Kaza Kader Meselesi Nasıl Ortaya Çıktı?


Hasan el-Basri'nin ders halkasından ayrılan Mutezile reisi Vasıl b. Ata'nın ortaya attığı, “büyük günah işleyen kimse” meselesini bir tarafa bırakırsak, kelam ilminde gördüğümüz meselelerin daha önce Yunan filozoflarının araştırdığı meselelerden kaynaklandığını görürüz. Adıyla sanıyla "Kaza ve Kader" meselesi, daha önce Yunan filozoflarının araştırdıkları ve hakkında ihtilafa düştükleri bir meseledir.

"Kaza ve Kader", "ihtiyar ve cebr", "irade hürriyeti" gibi isimlerin hepsi tek bir anlama gelmektedir ki o da şudur:

 İnsandan kaynaklanan filleri meydana getirip getirmemede insan hür müdür, serbest midir yoksa mecbur mudur?

Yunan felsefesi tercüme edilmeden önce böyle bir mesele üzerinde araştırma yapmak hiçbir Müslüman’ın aklından dahi geçmemişti. Böyle bir meseleyi daha önceleri ancak Yunan filozofları araştırdılar ve hakkında ihtilafa düştüler.

Epikuroscular, “Dilediğini yapmada irade hürdür. İnsan bütün fiillerini hiçbir zorlama olmaksızın kendi serbest irade ve seçimi ile yapar” derken Revakçılar ise; “İnsan iradesi bir yolda yürümek mecburiyetindedir. Bunu değiştirmesi mümkün değildir. İnsan, iradesi ile hiçbir şey yapamaz. O, fiili yapmak mecburiyetindedir. Yapıp yapmama hakkına sahip değildir” demektedirler.

İslâm geldiğinde ve zamanla felsefi düşünceler sızdığında “Allah Subhenehû ve Teala’nın adaleti” meselesi en önemli mesele haline geldi. “Allah adildir, sevap ve ceza meselesinde de bu adaleti uygulamak gerekir”, dediler. Ardından da kulların fiilleri meselesi üzerinde yürüdükleri araştırma metodlarına göre gündeme geldi. Bu meselelere çözüm ararlarken de felsefecilerin araştırmalarından etkilendiler. Yani konuları ile ilgili felsefi düşüncelerden etkilendiler. Bu konuda en fazla Mutezile'nin ortaya koyduğu araştırma dikkati çekmektedir. Bu meselede ve diğer kelamcıların araştırmalarında Mutezile asıldır. Çünkü diğer kelamcılar, Mutezile'ye cevap vermek için ortaya çıktılar. Dolayısıyla "Kaza ve Kader" meselesinin araştırılmasında hatta kelam ilmi ile ilgili bütün araştırmalarda Mutezile esas sayılır.

Mutezile'nin “Allah Subhenehû ve Teala’nın adaletine” bakışı, O'nun zulümden uzak olduğu şeklindedir. Sevap ve ceza meselesinde de Allah Subhenehû ve Teala’nın adaleti ile Allah Subhenehû ve Teala’nın zulümden münezzeh olduğu düşüncelerini uyumlaştıran bir yerde durdular.

- “Ancak insanda irade hürriyetinin bulunması, kendi fiillerini yaratması, bir şeyi yapıp yapmama imkânına sahip olması ile Allah Subhenehû ve Teala’nın adalet sıfatının bir anlamı olur” dediler.

- Bir şeyi kendi iradesi ile yapıp ve yine kendi iradesi ile terk ettiğinden dolayı insana sevap veya ceza verilmesi akla ve adalete daha uygundur. Fakat Allah Subhenehû ve Teala insanı yaratır, ardından da onu belli bir işi yapmaya zorlarsa, yani itaatkâr olanı itaate ve isyan edeni de isyana zorlar sonra da itaat edeni sevap ile mükâfatlandırıp asi olanı da azap ile cezalandırırsa bu, adalet sayılmaz”, dediler.

Onlar görünmeyeni görünene, Allahu Teâla'yı insana kıyasladılar. Yunan filozoflarından bir grubun yaptığı gibi, bu dünya hakkında konulan kanunlara Allahu Teâla'yı da boyun eğdirmeye kalkıştılar. İnsan hakkında tasavvur ettikleri adaleti, Allah Subhenehû ve Teala’ya uygulamaya giriştiler. 

Oysa "Kaza ve Kader", "Cebr ve İhtiyar" veya "İrade Hürriyeti" diye isimlendirdikleri konunun aslı, kulun fiiline Allah Subhenehû ve Teala’nın sevap veya ceza vermesidir. Araştırmalarında Yunan filozoflarına yönelerek "İrade" ve "Kulların fiilleri" meselesini araştırdılar.

İrade meselesinde şöyle dediler:

- Hayrı isteyen hayırlı, şerri isteyen şerli, adaleti isteyen adil, zulmü isteyen de zalimdir. Eğer dünyada olan her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ile ilgili olsaydı, hayrı ve şerri dileyen de Allah olurdu. Bu durumda da hayrı-şerri, adaleti-zulümü dileyen kimsenin de bu niteliklerle nitelenmesi gerekirdi. Bu fiilleri işleyeni hayırlı, şerli, adil, zalim gibi sıfatlarla vasıflandırmak gerekirdi ki Allahu Teâla'yı bu şekilde nitelendirmek mümkün değildir. Eğer Allahu Teâla kâfirin küfrünü, asinin isyanını dilemiş olsaydı, onu küfürden ve isyandan men etmemesi gerekirdi. Örneğin; Allah Subhenehû ve Teala’nın Ebu Leheb'in kâfir olmasını dileyip ardından da onun iman etmesini ve küfürden uzak durmasını emretmesi nasıl düşünülebilir? Yaratıklardan böyle bir şeyi yapan kimse akılsız sayılır. Allah Subhenehû ve Teala ise böyle bir şeyden çok çok uzaktır, yücedir. Kâfirin küfrünü ve asinin de isyanını Allah Subhenehû ve Teala dilerse, bu takdirde bunların cezalandırılmaması gerekir. Çünkü onların amelleri kendi iradelerinin sonucu değil O'na itaatin sonucudur.”

Delil getirmede işte böyle mantıki önermelerle delilleri sıraladılar. Sonra da bu görüşlerini Kur'an'dan nakli delillerle sürdürmeye çalıştılar. Allahu Teâla'nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:

وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ      "Allah kulları hakkında zulüm dilemez."[1]

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلا آبَاؤُنَا وَلا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ      "Allah’a şirk koşanlar: 'Allah dileseydi babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık' diyecekler. Onlar da öncekiler de böyle yalanlamışlardı."[2]

قُلْ فَلِلَّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ     "De ki: Üstün ve mükemmel hüccet, Allah’dır. Eğer O, dileseydi hepimizi birden hidayete kavuştururdu."[3]

يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمْ الْيُسْرَ وَلا يُرِيدُ بِكُمْ الْعُسْرَ       "Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez."[4]

وَلا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ         "O, kullarının küfrüne razı olmaz...."[5]

Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:           

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لا يُؤْمِنُونَ (6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ  "Şüphesiz ki küfredenleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır."[6]

بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ "Küfürleri sebebiyle onların kalplerini mühürledik."[7]

Bu ayetleri benimsedikleri görüşlere uyması için tevil ettiler ve insanları kendi görüşlerine çağırdılar. Onların görüşleri ise, “bir fiili yapıp yapmama hususunda insanın iradesinde hür olduğu” şeklinde bilinmektedir. İnsan bir fiili yaparken de terk ederken de kendi iradesini kullanır.

Fiillerin yaratılması meselesinde Mutezile şöyle dediler:

- Kulların fiilleri, kendileri tarafından yaratılmıştır. Allah Subhenehû ve Teala’nın işi değil kulun kendi işidir. Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün müdahalesi olmaksızın fiili yapmak veya yapmamak insanın gücü dâhilinde olan bir iştir. İnsanın isteyerek veya istemeden yaptığı hareketler arasındaki fark bunun delilidir. İsteyerek elini hareket ettiren kimse ile istemeden eli titreyen kimsenin hareketi, minareye kendi isteği ile çıkan kimse ile istemeden düşen kimsenin hareketi arasındaki fark gibi. İhtiyari hareket insanın gücü dâhilinde olan harekettir. Onu insan yaratır. Zorunlu olarak yaptığı harekette ise insanın rolü yoktur. Aynı zamanda insan, fiillerinin yaratıcısı olmazsa teklif ortadan kalkar. Zira insan bir fiili yapıp yapmama gücüne sahip olmazsa ona yap veya yapma demek aklen doğru olmaz. Dolayısıyla da övmeye ve kınamaya, sevaba ve cezaya konu olmaz.”

İşte, böylece görüşlerine uygun mantıki önermelere dayanan delilleri sıraladılar. Ardından da nakli deliller getirdiler. Allah Subhenehû ve Teala’nın şu ayeti gibi birçok ayetle görüşlerini delillendirdiler:

فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ     "Kendi elleriyle kitap yazıp sonra da bu Allah'tandır diyenlere yazıklar olsun"[8]

إِنَّ اللَّهَ لا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ   "Bir kavim nefislerindekini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez."[9]

مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ      "Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür."[10]

الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ  "Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir."[11]

قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِي (99) لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا    "Rabbim beni geri çevir, belki iyi iş işlerim."[12]

Görüşlerine ters düşen şu ayetleri de tevil ettiler:

وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ  "Halbuki sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır."[13]

اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ      "Her şeyi yaratan Allah'tır."[14]

Böylece filleri yaratma konusunda inandıkları görüşle çelişen her engelden kurtulmuş oldular. Fiilleri yaratma meselesinde Mutezile; “insan fiillerini kendisi yaratır ve o, bir şeyi yapıp yapmama gücüne de sahiptir” der.

Mesele içinden mesele çıkartan kelamcıların peşine takıldığımızda, filleri yaratma meselesinde, “fiillerden doğan fiiller” meselesinin de çıktığını görüyoruz. Mutezile'nin ortaya attığı “insan fiillerinin yaratıcısıdır” görüşünün ardından şöyle bir soru gündeme geldi:

- İnsanın amelinden, davranışından doğan ameller hakkındaki görüş nedir? O da insanın yarattığından mıdır? Yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarından mıdır? Dayak yiyen kimsenin hissettiği acı, bir şeyde görülen tat, bıçaktaki kesme özelliği, lezzet, sıhhat, şehvet,           sıcaklık-soğukluk, rutubet-kuraklık, korkaklık-cesaret, açlık-tokluk ve daha birçok şey de insanın fiili midir?”

Mutezile bunların hepsinin insanın fiili olduğunu söyler. “Çünkü bir fiili yaptığında onun sonuçlarını ortaya çıkaran da insandır. O, insanın fiilinden doğmaktadır, insanın yarattığı şeylerdendir” der.

"Kaza ve Kader" meselesi ve bu meselede Mutezile'nin görüşü işte budur. Kulun fiilindeki iradesi ve insanın fiili sonucunda ortaya çıkan eşyanın özellikleri bu meselenin özüdür. Bu mesele hakkındaki görüşleri de, “kul bütün fillerinde dilediği gibi hareket etme konusunda hürdür, fiillerini ve filleri sonucunda ortaya çıkan eşyanın özelliklerini yaratan da insandır” şeklinde özetlenebilir.

Mutezile'nin bu görüşü Müslümanların heyecanını artırdı, onları galeyana getirdi. Çünkü bu görüş onlara göre yepyeni bir görüştü. Dinde ilk esas olan akidede cüretli bir görüştü. Bu nedenle Mutezile'ye cevaplar vermeye başladılar. En meşhurlarından birisi; Cehm b. Safvan olan ve kendilerini "Cebriye" diye isimlendiren yeni bir grup ortaya çıktı.

Cebriye'ciler şöyle diyorlardı:

- İnsan, irade hürriyeti ve fiilleri yaratma gücü olmayan, mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsan rüzgârın önünde bir tüy veya dalgaların önüne katıp sürüklediği bir odun parçası gibidir. Ancak, Allah Subhenehû ve Teala işleri onun eliyle yaratır. Eğer insan amellerinin yaratıcısıdır dersek, bu ifade, Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün sınırlandırılmasını gerektirir ki bu durumda da Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü her şeyi kuşatmamış olur. Böylece kul dünyada bazı şeyleri yaratmada Allah Subhenehû ve Teala’ya ortak olmuş olur. Tek bir şeyde iki gücün birbiri ile yardımlaşması mümkün değildir. Eğer o şey Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ile yaratılmışsa insanın o şeyde herhangi bir rolü yoktur. Eğer o şey, insanın gücü ile yaratılıyorsa bu defa da o şeyde Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünün herhangi bir rolü yoktur. Bir kısmının Allah Subhenehû ve Teala’nın bir kısmının da insanın gücü ile olması da mümkün değildir. Kulun fiilini yaratan Allah Subhenehû ve Teala 'dır dır. Yalnızca O'nun iradesi ile kul bir fiili yapabilir. Kulların fiilleri sadece Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ile var olabilir, fiilin yaratılmasında kulun gücünün herhangi tesiri olmaz.”

Cebriye'ye göre insan; “Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattığı fiillerin yeri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. O mutlak olarak mecburen hareket eden bir varlıktır. İnsanla cansız bir varlık arasında görünüşten başka hiçbir fark yoktur.” Delillerini işte böylece sıraladılar. Görüşlerini desteklemek için de Allah Subhenehû ve Teala’nın şu ayetlerini delil olarak kullandılar:

وَمَا تَشَاءُونَ إِلا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ   "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz."[15]

وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى  "Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı."[16]

إِنَّكَ لا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ      "Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder."[17]

وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ        "Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı."[18]

اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ         "Her şeyin yaratıcısı Allah'tır."[19]

Fiiller konusunda, kulun yaratmasına ve iradesine delalet eden ayetleri de tevil ettiler. Doğal olarak da, lezzet, açlık, yiğitlik, kesmek ve yakmak ve bunların dışında kulun fiilinden sonra meydana gelen eşyaya ait özelliklerin Allah'tan olduğunu söylediler.

Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat da bu konularda Mutezile'ye cevap verdi. Ehl-i Sünnet, şöyle dediler:

- Kullarının fiillerinin tamamı Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ve meşietiyledir. İrade ve meşiet aynı anlama gelir. İrade ve meşiet, diri olan Allah Subhenehû ve Teala 'ta ezeli bir sıfattır. İrade ve meşiet; kudretin bütüne nisbetinin birbirine denk olmasıyla, herhangi bir vakitte, takdir edilenlerden birinin gerçekleşmesinin tahsis edilmesini gerektirmektedir. Kulların filleri Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü iledir. Bir şeyin olmasını dilediği zaman ona ol der ve o da hemen oluverir. Allah Subhenehû ve Teala’nın kazası bazı hükümlerin ilavesi ile birlikte kulun fiilinden ibarettir. Zira Allahu Teâla şöyle dedi:

فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ "Onları yedi gök olarak kaza etti/var etti."[20]

وَقَضَى رَبُّكَ "Rabbin kaza etti/kesin olarak hükmetti."[21]

Ayetlerde geçen “kaza” kelimesi Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarından bir sıfatı değil hükmedeni kastetmektedir. Kulun fiili Allah Subhenehû ve Teala’nın takdiri ile olur. Takdir, her yaratığın, güzel ve çirkin, fayda ve zarar, taşıdığı zaman ve mekân ve ona gereken sevap ve ceza gibi şeylerin belirli bir seviyede sınırlandırılması demektir. Bundan maksat ise Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesini ve gücünü her şeye genelleştirmektir. Çünkü her şey Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratmasıyla olur. Bu da zorlama ve baskı olmaksızın irade ve güç sahibi olmayı gerektirir.”

Bunun üzerine onlara dediler ki:

- “Sizin bu sözünüze göre, kâfir küfründe, fasık da fıskında mecbur olur ki bu durumda da kâfirin ve fasıkın iman ve itaatle mükellef kılınması doğru olmaz denilse ne dersiniz”

Bu soruya şöyle cevap verdiler:

- “Allah Subhenehû ve Teala her ikisinin de küfrünü ve fıskını zorlama olmadan kendi serbest istekleriyle olmasını irade etmiştir. Allahu Teâla'nın, kendi iradeleriyle onların küfrünü ve fıskını bilmesi, olması mümkün olmayan bir teklifi de gerektirmez.”

Kulların fiillerinin yaratılması konusunda Mutezile ve Cebriye'ye cevap olarak da şöyle dediler:

-“Kulların itaat ettikleri zaman karşılığında sevap kazanacakları, karşı geldiklerinde ise azaplandırılacakları kulların serbest iradeleri ile yaptıkları filleri vardır.”

“Allahu Teâla fiilleri, yaratma ve var etmede bağımsızdır”, demeleriyle beraber “kullara ait fiillerde ihtiyar olmasını” da şöylece açıkladılar:

- “Kulun fiilini yaratan Allahu Teâla'dır. Titreme gibi bir takım filleri dışında, yakalama hareketi gibi bir takım fiillerde kulun gücünün ve iradesinin rolü vardır. Her şeyi yaratan Allah Subhenehû ve Teala 'dır, kul ise "kasibtir'tir.”

Bunu da şöyle açıkladılar:

- “Kulun gücünü ve iradesini fiile harcaması "kesb"tir. Bunun hemen akabinde Allah Subhenehû ve Teala’nın bu fiili var etmesi ise “yaratmaktır”. Tek takdir edilen iki farklı açıdan iki gücün altına girmektedir. Fiil, yaratma yönünden Allah Subhenehû ve Teala’nın, kesb yönünden de kulun gücü dâhilindedir. Bir başka ifade ile fiil, yalnızca kulun iradesi ve gücüyle değil, kulun iradesi ve gücü esnasında Allah Subhenehû ve Teala tarafından yaratılmaktadır. İşte bu ilişki “kesbdir.”

Sözlerini Cebriye'nin, Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilleri yaratması ve iradesi hakkında delil olarak kullandıkları ayetlerle de delillendirdiler. Kuldaki "kesb" özelliğini de şu ayetlerle delillendirdiler:

جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ       "İşledikleri amellere karşılık olarak"[22]

فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ   "İsteyen inansın isteyen inkâr etsin"[23]

لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ    "Kazandığı lehinedir ve yüklendiği de aleyhinedir."[24]

Böylece kendilerini hem Mutezile'ye hem de Cebriye'ye cevap vermiş saydılar. Gerçekte ise onların görüşleri ile Cebriye'nin görüşleri birdir. Onlar da Cebriye'cidirler. Ehl-i Sünnet "kesb" meselesini ortaya çıkarmada oldukça zorlandı. Onlar akli metodu kullanmadılar. Çünkü bu konuda herhangi bir akli delil yoktur. Nakil yolunu da takip etmediler. Zira Şer’i delillerden herhangi bir delil de yoktu bu konuda. Ehl-i Sünnetin çabası, ancak Mutezile ve Cebriye'nin görüşünü uzlaştırmaya yönelik bir çabadır.

Özet olarak "Kaza ve Kader" meselesi kelamcıların düşüncelerinde çok önemli bir yer tutmuştur. Bütün kelamcılar araştırma konusu olarak kulun fiilini ve fiilden doğan fiillerdeki özellikleri yani kulun fiili sonucunda ortaya çıkan eşyadaki özellikleri işlemişlerdir. Araştırmalarının esasını, kulun fiili ve kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri Allah Subhenehû ve Teala mı yaratıyor yoksa insan mı yaratıyor? Kulun iradesi ile mi oluyor yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesiyle mi oluyor? gibi sorulara cevap aramak oluşturmaktadır. Bu araştırmanın ortaya çıkmasının sebebi, Mutezile'nin bu meseleyi "Kaza ve Kader", "İrade Hürriyeti", "Cebe ve İhtiyar" şeklindeki ifadelerle, olduğu gibi Yunan filozoflarından almaları ve Allah Subhenehû ve Teala’ya vacibe kıldıkları adalet sıfatı ile uyumlu olması gerektiği esasına göre kendi görüşleri ile yorumlamalarıdır. Bu düşünce Cebriyeyi ve Ehl-i Sünneti aynı çıkış noktasından ve aynı esasa göre Mutezile'nin görüşlerine cevap vermeye götürdü. Kaza ve Kader meselesini yalnızca kendi sınırları içerisinde araştırmayıp, Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatları açısından araştırdılar. Allah Subhenehû ve Teala’nın gücünü ve iradesini, kulun fiili ve kulun fiili sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklere egemen kılarak şu hususları araştırmaya başladılar: Kulun fiili, Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ve iradesi ile mi yoksa kulun fiili ve iradesi ile mi gerçekleşmektedir.

Öyleyse; "Kaza ve Kader", kulların filleri ve kulların filleri sonucunda eşyalarda ortaya çıkan özelliklerdir. "Kaza" kulların fiilleri, "Kader" ise eşyalardaki özelliklerdir. Zira kelamcıların, "Kaza" kelimesini kulların fiilleri anlamında kullandıkları yaptıkları araştırmalardan ve içine düştükleri ihtilaflardan anlaşılmaktadır. Bu sonuç, "kul kendi gücü ve iradesi ile bir fiili yaratır" şeklindeki sözlerden ve bu sözleri; "kulun fiili yalnızca kendi gücü ve iradesi ile var olmayıp Allah Subhenehû ve Teala’nın gücü ve iradesi ile meydana gelir" şeklinde reddeden ifadelerden ve bu iki görüşe birden karşı çıkarak; “kulun fiili yalnızca kulun gücü ve iradesi ile değil kulun gücü ve iradesi esnasında Allah Subhenehû ve Teala’nın fiili yaratmasıyla meydana gelir” şeklindeki sözlerden de anlaşılmaktadır. "Kader"in kulun eşyalarda ortaya çıkardığı özellikler olduğu, kelamcıların araştırmalarından ve ihtilaflarından anlaşılmaktadır. Onlar fiillerden doğan fiiller meselesini araştırırken, kulun fiilinden kaynaklanan özellikleri de araştırmışlardır. Şöyle dediler:

- “Nişasta ile şekeri bir kaba koyup pişirdiğimizde helva meydana gelir. Şimdi helvanın tadını ve rengini biz mi yarattık yoksa Allah Subhenehû ve Teala’mı yarattı? Boğazlama anında ruhun çıkması, attığımız zaman taşın gitmesi, gözümüzü açtığımız zaman gözün görmesi, düşme esnasında adamın ayağını kırması ve sarmayla kırık ayağın iyileşmesi ve buna benzer birçok şey bizim yaratmamızın bir sonucu mudur, yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın yaratması mıdır?”

İşte, bu araştırma özellikler hakkında yapılan araştırmadır. Ortaya çıkan bu özellikler hakkındaki ihtilafları da, "kader"in eşyanın özellikleri olduğuna delalet etmektedir.

Bağdat Mutezile reisi Bişr b. el-Mutemir şöyle diyor:

- “Bizim fiilimizden doğan her şey bizim yaratığımızdır. Ben bir insanın gözünü açtığım zaman gözü bir şey görür. Gözün bir şeyi görmesi benim fiilimdir. Çünkü o, benim fiilimden doğmuştur. Bizim imalatımız olan yiyeceklerin rengi, tadı, kokusu da bizim fiilimizdir. Aynı şekilde elem, lezzet, sağlık şehvet vb. her şey insanın fiilidir.”

Mutezile'nin ileri gelenlerinden biri olan Ebu Hüzeyl el-Allaf ise şöyle dedi:

- “Fiilden doğan şeyler arasında fark vardır. İnsanın fiillerinden doğan fiillerden niteliğini bildiklerimiz insanın fiilindendir. Bilmediklerimiz ise insanın fiilinden değildir. Dayak sonucunda ortaya çıkan acı, yukarıya fırlattığımız taşın gidişi, aşağıya attığımız zaman aşağıya inişi gibi özellikler insanın fiilindendir. Fakat renkler, tat, sıcaklık, soğukluk, rutubet, serinlik, korkaklık, şecaat, açlık ve tokluk gibi şeylerin hepsi Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilindendir.”

Nazzam ise şöyle demektedir:

- “İnsan hareket etmekten başka bir şey yapamaz. Hareket olmayan şey insanın fiili değildir. Hareketi ise insan ancak kendinde yapar, kendi dışında yapmaz. İnsanın elini oynatması onun fiilidir. Ancak insanın taşı attığında taşın aşağı veya yukarıya doğru hareketi insanın fiili değil Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilidir. Yani Allah Subhenehû ve Teala, taşı atan bir kimsenin atmasıyla hareket etme kabiliyetini taşta yaratmıştır. Bu nedenle, renkler, tat, kokular, elem, lezzet insanın fiili değildir. Çünkü bunlar insanın hareketi değildir.”

Fiillerden doğan şeylere bakıştaki bu ihtilafların vakıası, ihtilafın eşyanın özellikleri konusunda olduğunu açıklamaktadır. Fiillerden doğan şeyler insanın fiilinden midir yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın fiilinden midir? Öyleyse bu konudaki ihtilaf, insanın eşyalarda ortaya çıkardığı özelliklerden kaynaklanmaktadır.

Bütün kelamcıların tek bir konu ve tek bir alanda yaptıkları tartışma işte böylece sürüp gitti. Kulun eşyada meydana getirdiği eşyanın özellikleri konusu, kulun fiili konusuna göre fer'i/detay bir meseledir. Çünkü özellikler meselesi “kulun fiili” meselesinden kaynaklanmıştır. Ehli Sünnet, Mutezile ve Cebriye arasındaki ihtilafta da ikinci sırayı teşkil ediyordu. Çünkü kelamcılar arasında cereyan eden tartışmaların ağırlık noktasını kulun fiili meselesi oluşturuyordu. Kulun fiili konusunda yapılan tartışma eşyanın özellikleri konusunda yapılan münakaşalardan çok çok fazla idi.

"Kaza ve Kader" ifadesi her ne kadar iki kelimeden meydana gelmişse de birbiriyle iç içe girmiş tek anlamı olan tek bir isimdir. "Kaza ve Kader" konusunun ortaya çıkışına, “kulun fiili” konusu, “insanın eşyada meydana getirdiği özellikler” konusundan daha fazla etki etmiştir. "Kaza ve Kader" konusundaki tartışmalar sürüp giderken her grup "Kaza Kader"'i diğer gruptan farklı bir şekilde anladı. Ehl-i Sünnet ve Mutezile imamlarından sonra gelen öğrencileri ve onlara tabi olanlar arasında da bu tartışmalar asırlar boyu tekrarlanarak sürüp gitti. Mutezile'nin zayıflaması ve Ehl-i Sünnetin üstünlük kazanmasıyla tartışmalar Ehl-i Sünnet lehine döndü. Kaza ve Kader konusunda tartışanlar, Kaza ve Kadere kendiliklerinden hayal ettikleri yeni anlamlar vererek ihtilafa düşüyorlar, verdikleri anlamları sözlük ve Şer’î lafızlarla uyumlaştırmaya çalışarak onlardan bir kısmı şu görüşleri ileri sürüyorlardı:

- "Kaza ve Kader", hiç kimsenin bilemeyeceği Allah Subhenehû ve Teala’nın sırlarından bir sırdır.

- "Kaza ve Kader" konusunu araştırmak caiz değildir. Çünkü Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem    إذا ذُكِرَ القدر فأمسكوا "Kaderden bahsedildiği zaman susunuz." diyerek kader hakkında konuşmayı yasaklamıştır.

"Kaza ve Kader'in" ayrı ayrı şeyler olduğunu söyleyenler ise şöyle diyorlardı.

- Kaza, yalnızca külliyat hakkında bir hükümdür, kader ise cüzi konularda ve detaylarında cüzi bir hükümdür.

-“Kader”, kesin karar, “kaza” ise verilen kararı yerine getirmektir. Bu görüşe göre Allahu Teâla bir işin yapılmasına kesin karar verirse yani onu çizer ve kesin olarak uygulama sahasına koyarsa işin “kaderi” çizilmiş olur ve bu da kaderdir. Allahu Teâla karar verdiği işi uyguladığında iş gerçekleşmiş olur ki bu da "Kaza"dır.

- “Kader” takdir etmektir, “kaza” ise yaratmaktır.

- “Kaza ve Kader” birbirinden ayrılmaz şekilde birbirine bağlı iki kelime olup birinin diğerinden ayrılması mümkün değildir. Çünkü bunlardan biri temel konumundadır ki bu da "Kader"dir. Diğeri ise bu temel üzerine kurulu binadır ki bu da "Kaza"dır. Dolayısıyla kim bunlardan birini diğerinden ayırmaya kalkışırsa binayı yıkmaya ve yok etmeye kalkışmış olur. Onlardan kim "Kaza ve Kader" arasında bir fark görürse “kazayı” bir şey, “kaderi” de bir başka şey yapmış olur.

İster bu iki kelimenin birbirinden ayrılmaz olduğunu söyleyenlerce olsun, isterse bu iki kelimenin birbirinden ayrı anlamlara geldiğini söyleyenlerce olsun,  “Kaza ve Kader” konusundaki tartışmalar işte böylece sürüp gitti. Halbuki “Kaza ve Kader” kelimesi ne şekilde tefsir edilirse edilsin bütün fırkalarca yalnızca tek bir anlamda kullanılmıştır:

Fiilin var olması açısından; Fiili yaratan Allah Subhenehû ve Teala’mıdır yoksa kul mudur?  Kul bir fiili yapmaya kalkıştığında fiili Allah’mı yaratıyor?

Böylece konunun bu noktada odaklaştığı, tartışmalarının aynı platformda dönüp dolaştığı netleşmektedir. Bu mesele ortaya çıktıktan sonra “Kaza ve Kader” meselesi akide konusunda altıncı bir konu olarak yerine oturdu. Fiildeki ve eşyadaki özellikler ister hayır ister şer olsun, fiilleri ve eşyanın özelliklerini yaratan Allah Subhenehû ve Teala olduğundan dolayı, “Kaza ve Kader” meselesi Allahu Teâla ile alakalı işlere delalet etmekte, bu nedenle de akide ile ilgili hususlardan sayıldı.

Buradan da anlaşılmaktadır ki gerek tek bir manaya gelen tek isim olarak kabul edilsin, gerek birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir iş olarak kabul edilsin, Kelamcılar ortaya çıkmadan önce “Kaza ve Kader” meselesi Müslümanların araştırmalarında yer almamıştı.

Kaza ve Kader konusunda aslında yalnızca iki görüş vardır. Bunlardan birincisi ki aynı zamanda Mutezile’nin görüşü olan “serbestçe seçme, hareket edebilme hürriyeti”, ikincisi ise her ne kadar kullandıkları tabirler, ifadeler ve lafızlar etrafında ihtilaflar olsa da Ehl-i Sünnet ve Cebriye’nin görüşü olan “icbar”,  “serbest olmama” görüşüdür.

Müslümanlar, Kur’an ve Hadisin ortaya koyduğu görüşten, Sahabenin, Kur’an ve Hadislerden anladıkları görüşten saparak yeni bir isim olarak ortaya çıkan “Kaza ve Kader”, “Cebir ve İhtiyar” veya “İrade Hürriyeti” ifadeleri üzerinde tartışarak bu iki görüşte karar kıldılar.

Bu yeni anlam; Fiiller, kulun iradesi ve yaratmasıyla mı yoksa Allah Subhenehû ve Teala’nın iradesi ve yaratmasıyla mı meydana geliyor? İnsanın eşyalarda ortaya çıkardığı özellikler, kulun fiili ve iradesinin bir sonucu mudur? Yoksa Allah Subhenehû ve Teala’dan mıdır? Soruları üzerinde yoğunlaştı. İşte bu konu vücut bulduktan sonra “Kaza ve Kader” meselesi akide ile ilgili altıncı bir konu olarak İslâm akidesi konusunda yerini aldı.


[1] Ğafir: 31

[2] Enam: 148

[3] Enam: 149

[4] Bakara: 185

[5] Zümer:7

[6] Bakara: 6-7

[7] Nisa: 155

[8] Bakara: 79

[9] Ra'd: 11

[10] Nisa: 123

[11] Ğafir: 17

[12] Mü'minun: 99-100

[13] Saffat: 96

[14] Zümer: 62

[15] İnsan: 30

[16] Enfal: 17

[17] Kasas: 56

[18] Saffat: 96

[19] Zümer: 62

[20] Fussilet: 12

[21] İsra: 23

[22] Vakıa: 24

[23] Kehf: 29

[24] Bakara: 286