BÖLÜŞÜM
İslâm,
özel mülkiyete bir takım kısıtlamalar getirmiş olmakla beraber,
mülkiyeti mübah kılarak, kişilere mülkiyetlerine tabi mallarında
tasarruf izni vermiştir. Kişilerin bu mallar üzerindeki tasarruf
(harcama) izni de bir takım sınırlamalara tabidir. İslâm,
insanlar arasında yaratılış itibariyle gerek aklı ve gerek bedeni
bir takım farklılıkları göz önünde bulundurarak aciz ve muhtaçlara
yardım edilmesi gibi hususlara dikkat ederek harcama noktasında
ihtiyatlı davranmıştır. Bu tür yardımları zenginlerin mallarından
alınmak üzere fakir ve miskinler için bir hak olarak farz kılmış,
tüm toplumun vazgeçmeyeceği ve gereksinim duyduğu şeyleri de kamu
mülkiyetine dahil etmiştir. Bu tür malların özel mülkiyet olarak
kullanılmasını caiz görmemiştir. Diğer yandan gelirin, mal ve
hizmet olarak tebaya transferinde devleti mesul tutmuş, devlet mülkiyetine
ait malları devletin mülk edinmesini de mübah görmüştür.
Tüm
bunlar İslâm Devleti’nin idaresi altında yaşayan her bireye
hayat güvencesi sağlayıp toplumda tüm insanların birbirleri ile
organik bir bütün olarak kalmalarını sağlamıştır. İslâm,
devletin varlığını ekonomik sorumluluklarını yerine
getirebilecek bir güç içerisinde korurken gerek bireysel ve gerekse
toplumsal işlerin yürütülmesini garanti altına almıştır. Tabii
olarak tüm bunların oluşabilmesi için toplumda her bireyin gelir
dağılımından istifade edecek bir konumda bulunması gerekir. bunun
oluşması da bir bütün olarak şeriat hükümlerinin uygulanması
ile toplumun böylesi bir sistem atmosferinde olmasına bağlıdır.
Diğer yandan halkın tüm bireylerinin de şeriat hükümlerine bağlı
kalarak bu hükümleri yerine getirmeye çalıştığı bir toplum yapısında
bu sonuçlar sağlanmış olabilir. Fakat İslâm aleminin şimdiki
durumunda olduğu gibi, bireyler arasında fahiş bir dengesizliğin hüküm
sürdüğü toplumsal ortamlarda durum farklıdır. Böylesi
durumlarda ihtiyaçları giderme konusunda, toplumsal kaynaşmayı sağlayabilmek
için yeni bir gelir dağılımına ihtiyaç vardır. Zayıf anlayışlardan
ve toplumsal dejenerasyondan veya sistemin uygulanmasında devlette doğabilecek
zaafiyet ve şer'i hükümlerin tatbikinde insanların kafalarında
oluşacak sapmalardan dolayı, işte o zaman tüm halk sistemden yüz
çevirmeye toplum da üzerinde yürüdüğü çizgiden çıkmaya başlar.
Bunun doğal bir neticesi olarak bencillik, egoizm ve kötü bir hal
almış özel mülkiyet oluşur. Bireyler arasındaki gelir dağılımı
dengesizleşir ki bu durumda tekrar denge oluşturmak veya dengeyi oluşturacak
yollar temin etmek kaçınılmaz olur.
Gerek
devletin İslâm nizamını uygulamadaki zaafiyeti ve gerekse halkın
İslâm anlayışındaki yanlışlıkları neticesinde meydana
gelebilecek gelir dağılımı bozuklukları şu iki nedenle ortaya çıkar:
a-
Maddi servetlerin yalnızca zenginler arasında dolaşarak, sadece
zengin kesim arasında birikmesinden,
b-
Maddi servetlerin insanlar arasında dolaşımını engelleyici
tutumlardan kaynaklanır.
İslâm
her iki durum için de çözümler oluşturmuştur. Zira İslâm, varlıkların
tüm insanlar arasında dolaşımını garanti altına alan şer'i hükümler
içermektedir. Bununla da yetinmeyip, toplumda ortaya çıkan gelir dağılımı
bozukluklarını giderici dağılımlar uygulamak, birer mübadele
aracı olmaları bakımından altın ve gümüşün biriktirilmesini
önleyici şer'i hükümlerle, bu mübadele araçlarının toplum içinde
dolaşımını zorunlu kılarak, bozulmuş olan ve sapma temayülleri
gösteren toplumu tedavi ederek, tüm halkta fert fert gelir düzeylerinin
yükselmesine çalışır. Öyle ki her fert kendi temel ihtiyaçlarını
karşılayarak ikincil ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkanlarla
yüz yüze gelebilsin.
Gelir
Dağılımında Dengenin Sağlanması
İslâm,
tüm mal ve servetlerin tebanın tüm fertleri arasında dağılımını
vacip kılmıştır. Bu dağılıma yalnızca belli bir kesim arasında
cereyan eden tekelleşmeyi yasaklamıştır. Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
“Mal
içinizde yalnızca zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
İhtiyaçların
temini noktasında fertler arasında fahiş bir dengesizlik durumunda
-ki bunun nedeni İslâmi hükümlerin tatbikinden doğan zaafiyet
olsa da- bu durumun düzeltilmesi için yani toplumsal dengenin sağlanması
için devletin müdahalesi gereklidir. Devlet bu dengeyi oluşturmak için
ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere, elinde bulunan
menkul ve gayri menkul mallardan vererek sağlamaya çalışır. Mal
vermekten amaç, ihtiyaçların geçici olarak tatmini değil ihtiyaçları
giderici ve servet veya mülkiyeti çoğaltarak köklü bir çözüm
sağlanmasına yardımcı olacak vasıtaları çoğaltmaktır.
Bu
dengeyi tesis etmek için elinde yeterince mal bulunmadığı zaman
halkın malından temin ederek bunu yapması devlet için doğru
olmaz. Yine tesis edilecek bu denge için halk üzerine vergi koyması
da doğru olmaz. Zira bu konu tüm Müslümanlar üzerine farz olan işlerden
değildir. Bu nedenle devlete düşen görev, bu dengeyi sağlamak
amacıyla kamu mülkiyeti ve ganimetler gibi kaynakları çoğaltmaya
çalışmaktır.
Böylece
devlet toplumda dağılım konusunda görmüş olduğu ekonomik ihtiyaçlarını
karşılamaktan aciz olan kişilere beytülmaldan mal vererek tedavi
eder. Tabii bunun için beytülmalda mal bulunması gereklidir. Zira
Nebî (u) toplumda bir dengesizlik görünce Nadir oğullarından elde
edilen ganimeti muhacirlere tahsis etmiştir. Nitekim rivayete göre: “Nebî
(u) savaş yapmaksızın Nadir oğullarının yaşadığı
toprakları fethedip Yahudileri de oradan sürünce, Müslümanlar
Nebî (u)’den bu
ganimetleri taksim etmelerini istemişlerdi. Bunun üzerine şu ayet
gelmiştir:
“Onların
mallarından Allah’ın Rasulü'ne verdiği şeyler için siz...”
Bu
ayetle Allah Y Nadir oğullarının ganimetlerini Nebî’ye vererek
dilediği şekilde tasarruf imkânı tanımıştır. Nebî (u) de bu
ayet üzerine, elde edilen ganimetleri Ensar'dan Ebu Dücane Semak b.
Harse ile Sehl b. Huneyf hariç hemen hemen tamamını muhacirlere dağıtmıştır.
Zira Ensar'dan olan bu iki kişi muhacirler kadar fakir kişilerdi.”
İbni
Abbas, Nebî (u)’den şöyle rivayet etmiştir:
“İstiyorsanız
evlerinizi ve mallarınızı Muhacirlere bölüşürsünüz. Ben de
sizi bu ganimetleri onlarla sizin aranızda taksim ederim. İstiyorsanız
ganimetin hepsi onların olur. Ev ve mallarınız sizin olur.”
Buna karşı Ensar; “Biz kardeşlerimizle mal ve evlerimizi bölüşürüz,
ganimette de onları tercih ederiz” dediler. Bunun üzerine şu
ayet indi:
“Onlar
ihtiyaç sahipleri olduğu hallerde (o kardeşlerini) kendi
nefislerine tercih ederler.”
Ganimetin
fakir muhacirlere ait olduğuna dair açık ayet vardır. Allahu Teâla
şöyle buyuruyor:
“Ta
ki mal sizden sadece zenginler arasında (dolaşın) bir devlet olmasın.”
Ayette
geçen () lafzı lügatta, toplumun birbirinden alıp verdiği şeylere
verilen isimdir. Alınan ve verilen (insanlar arasında dolaşın)
mala da denir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: “Ta ki fey’
(ganimet) bir hak olarak fakirlere verilsin. Onlarla fakirler geçimlerini
temin etsinler. Böylece mal yalnızca zenginler elinde dolaşan bir
varlık olmasın.”
Nadir
oğullarından alınan fey (ganimet) beytülmalın bir malı olarak bütün
Müslümanların hakkı idi. Ancak bunun, zenginlere verilmeyip sadece
fakirlere verilmesinin nedeni, zengin ve fakir arasındaki ekonomik
dengeyi sağlamak içindi. Böylece beytülmalın gelirinden sayılan
fakat Müslümanlardan toplanmayan ganimetler ve kamu mülkiyetine ait
mallara da bu şekilde işlem yapılarak ihtiyaçlarını karşılamak
için fakirlere verilir. Fakat Müslümanlardan toplanan mallar
ekonomik dengeyi temin için kullanılmaz. Ayette geçen bu tatbikat,
her zaman aynı şekilde uygulanır. Çünkü itibar lafzın genelliğinedir,
sebebin özelliğine değil. Buna binaen ekonomik dengenin temini için
bütün Müslümanların malı olan beytülmaldan tebaasından sadece
fakirlere mal vermesi halife üzerine düşen bir vazifedir. Ta ki bu
yardım vasıtasıyla istenen ekonomik denge sağlanmış olsun. Yalnız
bu konu beytülmalın sabit bir harcaması olarak düşünülmemelidir.
Çünkü bu, belli durumlar için yine belirli malların harcaması
yoluyla düşünülmüş bir düzenlemedir.
Altın
ve Gümüş Biriktirme Yasağı
Dünyanın
hemen her yerinde milli gelirin fertler arasında dağılımındaki çirkin
görüntü günlük hayatın sabit birer görüntüsü olarak, hiç
bir delile ihtiyaç duymadan bir realite olarak karşımızda
durmaktadır. İhtiyaçların karşılanmasında insanlığın yaşadığı
bu korkunç dengesizlik açıklama veya izahat getirmeye gerek
kalmayacak şekilde ortadadır.
Kapitalizm
bu konuyu çözüme ulaştırmak amacıyla bir takım çalışmalar
yapmış olmasına rağmen bir başarı sağlayamadı. Kapitalist
ekonomistler gelir dağılımı üzerine yaptıkları araştırmalarda
gelir dağılımının ferdi boyutunu büsbütün ihmal etmişlerdir.
Bu konuda bir çözüm üretmek yerine, ortaya istatistiki bilgiler
vermekle yetinmişlerdir.
Sosyalistler,
mülkiyeti genel mülkiyetle sınırlandırmak dışında gelir dağılımındaki
dengesizliğe çözüm getirmek için bir yol bulamadılar. Komünistler
ise çareyi ferdi mülkiyeti yasaklamakla aramışlardır.
Fakat
İslâm, şu üç temel prensibi uygulayarak gelir dağılımını güzel
bir şekilde dengeye oturtmuştur. Bunlar:
a-
Mülkiyetin belirlenmesi,
b-
Sahip olunan malın harcanma
keyfiyetinin belirlenmesi
c-
İnsanlar arasında ihtiyaçların
temininde, aradaki seviyenin yakınlaştırılması amacıyla ihtiyaçların
temini noktasında mahrum olan kişilere yardım etmeyi garanti etmek.
Bu
yolla İslâm, şu anda yaşanılan çirkin gelir dağılımına bir
çözüm ön görmektedir. Ancak kişiler arasında gelir dağılımında
ihtiyaçların temini noktasında bir yakınlaşma sağlamasına rağmen
bazı kişilerin elinde büyük servet birikimleri göze çarpabilir.
Zira İslâm'ın insanlar arasında sağlamış olduğu yakınlaşma mülkiyet
konusunda değil, kişilerin kendilerine göre var olan ihtiyaçlarının
kimseye muhtaç olmadan karşılaması yönündedir.
“Sadakanın
hayırlısı, ihtiyaçtan daha fazla olanıdır.”
Büyük
servetler, sahiplerine stok imkanı sağladığı gibi daha fazla
gelir imkanı da sağlar. Fakat ekonomiye en büyük tehlike, büyük
servet sahiplerinin kasalarında biriktirmiş oldukları nakit
paralardan gelir. Paranın bir yerde birikmesiyle gelir dağılımı
bozulur. İşsizlik artar ve fakirlik baş gösterir. Bu nedenle nakit
paranın biriktirilmesine bir çözüm bulmak gerekir. Zira nakit; mal
ile mal, mal ile emek, emek ile emek arasında bir mübadele aracıdır.
Bu mübadelenin ölçüsü de paradır. Para piyasadan çekildiği ve
halkın elinden alındığı zaman bu mübadele yok olur. Bunun
neticesinde ekonomi durma noktasına gelir. Bu nedenledir ki insanların
elinde mübadele aracı olarak para, ne kadar fazla bulunursa yatırım
hacmi o kadar büyür.
Bu
şu demektir ki; her şahsın veya kuruluşun sahip olduğu gelirin
kaynağı başka bir şahıs veya başka bir kuruluştur. Vergi olarak
devletin topladığı mallar devletin geliridir. Fakat bu vergi
insanlar tarafından bir harcamadır. Devletin kendi memurlarına,
projelerine, askeri erzak ve diğer yerlere yaptığı harcamalar,
harcama yapılan yerler için birer gelir olup, aynı zamanda devlet
tarafından yapılan bir harcama anlamına gelir. Memur ve askerlerin
yaptığı harcamalar da, kendilerinden mal satın alınan kişilerin
gelirleridir. Örneğin; ev sahibi, kasap, manav, tüccar ve diğer
esnaf gibi.
Böylece
toplumdaki insanların gelirleri ile yaptıkları genel harcamalar
devamlı olarak bir daire şeklinde devam eder. Bir kimse para
harcamayarak biriktirse, o piyasadan o kadar para çekilmiş olur. Bu
da tabii olarak harcamanın azalmasını doğurur. Böylece paradan
biriktirdiği miktarla kendilerine verilecek veya kendileriyle alış
veriş yapılan kişiler gibi başkalarının gelirlerinin azaltılmasına
neden olur. Bu ise onların üretimlerini azaltmaya götürür. Çünkü
mala talep azalmıştır. Bu da işsizliğe sebep olacağı gibi genel
olarak ekonominin düşmesine de sebep olacaktır. Bundan dolayı
nakit paranın birikimi, halkın gelirinin azalmasından işsizliğin
meydana gelmesine ve ekonominin düşmesine neden teşkil edecektir.
Ancak
şu hususun bilinmesi gerekir ki ekonomiye gelen zarar, yapılan
tasarruftan dolayı değil, nakit paranın birikiminden dolayıdır.
Tasarruf hiç bir zaman ekonomik işleri durdurmaz. Durduran unsur
nakit para birikimidir. Biriktirme ile yani kenz ile iddihar ayrı ayrı
şeylerdir.
Kenz
(biriktirme), bir
ihtiyaca binaen olmadığı halde üst üste nakit parayı yığmaktan
ibarettir. Bu ise piyasadan parayı çekmek demektir. İddihar (tasarruf)
ise, bir ihtiyaç gidermek için nakit parayı biriktirmektir. Örneğin;
bir ev yapmak, evlenmek, bir iş yapmak için para biriktirmek gibi
tasarruflar ne piyasaya tesir eder ne de ekonomik işlerin yürütülmesine
engel olur. Bu konu parayı hapsetmek gibi değildir. Bu, baş gösterecek
bir ihtiyaca harcamak için yapılan bir biriktirmedir. Dolayısıyla
iddihar, para harcanacak yer olunca devreye girer. Bu nedenle
tasarruftan dolayı herhangi bir tehlike söz konusu olamaz. En büyük
tehlike, ihtiyaç olmadan üst üste nakit parayı biriktirmededir.
İslâm,
ihtiyaç gidermek vasıtası oldukları için altın ve gümüş
tasarrufunu mübah kılmıştır. Azad edilmesi için efendisine
vermek için bir kölenin altın ve gümüşü bir araya toplamasını,
bunun için çalışmasını mübah kılmıştır. Yine evlenmek,
evleneceği kadının mihrini vermek için altın ve gümüşü
biriktirmeyi mubah kılmıştır. Hacc farizasını eda etmek için de
durum aynıdır. Bu tür bir biriktirmelerde nisap miktarına ulaşınca
ve üzerinden bir yıl geçen nakit paraya zekattan başka bir hususu
emretmemiştir.
Altın
ve gümüş birikimini (kenzini) yasaklayan ayeti kerime indiği zaman
bu iki madde o gün mübadele vasıtası oldukları gibi iş sahasında
emek ölçüsü ve malda menfaat kaynağı idi. İster bu madenler
sikke halinde dinar ve dirhem gibi olsun, isterse külçe halinde işlenmemiş
olsun fark etmez. Buna binaen altın ve gümüş biriktirmeyi
yasaklamak, mübadele aracı olma niteliği taşıdıklarından dolayıdır.
Altın
ve gümüş birikimini İslâm, Kur'an’ın açık ayeti ile haram kılmıştır.
Allahu Teâla şöyle dedi:
“Altın
ve gümüşü biriktirip onu Allah yolunda infak etmeyenleri elem
verici bir azapla müjdele.”
Altın
ve gümüş biriktirenler için elim azap tehdidi, Allah'ın kesin
olarak altın ve gümüş biriktirmenin terk edilmesini talep ettiğine
dair açık bir delildir. O halde altın ve gümüş biriktirimi
haramdır. Ayetin altın ve gümüşün kenzini (biriktirilmesini)
kesin olarak haram kılmış olduğuna dair delil ise şöyledir:
A-
Ayetin genel oluşu. Zira ayetin mantuk ve mefhum yönünden metni,
altın ve gümüş nevinden olan malı biriktirmenin kesin olarak
yasaklandığına delildir. Zekatı verdikten sonra altın ve gümüşün
biriktirilmesinin mübaha dönüşmesi, kati olarak delalet ettiği hükmü
terketmek demektir. Bu da ancak ayeti kendi anlamından ayıran ve onu
nesh eden bir delil ile mümkün olabilir. Ayeti, delalet ettiği
anlamından ayıracak herhangi bir sahih nass varid olmuş değildir.
Zaten ayeti anlamından ayıracak herhangi bir delilin varlığına
ihtimal verilemez. Çünkü ayet, delaleti itibariyle katidir. Ortada
onu nesh eden bir delilden başka bir şey kalmadı. Onu nesh edecek
bir delil de yoktur. Şu ayete gelince:
“Onları
temizleyecek sadakayı onların mallarından al.”
Bu
ayet, Hicretin ikinci yılında zekatın farz kılındığı dönemde
nazil oldu. Fakat altın ve gümüşün kenzini (biriktirilmesini)
yasaklayan ayet ise, Hicretin dokuzuncu senesinde nazil olmuştur. Önce
inen ayet sonra ineni nesh edemez. Zekatı verildikten sonra altın ve
gümüşlerin biriktirilmesinin haram olanın kenz olmadığı hakkında
varid olan bir çok hadislerden ancak bir tanesi sahihtir. Bu konuda
varid olan diğer hadislerin hepsi rivayet ve dirayet, yani senet ve
metin yönlerinden yalanlanmıştır. Sahih olan hadis de, Darakutni
ve Ebu Davud’un rivayet ettiği Ümmü Seleme hadisidir. Bu hadis, mütevatir
dahi olsa ayeti nesh edemez. Çünkü hadisler mütevatir de olsalar
Kur'an-ı nesh edemezler. Çünkü Kur'an’ın lafız ve mana yönünden
subutu katidir. Biz onun lafız ve manasıyla ibadet ediyoruz. Mütevatir
hadis böyle değildir. Mütevatir hadis lafız değil ancak manası yönünden
katidir. Onun lafzıyla ibadet edemiyoruz. Bundan dolayı Kur'an-ı
Kerim, mütevatir de olsalar hadislerle nesh edilemezler. O halde Ümmü
Seleme hadisi gibi ahad hadisler, delaleti ve subutu kati olan ayeti
nasıl nesh edebilir:
B-
Taberani tefsirinde, Ebu Ümame
el-Bahili’ye isnad ettiğine göre; “Ehli
Suffa’dan bir adam vefat ettiğinde hırkasında bir dinar bulundu.
Bunu gören Rasulullah; “Bir dağlama” dedi. Bir başka
adam vefat etti. Onun da hırkasında iki dinar bulundu. Rasulullah; “İki
dağlama” dedi. Ölen bu iki kişi, halkın verdiği
sadakalarla geçiniyorlardı. İkisinin de altın ve külçesi
bulununca, Rasulullah “dağlama” tabirini kullanmıştır. Halbuki
bir veya iki dinar zekat nisabına ulaşmadıkları için
kendilerinden zekat bile alınmaz. Rasulullah’ın, bulunan bir veya
iki dinara karşı “bir dağlama” tabirini kullanmış olması,
kendilerinden zekat vacip olmasa bile kenz (biriktirme) olduğunu gösterir.
Rasulullah’ın bu ifadesi kenz ayetindeki şu hususa işaret eder:
“O
gün (biriktirilen altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılır.
Onunla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır.”
C-
Ayetin metni iki
husustan dolayı Ahirette cezanın gerektiğine işaret ediyor. Birincisi;
malı kenz yapmak (altın ve gümüş gibi parayı biriktirmek). İkincisi;
Allah yolunda harcamamak. Yani altın ve gümüş biriktirenleri ve
onu Allah yolunda harcamayanları elim bir azap ile müjdeledi. Bundan
anlaşılıyor ki kenz yapmadığı halde Allah yolunda harcamayan
kimse bu azap müjdesinin kapsamına girer. Allah yolunda harcadığı
halde kenz yapan kimse de bu vaadin kapsamına girer. Kurtubi bu
konuda şöyle söylüyor: “Kenz
yapmadığı halde malın Allah yolunda harcanmasına engel olan kimse
de kesinlikle aynı vaadın kapsamına girer.”
Ayette
geçen “Allah yolunda” tabirinden kast olunan şey cihattır.
Çünkü yukarıda belirtildiği gibi “Allah yolunda” tabiri
“infak” tabiri ile birlikte kullanılırsa “cihat” manasını
ifade eder. Kur'an’da bu şekilde “Allah yolunda” tabiri
“infak” kelimesiyle birlikte geçtiğinde kesinlikle sadece
“cihat” anlamına gelir ve başka bir anlama gelme ihtimali
kalmaz.
D-
Buhari’nin Zeyd b. Vehb’den rivayetine göre Zeyd şöyle demişti:
“Ben bir gün Rebze’den geçmiştim. Birden bire Ebu Zer el-Gafari’yi
orada gördüm. Ona böyle yerlere kadar gelmesinin nedenini sordum.
Ebu Zer bana şöyle dedi: Ben Şam’da iken Muaviye ile;“O
gün (biriktirilen altın ve gümüş cehennem ateşinde
kızdırılır. Onunla onların alınları, yanları ve sırtları
dağlanır.” ayeti (altın ve gümüşü biriktirme yasağı
ile ilgili yukarıda geçen ayet) hakkında
ihtilafa düştük. Muaviye bu ayetin ehli kitap hakkında indiğini söyledi.
Ben de ayetin hem onlar hem de bizim hakkımızda indiğini söyledim.”
İbni
Cerir, Abdurrahman b. el-Kasım’ın hadisinden Huseyn Zeyd b. Vehb
ve Ebu Zer kanalıyla rivayetinde ise; yukarıdaki olaya şunu ilave
ederek anlatmaktadır: “Bu hususta benim ile onun arasındaki bu
söz yükseldi. Muaviye beni şikayet eden bir mektubu Osman’a yazmıştı.
Osman benim Medine'ye gelmemi isteyen bir mektubu gönderdi. Medine'ye
geldim. Halk sanki beni daha önce görmemiş gibi başıma yığıldı.
Bu durumu Osman’a anlattım. Osman; Eğer istersen tenha bir yere çekil,
Allah'a yakın olursun, dedi. İşte buraya gelişimin sebebi budur. Eğer
bir Habeşliyi tayin etseler,
dinler ve itaat ederim.”
Ebu
Zer ile Muaviye arasındaki ihtilaf, ayetin manası ile ilgili değil,
kimin hakkında inmiş olabileceği hususunda. Eğer o gün, zekatı
verilmiş altın ve gümüşün biriktirilmesinde kenz olmadığına
dair rivayet edilen bir hadis olmuş olsaydı, Muaviye bunu delil göstererek
Ebu Zerr’i sustururdu. Belli ki bu hadislerin hepsi Ebu Zerr olayından
sonra uydurulmuştur. Bu konudaki bütün hadislerin sahih olmadığı
sabit olmuştur.
E-
Lügatta “kenz” kelimesi; malın üst üste yığılıp onu
muhafaza etmektir. Yığılmış ve bir araya toplanmış olan mala
kenz (birikmiş) mal denir. Kenz, yerin üstünde veya altında bir
araya toplanmış her şey demektir. Şer'i bir manası olmadıkça
Kur'an’ın kelimeleri sadece sözlük manalarıyla tefsir edilirler.
Kenz kelimesinin şer'i bir mana ve tefsirini gerektirecek herhangi
bir şer'i mana varid olmuş değildir. O zaman bunu yalnız sözlük
anlamı ile tefsir etmek vacip olur. Bu takdirde kenzin anlamı, bir
ihtiyaç olmadığı halde malı üst üste biriktirmektir. İşte bu
Allah'ın, failine elim bir azap vaad ettiği biriktirmedir.
_________________
[1] Haşr: 7
[2] Haşr: 6
[3] Ebu Davud
[4] Haşr: 9
[5] Haşr: 7
[6] Buhari, Kitabu’z-Zekâh, 1337,
Kitabu’n-Nafakât, 4937; Nesei, Kitabu’z-Zekâh, 2487, 2497; Ebu
Davud, Kitabu’z-Zekâh, 1425; Ahmed b. Hanbel, Bakî Müsned el-Mükessirîn,
7414, 8855, 9784
[7] Tevbe: 34
[8] Tevbe: 103
[9] Tevbe: 35
[10] Tevbe: 34
[11] Buhari
|