ruhani değil siyasi halifelik

Yıllardır halifeliği savunan Hizbu’t Tahrir’in Türkiye Medya Sorumlusu Mahmut Kar, Hilafetin ruhani değil siyasi olarak …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir