İSLAM'DA İKTİSAT NİZAMI

 

BÖLÜŞÜM

İslâm, özel mülkiyete bir takım kısıtlamalar getirmiş olmakla beraber, mülkiyeti mübah kılarak, kişilere mülkiyetlerine tabi mallarında tasarruf izni vermiştir. Kişilerin bu mallar üzerindeki tasarruf (harcama) izni de bir takım sınırlamalara tabidir. İslâm, insanlar arasında yaratılış itibariyle gerek aklı ve gerek bedeni bir takım farklılıkları göz önünde bulundurarak aciz ve muhtaçlara yardım edilmesi gibi hususlara dikkat ederek harcama noktasında ihtiyatlı davranmıştır. Bu tür yardımları zenginlerin mallarından alınmak üzere fakir ve miskinler için bir hak olarak farz kılmış, tüm toplumun vazgeçmeyeceği ve gereksinim duyduğu şeyleri de kamu mülkiyetine dahil etmiştir. Bu tür malların özel mülkiyet olarak kullanılmasını caiz görmemiştir. Diğer yandan gelirin, mal ve hizmet olarak tebaya transferinde devleti mesul tutmuş, devlet mülkiyetine ait malları devletin mülk edinmesini de mübah görmüştür.

Tüm bunlar İslâm Devleti’nin idaresi altında yaşayan her bireye hayat güvencesi sağlayıp toplumda tüm insanların birbirleri ile organik bir bütün olarak kalmalarını sağlamıştır. İslâm, devletin varlığını ekonomik sorumluluklarını yerine getirebilecek bir güç içerisinde korurken gerek bireysel ve gerekse toplumsal işlerin yürütülmesini garanti altına almıştır. Tabii olarak tüm bunların oluşabilmesi için toplumda her bireyin gelir dağılımından istifade edecek bir konumda bulunması gerekir. bunun oluşması da bir bütün olarak şeriat hükümlerinin uygulanması ile toplumun böylesi bir sistem atmosferinde olmasına bağlıdır. Diğer yandan halkın tüm bireylerinin de şeriat hükümlerine bağlı kalarak bu hükümleri yerine getirmeye çalıştığı bir toplum yapısında bu sonuçlar sağlanmış olabilir. Fakat İslâm aleminin şimdiki durumunda olduğu gibi, bireyler arasında fahiş bir dengesizliğin hüküm sürdüğü toplumsal ortamlarda durum farklıdır. Böylesi durumlarda ihtiyaçları giderme konusunda, toplumsal kaynaşmayı sağlayabilmek için yeni bir gelir dağılımına ihtiyaç vardır. Zayıf anlayışlardan ve toplumsal dejenerasyondan veya sistemin uygulanmasında devlette doğabilecek zaafiyet ve şer'i hükümlerin tatbikinde insanların kafalarında oluşacak sapmalardan dolayı, işte o zaman tüm halk sistemden yüz çevirmeye toplum da üzerinde yürüdüğü çizgiden çıkmaya başlar. Bunun doğal bir neticesi olarak bencillik, egoizm ve kötü bir hal almış özel mülkiyet oluşur. Bireyler arasındaki gelir dağılımı dengesizleşir ki bu durumda tekrar denge oluşturmak veya dengeyi oluşturacak yollar temin etmek kaçınılmaz olur.

Gerek devletin İslâm nizamını uygulamadaki zaafiyeti ve gerekse halkın İslâm anlayışındaki yanlışlıkları neticesinde meydana gelebilecek gelir dağılımı bozuklukları şu iki nedenle ortaya çıkar:

a- Maddi servetlerin yalnızca zenginler arasında dolaşarak, sadece zengin kesim arasında birikmesinden,

b- Maddi servetlerin insanlar arasında dolaşımını engelleyici tutumlardan kaynaklanır.

İslâm her iki durum için de çözümler oluşturmuştur. Zira İslâm, varlıkların tüm insanlar arasında dolaşımını garanti altına alan şer'i hükümler içermektedir. Bununla da yetinmeyip, toplumda ortaya çıkan gelir dağılımı bozukluklarını giderici dağılımlar uygulamak, birer mübadele aracı olmaları bakımından altın ve gümüşün biriktirilmesini önleyici şer'i hükümlerle, bu mübadele araçlarının toplum içinde dolaşımını zorunlu kılarak, bozulmuş olan ve sapma temayülleri gösteren toplumu tedavi ederek, tüm halkta fert fert gelir düzeylerinin yükselmesine çalışır. Öyle ki her fert kendi temel ihtiyaçlarını karşılayarak ikincil ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkanlarla yüz yüze gelebilsin.

Gelir Dağılımında Dengenin Sağlanması

İslâm, tüm mal ve servetlerin tebanın tüm fertleri arasında dağılımını vacip kılmıştır. Bu dağılıma yalnızca belli bir kesim arasında cereyan eden tekelleşmeyi yasaklamıştır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Mal içinizde yalnızca zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”

İhtiyaçların temini noktasında fertler arasında fahiş bir dengesizlik durumunda -ki bunun nedeni İslâmi hükümlerin tatbikinden doğan zaafiyet olsa da- bu durumun düzeltilmesi için yani toplumsal dengenin sağlanması için devletin müdahalesi gereklidir. Devlet bu dengeyi oluşturmak için ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere, elinde bulunan menkul ve gayri menkul mallardan vererek sağlamaya çalışır. Mal vermekten amaç, ihtiyaçların geçici olarak tatmini değil ihtiyaçları giderici ve servet veya mülkiyeti çoğaltarak köklü bir çözüm sağlanmasına yardımcı olacak vasıtaları çoğaltmaktır.

Bu dengeyi tesis etmek için elinde yeterince mal bulunmadığı zaman halkın malından temin ederek bunu yapması devlet için doğru olmaz. Yine tesis edilecek bu denge için halk üzerine vergi koyması da doğru olmaz. Zira bu konu tüm Müslümanlar üzerine farz olan işlerden değildir. Bu nedenle devlete düşen görev, bu dengeyi sağlamak amacıyla kamu mülkiyeti ve ganimetler gibi kaynakları çoğaltmaya çalışmaktır.

Böylece devlet toplumda dağılım konusunda görmüş olduğu ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan kişilere beytülmaldan mal vererek tedavi eder. Tabii bunun için beytülmalda mal bulunması gereklidir. Zira Nebî (u) toplumda bir dengesizlik görünce Nadir oğullarından elde edilen ganimeti muhacirlere tahsis etmiştir. Nitekim rivayete göre: “Nebî (u) savaş yapmaksızın Nadir oğullarının yaşadığı toprakları fethedip Yahudileri de oradan sürünce, Müslümanlar Nebî (u)’den bu ganimetleri taksim etmelerini istemişlerdi. Bunun üzerine şu ayet gelmiştir:

“Onların mallarından Allah’ın Rasulü'ne verdiği şeyler için siz...”

Bu ayetle Allah Y Nadir oğullarının ganimetlerini Nebî’ye vererek dilediği şekilde tasarruf imkânı tanımıştır. Nebî (u) de bu ayet üzerine, elde edilen ganimetleri Ensar'dan Ebu Dücane Semak b. Harse ile Sehl b. Huneyf hariç hemen hemen tamamını muhacirlere dağıtmıştır. Zira Ensar'dan olan bu iki kişi muhacirler kadar fakir kişilerdi.”

İbni Abbas, Nebî (u)’den şöyle rivayet etmiştir:

“İstiyorsanız evlerinizi ve mallarınızı Muhacirlere bölüşürsünüz. Ben de sizi bu ganimetleri onlarla sizin aranızda taksim ederim. İstiyorsanız ganimetin hepsi onların olur. Ev ve mallarınız sizin olur.” Buna karşı Ensar; “Biz kardeşlerimizle mal ve evlerimizi bölüşürüz, ganimette de onları tercih ederiz” dediler. Bunun üzerine şu ayet indi:

 “Onlar ihtiyaç sahipleri olduğu hallerde (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercih ederler.”

Ganimetin fakir muhacirlere ait olduğuna dair açık ayet vardır. Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

 “Ta ki mal sizden sadece zenginler arasında (dolaşın) bir devlet olmasın.”

Ayette geçen () lafzı lügatta, toplumun birbirinden alıp verdiği şeylere verilen isimdir. Alınan ve verilen (insanlar arasında dolaşın) mala da denir. Buna göre ayetin manası şöyle olur: “Ta ki fey’ (ganimet) bir hak olarak fakirlere verilsin. Onlarla fakirler geçimlerini temin etsinler. Böylece mal yalnızca zenginler elinde dolaşan bir varlık olmasın.”

Nadir oğullarından alınan fey (ganimet) beytülmalın bir malı olarak bütün Müslümanların hakkı idi. Ancak bunun, zenginlere verilmeyip sadece fakirlere verilmesinin nedeni, zengin ve fakir arasındaki ekonomik dengeyi sağlamak içindi. Böylece beytülmalın gelirinden sayılan fakat Müslümanlardan toplanmayan ganimetler ve kamu mülkiyetine ait mallara da bu şekilde işlem yapılarak ihtiyaçlarını karşılamak için fakirlere verilir. Fakat Müslümanlardan toplanan mallar ekonomik dengeyi temin için kullanılmaz. Ayette geçen bu tatbikat, her zaman aynı şekilde uygulanır. Çünkü itibar lafzın genelliğinedir, sebebin özelliğine değil. Buna binaen ekonomik dengenin temini için bütün Müslümanların malı olan beytülmaldan tebaasından sadece fakirlere mal vermesi halife üzerine düşen bir vazifedir. Ta ki bu yardım vasıtasıyla istenen ekonomik denge sağlanmış olsun. Yalnız bu konu beytülmalın sabit bir harcaması olarak düşünülmemelidir. Çünkü bu, belli durumlar için yine belirli malların harcaması yoluyla düşünülmüş bir düzenlemedir.

Altın ve Gümüş Biriktirme Yasağı

 Dünyanın hemen her yerinde milli gelirin fertler arasında dağılımındaki çirkin görüntü günlük hayatın sabit birer görüntüsü olarak, hiç bir delile ihtiyaç duymadan bir realite olarak karşımızda durmaktadır. İhtiyaçların karşılanmasında insanlığın yaşadığı bu korkunç dengesizlik açıklama veya izahat getirmeye gerek kalmayacak şekilde ortadadır.

Kapitalizm bu konuyu çözüme ulaştırmak amacıyla bir takım çalışmalar yapmış olmasına rağmen bir başarı sağlayamadı. Kapitalist ekonomistler gelir dağılımı üzerine yaptıkları araştırmalarda gelir dağılımının ferdi boyutunu büsbütün ihmal etmişlerdir. Bu konuda bir çözüm üretmek yerine, ortaya istatistiki bilgiler vermekle yetinmişlerdir.

Sosyalistler, mülkiyeti genel mülkiyetle sınırlandırmak dışında gelir dağılımındaki dengesizliğe çözüm getirmek için bir yol bulamadılar. Komünistler ise çareyi ferdi mülkiyeti yasaklamakla aramışlardır.

Fakat İslâm, şu üç temel prensibi uygulayarak gelir dağılımını güzel bir şekilde dengeye oturtmuştur. Bunlar:

a- Mülkiyetin belirlenmesi,

b- Sahip olunan malın harcanma keyfiyetinin belirlenmesi

c- İnsanlar arasında ihtiyaçların temininde, aradaki seviyenin yakınlaştırılması amacıyla ihtiyaçların temini noktasında mahrum olan kişilere yardım etmeyi garanti etmek.

Bu yolla İslâm, şu anda yaşanılan çirkin gelir dağılımına bir çözüm ön görmektedir. Ancak kişiler arasında gelir dağılımında ihtiyaçların temini noktasında bir yakınlaşma sağlamasına rağmen bazı kişilerin elinde büyük servet birikimleri göze çarpabilir. Zira İslâm'ın insanlar arasında sağlamış olduğu yakınlaşma mülkiyet konusunda değil, kişilerin kendilerine göre var olan ihtiyaçlarının kimseye muhtaç olmadan karşılaması yönündedir.

“Sadakanın hayırlısı, ihtiyaçtan daha fazla olanıdır.”

Büyük servetler, sahiplerine stok imkanı sağladığı gibi daha fazla gelir imkanı da sağlar. Fakat ekonomiye en büyük tehlike, büyük servet sahiplerinin kasalarında biriktirmiş oldukları nakit paralardan gelir. Paranın bir yerde birikmesiyle gelir dağılımı bozulur. İşsizlik artar ve fakirlik baş gösterir. Bu nedenle nakit paranın biriktirilmesine bir çözüm bulmak gerekir. Zira nakit; mal ile mal, mal ile emek, emek ile emek arasında bir mübadele aracıdır. Bu mübadelenin ölçüsü de paradır. Para piyasadan çekildiği ve halkın elinden alındığı zaman bu mübadele yok olur. Bunun neticesinde ekonomi durma noktasına gelir. Bu nedenledir ki insanların elinde mübadele aracı olarak para, ne kadar fazla bulunursa yatırım hacmi o kadar büyür.

Bu şu demektir ki; her şahsın veya kuruluşun sahip olduğu gelirin kaynağı başka bir şahıs veya başka bir kuruluştur. Vergi olarak devletin topladığı mallar devletin geliridir. Fakat bu vergi insanlar tarafından bir harcamadır. Devletin kendi memurlarına, projelerine, askeri erzak ve diğer yerlere yaptığı harcamalar, harcama yapılan yerler için birer gelir olup, aynı zamanda devlet tarafından yapılan bir harcama anlamına gelir. Memur ve askerlerin yaptığı harcamalar da, kendilerinden mal satın alınan kişilerin gelirleridir. Örneğin; ev sahibi, kasap, manav, tüccar ve diğer esnaf gibi.

Böylece toplumdaki insanların gelirleri ile yaptıkları genel harcamalar devamlı olarak bir daire şeklinde devam eder. Bir kimse para harcamayarak biriktirse, o piyasadan o kadar para çekilmiş olur. Bu da tabii olarak harcamanın azalmasını doğurur. Böylece paradan biriktirdiği miktarla kendilerine verilecek veya kendileriyle alış veriş yapılan kişiler gibi başkalarının gelirlerinin azaltılmasına neden olur. Bu ise onların üretimlerini azaltmaya götürür. Çünkü mala talep azalmıştır. Bu da işsizliğe sebep olacağı gibi genel olarak ekonominin düşmesine de sebep olacaktır. Bundan dolayı nakit paranın birikimi, halkın gelirinin azalmasından işsizliğin meydana gelmesine ve ekonominin düşmesine neden teşkil edecektir.

Ancak şu hususun bilinmesi gerekir ki ekonomiye gelen zarar, yapılan tasarruftan dolayı değil, nakit paranın birikiminden dolayıdır. Tasarruf hiç bir zaman ekonomik işleri durdurmaz. Durduran unsur nakit para birikimidir. Biriktirme ile yani kenz ile iddihar ayrı ayrı şeylerdir.

Kenz (biriktirme), bir ihtiyaca binaen olmadığı halde üst üste nakit parayı yığmaktan ibarettir. Bu ise piyasadan parayı çekmek demektir. İddihar (tasarruf) ise, bir ihtiyaç gidermek için nakit parayı biriktirmektir. Örneğin; bir ev yapmak, evlenmek, bir iş yapmak için para biriktirmek gibi tasarruflar ne piyasaya tesir eder ne de ekonomik işlerin yürütülmesine engel olur. Bu konu parayı hapsetmek gibi değildir. Bu, baş gösterecek bir ihtiyaca harcamak için yapılan bir biriktirmedir. Dolayısıyla iddihar, para harcanacak yer olunca devreye girer. Bu nedenle tasarruftan dolayı herhangi bir tehlike söz konusu olamaz. En büyük tehlike, ihtiyaç olmadan üst üste nakit parayı biriktirmededir.

İslâm, ihtiyaç gidermek vasıtası oldukları için altın ve gümüş tasarrufunu mübah kılmıştır. Azad edilmesi için efendisine vermek için bir kölenin altın ve gümüşü bir araya toplamasını, bunun için çalışmasını mübah kılmıştır. Yine evlenmek, evleneceği kadının mihrini vermek için altın ve gümüşü biriktirmeyi mubah kılmıştır. Hacc farizasını eda etmek için de durum aynıdır. Bu tür bir biriktirmelerde nisap miktarına ulaşınca ve üzerinden bir yıl geçen nakit paraya zekattan başka bir hususu emretmemiştir.

Altın ve gümüş birikimini (kenzini) yasaklayan ayeti kerime indiği zaman bu iki madde o gün mübadele vasıtası oldukları gibi iş sahasında emek ölçüsü ve malda menfaat kaynağı idi. İster bu madenler sikke halinde dinar ve dirhem gibi olsun, isterse külçe halinde işlenmemiş olsun fark etmez. Buna binaen altın ve gümüş biriktirmeyi yasaklamak, mübadele aracı olma niteliği taşıdıklarından dolayıdır.

Altın ve gümüş birikimini İslâm, Kur'an’ın açık ayeti ile haram kılmıştır. Allahu Teâla şöyle dedi:

“Altın ve gümüşü biriktirip onu Allah yolunda infak etmeyenleri elem verici bir azapla müjdele.”

Altın ve gümüş biriktirenler için elim azap tehdidi, Allah'ın kesin olarak altın ve gümüş biriktirmenin terk edilmesini talep ettiğine dair açık bir delildir. O halde altın ve gümüş biriktirimi haramdır. Ayetin altın ve gümüşün kenzini (biriktirilmesini) kesin olarak haram kılmış olduğuna dair delil ise şöyledir:

A- Ayetin genel oluşu. Zira ayetin mantuk ve mefhum yönünden metni, altın ve gümüş nevinden olan malı biriktirmenin kesin olarak yasaklandığına delildir. Zekatı verdikten sonra altın ve gümüşün biriktirilmesinin mübaha dönüşmesi, kati olarak delalet ettiği hükmü terketmek demektir. Bu da ancak ayeti kendi anlamından ayıran ve onu nesh eden bir delil ile mümkün olabilir. Ayeti, delalet ettiği anlamından ayıracak herhangi bir sahih nass varid olmuş değildir. Zaten ayeti anlamından ayıracak herhangi bir delilin varlığına ihtimal verilemez. Çünkü ayet, delaleti itibariyle katidir. Ortada onu nesh eden bir delilden başka bir şey kalmadı. Onu nesh edecek bir delil de yoktur. Şu ayete gelince:

 “Onları temizleyecek sadakayı onların mallarından al.”

Bu ayet, Hicretin ikinci yılında zekatın farz kılındığı dönemde nazil oldu. Fakat altın ve gümüşün kenzini (biriktirilmesini) yasaklayan ayet ise, Hicretin dokuzuncu senesinde nazil olmuştur. Önce inen ayet sonra ineni nesh edemez. Zekatı verildikten sonra altın ve gümüşlerin biriktirilmesinin haram olanın kenz olmadığı hakkında varid olan bir çok hadislerden ancak bir tanesi sahihtir. Bu konuda varid olan diğer hadislerin hepsi rivayet ve dirayet, yani senet ve metin yönlerinden yalanlanmıştır. Sahih olan hadis de, Darakutni ve Ebu Davud’un rivayet ettiği Ümmü Seleme hadisidir. Bu hadis, mütevatir dahi olsa ayeti nesh edemez. Çünkü hadisler mütevatir de olsalar Kur'an-ı nesh edemezler. Çünkü Kur'an’ın lafız ve mana yönünden subutu katidir. Biz onun lafız ve manasıyla ibadet ediyoruz. Mütevatir hadis böyle değildir. Mütevatir hadis lafız değil ancak manası yönünden katidir. Onun lafzıyla ibadet edemiyoruz. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, mütevatir de olsalar hadislerle nesh edilemezler. O halde Ümmü Seleme hadisi gibi ahad hadisler, delaleti ve subutu kati olan ayeti nasıl nesh edebilir:

B- Taberani tefsirinde, Ebu Ümame el-Bahili’ye isnad ettiğine göre; “Ehli Suffa’dan bir adam vefat ettiğinde hırkasında bir dinar bulundu. Bunu gören Rasulullah; “Bir dağlama” dedi. Bir başka adam vefat etti. Onun da hırkasında iki dinar bulundu. Rasulullah; “İki dağlama” dedi. Ölen bu iki kişi, halkın verdiği sadakalarla geçiniyorlardı. İkisinin de altın ve külçesi bulununca, Rasulullah “dağlama” tabirini kullanmıştır. Halbuki bir veya iki dinar zekat nisabına ulaşmadıkları için kendilerinden zekat bile alınmaz. Rasulullah’ın, bulunan bir veya iki dinara karşı “bir dağlama” tabirini kullanmış olması, kendilerinden zekat vacip olmasa bile kenz (biriktirme) olduğunu gösterir. Rasulullah’ın bu ifadesi kenz ayetindeki şu hususa işaret eder:

“O gün (biriktirilen altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılır. Onunla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır.”

C- Ayetin metni iki husustan dolayı Ahirette cezanın gerektiğine işaret ediyor. Birincisi; malı kenz yapmak (altın ve gümüş gibi parayı biriktirmek). İkincisi; Allah yolunda harcamamak. Yani altın ve gümüş biriktirenleri ve onu Allah yolunda harcamayanları elim bir azap ile müjdeledi. Bundan anlaşılıyor ki kenz yapmadığı halde Allah yolunda harcamayan kimse bu azap müjdesinin kapsamına girer. Allah yolunda harcadığı halde kenz yapan kimse de bu vaadin kapsamına girer. Kurtubi bu konuda şöyle söylüyor: “Kenz yapmadığı halde malın Allah yolunda harcanmasına engel olan kimse de kesinlikle aynı vaadın kapsamına girer.”

Ayette geçen  “Allah yolunda” tabirinden kast olunan şey cihattır. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi “Allah yolunda” tabiri “infak” tabiri ile birlikte kullanılırsa “cihat” manasını ifade eder. Kur'an’da bu şekilde “Allah yolunda” tabiri “infak” kelimesiyle birlikte geçtiğinde kesinlikle sadece “cihat” anlamına gelir ve başka bir anlama gelme ihtimali kalmaz.

D- Buhari’nin Zeyd b. Vehb’den rivayetine göre Zeyd şöyle demişti: “Ben bir gün Rebze’den geçmiştim. Birden bire Ebu Zer el-Gafari’yi orada gördüm. Ona böyle yerlere kadar gelmesinin nedenini sordum. Ebu Zer bana şöyle dedi: Ben Şam’da iken Muaviye ile;“O gün (biriktirilen altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılır. Onunla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır.” ayeti (altın ve gümüşü biriktirme yasağı ile ilgili yukarıda geçen ayet) hakkında ihtilafa düştük. Muaviye bu ayetin ehli kitap hakkında indiğini söyledi. Ben de ayetin hem onlar hem de bizim hakkımızda indiğini söyledim.”

İbni Cerir, Abdurrahman b. el-Kasım’ın hadisinden Huseyn Zeyd b. Vehb ve Ebu Zer kanalıyla rivayetinde ise; yukarıdaki olaya şunu ilave ederek anlatmaktadır: “Bu hususta benim ile onun arasındaki bu söz yükseldi. Muaviye beni şikayet eden bir mektubu Osman’a yazmıştı. Osman benim Medine'ye gelmemi isteyen bir mektubu gönderdi. Medine'ye geldim. Halk sanki beni daha önce görmemiş gibi başıma yığıldı. Bu durumu Osman’a anlattım. Osman; Eğer istersen tenha bir yere çekil, Allah'a yakın olursun, dedi. İşte buraya gelişimin sebebi budur. Eğer bir Habeşliyi tayin etseler, dinler ve itaat ederim.”

Ebu Zer ile Muaviye arasındaki ihtilaf, ayetin manası ile ilgili değil, kimin hakkında inmiş olabileceği hususunda. Eğer o gün, zekatı verilmiş altın ve gümüşün biriktirilmesinde kenz olmadığına dair rivayet edilen bir hadis olmuş olsaydı, Muaviye bunu delil göstererek Ebu Zerr’i sustururdu. Belli ki bu hadislerin hepsi Ebu Zerr olayından sonra uydurulmuştur. Bu konudaki bütün hadislerin sahih olmadığı sabit olmuştur.

E- Lügatta “kenz” kelimesi; malın üst üste yığılıp onu muhafaza etmektir. Yığılmış ve bir araya toplanmış olan mala kenz (birikmiş) mal denir. Kenz, yerin üstünde veya altında bir araya toplanmış her şey demektir. Şer'i bir manası olmadıkça Kur'an’ın kelimeleri sadece sözlük manalarıyla tefsir edilirler. Kenz kelimesinin şer'i bir mana ve tefsirini gerektirecek herhangi bir şer'i mana varid olmuş değildir. O zaman bunu yalnız sözlük anlamı ile tefsir etmek vacip olur. Bu takdirde kenzin anlamı, bir ihtiyaç olmadığı halde malı üst üste biriktirmektir. İşte bu Allah'ın, failine elim bir azap vaad ettiği biriktirmedir.

_________________

[1] Haşr: 7
[2] Haşr: 6
[3] Ebu Davud
[4] Haşr: 9
[5] Haşr: 7
[6] Buhari, Kitabu’z-Zekâh, 1337, Kitabu’n-Nafakât, 4937; Nesei, Kitabu’z-Zekâh, 2487, 2497; Ebu Davud, Kitabu’z-Zekâh, 1425; Ahmed b. Hanbel, Bakî Müsned el-Mükessirîn, 7414, 8855, 9784
[7] Tevbe: 34
[8] Tevbe: 103
[9] Tevbe: 35
[10] Tevbe: 34
[11] Buhari

Takiyyuddin En-Nebhani