ŞÛRA VEYA İSLÂM'DA GÖRÜŞ ALMAK |
|
“Şûra”
veya “görüş almak”,
ya halife tarafından veya başkan, lider, komutan, sorumlu gibi
herhangi bir yetki sahibi kimse tarafından gerçekleştirilir.
Çünkü bunların hepsi
emir
konumundadırlar. Şûra, karı-koca arasında da olur. Allahu
Teâla şöyle buyurmaktadır:
فَإِنْ أَرَادَا فِصَالاً عَنْ تَرَاضٍ مِنْهُمَا وَتَشَاوُرٍ
"Ana baba aralarında danışarak ve anlaşarak sütten kesmek
isterlerse…"
İster
devlet başkanı olsun, ister komutan olsun veya bunların dışında
yetki sahibi bir kimse olsun, onun için görüş ortaya koymak
gerekli bir iştir. Çünkü o bir nevi nasihattır. Müslümanların
imamlarına ve geneline insanlara açıklanan meşru bir iştir.
Ancak
devlet başkanı veya emir veya başkan gibi yetki sahibi bir
kimsenin insanların görüşlerine müracaat etmesi konusu;
özellikle demokratik mefhumlar Müslümanların aklını çeldikten ve
aralarında yayıldıktan sonra dikkatle incelenmesi gereken
karmakarışık bir konu haline geldi. "Rey/görüş"
tabiri, İslâm'da
"şûra"
ve "müşavere"
şeklinde kullanılan kelimelerin yerini aldı.
Müslümanların ve Müslüman
olmayanların görüşlerini açıklamaları, ortaya koymaları caizdir.
Çünkü Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
"Hılfu'l fudul" olayında ortaya konulan görüşü ikrar ederek
şöyle demiştir:
ولو دعيت به لأجبت وما أحب أن أخيس به, وأن لي به حمر النعم
"İslâm
geldikten sonra bile çağrılsaydım ona icabet ederdim. Bu
hilfe/ittifaka katılmak benim için kırmızı tüylülerden daha
hayırlıdır."
Oysa
"Hılfu'l fudul" olayında ortaya atılan görüş müşrik kimselerin
görüşüydü.
Ancak,
görüşe başvurmak sadece Müslümanların hakkıdır. Yani
şura/danışmak yalnızca Müslümanların hakkıdır. Çünkü Allahu
Teâla Resulüne şöyle hitap etmektedir:
وَشَاوِرْهُمْ فِي الأمْرِ
"İş hususunda onlara danış."
Yani
Müslümanlara danış.
وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ
"Onların işleri aralarında şura/danışma iledir."
Çünkü
birinci ayet şöyle diyor:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنْ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا
غَلِيظَ الْقَلْبِ لانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ
وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأمْرِ
"Allah’ın rahmetinden dolayı sen, onlara yumuşak davrandın. Eğer
kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır
giderlerdi. Onları affet onlara mağfiret dile. İş hakkında
onlara danış."
Bunların
tamamı ancak Resul ile Müslümanlar arasında olan işlerle
ilgilidir. İkinci ayet ise şöyle demektedir:
وَالَّذِينَ
اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلاةَ وَأَمْرُهُمْ
شُورَى بَيْنَهُمْ
"Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namaz kılanlar için daha
iyi ve daha süreklidir. Onların işleri aralarında danışma
iledir."
Bu
ayetlerde anlatılan vasıflar ancak Müslümanlara ait
niteliklerdir. Bu nedenle şûra yalnızca Müslümanlar arasında
gerçekleşen bir olaydır.
Şûra,
Kur'an-ı Kerim'de, hadisi şeriflerde ve Müslümanların sözlerinde
meşhur ve bilinen bir şeydir.
Ebu
Hüreyre
Radıyallahu Anhum'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resulullah
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'den
daha fazla arkadaşları ile görüş alışverişinde bulunan kimseyi
görmedim."
Hasan
Radıyallahu Anhum'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Müşavere yapan her kavim
işlerinin en doğrusuna ulaşır."
Böylece “görüş
almak”,
istişare yapmak veya şûra demektir ki bu Kur’an ve Hadisin nassı
ile sabittir. Ancak birçoklarının bilemediği, vakıf olmadığı bir
husus var:
Hangi
konular hakkında şûra veya istişare yapılır? Yani hangi konu
hakkında görüş alınır ve bu görüşün hükmü nedir? Doğru veya
yanlış olup olmadığına bakılmaksızın çoğunluğun görüşünü almak
gerekir mi? Yoksa çoğunluğun, azınlığın veya tek kişinin görüşü
olup olmadığına bakmadan yalnızca doğru olan görüşü almak mı
gerekir?
Bu
sorulara cevap verebilmek için
görüş
alma
olayının mahiyetini anlamak lazımdır. Yani görüş alınmak istenen
olay nedir?
Görüş
almakla ilgili tafsili Şer’î delilleri anlamak ve bu delilleri “görüş
alma”
ile ilgili olaya teşrii olarak tatbik etmek gerekir.
Ancak
çevremizde
görüş
alma
olayı ile karşı karşıya geleceğimiz konular dört noktanın dışına
çıkamaz. Dünyadaki bütün görüşler aşağıda sıralanan dört
görüşten biri ya da bu görüşlerden bir parçadır veya bu
görüşlerin kapsamı altına girer. Bu dört görüş şunlardır:
1.
Görüş Şer’î bir hüküm yani teşrii bir görüş olur.
2.
Herhangi bir işi/şeyi tarif eden bir görüş olur. Ya Şer’î hükmün
ne demek olduğunun tarifi gibi Şer’î bir tarif olur ya da aklın,
toplumun ve bunlara benzer bir şeyin tarifi gibi vakıayı tarif
eden bir görüş olur.
3.
Bir konudaki düşünceye delalet eden bir görüş olur veya uzman
kimselerin kavrayabileceği teknik bir işle alakalı düşünce
hakkında bir görüş olur.
4.
Yerine getirilmesi gereken amellerden birine işaret eden bir
görüş olur.
Dünyadaki
görüşlerin vakıası işte budur.
Şûra
acaba bu görüşlerin tamamının kapsamına giriyor mu yoksa bir
kısmının kapsamına mı giriyor? Bu görüşler içinden doğru veya
yanlış olup olmadığına bakılmaksızın sadece çoğunluğun görüşüne
uygun olan görüş mü tercih edilir yoksa çoğunluğa bakılmaksızın
doğru olan görüş mü tercih edilir?
Bu
sorulara cevap verebilmek için önce Kur’an’da ve Hadislerde konu
ile ilgili delilleri sunmamız sonra da bu delilleri bu görüşler
üzerine tatbik etmemiz gerekir.
Kur'an-ı Kerim'deki nasslara
baktığımız zaman
şûranın
bütün görüşleri kapsamına aldığına işaret ettiğini görürüz.
Çünkü ayette Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ
"Onların işleri aralarında şura iledir."
وَشَاوِرْهُمْ
فِي الأمْرِ
"İş
hususunda onlara danış."
Buradaki ifade geneldir.
أَمْرُهُمْ"Onların
işleri"
ifadesi Müslümanların işleri anlamına gelmektedir. Ki bu her
işte geneldir.
الأَمر
“El-Emru”
kelimesinin başındaki
ال
takısı cins içindir. Yani işin cinsi demektir. Tahsis edici
herhangi bir delil olmadıkça bu ifadelerdeki umumilik/genellik
devam eder. Buradaki ayette bir şeyde şûrayı tahsis eden bir
delil geçmediği için ayet, her görüş hakkında genel olarak
kalır.
Fakat şûra yolu ile alınan bir görüşün bağlayıcı olup olmadığı
konusunda yani alınan görüşün doğru olup olmadığına
bakılmaksızın çoğunluğun görüşünün tercih edilmesi veya
çoğunluğa bakmadan doğru olan görüşün tercih edilmesi durumunda
alınan görüşün bağlayıcı olup olmadığı konusuna gelince;
Bazı nasslar çoğunluğun görüşünü alıp kendi görüşünü bırakmanın
gerektiğine delalet ederken bir kısım deliller ise çoğunluğun
görüşünün bağlayıcı olmadığına delalet etmekte ve yetkili olan
kimsenin hak/doğru olarak gördüğü görüşü çoğunluğa bakmadan
uygulamaya koyabileceğine delalet etmektedir.
Resulullah
Sallallahu
Aleyhi Vesellem
Ebu Bekir ve Ömer’e şöyle diyor:
لَوِ اجْتَمَعْتُمَا فِي مَشُورَةٍ مَا خَالَفْتُكُمَا
"Bir
konu hakkındaki meşverette ittifak ettiğinizde ben size
muhalefet etmem."
Uhud'da çoğunluğun görüşünü kabul ediyordu. Zira Allahu Teâla
Resulüne şöyle diyordu:
وَشَاوِرْهُمْ فِي الأمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى
اللَّهِ
"İş
hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Subhenehû ve
Teala’ya tevekkül et."
Şimdi ne zaman çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olduğunu ne zaman
da bağlayıcı olmadığını öğrenebilmemiz için önce konu ile ilgili
olarak Kur'an'da ve Sünnette geçen nassları sunmamız sonra da bu
nassları dünyada var olan görüşler üzerine uygulamamız gerekir.
Konu ile ilgili olarak Kur'an'da yalnızca iki ayet vardır.
Bunlardan biri şu ayettir:
وَشَاوِرْهُمْ
فِي الأمْرِ
"İş hususunda onlara danış."
Bu ayet,
Müslümanların görüşlerini alma hususunda Allah Subhanehû ve
Teala'dan Resulüne bir emirdir. Ancak Allahu Teâla aynı
ayette geçen:
فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ
"Karar verdin mi Allah’a tevekkül et "
ifadesi ile konuyu tamamlayarak, görüşü seçim hakkını Resule
vermektedir. Yani şûradan sonra bir şey üzerinde bir görüşte
karara vardığın zaman seni en doğru olana irşad eden işin
uygulanması hakkında Allah Subhenehû ve Teala’ya
tevekkül et. Ayette Allahu Teâla; "Karar verdiğiniz zaman"
demiyor "karar
verdiğin zaman"
diyerek son sözü Allah Subhenehû ve Teala’nın
Resulüne bırakmaktadır.
İkinci
ayet ise;
وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ
"Onların işleri aralarında şûra iledir."
Bu ayette
ise Allahu Teâla bir konu hakkında birbirlerine danışmadan ferdi
görüşleri ile hareket etmedikleri için Müslümanları övmektedir.
Her ne kadar ayet Müslümanları şûraya teşvik ediyorsa da ifade
mücmeldir. Bunun için bu mücmeli tafsil eden Resulün fiillerini
ve sözlerini bilmemiz yani Sünnete başvurmamız gerekir.
Resul
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in
sözlerine ve fiillerine başvurduğumuz zaman onun Ebu Bekir ve
Ömer’e şöyle dediğini görürüz:
لَوِ
اجْتَمَعْتُمَا فِي مَشُورَةٍ مَا خَالَفْتُكُمَا
"Bir konu hakkındaki meşverette ittifak ettiğinizde ben size
muhalefet etmem."
Hadis,
Ebu Bekir ve Ömer'in bir meşverette ittifak ettikleri zaman Nebi
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in
onlara muhalefet etmeyeceğini ve onların görüşlerini kabul
edeceğini göstermektedir. Böylece burada Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem,
onlar iki kişi kendisi de tek olduğu zaman çoğunluğun görüşüne
muhalefet edilmeyeceğini açıklamış olmaktadır.
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Uhud savaşında Müslümanlardan ve İslam’a destek verenlerden
görüş sahiplerini topladığını ve onların müşavere yaptığını
görmekteyiz. Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem,
Kureyş'i şehrin dışında bırakarak Medine'yi içerden savunma
görüşünde idi. Münafıkların başı Abdullah b. Übey b. Selül'ün
görüşü de buydu. Bu görüş aynı zamanda sahabenin büyüklerinin de
görüşüydü. Bedir savaşında bulunmayan heyecanlı ve ateşli birçok
gencin görüşü ise Medine'nin dışında düşmanla karşılaşmaktı.
Gençlerin oluşturduğu grubun görüşünü benimseyenler çoğunlukta
olunca Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
kendi
görüşünü ve sahabenin büyüklerinin görüşünü terk ederek
çoğunluğun görüşüne uydu. Bu olay Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
çoğunluğun görüşünü kabul ettiğine, kendi görüşünü ve sahabenin
büyüklerinin görüşlerini terk ederek çoğunluğun görüşü ile amel
ettiğine delalet eder. Hatta insanlar; biz Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'i
zorladık bunu yapmak bizim için doğru değil diyerek
yaptıklarından pişman olup Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
geldiler ona:
"Seni
zorladık bunu yapmak bize yakışmaz. Eğer istersen Medine'de kal"
dediler.
Fakat Sallallahu
Aleyhi Vesellem
onların
kendi görüşüne ve sahabenin ileri gelenlerinin görüşüne dönmesi
yönündeki isteklerini geri çevirerek çoğunluğun görüşünde ısrar
etti.
Bunun
yanında ise Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Bedir'de doğru olan görüşü kabul ettiğini görmekteyiz. Doğru
bulduğunda bir kişinin görüşünü almakla yetindi.
Nitekim Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
ve beraberindeki Müslümanlar Bedir suyundan uzak bir yere
indiklerinde, Habbab b. Münzir bu konaklama yerinden hoşnut
olmayarak Resule:
"Ey
Allah’ın Resulü. Bu yer, bir adım öteye veya bir adım geriye
hareket edemeyeceğimiz Allah’ın seni indirdiği bir yer midir?
Yoksa savaş ve hile türünden bir görüş müdür?"
deyince Allah’ın Resulü;
بل هو الرأي, والحرب, والمكيدة
"Hayır bu
harp ve hile türünden bir görüştür."
dedi. Bunun üzerine Habbab;
"Ya
Resulullah burası konaklamaya uygun yer değildir."
dedi ve sonra da kuyuların bulunduğu yeri işaret etti. Bunun
üzerine Resul ve beraberindekiler oradan kalkıp Habbab'ın
gösterdiği yerde konaklayarak Habbab'ın görüşüne uydular."
Bu
Hadiste Resul kendi görüşünü terk etti. Cemaatın görüşüne de
müracaat etmeden doğru olan görüşe tabi oldu. Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem,
kendisinin de belirttiği üzere, harp ve hile türünden bir konuda
yalnızca bir kişinin görüşünü almakla yetindi.
Hudeybiye
Gazvesinde ise Resulün yalnızca kendi görüşünde ısrar ederek Ebu
Bekir ve Ömer'in görüşünü tamamen geri çevirdiğini görmekteyiz.
Hatta bütün Müslümanların görüşünü reddederek onların
öfkelenmelerine, kızmalarına rağmen onları ısrarla kendi
görüşüne bağlanmaya zorlamıştır. Ve onlara şöyle demişti;
إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ وَلَسْتُ أَعْصِيهِ وَهُوَ نَاصِرِي
"Muhakkak ki ben Allah’ın kulu ve rasulüyüm kesinlikle onun
emrine isyan etmem. O, benim yardımcımdır."
Bu dört
Hadisi dikkatlice incelediğimiz zaman şunları görmekteyiz:
a.
Resul Sallallahu
Aleyhi Vesellem,
tek başına kendi görüşüne sarılıp, bütün görüşleri bir tarafa
atıyor.
b.
Doğru
olan görüşe dönerek bir kişiye ait olan doğru görüşü alıyor,
kendi görüşünü terk ediyor ve cemaatin görüşüne de bakmıyor.
c.
Çoğunluğun görüşünün yanında yer alarak, çoğunluğun görüşüne
müracaat edileceğine ve muhalefet edilmeyeceğine işaret ediyor.
Bu Hadislerin tamamını ve Hadislerin gerçekleştiği olayları
dikkatlice incelediğimiz zaman şunları görürüz;
- Resul’ün Hudeybiye'de Şer’î delile yani vahye bağlandığını,
- Bedir'de doğru olan görüşe bağlandığını,
- Uhud'da da çoğunluğun görüşüne bağlandığını,
- Ebu Bekir ve Ömer'e muhalefet etmediğini.
Bu durumda Resulün fiili ve
sözleri üç şeye işaret etmektedir:
1.
Delil getiren kimsenin kuvvetli delile bağlanması insanlara
bakmaması,
2.
Çoğunluğa bakmadan bilakis mutlak olarak çoğunluğa itibar
etmeden doğru olana bağlanması,
3.
Doğru olup olmadığına bakmadan çoğunluğun görüşüne bağlanması.
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
fiillerinden ve sözünden istinbat edilen bu üç hükmü dünyada var
olan görüşlere uyguladığımız zaman şu hususları görürüz.
1.
Şer’î hüküm yalnızca delilin kuvvetine göre tercih edilir. Çünkü
Resul Sallallahu
Aleyhi Vesellem
Vahiy indiği zaman vahyi tercih etmiş ve onun dışındakileri
kesinlikle reddetmiştir. Bu nedenle şöyle demiştir:
إِنِّي
رَسُولُ اللَّهِ وَلَسْتُ أَعْصِيهِ وَهُوَ نَاصِرِي
"Muhakkak
ki ben Allah’ın kulu ve Resulüyüm, kesinlikle onun emrine isyan
etmem. O, benim yardımcımdır."
Şer’î deliller; Kitap, Sünnet ve Kitap ve Sünnettin
delil olduğuna delalet ettiği delillerdir. Çünkü Allah
Subhanehû ve Teala’dan gelen emir ve yasaklara uyan odur.
Delilin kuvveti, insanların ıstılahlarına veya
anlayışlarına göre değerlendirilemez. Delilin kuvveti, delil
getirme yönü yalnızca onun anlayışına göre olsa veya yalnızca
ona ait ıstılah olsa bile, şüphetüt delil/delil şüphesine dayalı
olduğu sürece yalnızca delil getiren kimse nezdinde ortaya
çıkar. Çünkü insanlar nezdinde delilin kuvveti, onların Şer’î
delile bakış farklılıklarına, lügat ve Şer’î açıdan delilden
anlayış keyfiyetine göre farklı olur. Yoksa delilin kuvvetli
olması yalnızca Hadisin kuvvetli olması demek değildir. Bilakis
delilin kuvvetli olması ister Kitaptan olsun ister Sünnetten
olsun, rivayet, dirayet ve anlayış durumlarına göre
değerlendirilir. Bu husus Müslümanların ihtilaf etmedikleri bir
konudur.
2.
Bir konuda bir düşünceye delalet eden görüşte, doğrudan yana
olan tercih edilir. Kalkınma meselesinde olduğu gibi. Kalkınma,
fikri yükselme ile mi olur yoksa ekonomik yükselme ile mi olur?
Veya devletlerarası durum şu anda falan devletten yana mıdır
yoksa falan devletten yana mıdır? İç durum ve devletlerarası
durum yalnızca siyasi amelleri yapmak veya siyasi amellerle
birlikte askeri amelleri yapmak için uygun mudur değil midir?
İşte, bu gibi soruların tamamında doğru olan görüşe müracaat
edilir. Çünkü türü ne olursa olsun bunların tamamı Resulullah
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in;
بل هو
الرأي, والحرب, والمكيدة
"Bilakis o, harp ve
hile cinsinden bir görüştür."
sözünün kapsamına giren konulardır. Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Bedir'de Habbab b. Münzir'in görüşünü kabul edip ona uyduğu gibi
her türlü teknik konuda da doğru olan görüşe başvurulur ve kabul
edilir. Çünkü Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
bu yer hakkında tecrübeli olduğu için Habbab b. Münzir'in
görüşünü kabul etti. Bu nedenle teknik konularda doğru olan
görüş geçerlidir.
3.
Çoğunluğun görüşüne göre hareket etmeyi gerektiren durumlarda
çoğunluğun görüşü geçerlidir. Çünkü Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Uhud savaşında, Medine'nin dışında düşmanla karşılaşmanın
hatalı, şehri içerden savunmanın daha doğru olduğu görüşünde
olmasına rağmen çoğunluğun görüşüne uyarak Medine'nin dışında
düşmanla karşılaştı. Aynı zamanda sahabelerin ileri gelenlerinin
görüşü de Medine'nin içinde kalarak savunma yapmak oluğu halde
Allah Subhenehû ve Teala’nın Resulü, onların görüşüne
de uymayıp çoğunluğun görüşüne uymuştur. Resulün bu hareketi,
Ebu Bekir ve Ömer'e söylediği;
لَوِ اجْتَمَعْتُمَا فِي مَشُورَةٍ مَا خَالَفْتُكُمَا
"ikiniz bir meşverede ittifak ettiğiniz zaman ben size muhalefet
etmem."
hadisini de açıklamaktadır. Yani Uhud'da olduğu gibi bir ameli
yerine getirmekle, bir işi yapmakla ilgili her görüşte
çoğunluğun görüşüne müracaat edilir. Bir başkan seçimi veya
valinin azledilmesi veya bir projeyi kabul etmek ve buna benzer
bir ameli yerine getirmeye irşad eden konularda çoğunluğun
görüşü tercih edilir. Dolayısıyla böylesi durumlarda görüşün
doğru olup olmadığına bakılmadan çoğunluğun görüşünü almak
gerekir ve çoğunluğun görüşü de bağlayıcıdır.
Bu
delillerin dünyada var olan görüşler üzerine tatbik edildiğinde
bağlayıcı olan görüşün yani çoğunluğun görüşünün tercih
edileceği durumun, Uhud'da gerçekleşen görüş cinsinden bir
görüşün bulunması durumunda geçerli olacağı anlaşılır. Ki bu
görüş; bir hareketi, ameli yerine getirmeye irşad eden görüştür.
Bu tür bir görüşün dışındaki görüşlerde çoğunluğun görüşüne
uyulmaz ve bağlayıcı da değildir.
Buna göre
çoğunluğun görüşünün bağlayıcı olduğu ve tercih edileceği
durumun dünyada var olan görüşler içerisinde yalnızca bir tür
görüşle sınırlı olduğu, bu tür görüşün de yerine getirilmesi
istenen bir amelin araştırılması esnasında çoğunluğun görüşüne
uymakla sınırlı olduğu görülmektedir. Yine uygulamadan
anlaşılacağı üzere Şer’î hükme, bir düşünceye veya teknik bir
işe götüren görüşlerden hiçbirinde çoğunluğun görüşüne bakılmaz.
Bu tür durumlarda ancak Şer’î hükme, delilin kuvvetine ve bir
fikre veya teknik bir işe götüren bir görüşte yani
görüş,
harp ve hile türünden bir işte yalnızca doğru olan
görüşe bakılır.
Böylece
tarif,
bağlayıcı olmayan, yani çoğunluğun görüşüne uyulmayan görüş
olmaktadır. Çünkü Uhud olayına uymamaktadır. Mesele, bir fikre
delalet eden görüşe uygun tarifi yapmaktır. Tarif edebilmek için
Şer’î hükmün ne olduğunu, tarifini yapabilmek için aklın ne
olduğunu araştırmak, bir şeyin vakıasını bilebilmek yani
gerçeğini bilebilmek için araştırmak demektir. Vakıaya uygun
olduğu sürece elde edilen bu sonuç tercih edilir. Bu nedenle
tarifte
doğru olan taraf tercih edilir. Tarifle ilgili konularda Şer’î
delil araştırılmaz. Çoğunluğun görüşüne de önem verilmez. Burada
Şer’î bir tarif ile Şer’î olmayan herhangi bir şeyin tarif
edilmesi arasında fark yoktur.
Tarif,
kendisi ile alakalı her şeyi bünyesinde topladığı ve alakası
olmayan her şeyi de bünyesinden çıkardığı zaman, bu tarif diğer
bütün tariflere tercih edilir. Yani doğru olan
tarif
tercih edilir. Çünkü tarif olunan vakıaya uygun olan da budur.
Bu vakıayı gerçek bir şekilde niteleyen niteleyicidir o.
Şûra
hakkında İslâm'ın hükmü budur. Bu husus Kur'an'ın nasslarında,
hadiste ve Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
amellerinde açıkça görülmektedir. Ancak dikkat edildiğinde,
insanı bir işi yerine getirmeye yönlendiren görüşlerle, bir şey
hakkında hüküm koymaya yani düşünceye götüren görüşler arasında
ayırım yapma işleminde vakıadaki görüşler arasında karışıklık
olduğu gözlemlenmektedir. Aynı kargaşa dünyada var olan
görüşlere, Şer’î delillerin tatbik edilmesi esnasında da
görülmektedir. Bedir ve Uhud olayları arasındaki farkta olduğu
gibi.
“Dünyada
var olan görüşler incelendiği zaman, bir işi yerine getirmeye
sevk eden görüşle, bir düşünceye yani bir şey hakkında hüküm
koymaya götüren görüşler arasında fark yoktur” denilebilir.
Dolayısıyla “böyle bir farkın varlığı da nereden çıktı?” diye
bir soru sorulabilir. Böyle bir soruya şu cevap verilir:
Gerçekten
her iki olay arasında çok ince bir fark vardır.
Bir
fikre/düşünceye götüren görüşte, işe bakılmaksızın yalnızca konu
araştırılır.
Dolayısıyla araştırma sahası iş değil, konunun içeriğidir. Bir
konunun araştırılmasından kasıt ise, yapılması gereken işe
bakmadan araştırılan konu hakkında bir fikre ulaşmaktır.
Örneğin
Ebu Bekir
Radıyallahu Anhu
zamanındaki riddet harplerini Ebu Bekir, tebadan bir grubun
Şer’î hükümlerin uygulanmasına karşı gelmeleri şeklinde
incelerken, aynı konuyu Ömer; güçlü bir grubun devlete karşı
açmış olduğu bir savaş olarak değerlendiriyor ve bunlarla
yapılacak savaşa devletin gücünün yetmeyeceği şeklinde
düşünüyordu. Bu nedenle Ebu Bekir:
"Allah’a
yemin olsun ki Allah’ın Resulüne verdikleri bir devenin yularını
dahi bana vermekten sakınırlarsa onlarla savaşırım."
diyordu
Bu konu Ömer'de de netleşince kendi görüşünden vazgeçerek doğru
görüş olan Ebu Bekir'in görüşüne uydu. Çünkü olay büyük bir
grubun devlete meydan okuması değil yalnızca tebadan bir grubun
karşı çıkması meselesiydi. Dolayısıyla araştırma Uhud'da olduğu
gibi savaşa çıkıp çıkmamak gibi bir mesele üzerinde
yapılmamaktaydı. Araştırma, Resulün
Sallallahu Aleyhi Vesellem
vefatından sonra bedevilerin zekâtlarını vermekten kaçınmaları
ve devlete karşı meydan okumaları nedeniyle bir Şer’î hükmün
uygulanmasına bir grubun karşı çıkması mıdır yoksa büyük bir
grubun devlete meydan okuması mıdır? konusunda yapılmaktaydı.
Gerçekte araştırılan mesele buydu. Bu nedenle araştırma bir
fikre götüren bir konu üzerinde yapılmış ve doğru olan görüşe
bağlanılmıştır. Ki bu doğru görüş de, vatandaşlardan bir grubun
bir Şer’î hükmün uygulanmasına karşı çıktıklarını gösteren Ebu
Bekir'in görüşüdür.
Örneğin,
Muaviye'nin, Efendimiz Ali
Radıyallahu Anhu
ile kendisi arasında Kur'an'ın hakemliğini istediğini gösteren
Mushafların kaldırılması olayında da böyle bir durum söz
konusudur. Yani Mushafların kaldırılması gerçekten Kur'an'ın
hakemliğine müracaat etmek için yapılan bir hareket midir yoksa
Muaviye'nin Efendimiz Ali'ye karşı kullandığı bir tuzak mıdır?
Ali Radıyallahu
Anhu
bunun bir tuzak olduğunu anlarken, onunla beraber olanların
birçoğu Kur'an'ın hakemliğine başvurma olarak anlamışlardır.
Mushafın kaldırılmasındaki olayda, gerçek amaca ulaşabilmek için
bu konu araştırılır ve bu araştırma konu hakkında insanı bir
fikre götürür. Dolayısıyla da bu olayın, Efendimiz Ali
Radıyallahu Anha'ya
karşı kullanılan bir hile olduğunu gösteren doğru görüşe
bağlanılır.
-
Yöneticilerin sayısının fazla olması devleti güçlendirir mi
yoksa zayıflatır mı? Bir başka ifade ile yöneticilerin sayısı az
olduğu zaman mı devlet güçlü olur yoksa yöneticilerin sayısının
azalması, devletin de güçsüz olmasına, çok olması ise güçlü
olmasına mı neden olur?
-
Demokratik sistemdeki bakanlar kurulu üyelerinin sayısının
azlığıyla mı sistem zayıflar yoksa çokluğuyla mı?
- İslâm
nizamında, halifenin yardımcıları azaldığında mı devlet güçlü
olur yoksa yardımcıların sayısının çokluğu devleti zayıflatır
mı? Gerçeğine ulaşabilmek için bu konu araştırılır. Bu araştırma
araştırıcıları bir fikre götürür ve doğru olan görüşe
bağlanılır. Böylesi bir konuda doğru olan görüş ise,
yöneticilerin sayısının çoğalması ile devletin zayıfladığı
azaldığında ise devletin güçlendiğini ifade eden görüştür.
Bir fikre
götüren görüşle ilgili olarak üç örnek, işte bunlardır. Bu
örneklerden de açıkça görüleceği üzere araştırma sahası iş değil
konunun içeriğidir. Her ne kadar varılan fikir, sonunda bir
ameli gerektirse de araştırma asla iş üzerinde yoğunlaşmamış
bilakis bir amelin yerine getirilip getirilmeyeceğini veya
araştırılan konu ile varılan fikrin gerektirdiği yönde yerine
getirilmesini açıklığa kavuşturan bir fikir üzerinde
yoğunlaşmıştır. Araştırma, bir konuda bir görüşe yani bir fikre
ulaşmak için yapılmaktadır.
Araştırma
ile elde edilen bu görüş doğrudan doğruya amele götürmez, ancak
bir fikre götürür. Elde edilen fikir bazen bir işin yerine
getirilmesini gerektirebileceği gibi bazen de gerektirmeyebilir.
Bundan dolayı o bir fikre götüren bir görüş olur.
Ancak
bir işe
götüren görüşe
gelince; Burada işin gerektirdiği konuya bakılmaksızın amelin
yerine getirilmesi araştırılır. Bu durumda ise araştırma sahası
konu değil “ameli yerine getirmek” olur. Araştırmada kastedilen
ise; bir işi yerine getirip getirmemek veya belli bir niteliğe
göre yerine getirmektir. Yoksa araştırmadan maksat bir konuyu
araştırmak değildir. Örneğin;
-
Bir halife seçmek ve ona biat etmek istenildiği zaman, hilafet
farz mıdır yoksa değil midir? gibi bir konu araştırılmaz. Veya
halife mi seçilsin yoksa Cumhurbaşkanı mı seçilsin? gibi bir
konu da araştırılmaz. Ancak falan kişi mi seçilip ona biat
edilsin yoksa falan kişi mi seçilip ona biat edilsin? sorusuna
cevap aranır.
-
Devletin borç alması olayı araştırıldığında borç almak caiz
midir yoksa caiz değil midir? gibi bir sorunun cevabı
araştırılmaz. Böyle bir durumda borç alınsın mı alınmasın mı?
sorusuna cevap aranır.
-
Bir yere yol açma meselesi araştırıldığında, açılmak istenen
yolun yerini dolduracak bir yolun bulunmasından dolayı yeni bir
yol açmak caiz midir yoksa değil midir? gibi bir mesele
araştırılmaz. Sadece bu yol açılsın mı açılmasın mı? konusu
araştırılır.
Yani yerine getirilip
getirilmeme açısından amelin kendisi araştırılır. Amelin
gerektirdiği konu araştırılmaz. Dolayısıyla, araştırma konusunu
ve sahasını “bir fikre götüren görüş” oluşturmamaktadır.
Araştırma, “bir işi yerine getirme” hususunda yapılmaktadır. Bu
nedenle araştırma bir amele götüren görüş üzerinde olup, görüş
doğrudan doğruya üzerinde durulan işin yerine getirilmesi için
belirtilir.
Örneğin Ebu Bekir
Radıyallahu Anhu'nun
kendisinden sonra kimin halife olacağı hususunu Müslümanlarla
istişare etmesi halife seçimi konusunda yapılan bir istişare
idi. Yani falan kişi mi yoksa falan kişi mi halife olsun
konusunda yapılan bir istişare idi. Araştırma konusu kesinlikle
hilafet değildi. Bu, bir işi yerine getirmeye sevkeden bir görüş
hakkında yapılan bir araştırmadır.
Yine
örneğin; Efendimiz Ali
Radıyallahu Anha
ile Muaviye arasındaki anlaşmazlık Kur'an'ın hakemliğine
müracaat etmekle sona erdiğinde, efendimiz Ali
Radıyallahu Anha
taraftarları arasındaki hakem seçimi de böyledir. Ali
Radıyallahu Anha
Abdullah b. Abbas'ı seçerken, beraberindekilerin büyük bir kısmı
Ebu Musa El Eş'ari'yi seçmişlerdir. Bu araştırma, hakemliğin
kabul edilip edilmemesi konusunda yapılan bir araştırma değil
kimin hakem olarak seçilmesi gerektiği konusunda yapılan bir
araştırmadır. Yani bir işin yerine getirilmesindeki görüşü
araştırmaktır.
Örneğin;
günümüzde Müslümanların çoğu, her türlü alet ve edevatı
üretebilecek çapta ağır sanayinin kurulması, risalet sahibi bir
devleti tamamlayıcı ve iyice yerleştirici etkenlerden birisi
olarak değerlendirirlerken, başlarındaki yöneticiler barajlar
yapmak ve çiftçilerin seviyelerini yükseltmek için tarımı teşvik
politikaları ile uğraşmaktadırlar. Bu araştırma, ağır sanayi mi
kurulsun yoksa barajlar mı inşa edilsin konusunda yapılan bir
araştırmadır. Yoksa devletin belli bir risaletinin olması
gerekir mi gerekmez mi konusunda yapılan bir araştırma değildir.
Bir işi yerine getirmeye sevk eden bir görüş üzerinde yapılan
bir araştırmadır.
Bir işi
yerine getirmeye götüren görüş hakkında yukarıda anlatılan
örnekler, araştırmanın bir konu hakkında değil de iş
hakkında yapıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu işler her ne
kadar bazı konuların incelenmesini gerektirse de, araştırma
kesinlikle konular üzerinde yoğunlaşmamaktadır. Araştırma iş
üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dolayısıyla araştırma
görüş
hakkında değil
iş
hakkındadır.
Buraya
kadar yapılan açıklamalardan ve örneklerden de anlaşılacağı
üzere, “bir
fikre götüren görüş”
ile “bir
işi yapmaya götüren görüş”
arasında fark vardır. Her ne kadar bu farkı anlayabilmek için
dikkatlice düşünmeye ve incelemeye ihtiyaç varsa da farkın
varlığı kesindir.
Bütün bu
açıklamalar, bir işi yapmaya götüren görüş ile bir fikre götüren
görüş arasındaki farkın kavranmasında içine düşülebilecek
karışıklıkları bertaraf etmek açısından yapılan açıklamalardır.
Bedir olayı ile Uhud olayı arasındaki farkla ilgili olarak içine
düşülebilecek karışıklık açısından konunun ele alınmasına
gelince:
Şöyle
sorulabilir: “Bedir olayı da Uhud olayı da savaşa gitme
konusunda olduğu halde ve her iki olay arasında da fark
bulunmamasına rağmen, niçin Bedir olayı bir fikre götüren
bir görüş, Uhud olayı ise bir işi yerine getirmeye
götüren bir görüş sayılıyor? Hâlbuki Bedir olayı ile Uhud olayı
arasında hiç fark yoktur.”
Böylesi
bir soruya şu cevap verilir:
Gerçekten
de iki olay arasında apaçık bir fark vardır. Çünkü Bedir
olayının vakıası ile Uhud olayının vakıası başka başka
şeylerdir. Uhud olayında şehir dışına mı çıkalım şehir içinde mi
kalalım? sorusuna cevap aranmaktaydı. Orada heyecanlı, duygusal
olarak hareket eden gençlerle, akıllı ve tecrübeli olarak
düşünen kimseler vardı ve araştırma, savaş yeri hakkında
değildi. Oysa dağ üzerinde stratejik bir yerde ordunun
düzenlenmesi gündeme geldiğinde düzenlemeyi doğrudan doğruya
Resul Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in
yaptığını, okçuları dağın arka tarafına yerleştirdiğini ve
kesinlikle kendisinden habersiz olarak yerlerinden ayrılmamaları
gerektiğini onlara emrettiğini ve de cemaatin görüşüne müracaat
etmediğini görmekteyiz. Bedir olayında ise konu, stratejik bir
yerde ordunun yerleştirilmesi olduğundan dolayı Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
doğru olan görüşe müracaat etmiştir. Bir yönden olayın
açıklaması budur. Bu tespite yalnızca Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
fiili değil, Habbab b. Münzir'e sözlü olarak söylediği;
"Bilakis o harp, hile ve görüşle ilgilidir."
hadiside konuya açıklık getiren sözlü bir delildir.
Geriye
tek mesele kaldı:
Sözü
tercih edilecek ve doğru olanı açıklayacak olan kimdir?
Biz
biliyoruz ki Şer’î hükümlerde delili kuvvetli olan tercih
edilir. Bir işi yapmaya götüren görüşlerde ise çoğunluğun
görüşü, teknik işler ve tarifler gibi bir düşünceye götüren
görüşlerde ise doğru olan taraf tercih edilir.
Şimdi
sözü tercih edilen ve doğru olanı belirleyecek olanın kim
olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu işte doğru olanı seçecek olan,
yetki sahibi olan kimsedir. O, kavminin emiridir yani
başkanıdır. Çünkü bir iş hususunda cemaatle istişare yapan odur.
Eğer bir topluluk birbirleri ile istişare yapıyorlarsa, bu
istişareyi ancak, onları doğru bir esasa göre yürüyecekleri
görüşe ulaşmak için yapıyorlardır. Bir iş hususunda bir cemaatin
yürüyüşü, cemaatin bir emirinin bulunmasını gerektirir. Böylece
hakkında istişare yaptıkları hususta yetki sahibi olan
kavmin/cemaatin emiridir. Dolayısıyla doğru olan görüşü tercih
edecek olan da kavmin başkanıdır. Buna delil olarak ayette şöyle
denilmektedir:
وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ
فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ
"İş hususunda onlara danış. Karar verdiğin zaman Allah‘a
tevekkül et."
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Müslümanların başkanı iken şûra yapmıştır. İstişare yaptıktan
sonra bir sonuca vardığında karar verdiği işi yani doğru
gördüğünü uygulama yetkisini Allah Subhanehû ve Teala
ona vermiştir. Bu durumda doğru olanı tercih edecek olan kişi
Resul olmaktadır. Bu durum bir kavmin başkanı olan herkes için
geçerlidir. Çünkü bu yalnızca Resule has değildir. Bilakis bütün
Müslümanları kapsamına almaktadır. Çünkü ayeti tahsis eden bir
delil bulunmadıkça Resule yapılan hitap aynı zamanda ümmetine de
hitaptır. Burada ise ayetin Resul hakkında indiğini tahsis
edecek herhangi bir delil bulunmadığı için hitap genel bir
hitaptır.
Ancak
doğru olanı tercih edecek bir başkanı olmayan bir cemaat, tercih
hakkının kime verileceğini tespit etmek isterse, bu durumda
cemaatin içlerinden yalnızca bir kişiye doğruyu seçme yetkisini
vermesi gerekir. Hiçbir şekilde birden çok kişiyi seçmeleri caiz
değildir. Bu nedenle doğru olan yalnızca bir kişi tarafından
tercih edilmelidir. Evet, çoğunluk doğru olanı söyleyebilir.
Veya iki kişi bir kişiye oranla doğru olanı daha iyi tespit
edebilir. Fakat mesele doğrunun nerede olduğunu araştırmak
değildir. Mesele doğruyu kimin belirleyeceği meselesidir.
Doğruyu bir kişi mi, yoksa iki kişi mi belirleyecek? Oysa doğru,
çoğunluk tarafından belirlenemez. Çünkü çoğunluk doğru olanın
dışındadır. "Çoğunluk" ve "doğru olan" birbirine karşı olan bir
iştir. Bazen doğru olup olmadığına bakılmaksızın çoğunluğun
görüşü ile hareket edilirken bazen de çoğunluğun görüşüne
bakmadan doğru olana göre hareket edilir.
Doğru
olanın yalnızca
bir kişi
tarafından belirlenmesinin kesinlikle gerekli olduğu ve birden
çok kişi tarafından belirlenmesinin caiz olmamasının birkaç
sebebi vardır:
1.
Bu işin vakıası doğruyu tercih edenin bir kişi olmasını
gerektirmektedir. Çünkü tercih iki veya üç kişiye bırakılırsa
ihtilaf etmemeleri mümkün değildir. Aralarındaki ihtilaf, onları
hakem tayin etmeye zorlar. Eğer iki kişinin hakemliğine müracaat
ederlerse yine ihtilaf edebilirler. Bu defa da iki kişiden
birinin hakemliğine başvurmaları gerekir. Eğer üç kişinin
hakemliğine başvurulursa ihtilaf etmeleri kaçınılmazdır. Bu
durumda ise hakemlikte ya iki kişiye ya da bir kişiye
başvurulacaktır. Eğer iki kişinin görüşüne başvurulursa
çoğunluğun görüşüne başvurmuş sayılırlar. Hâlbuki istenen doğru
olana başvurmaktır. Bu da tek kişiye başvurmayı gerektirir. Bu
nedenle ta başlangıçta bir kişinin hakemliğine müracaat etmeleri
gerekir. Yani doğruyu belirleyecek olanın yalnızca bir kişi
olması gerekir. İki veya üç kişi arasında ihtilaf olabileceği
gibi üçten fazla kişi arasında da olabilir. Dolayısıyla bir
kişiden fazlasının hakemliği doğru değildir. Çünkü bir kişiden
fazlasının hakem olması çoğunluğun hakem olması demektir ki bu
doğru değildir. İstenen, çoğunluğun değil doğrunun hakemliğidir.
2.
Doğru olanın belirlenmesinde aslolan bunun ancak
yetki
sahibi kimse
tarafından yapılmasıdır. Yetki ise ancak bir kişide bulunur.
Çünkü emir yani devlet başkanı ancak bir kişiden oluşur.
İstişare sonucunda varılan işin uygulanması da ancak bir kişi
tarafından yapılmalıdır. Çünkü iki kişi uygulama üsluplarında
ihtilaf ederler. Aralarındaki ihtilaf ise uygulamayı
engelleyebilir. Dolayısıyla yetki sahibi ancak bir kişi
olabilir. Bu nedenle doğru olanı tercih edecek kişinin elbette
ki
bir kişi
olması gerekir.
3.
Müslümanlar katında işlerin en büyüğü Hilafet merkezidir. Şer’î
hükümleri benimseme, bir hükmü bir başka hükme tercih etme
yetkisini İslâm Şeriatı yalnızca Halife'ye vermiştir. Delilin
kuvvetli olup olmadığına karar verme hakkını ve doğru olanı
tercih etme yetkisini yalnızca halifeye vermiştir. Harp ilan
etme, sulh yapma, kâfir devletlerle olan ilişkileri
sınırlandırma ve bunların dışında Halifenin yetki alanına giren
işlerin tamamında söz hakkı yalnızca Halifeye aittir. Doğru
olarak gördüğü sürece görüşüne göre işleri gözetme hakkı
yalnızca ona aittir. Sahabenin İcması da böyledir. Halifenin
görüşü yalnızca bir kişinin görüşü demektir. Bu çok önemli
görevin dışındaki bütün işlerde ise doğru olanın tercihinde
yalnızca bir kişinin karar sahibi olması, öncelikle doğru bir
harekettir.
“Şûra” ve “istişare”
yani “görüşleri alma” meselesinin aslı budur. Bu konu
hakkındaki Şer’î hüküm de budur. Bu hüküm her yönüyle demokratik
yönetim tarzına tamamen terstir. Görüş alma hususunda hak
olan Allah Subhenehû
ve Teala’nın hükmü
işte budur. Bunun dışında demokrasiden olanlar batıldır ve
alınması da caiz değildir.