İSLAM'DA İKTİSAT NİZAMI

 

ARAZİ HÜKÜMLERİ

 Arazinin rekabesi (bizzat kendisi) bir de menfaatı vardır. Rekabe, arazinin aslıdır. Menfatı ise o yeri ziraat ve başka sahada kullanmaktır. İslâm, hem arazinin kendisinin mülk edinilmesini hem de menfaatının mülkiyetini mübah kılmıştır. Bunlardan her biri için bir takım hükümler koymuştur.

Arazinin kendisinin mülk edinilmesine gelince: Eğer arazinin bulunduğu beldeler, güç kullanarak savaşla feth edilmişler ise o arazinin bizzat kendisinin mülkiyeti devlete aittir. Arap Yarımadasının dışındaki böyle yerler harac arazisi sayılırlar.

Eğer arazinin bulunduğu beldeler sulh ile feth olunmuşlarsa, bakılır: Eğer sulh, arazinin bizim olması ve oranın ehlinin ödeyecekleri bir haraç karşılığı orada kalmasına müsaade etmemiz üzerine olmuş ise, bu haraç arazi üzerinde sürekli kalır. Arazi, sahibinin Müslüman olması, satması veya başka bir yol ile arazi Müslümanlara geçse dahi arazi, Kıyamet gününe kadar haraç arazisi olarak kalır.

Eğer sulh (anlaşma), arazinin onlara ait olması ve ellerinde kalması, buna karşılık olarak da kendilerine konulacak belirli bir haracı kabul etmeleri üzerine olmuş ise, bu haraç cizye konumundadır. Arazi sahiplerinin Müslüman olmaları ya da araziyi bir Müslümana satmaları ile haraç düşer. Ancak onlar araziyi bir kâfire satarlarsa haraç düşmez devam eder. Çünkü kâfir cizye ve haraç ehlindendir.

Eğer bir beldenin üzerindeki halk kendiliğinden Müslüman olmuşsa, -Endonezya gibi ya da Arap yarımadasından- ise, arazinin rekabesi bölge halkına ait bir mülk olur ve orası öşür arazisi sayılır. Böyle bir taksime sebep, arazinin savaşta kazanılan ganimetlerden bir ganimet sayılan bir mal konumunda olmasıdır. Bu beytülmala ait helâl bir mülktür. Nitekim Hafs b. Ğıyas Ebu Zi'b'den, o da Zühri'den şöyle dediğini rivayet etti :

“Rasulullah (sas), Bahreyn Mecusilerinden cizyeyi kabul etti. Sonra onlardan Müslüman olanların Müslümanlığı kabul edildi. Müslüman olmakla arazisi hariç olmak üzere canını ve malını korumuş oldu. Zira o kişi kuvvetli iken ilk etapta Müslüman olmadığından dolayı o arazi Müslümanlar için bir fey (ganimet)tir.”

Arazi ile arazi dışındaki ganimet olarak alınan mallar arasındaki fark şudur: Mal taksim edilerek tasarrufu ile beraber halka dağıtılır. Arazi ise, asli mülkiyeti hükmen beytülmalın tasarrufunda kalmak kaydıyla araziden yararlanma hakkı yerli halkın elinde kalır. Arazinin daima beytülmala ait kalmasından dolayı rikabesi (bizzat kendisi) taksim edilmez. Ancak halka, ondan yararlanma imkânı sağlanır. Bu durum, arazinin bütün Müslümanlara ait genel mülkiyet (ganimet) oluşunu gösterir. Müslümanlar, fetih esnasında veya sonrasında orada bulunmaları durumu değişmez.

Arap Yarımadası arazisinin tamamı öşrî arazidir. Çünkü Rasul (sas), Mekke'yi güç kullanarak fethetmiş ve arazisini oranın halkına terkettiği halde haraç için herhangi bir işlem yapmamıştır. Çünkü araziye haraç koymak, halkına cizye verme mecburiyetini getirmek gibidir. Arap Yarımadasında böyle bir tatbikatın varlığı sabit olmamıştır. Bir beldeye haracın konmasının şartı, o ülke insanının inanç ve ibadetleriyle baş başa bırakılmasıdır. Irak'ın kırsal kesimi gibi. Halbuki Arap müşrikleri o gün ya Müslümanlığı ya da kılıcı kabul etmek mecburiyetinde bırakılmışlardı. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Haram aylar bitince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın ve hapsedin. Her yerde onları arayın. Eğer tövbe eder, namazı kılar ve zekâtı verirlerse artık yollarını boşaltın (onları serbest bırakın).”

“Siz ilerde güçlü bir kavimle karşılaşmaya çağrılacaksınız, ya onlar müslüman olurlar ya da onlarla savaşırsınız.”

Kendilerinden cize alınmayan kimselerin arazilerinden de haraç alınmaz. Buna binaen İslâm'ın zor kullanarak ya da bize ait olmak şartı ile sulh yoluyla fethettiği bütün beldelerdeki arazilerini asli mülkiyeti devlete ait bir mülk olarak kalır. Fetih yolu ile alınan arazi; Mısır, Irak, Türkiye arazileri gibi ister halen Müslümanların elinde bulunsun isterse İspanya, Ukranya, Kırım, Arnavutluk, Yugoslavya, Hindistan ve benzeri yerlerin arazileri gibi kâfirlerin elinde olsun, bu arazilerin tümü haraç arazisidir. Üzerindeki halkı İslâmîyeti kabul etmiş olan Endonezya gibi yerler ile Arap Yarımadası’nının bütün arazisinin mülkiyeti oradaki halka aittir. Bu tür yerler öşrî arazidir.

Arazinin menfaatı ise, ferdî mülkiyetlerdendir. Arazi ister haraci ister öşrî arazi olsun, ister devlet tarafından fertlere ikta edilmiş olsun, ister fertler tarafından ihya edilmiş arazi olsun fark etmez. Bu menfaat,, arazideki tasarruf sahibine mala sahip olana verilen hakları verir. Arazi sahibi onu satabilir, bağış yapabilir ve miras olarak bırakabilir. Zira devlet, araziyi ister öşri ister ise haraci olsun fertlere ikta edebilme yetkisine sahiptir. Ancak haraci arazide yapılan ikta, asli mülkiyeti beytülmalda kalmak şartıyla o yerin menfaatını mülk olarak başkasına vermektir. Öşri arazide yapılan ikta ise, o yerin hem menfaatını hem de bizzat kendisini mülk olarak başkasına vermektir.

Öşür ile haraç arasındaki fark şudur: Öşür, arazinin ürününden alınır. Öşür, devletin araziyi işletenden fiili ürünün onda birini almasıdır. Eğer arazi direk olarak yağmur suyu ile tabii olarak sulanıyor ise fiili mahsulden olmak üzere çiftçiden 1/10 (onda bir) alınır. Eğer taşıma suyu veya benzeri sun'î sulama yöntemleri ile sulanıyorsa fiili mahsulün 1/20 (yirmide biri) alınır. Nitekim Müslim, Cabir'den Rasulullah (sas)'in şöyle dediğini rivayet etti:

“Bulutun (yağmurun) ve nehirlerin suladığı arazilerde 1/10 (onda bir) miktar vardır. Sulama suyu ile sulanan arazinin (mahsulünde) 1/20 vardır.”

Bu tür arazilerden alınan öşür, zekât sayılır ve beytülmala gelir olarak kaydedilir. Ancak zekâttan elde edilen malın sarfedildiği şu ayette belirtilen sekiz sınıftan başkasına harcanmaz :

“Sadakalar ancak fakirlere, miskinlere, ... verilir.”

Rasulullah (sas) Ebu Musa ve Muaz''ı Yemen'e gönderirken onlara, insanlaran dinlerinin emirlerini öğretmelerini emretmiş ve onlara şöyle demiştir:

“Buğday, arpa, hurma ve üzümden oluşan dört şeyin dışındakilerden zekât almayın”

Araziden alınan haraca gelince: Devlet, normal şartlarda araziden elde edilmesi beklenen ürünün bir kısmını arazi sahibinden haraç olarak alır. Haracın alınmasında araziden elde edilen fiili ürün miktarı esas olarak alınmaz. Ne arazi sahibine ne de beytülmala haksızlık yapılmaması için araziden elde edilebilecek ürün miktarı tahmin edilir. Arazi sahibi ister eksin ister ekmesin, ister verimi az ister çok olsun, her sene takdir edilen miktarın haraç olarak verilmesi icab eder. “Ömer b. el-Hattab, Osman b. Huneyfi'yi Irak'ın kırsal kesimine gönderdi ve ona arazileri ölçmesini emretti. Arazi ister ekilmiş olsun ister olmasın, her dönümü için bir dirhem ve bir ölçek ekin almasını emretti.”

Haccac b. Ertaa'nın İbni Avf'tan rivayet ettiği hadis ise şöyledir: “Ömer b. el-Hattab (ra), Helvan dağlarının eteklerindeki Irak arazilerini ölçtürdükten sonra; sürülmüş olsun olmasın, ekilmiş olsun olmasın, boş halde bırakılan araziyi bile hesap ederek her dönüme bir dirhem para ve bir ölçek ekin haracını koydu.”

Toplanan haraç, zekâttan ayrı olarak beytülmalda toplanır. Devlet diğer mallar gibi bunu da uygun göreceği yerlere sarf eder.

Zor ve güç kullanarak fethedilen ve üzerine haraç konulan arazi zamanın sonuna kadar haraç arazisi olarak kalır. O arazinin ehli Müslüman olsalar ya da onu bir Müslümana satsalar da o arazinin haracı düşmez. Çünkü onun sıfatı, zor ve güç kullanılarak fethedilmiş olmasıdır. Onun için kıyamete kadar o sıfatı devam eder. Bu tür arazi sahiplerinin haraçla birlikte öşür de vermeleri farzdır. Çünkü haraç, arazi ile ilgili farz kılınan bir haktır. Öşür ise, Müslümanın arazisinin mahsulü ile ilgili olarak ayet ve hadislerle farz kılınmış bir haktır. Bu iki hak arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü bu ikisi farkı iki sebeple farz kılındılar. Hanefilerin haraç ile öşürün birleştirilmesi ile ilgili olarak getirdikleri delile gelince, Hanefiler Rasulullah (sas)'den rivayet ettikleri şu sözü delil göstermektedirler: “Müslümanın arazisinde öşürle haraç birleştirilmez.” Bu söz hadis değildir. Hadis hafızları, onun Rasul (sas)'in sözü olduğunu tesbit etmemişlerdir.

Bu tür bir arazinden önce haraç ödenir. Haracın ödenmesinden sonra arta kalan ekin ve meyvelerden (mahsulden) nisab miktarına ulaşanından zekât çıkartılır. Eğer o mahsul, nisab miktarına ulaşmaz ise zekât verilmez.

 Ölü Araziyi Üretime Kazandırmak

 Ölü arazi; üzerinde birisinin mülkü olduğuna dair bir görünümün olmadığı arazidir. Üzerinde duvar çekmek, ziraatta bulunmak veya bina gibi bir şeyin izinin görülmediği arazidir. Bu tür bir yerin üretime kazandırılması, imar edilmesi arazinin tarıma elverişli hale getirilmesidir. Ölü araziyi ihya eden kimse onu mülk edinebilir. Şeriat onu, ihya edene mülk kılmıştır. Buhari, Aişe (r.ahna)'dan Rasulullah (sas)'in şöyle dediğini rivayet etti:

“Herhangi bir kimseye ait olmayan bir araziyi kim imar ederse o, ona sahip olmaya daha layıktır.” Ebu Davud, Nebî (sas)'in şöyle dediğini rivayet etti:

“Kim bir araziyi duvarla çevirirse arazi onun olur.”

Buhari, Amr kanalıyla Rasul (sas)'in şöyle dediğini rivayet etti:

“Kim ölü bir araziyi ihya ederse, orası onun olur.” Hadis-i şeriflerdeki ifadelerin mutlak oluşundan dolayı yeri ihya eden kimsenin Müslüman veya zımmi olmasında bir fark yoktur.

Araziyi ihya, iktadan farklıdır. İhya; bir kimsenin mülkü olduğuna dair ve üzerinde duvar, ekim veya bir imar görünümü bulunmayan ölü arazi ile alâkalıdır. Böylesi bir ölü araziyi ihya, onu imar şekillerinden birini gösterecek şekilde imar etmektir. İkta ise; ziraata elverişli halde bulunan işlek bir arazinin yani üzerinde daha önce birisinin mülkü olduğuna dair bir görünüm olan bir arazinin devlet tarafından bir başkasına verilmesidir. Arazinin sınırlarına taşlar dikmek, onu ihya etmek gibidir. Zira Rasul (sas) şöyle dedi:

“Kim bir araziyi duvar ile çevirirse orazi onun olur.” Bir başka hadiste ise şöyle buyrulmaktadır:

“Kim bir şeyi duvar ile çevirirse orası onun olur.” Aynı konudaki bir diğer hadis ise şöyledir:

“Kim daha önce bir Müslümanın ulaşmadığı bir yere ulaşırsa onu elde etmeye daha bir hak sahibidir.”

Bir yeri taşla çevirmek, bu işi yapan kimseye o yer hakkında tasarruf hakkı tanır. Bir başkası taşla çevrilen bir yeri işgal etmeye kalkışırsa orayı mülk edinemez ve işgal ettiği arazi geri alınarak taş çeviren kimseye geri verilir. Çünkü taş dikmek, arazide tasarruf bakımından aynen ihya gibidir. Araziye konan ve dikilen taş arazi üzerinde yetki hakkını doğurur. Etrafına taş diktiği araziyi sahibi olduğu için satabilir. Sahibi olmanın bir gereği olarak o araziyi mal karşılığında satabilir. Araziyi çeviren kimse ölürse, o arazinin mülkiyeti diğer mallar gibi mirasçılarına intikal eder. Mirasçılar o yerde istedikleri tasarrufu yapabilirler. Diğer mallar gibi, o da şer'î farziyet usulu içerisinde mirasçılara taksim edilir.

Araziye taş koymaktan maksat, sadece onun üzerine taş koymak değildir. Taşla çevirmekten kasıt, ona ait olduğuna delâlet eden şeyler koymak demektir. Bu da çeşitli şekillerde olabilir. Meselâ; sınırlarına taş koymakla olabileceği gibi, etrafına çalı ve dal gibi şeyler dikmek veya araziyi temizlemek ve içindeki çimen ve zararlı bitkileri yakmakla da olur. İnsanların oraya girmesine mani olmak için çalı ve dikenlerden etrafına çit çevirmekle de olur. Ya da orayı sulamak için bir ark kazmakla da olabilir. v.b. İşte bu türlü ameliyenin hepsi “tahcir” yani “taşlarla çevirme” ifadesi kapsamına girer.

Hadisten de anlaşıldığı üzere tahcir (etrafına taş ve benzeri şeyler koymak) araziyi ihya gibidir. Böyle bir uygulama da ancak sahipsiz ölü araziler üzerinde yapılabilir. Ömer'in, “taşla çeviren kimsenin, üç sene sonra hakkı yoktur,” yani ölü araziyi taşla çeviren kimsenin üç yıl sonra hakkı yoktur sözü de bunu göstermektedir. Ölü olmayan imar edilmiş olan bir arazi, taş ve benzeri şeyler dikmekle yahut ihya etmekle sahip olunmaz. İhya edilmiş bir araziye ancak İmamın ikta'ı ile sahip olunabilir. Çünkü nasslarda ölü arazilerle ilgili olarak “ihya” ve “tahcir” kelimeleri kullanılmaktadır. Nitekim hadisi şerifte; “Kim ölü araziyi ihya ederse” denmektedir. Burada geçen “ölü” kelimesi bir sıfattır ve kendisiyle amel olunan bir mefhumdur. Ve bu sıfat aynı zamanda bir kayıttır. Ayrıca Beyhakî, Amr b. Şuayb'tan şu hadisi rivayet etmektedir: “Ömer, taşla çervirmekle araziyi mülk edinme süresini üç sene ile sınırlandırdı. Taşla çeviren kimse, araziyi işletmeden üç sene terk ederse ve başka birisi de onu ihya ederse o kişi o araziye daha çok hak sahibi olur.” Bunun manası; ölü olmayan araziler ihya ve tahcir yolu ile mülk edinilmezler demektir.

Ölü ve ölü olmayan arazilerin arasındaki bu fark, Rasul (sas)'in insanlara ihya ve tahcir yoluyla ölü arazilere sahip olmalarını mübah kıldığını göstermektedir. Bu nedenle gerek ihya gerekse tahcir imamın iznine bağlı değildir. Ölü olmayan araziler imam ikta etmedikçe mülk edinilemezler. Çünkü bu tip araziler, mübah olanlardan değildir, onlar ancak imamın eli altında olanlardandır. Bu arazilere devlet arazileri denir. Buna şu hadis delalet etmektedir: “Bilâl el-Müzennî, Rasul (sas)'e gelip bir araziyi kendisine ikta etmesini istedi. Rasul (sas) orayı ona ikta edesiye kadar o orayı mülk edinmedi.” Eğer sırf etrafına taş ve ihya yolu ile mülk edinilmesi mümkün olsaydı, gelip Rasul (sas)'den kendisine ikta etmesi talebinde bulunmadan orayı mülk edinirdi.

İster müslim ister gayri müslim olsun, kim öşür arazisinden bir araziyi ihya ederse, arazinin bizzat kendisini ve menfaatını mülk edinir. O araziyi ihya eden Müslümanın nisab miktarına ulaşınca, ekin ve mahsulden zekât olarak öşür vermesi farzdır. O araziyi ihya eden gayri müslimin ise, ne öşür ne de haraç vermesi gerekmez. Çünkü o kişi, zekât ehlinden değildir ki ona zekât farz olmadığı gibi öşür arazisinden harac da alınmaz.

Daha önce üzerine haraç konulmamış haraç arazisinden ölü bir araziyi ihya eden kimse Müslüman ise, arazinin hem asli mülkiyetine hem de menfaatına sahip olur. Eğer o kişi gayri müslim ise, arazinin sadece menfaatını mülk edinir. O arazi hakkında Müslümanlara haraç değil öşür farz olur. Kâfire ise, o arazi hakkında sadece haraç vacib olur. Fetih esnasında hakkında ödeyecekleri bir haraç karşılığı üzerinde kalmalarına müsade edilen o arazinin kâfir ehline konulduğu gibi o kâfire de haraç konur.

Kim haraç arazisinden ölü araziyi ihya ederse, o araziye girmeden önce oraya daha önce haraç konulmuş ise, o kişi o arazinin asli mülkiyetinin dışında sadece menfaatına malik olur. O kişi ister Müslüman olsun ister ise kâfir olsun fark etmez. Ona o arazi hakkında haraç vacib olur. Çünkü o arazi fethedilen bir arazidir ve üzerine haraç konulmuştur. Onun için onu mülk edinen ister müslim olsun ister gayri müslim olsun onun üzerine haraç, zamanın sonuna kadar kalır.

Bu izahatlar; tarımsal amaçla arazinin ihya edildiği durumlar hakkındaki açıklamalardır. Ölü arazi, oturmak, fabrikalar kurmak, depolar ya da ahırlar yapmak için üretime kazandırılmışsa ne öşür ne de haraç vermek gerekir. Bu tür bir arazi ister öşür arazisinden olsun ister haraç arazisinden olsun fark etmez. Zira Irak'ı ve Mısır'ı fetheden sahabeler; Kûfe, Basra ve Fuslât'ın fethini de planlamışlardı. Onlar oralara Ömer b. Hattab zamanında yerleştiler. Onlarla beraber başkaları da yerleşti. Onlara haraç konulmadı. Onlar o yerleştikleri yerler hakkında zekât da ödemediler. Çünkü meskenler ve binalar hakkında zekât farz değildir.

 Arazide Tasarruf

 Bir araziyi mülk edinen herkes onu işletmeye mecbur kılınır. Arazi sahiplerinden muhtaç olanlara arazilerini işletebilmeleri için kendilerine beytülmaldan yardım verilir. Fakat arazi sahibi onu üç sene boş bırakır, işletmezse kendisinden alınır, bir başkasına verilir. Ömer (ra) şöyle demiştir: “Ölü bir araziyi taşla çeviren kimsenin üç seneden sonra (işletmezse) hakkı yoktur.”

Yahya b. A’dem'in, Amr b. Şuayb'ın şöyle dediğini rivayet etti: “Rasul (sas) Müzeyne veya Cüheyne kabilesinden bir grup insana bir yer ikta etmişti. Başka bir topluluk gelip orayı ihya ettiler. Durum Ömer'e intikal edince, Ömer: Eğer o arazi benim tarafımdan ya da Ebu Bekir tarafından ikta edilmiş olsaydı araziyi geri almazdım. Fakat orası Rasul (sas) tarafından ikta edilmiştir.” Sonra şöyle dedi: “Kim bir araziyi üç sene işletmeden terk eder, bir başkası da gelip onu imar ederse, arazi onun olur.”

Ömer'in yukarıdaki ifadesinden kastedilen şudur: Terk edilmiş arazinin üzerinden üç yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Yani o arazinin iktası Ebu Bekir tarafından olsaydı üç yıl geçmemiş olurdu. Aynı şekilde benim tarafımdan olsaydı yine üç yıl geçmemiş olurdu. Fakat arazi, Rasul (sas) tarafından ikta edildiği için üzerinden üç seneden fazla zaman geçmiştir. Onun için onun geri verilmesi mümkün değildir.

Ebu Ubeyd “el-Emval” kitabında Bilâl b. el-Haris el-Müznnî'den şunu rivayet etti: “Rasulullah (sas), Bilâl'e bir vadinin tamamını vermişti. Ömer, hilâfete geçince Bilâl'e şöyle dedi: Rasul (sas) bu araziyi insanlardan men etmen için sana vermedi. Bu araziyi sana ancak işletmen için verdi. İşletebileceğin ve imar edebileceğin kadarını al, diğerini bırak.”

Böylece kim arazisini işletmeden ard arda üç yıldan fazla terk ederse, o arazi ondan alınıp başkasına verileceğine dair sahabelerin icmaı hasıl olmuştur. Buna göre arazi sahibi isterse arazisini kendi aleti, tohumu hayvanı ve işçileri ile ekebilir. Ekim için de çalıştırabilir. Eğer buna gücü yetmezse devlet ona yardım eder. Eğer arazi sahibi onu işletmezse, o araziyi karşılıksız bağış olarak işletmesi için başkasına verir. Eğer bunu yapmaz ve araziyi elinde tutarsa kendisine üç yıl mühlet verilir. Şayet bu müddet içerisinde yine araziyi ihmal ederse, devlet ondan alır ve başkasına ikta eder (verir). Yunus, Muhammed b. İshâk'tan, o da Abdullah b. Ebu Bekir'den şöyle dediğini rivayet etti :

“Bilâl b. el-Haris el-Müzennî, Rasulullah (sas)'e gelerek ondan bir arazi istedi. Rasul (sas) de ona geniş, uzun bir arazi verdi. Ömer hilâfete geçince Bilâl'e şöyle dedi: “Ey Bilâl, sen Rasul (sas)'den bir arazi istedin o da sana geniş bir arazi verdi. Bilindiği gibi Allah'ın Rasülü kendisinden bir şey istemeye geleni mahrum etmez, verirdi. Şimdi ise sen, elindeki araziyi ekecek güçte değilsin.” Bilâl, “Evet” dedi. Ömer (ra), “O halde gücünün yettiği kadarını al, gücünün yetmediğini bize geri ver de Müslümanlar arasında paylaştıralım” dedi. Bilâl, “Vallahi, Rasul (sas)'in bana verdiği araziden hiç bir şey vermem” dedi. Ömer, “Vallahi vereceksin” dedi ve işlemediği arazileri Bilâl'in elinden alarak Müslümanlara taksim etti.”

Bu olay, üç sene ihmal edilerek işletilmeyen veya sahibinin ekemediği arazilerin devlet tarafından alınıp başkasına verildiğine açık bir delilidir.

Durumu özetlersek arazi; tahcir ile (tarafının taş ve benzeri şeyler ile çevrilerek) mülk edinilebilir. Halifenin ikta'ı ile mülk edinilebilir. İhya yolu ile mülk edinilebilir. Miras ve satın almak yolu ile mülk edinilebilir.

Üç yıl araziyi boş bırakarak işletilmesine engel olan kimseden, arazinin alındığına dair varid olan nasslar, tahcir yapanı ve halifenin kendilerine arazi verdiği kimseleri zikrettiler. Bu ikisinin dışındaki arazi sahiplerini zikretmedi -ki onlar varisler, araziyi ihya edenler ve satın alanlardır-. Acaba mülk sahibinin sahip olduğu her arazinin üç yıl boyunca terk edilmiş olması, halifeyi o araziyi ondan alıp başkasına vermeye yetkili kılar mı yoksa bu hüküm tahcir yapan ve halifenin kendisine ikta ettiği kimseye mi hastır? Buna cevap şöyledir: Tahcir yapan kişi, bir arazinin tahciri, orayı satın almak veya miras yolu ile elde etmek veya arazide tasarrufu ve araziyi mülk edinme sebebinden bir sebeple elde etmek gibi olduğunu görür ve araziye el koyar. Tahcir yapan kişi, tahcir yaptığı araziyi satarsa onun karşılığını alır. Çünkü mal karşılığı onu satma hakkı vardır ve caizdir. Eğer tahcir yapan kimse ölürse o arazinin mülkiyeti diğer mallar gibi mirasçılarına intikal eder. Mirasçılar o arazide istedikleri tasarrufu yapabilirler. Bu arazi onlara şer'î farziyetin hükümlerine göre taksim edilir.

Halifenin ikta ettiği (verdiği) arazi de böyledir. O halde çevrilmiş arazi ve halife tarafından verilen arazi diğer arazilerden farklı bir özelliğe sahip değildir. Elde edilişleri yukarıdaki iki şeklin dışında olan arazilerin farklı durumları yoktur. Dolayısıyla üç sene işletilmedikleri zaman ayrı bir muameleye tabi tutulmazlar. Başka bir ifade ile üç sene işletilmedikleri zaman devlet tarafından alınan arazi sadece tahcir edilen (etrafı çevrilerek ihya edilen) ve halife tarafından ikta edilen (verilen) arazi ile sınırlı değildir.

Ancak nassın ikisi ile sınırlı olmasından “takyit” sınırlandırma anlamı çıkmaz. Çünkü o bir mefhum sıfatı değildir ki, hüküm sadece yukarıda geçen iki tür araziye şamil olsun, diğer arazi çeşitlerine şamil olmasın. Bu hüküm (yani üç sene işletilmeden terk edilen arazinin devlet tarafından alınıp bir başkasına verilmesi) mutlak olarak bütün arazi çeşidine şamildir. Bu nedenle nass geneldir. Nasslarda tahcir yapanın ve ikta olarak alanın zikredilmesi, bir bütünün parçalarından bir kaçının zikredilmesi türünden bir ifade olup diğerlerini kapsam dışı bırakmazlar.

Ancak bir olay hakkında bir nass varid olmuş ise bakılır: Eğer nassta bir de illet (o hükmün teşri sebebi) varid olmuş ise, bu nass aynı illeti taşıyan her olaya şamil genel bir nass olur. Burada arazi ile ilgili nasstan bir illet anlaşılıyor. O da ziraattan üç sene ihmal edilen arazinin geri alınmasıdır. O halde araziyi geri almanın illeti, üç sene araziyi ihmal etmektir. Buna binaen tahcir yapandan arazinin alınma illeti, etrafını çevirmiş olmak değil, araziyi üç sene ihmal etmiş olmaktır. Çünkü arazinin herhangi bir şeyle çevrilmesi arazinin geri alınma illetini göstermemektedir. Böyle bir illet ne yalnız başına ne de yanındaki bir başka şeyle söz konusu değildir. Bu nedenle arazinin işletilmemesinin tek illeti, işletilmeden boş bırakılmasıdır. Buna göre arazinin işletilmeden boş bırakılması, varlığında ve yokluğunda illetli olan şeyle birlikte illeti oluşturmaktadır. Dolayısıyla ister ikta, ister tahcir (etrafı çevrilme), ister miras, ister başka yollarla elde edilen bir arazi ne zaman sahibi tarafından işletilmeyip boş bırakılırsa üç sene üst üste işletilmezse sahibinden alınarak başkasına verilir. Eğer araziyi elinde bulunduran kimse üç sene üst üste araziyi muattal bırakmazsa elinden alınmaz. Ancak Ömer'in sözündeki “tahcir yapan için hak yoktur” tabiri arazinin mülk edinilmesine kinayedir. Çünkü adet olarak arazi sahipleri arazilerinin etrafını taş ile yani duvarla çevirirler. Ta ki orası kendisine ait olduğu bilinsin, başkasının mülkünden ayırt edilsin. Bunun taşla çevrilmesi de şart değildir. Arazinin etrafı ağaç, çalı, kanal, tümsek gibi şeylerle çevrilebilir. Bütün bunlara “ihticar” bunu yapanlara da “muhtecir” (taşla çeviren) denir. Bunun için Rasul (sas) başka bir hadiste şöyle dedi: “Kim bir araziye duvar çekerse.”

Bu hadis, arazinin taşla çevrilmesinin, mülk edinilmesinden kinaye olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim ihticarın lügatta anlamı, kucağına almak manasına da gelir. “onu hicrine koydu” yani kucağına koydu, demektir. Böylece “araziyi mülk edindi” manasında, araziyi kucakladı, demektir. Buna binaen Ömer (ra)'in sözü; “Üç seneden sonra o araziyi kucaklayan yani mülk edinen kimse için bir hak yoktur” anlamına gelmektedir. O kişi ister arazinin sınırına taş koysun, ister etrafına duvar çeksin, ister ise mülkiyetinin kendisine ait olduğuna delâlet eden herhangi bir şey yapsın fark etmez.

Bu, nass açısından izahdı. Ömer'in tatbikatı ve diğer sahabenin bu tatbikat karşısında sükutlarına gelince: Ömer (ra), Rasulullah (sas)'in Müzeyne'ye verdiği araziyi ondan alıp onu imar edecek birine vermesiyle hükmetmiştir. Bilâl b. el-Haris el-Müzenni'nin araziyi elinde bulundurmasını men etmiştir ve şöyle demiştir: “Kim bir araziyi üç sene ihmal eder ve onu imar etmezse, bir başkası gelip o araziyi imar ederse, o arazi imare edene ait olmuştur.” Ömer'in bu sözü geneldir. Çünkü “Kim bir araziyi ihmal ederse” demiştir. Ömer ayrıca Bilâl b. el-Haris el-Müzennî'ye şöyle dedi: “Rasulullah (sas) sana elinde bulundurup kimseye vermeyesin diye o araziyi ikta etmedi (vermedi). Onu çalıştırasın diye sana verdi. İmarını yapabileceğin miktarı al, kalan kısmı geri ver.” Böylece imarından aciz kaldığı kısmı bilfiil ondan almıştır.

Bu uygulamayı açık ve tahsis edici bir delil ve karine bulunmadığı müddetçe sadece ikta ile tahsis etmek caiz değildir. Bilâkis bu genel olarak kalır. Olayın ve tatbikatın kendisine bir arazinin ikta edilen kimse ile olması bir vakıayı ifade etmek içindir. Onu bu hadise ile kayıtlamak değildir.

Buna binaen araziyi mülk edinen, onu hangi sebeple edinirse edinsin o araziyi üç sene ekmez, işletmeden alıkorsa, arazi ondan alınır ve başkasına verilir. Burada nazarı itibare alınan şey arazinin mülk ediniliş sebebi değil, ihmal edilmesidir. Böyle bir tatbikata halkın malını haksız yere almak nazarıyla bakılmaz. Çünkü Şeriat menkul ve gayri menkül mal mülkiyeti ile arazi mülkiyetini aynı kefeye koymamıştır. Her iki mülkiyete farklı statüler getirmiştir. Zira arazi mülkiyetini ziraatına bağlamıştır. Şeriatın bildirdiği müddet içerisinde arazi ziraatından alıkonursa arazi mülkiyeti sahibinin elinden çıkar. Nitekim Şeriat arazinin mülk edinilmesini imar yolu ile ziraatına bağlamıştır. Arazi mülkiyetini; ikta, miras, satın alma ve benzeri yollarla gerçekleşir kılmış ve onu ihmal ile sahibinin elinden alınmasına hükmetmiştir.. Bunların hepsi arazinin ziraatla işletilmesinin devamını temin için tedbirlerdir.

 Arazi İcarının Yasaklığı

 Arazi sahibinin, arazisini ziraat için icara vermesi kesinlikle caiz değildir. Bu kişi, ister arazinin hem asli mülkiyetine ve menfaatına malik bulunsun, ister sadece menfaatına malik bulunsun. Yani arazi ister öşri, ister haraci olsun. Ücret ister nakit, ister başka bir şey olsun fark etmez. Aynı şekilde araziyi, arazide yetişen yiyecek ve benzeri şeyler karşılığı ya da ondan çıkan herhangi bir şey karşılığında icara vermek kesinlik caiz değildir. Çünkü bunların hepsi de icaredir. Arazinin ziraat için icara verilmesi ise kesinlikle caiz değildir. Nitekim Sahih-i Buhari'deki bir hadiste Rasulullah (sas) şöyle diyor:

“Arazisi olan bir kimse onu ya kendisi eksin veya kardeşine bağışlasın Eğer bunu kabul etmezse arazisini elinde tutsun.”

Sahih-i Müslim'deki bir hadiste de şöyle geçiyor: “Resulullah (sas) arazi için bir ücret veya pay alınmasını yasakladı.”

Nesei'nin Süneninde ise şöyle geçti:

“Rasulullah (sas), arazinin kiraya verilmesini yasakladı. Biz: “Ya Rasulullah, onu tohumdan bir şey karşılığı kiraya versek olmaz mı?” dedik. Allah'ın Rasülü: “Hayır” dedi. Biz, “Akara rebi‘de (derede) olana karşılık versek” dedik. Rasulullah (sas) şöyle dedi: “Hayır. Onu ya sen ek yahut kardeşine bağış et.”

Hadiste geçen sözcüğü “küçük nehir” yani “dere” manasını ifade eder. Yani hadisin manası; “Biz suya yakın olan kısmın ziraatına karşılık olarak yani derenin kenarına karşılık olarak kiraya versek” demektir.

Nebî (sas) arazi için (icareden dolayı) bir ücret veya bir pay almayı, arazinin (mahsulünün) üçte biri veya dörtte biri karşılığında kiraya verilmesini yasaklamıştır Ebu Davud, Râfi‘ b. Hadic kanalı ile Rasulullah (sas)'in şöyle dediğini rivayet etti:

“Kimin bir arazisi varsa onu eksin. Veya kardeşine versin, o eksin. Araziyi 1/3 (üçte bir) ve 1/4 (dörtte bir) karşılığı veya belli bir yiyecek karşılığı olarak kiraya vermesin.”

Buhari, Nafi‘'den rivayet ettiğine göre, Abdullah b. Ömer Rafi‘ b. Hudeyc'ten rivayet etti ki: “Nebî (sas), tarım arazisini kiraya vermeyi nehyetti.” Bunun üzerine Abdullah b. Ömer Rafi‘'e gitti. Ben de onunla beraber gidip ona sorduk. Dedi ki; “Nebî (sas) ziraat arazisini kiraya vermekten men etti.”

Buhari Salîm'den rivayet etti ki: “Abdullah b. Ömer araziyi kiraya vermeyi terk etti.”

Bu hadisler, Rasul (sas)'in araziyi kiraya vermekten nehyettiğine dair gayet sarihtirler. Bilindiği gibi nehy, her ne kadar bir işin yapılmamasını mücerred olarak talepten ibaret ise de, ancak buradaki karine bu talebin kesinlik ifade ettiğini belirtiyor. Çünkü, onlar Rasul (sas)'e “Araziyi tohumlar karşılığında kiraya verebilir miyiz?” diye sorduklarında, Allah'ın Rasülü:, “Hayır” demiştir. Yine tekrar “Saman karşılığında verebilir miyiz?” dediklerinde, ona da “Hayır” demiştir. Tekrar “Dere kenarında bulunan bir arazi karşılığında kiraya verebilir miyiz?” diye sordular. Yine, “Hayır” cevabını vererek, sonunda şöyle buyurmuştur: “Onu ya kendin ek veya kardeşine ver.”

Bu olay, bu konudaki yasaklamayı, ısrarı ve te'kidi gayet açıkça belirtmektedir. Bilindiği gibi Arapçada bir ifadeye te'kidleştirmek ya lafzın tekrarı ile lafzan olur ya da manevi te'kid olur. Bu hadiste ise nehiy, lafzı tekrar edilmiştir. Böylece te'kide delâlet eder.

Rasul (sas)'in Hayber arazisini mahsulün yarısına karşılık icare vermesi bu statüye girmez. Çünkü Hayber arazisi, diğer araziler gibi yalın arazi değildi. Orası ağaçlıktı. Bu hususa İbn İshâk'ın “Siretü'n Nebeviyye” kitabında, Abdullah b. Ebu Bekr'den rivayeti delâlet etmektedir. Şöyle ki:

“Rasulullah (sas), Müslümanlarla Yahudilerin ağaçlarını tahmin etmesi için Abdullah b. Revaha'yı Hayber ehline gönderdi. Abdullah, kendine verilen görevi yaptı. Daha sonra Abdullah b. Revaha, Mûte Savaşında şehit edildikten sonra onun bu görevini Cebbar b. Sahr b. Ümeyye b. Hansa yürüttü.”

Hadiste geçen “el-Haris” kelimesi, daha olgunlaşmadan ağaçların üzerindeki meyveyi takdir eden kimse anlamına gelir. Bu ikinci manadan Hayber arazisinin yalın değil ağaçlık bir arazi olduğu anlaşılıyor. Ekilen kısmı ağaçlara göre daha az olduğu için hükmün tatbikatında ağaç nazarı itibare alınmıştır. İşte bu sebeple Hayber arazisi, arazinin icarı statüsüne girmez. Bilâkis o, sulama statüsündedir. Sulama ise caizdir. Üstelik Rasul (sas)'in bu nehiyden sonra aralarında Abdullah b. Ömer'in de bulunduğu ashab topluluğu arazi icarından kaçınmışlardır. Bu davranışları onların arazi icarının haram olduğuna dair anlayışlarına delâlet etmektedir.

Ancak arazi icarının haram kılınması, onun tarım için icara verilmesi halinde söz konusudur. Ziraat dışında araziyi icara vermek caizdir. Meselâ; bir kişi araziyi üzerinde çiftlik, park veya mal koymak için, depo tesisleri kurmak için kiraya verebilir. Yani ziraat dışında ondan herhangi bir şeyle yararlanmak için arazi kiraya verilebilir. Çünkü arazinin kiraya verilmesinin nehyi, ziraat için arazinin icara verilmesi ile ilgili olarak sabit olmuştur. Bu husus sahih hadislerden anlaşılabilir.

Arazi ile ilgili bu hükümler ve bununla alakalı konular, tarımsal faaliyet yoluyla mülkünü geliştirmek isteyen bir Müslümanın şari‘ tarafından bağlı kalması gereken hususlardır.

___________________________

[1] Tevbe: 5[2] Fetih: 16
[3] Müslim, Kitabu’z-Zekâh, 1630[4] Tevbe: 60
[5] Hâkim, Beyhaki, Taberani[6] Ebu Yusuf, "el-Haraç" kitabında Amr b. Meymune ve Haris b. Mıdrab'tan rivayet etti[7] Ebu Yusuf; El-Harac
[8] Buhari, Kitabu’l-Muzâraah, 2167[9] Ebu Davud, Kitabu’l-Harâc ve’l-İmârah ve’l-Fey’, 2673; Ahmed b. Hanbel, Müsned El-Basriyyîn, 19271, 19368[10] Buhari, Kitabu’l-Muzârah; Ebu Davud, Kitabu’l-Harâc ve’l-İmârah ve’l-Fey’, 2671; Ahmed b. Hanbel, Bâkî Müsnedi El-Mukessirîn, 14109, 14310, 14550; Mâlik, Kitabu’l-Akdiyah, 1229, 1230; Dâremî, Kitabu’l-Buyu’[11] Ebu Davud, Kitabu’l-Harâc ve’l-İmârah ve’l-Fey’, 2673; Ahmed b. Hanbel, Müsned El-Basriyyîn, 19271, 19368[12] Ebu Davud, Kitabu’l-Harâc ve’l-İmârah ve’l-Fey’, 2669[13] Buhari, Kitabu’l-Muzârah; Ebu Davud, Kitabu’l-Harâc ve’l-İmârah ve’l-Fey’, 2671; Ahmed b. Hanbel, Bâkî Müsnedi El-Mukessirîn, 14109, 14310, 14550; Mâlik, Kitabu’l-Akdiyah, 1229, 1230; Dâremî, Kitabu’l-Buyu’[14] Beyhaki
[15] Yahya b. A’dem
[16] Ebu Ubeyd; El-Emval’dan
[17] Yahyâ b. Adem el-Harac kitabında rivayet etti[18] Ebu Davud, Kitabu’l-Harâc ve’l-İmârah ve’l-Fey’, 2673; Ahmed b. Hanbel, Müsned El-Basriyyîn, 19271, 19368[19] Ebu Ubeyd; El-Emval kitabında rivayet etmiştir[20] Buhari, Kitabu’l-Muzâraah, 2172, Kitabu’l-Hibeh, 2439; Müslim, Kitabu’l-Buyu’, 2875; İbni Mâce, Kitabu’l-Ahkâm, 2443; Ahmed b. Hanbel, Bâkî Müsnedi El-Mukessirîn, 14285[21] Müslim[22] Nesei, Kitabu’l-Eymân ve’n-Nuzûr, 3802[23] Ebu Davud, Kitabu’l-Buyu’, 2947
[24] Buhari
[25] Buhari
[26] Nesei, Kitabu’l-Eymân ve’n-Nuzûr, 3802[27] İbni İshak Siretinde

 

Takiyyuddin En-Nebhani