Ümmetin Bugün Müfessirlere Olan İhtiyacı
(2) |
|
4-
Namaz, oruç gibi Şer’î manalar,
faizin haram ve alışverişin helal olması gibi Şer’î hükümler,
melekler ve şeytanlar gibi Şer’î manası olan fikirler açısından
Kur'an tefsirine gelince;
Kur'an'ın birçok ayetlerinin;
- Mücmel olarak geldiği ve
Resulün onu mufassal yaptığı/açıklığa kavuşturduğu,
- Genel olarak geldiği ve
Resulün tahsis ettiği/özelleştirdiği,
- Mutlak olarak geleni de
mukayyet yaptığı/sınırlandırdığı sabittir.
Kur'an-ı Kerimde, Kur'an-ı
açıklayacak olanın Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
olduğunu Allahu Teâla şu ayette açıkça bildirmektedir:
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا
نُزِّلَ إِلَيْهِمْ
"Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye Zikri indirdik."
Bu açıdan Kur'an’ı tefsir
edebilmek için Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in,
Kur'an'ın müfredatları ve cümlelerin anlamları hakkında
söylediği açıklamalara vakıf olmak gerekir. Bu açıklamalar
tafsil, tahsis, takyid ve diğer hususlarda olması fark etmez. Bu
nedenle Kur'an’ı anlayabilmek için Kur'an'la ilgili Sünneti yani
mutlak olarak Sünneti kesinlikle bilmek gerekir. Çünkü Sünnet,
Kur'an'ın açıklamasıdır. Kur'an'daki hükümlerin ve fikirlerin
anlamları ancak Sünnetle bilinir.
Bu nedenle Kur'an’ı Kerimi tam
olarak anlayabilmek için yalnızca Arapçayı iyi bir şekilde
bilmek yeterli değildir. Kur'an’ı tam olarak anlayabilmek için
Arapça ile birlikte Sünneti de bilmek gereklidir. Her ne kadar
Kur'an'ın lafızları ve ibareleri açısından, müfredatların ve
cümlelerin delâlet ettiği anlamları anlayabilmek için
başvurulması gereken tek kaynak Arapça olsa da durum değişmez.
Zira Kur'an'ı tam olarak anlayabilmek için Arapça-Sünnet
ikilisinin bir arada bulunması kaçınılmaz bir gerçektir.
Dolayısıyla Kur'an'ı tefsir etmek isteyen kimse hem Arapçayı hem
de Kur'an tefsiri ile ilgili Sünneti çok iyi bilmelidir.
Kur'an'ı anlamak ve tefsir etmek için Sünneti ve Arapçayı temel
vasıta olarak kabul etmek gereklidir.
Nebiler, Resuller ve geçmiş
ümmetler hakkında Kur'an'da geçen kıssalara gelince:
Bu konular hakkında eğer sahih
bir hadis varsa alınır. Sahih bir hadis yoksa Kur'an ayetlerinin
bildirdiği kadarıyla yetinilir. Bu iki kaynağın dışından
herhangi bir şey almak doğru değildir. Kur'an'da geçen kıssaları
anlatan müfredatları ve cümleleri anlayabilmek için Tevrat'a ve
İncil'e müracaat etmeye yol yoktur. Bu müfredatların ve
cümlelerin anlaşılmasında Tevrat'ın ve İncil'in hiçbir ilgisi,
rolü yoktur. Kur'an'daki bu konularla ilgili manaları Kuran'ın
açıkça belirttiği gibi Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
açıklamıştır, Tevrat ve İncil değil. Bu nedenle Kur'an'ın
manalarını anlamada Tevrat'a ve İncil'e müracaat etmeye veya
onlardan faydalanmaya asla gerek yoktur. Çünkü Kur'an bize
yalnızca Resule müracaat etmemizi emretmektedir. Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Kur'an’ı açıkladığını bize haber vermektedir. Tevrat'a ve
İncil'e müracaat etmekle emrolunmadık. Kur'an'daki kıssaları ve
geçmiş ümmetlerle ilgili haberleri anlamak için Tevrat'a ve
İncil'e müracaat etmemiz caiz de değildir.
Aynı şekilde Tevrat ve İncil'in
dışındaki tarih kitaplarına müracaat etmemize de yol yoktur.
Çünkü konu, kıssaların açıklanması şerh edilmesi değildir ki
bunlar, (Tevrat, İncil ve diğer tarih kitapları) bu kıssaların
doğruluğunu ortaya koymada daha geniş bir kaynak
oluşturmaktadırlar denilsin.
Asıl konu âlemlerin Rabbi Allah
Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğuna inandığımız
belirli nassların açıklanmasıdır. Öyleyse, geldiği lisanın
gerektirdiği ölçüler, kurallar çerçevesinde ve Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
ıstılahlaştırdığı Şer’î ıstılahların gösterdiği sınırda durmak
gerekir. Zira insanlara açıklaması için Kur'an'ın Resule
indirildiğini Allahu Teâla bildirmektedir. Buradan hareketle,
Tevrat'tan, İncil'den veya tarih kitaplarından ve başka
yerlerden tefsire girmiş olanların tamamını tefsirden söküp
atmak gerekir. Aksi takdirde ise bunların Allah Subhenehû
ve Teala’nın kelamına ait manalar olduğu ve Alemlerin
Rabbinin kelamının manaları ile alakalı olduğundan şüphe
olmadığı şeklindeki bir iddia ile Allah Subhenehû ve Teala’ya
iftira edilmiş olur.
Eskilerden ve yenilerden
birçoklarının Kur'an’ı Kerim'in, ilim, sanat, keşifler ve
benzeri şeylerin tamamını ihtiva ettiği şeklindeki iddiaları ve
bu iddialarına istinaden eskilerin ve yenilerin zikrettikleri
tabii ilimler, kimya, mantık vb. gibi ilimlerin tamamının
kaynağının Kur'an olduğunu söyleyenlere gelince:
Bu iddiaların aslı yoktur ve de
Kur'an onları yalanlamaktadır. Kur’an vakıası hiçbir zaman
onların iddia ettikleri bir şeyi belirtmek gayesini gütmez. Her
ayet ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın azametine
delâlet eden fikirleri ve Allah Subhenehû ve Teala’nın
kullarının amellerindeki sorunların çözülmesi ile ilgili
hükümleri anlatır. Sonradan ortaya çıkan ilimlere ne bir ayet ne
de bir ayetin parçası delâlet etmez. Hatta daha da öte Kur'an'da
var olan herhangi bir ayette en ufak bir şekilde bile herhangi
bir ilme delâlet eden bir husus yoktur. Ancak, Allah
Subhenehû ve Teala’nın:
وَاللَّهُ الَّذِي أَرْسَلَ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا
"Bulutları yürüten, rüzgârları gönderen Allah'tır."
ayetinde olduğu gibi
bazı ayetlerin birtakım ilmi hakikatlere ve nazariyelere uygun
olması mümkündür. Fakat bu türden ayetler, ilmi hakikatleri
ispat için değil Allah Subhenehû ve Teala’nın gücüne
işaret için gelmiştir:
Ancak Allahu Teâla’nın şu
ayetine gelince;
وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ
"Biz sana kitabı her şeyi açıklayıcı olarak indirdik."
Ayette geçen “her
şeyden” maksat Şer’î
teklifler, kulluk ve bunlarla alakalı olan şeylerdir. Bu husus
ayetin nassı ile sabittir. Ayet, Resullerin insanlara tebliğ
ettiği teklifler konusu ile ilgilidir. Ayetin nassı aynen
şöyledir:
وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِمْ مِنْ
أَنفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلاء وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً
وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ
"O gün her ümmetten bir kişiyi aleyhlerine şahit tutarız. Seni
de onların üzerine tastamam şahit olarak getirdik. Sana her şeyi
açıklayan, hidayet ve rahmet olan, Müslümanlara da müjde olan
Kitabı indirdik."
“Resulün ümmetine şahit
olarak gelmesi”
demek, Resulün tebliğ ettiklerinde şahit olması demektir. “Her
şeyi beyan etmek için
Kur'an'ı indirmiş
olması”, “hidayet,
rahmet ve Müslümanlara müjde olarak gelmiş olması”,
Kur'an'ın mantık, tabiat ilimleri, coğrafya vb ilimler için
olmadığını kesin olarak ortaya koymaktadır. Zira Kur’an
risaletle
ilgilidir. Kur'an, hükümleri, kulluğu ve akaidle ilgili
hususları açıklayan, insanları doğruya götüren, onları
dalâletten kurtaran bir rahmet, Müslümanları Allah
Subhenehû ve Teala’nın rızası ve cennetle müjdeleyen bir
kitaptır. Onun, dinin dışındaki şeylerle ve tekliflerle hiçbir
ilgisi yoktur. Böylece Kur'an'ın “her
şeyi açıklayıcı” bir
şekilde gelmesinin, İslâm ile ilgili hususları ilgilendirdiği
açığa çıkmış olmaktadır.
Ancak Allahu Teâla'nın;
مَا
فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ
"Kitapta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık."
ayetinde geçen "Kitap"
kelimesinden kasıt
Levh-i Mahfuzdur ve
Allah Subhenehû ve Teala’nın ilminden kinayedir.
الْكِتَاب kelimesi
müşterek lafızlardandır. İçerisinde geçtiği cümle onun anlamını
belirler:
ذَلِكَ الْكِتَابُ لا رَيْبَ فِيهِ
"İşte bu kitap onda hiçbir şüphe yoktur."
ayetinde geçen
الْكِتَابُ kelimesi
“Kur'an”
anlamındadır.
مَا
كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ
"Sen kitap nedir bilmezdin."
ayetinde geçen
الْكِتَابُ kelimesi,
sen "yazma bilmezdin"
anlamında kullanılmaktadır.
وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ
"Ana kitap onun katındadır."
ayeti,
كَانَ
ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا
"Bu, kitapta yazılmıştır."
مَا
فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ
"Biz kitapta hiçbir
şeyi eksik bırakmadık."
لَوْلا كِتَابٌ مِنْ اللَّهِ سَبَقَ
"Eğer daha önceden
Allah’ın geçmiş bir hükmü olmasaydı."
إِلا
فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
"Apaçık bir kitapta
olmasın."
كُلٌّ
فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
"Her şey apaçık bir
kitaptadır."
وَلا
يُنْقَصُ مِنْ عُمُرِهِ إِلا فِي كِتَابٍ
"Ömürlerinin azalması
şüphesiz kitaptadır."
ayetlerinin
tamamında geçen
الْكِتَابِ kelimesi
“Allah’ın ilmi”
anlamında kullanılmıştır.
عِنْدَهُ
عِلْمُ الْكِتَاب
"Ve kitabın bilgisi
onun yanındadır."
ayetinde geçen
كِتَابِ
kelimesi Allah Subhenehû ve Teala’nın ilminden kinaye
olan Levh-i Mahfuz
anlamında kullanılmıştır.
فِي
الْكِتَابِ مَسْطُورًا
"Kitapta yazılmıştır."
ayeti de Allah
Subhenehû ve Teala’nın ilminden kinaye olarak
Levh-i Mahfuz
anlamında kullanılmıştır.
مَا
فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ
"Biz kitapta hiçbir şeyi
eksik bırakmadık."
ayeti ise açıkça
Allah’ın ilmine
delâlet etmektedir. Zira ayetin tamamı şöyle demektedir:
وَمَا
مِنْ دَابَّةٍ فِي الأرْضِ وَلا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ
إِلا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ
شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ
"Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak
sizin gibi birer toplulukturlar. Kitapta biz hiçbir şeyi eksik
bırakmadık."
Allahu Teâla'nın;
لا
يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلا كَبِيرَةً إِلا أَحْصَاهَا
"Küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış…"
ayeti de aynı şekil
üzere gelmiş bir ayettir. En'am suresinde geçen ikinci bir ayet;
إِلا
فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
"Apaçık bir kitaptadır."
ayeti de buna
delâlet etmektedir. Ayet şöyle gelmiştir:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لا يَعْلَمُهَا إِلا هُوَ
وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ
وَرَقَةٍ إِلا يَعْلَمُهَا وَلا حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأرْضِ
وَلا رَطْبٍ وَلا يَابِسٍ إِلا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak O bilir.
Karada ve denizde olanı da bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak
dahi düşmez. Yerin karanlıklarında olan tek bir tane yaş ve kuru
müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitaptadır."
Bu ayetlerin hepsinde geçen
كِتَابٍ
“kitap” kelimesinden
kastedilen mananın; Kur'an-ı Kerim olmadığına Allah
Subhenehû ve Teala’nın ilminden kinaye Levh-i Mahfuz
anlamına geldiğine delâlet açıkça görülmektedir.
Öyleyse ayette Kur'an'ın,
tabii ilimleri ve benzeri konuları içerdiğine dair bir delâlet
kesinlikle yoktur. Bu durumda Kur'an bir takım ilimleri
incelemekten tamamen uzaktır. Çünkü Kur'an'ın müfredatı ve
cümleleri böyle bir şeye delâlet etmemektedir. Çünkü Resul
Sallallahu Aleyhi
Vesellem Kur'an’ı
böyle açıklamamıştır ve hiçbir ilgisi de yoktur.
Kur'an'ın vakıası işte budur.
Kur'an, Resulün Allah Subhanehû ve Teala
katından getirdiğine ve Arapça nasslardan müteşekkil olduğuna
açıkça delâlet eden bir kitaptır. O halde Arapça lisanı ve Allah
Subhenehû ve Teala’nın Resulünün Sünneti dışında
tefsir edilemez.
Kur'an'ın tefsir keyfiyetinin
belirlenmesi ile ilgili herhangi bir Şer’î delil yoktur. Çünkü
bizzat Kur'an'ın kendisi bile nasıl tefsir edileceğini bize
açıklamamıştır. Sahabe Allah
Subhanehû ve Teala
onların hepsinden razı olsun her ne kadar nüzul sebebine
göre Kur'an’ı tefsir ediyordu ise de bu, tefsir kabilinden değil
mevkuf hadis kabilinden bir davranıştır.
Her ne kadar şerh ve açıklama
türünden bir davranış idi ise de Sahabeler, ayetlerin tefsirinde
ihtilaf etmiştir. Tefsir hususunda onların belirli bir keyfiyet
üzerinde icma etmemiş olmaları her birinin anladığını
söylediklerine delâlet etmektedir. Onlardan bir kısmı İsrailiyat
ile ilgili bazı konuları Ehli Kitaptan almış ve Tabiin de
onlardan rivayette bulunurken bir kısmı ise Ehli Kitaptan bir
şey almayı reddetmiştir. Ancak onların tamamı kendilerinde var
olan Arapça bilgisi ve Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
kavli, fiili ve takriri Sünneti ve Allah Subhenehû ve Teala’nın
Resulü'nün ahlakı ve fiziki özellikleri hakkında bildikleri
bilgiler çerçevesinde Kur'an’ı anlıyorlardı. Ki bu durum onların
tamamı arasında meşhurdur. Onlardan kimi, hakkında herhangi bir
nass olmadığından dolayı değil, manaya güvenlerindeki
tereddütleri dolayısıyla bazı ayetleri ve kelimeleri tefsir
etmekten çekiniyorlardı. Hakkında güvenilir bir bilgiye sahip
olmadıkça tefsir yapmıyorlardı. Ancak onların bu davranışları
icma olarak isimlendirilemez. Çünkü bu hareket Resulden gelen
bir delili açığa çıkarmamaktadır. Çünkü Resulün Kur'an'ı
açıklaması tefsir değil Sünnettir.
Ancak bununla beraber
Sahabenin, Arapçayı çok iyi bir şekilde bilmeleri, Kur'an'ın
kendisine indiği Resule olan bağlılıkları, Resulün takip ettiği
yolda ittifak etmeleri, Kur'an'ın müfredatlarını ve terkiplerini
anlayabilmek için tek vasıta olan cahili Arap şiiri, hitabet
yolları ve Arapça ile ilgili diğer hususları bilmeleri, Resulden
aldıklarının ötesine geçmemeleri ve Kur'an'ı anlamada akıllarını
bu iki kaynağın ışığı altında kullanmalarından dolayı bütün
insanlar arasında Kur'an'ı tefsirde doğruya en yakın olan
Sahabeler Kur'an'ı anlamada en hayırlı bir yolu/metodu takip
etmişlerdir.
Bu nedenle,
Kur’an’ın tefsir metodu
olarak şunu uygun görmekteyiz:
1-
Kur'an'ın müfredatlarını ve
cümlelerini, Şer’î anlamlarını, Şer’î hükümleri, Şer’î vakıası
olan fikirleri bünyesinde barındıran Kur'an'ı anlamak ve tefsir
etmek için Resulün Sünnetini bilmeyi ve Arapça lisanına iyi bir
şekilde vakıf olmayı tek vasıta olarak kabul etmek.
2-
Arap kelamının ve Arapların
sözlerinde alışageldikleri kullanım özelliklerinin, Kur'an ve
Sünnetten bir Şer’î nassta geçen Şer’î anlamlar, lafızların
delâlet ettiği/gösterdiği ölçü çerçevesinde nassları anlamada
aklı serbest bırakmak, ne eski ve yeni âlimlerin, ne Tabiinin
hatta Sahabenin anlayışına bağlı kalmamak. Çünkü öncekilerin
tefsirleri birer ictihadtır. Dolayısıyla isabet etmeleri de
yanılmaları da mümkündür.
Arapçaya ve Şeriata hâkimiyet,
eşyalardaki yenilenme, medeni şekillerde ve olaylarda meydana
gelen ilerleme çerçevesinde müfessire vakıanın daha da
belirginleşmesi, akla ayeti daha da iyi anlama imkânını
verebilir. Yeni buluşlar konusunda, kavramada aklı serbest
bırakmakla, tefsir kelimesinin gerektirdiği sınırda tefsir
konusunda icat edicilik ve üretkenlik sağlanmış olur.
Ancak aklın serbestliği mutlak
şekilde olmamalı, Kur'an'ın vakıası ve mefhumu dışına
çıkmamalıdır. Aklın serbestliği öyle bir sınırda tutulmalıdır
ki, Kur'an ayetlerinin içerdiği manalar dışına çıkılmamalı ve
ayetlerin veya kelimelerin kabul etmediği manalar ona nisbet
edilmemeli, tefsirde bu sapıklıktan uzak durulmalıdır.
Kur'an'ı anlamada insanı
serbest bırakmak, Kur'an'ın kendisine indiği Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
haricinde hiçbir insana bağlı kalmadan nassın anlaşılmasında en
geniş bir çerçevede aklın önünü açmayı gerektirir.
Geçmiş ümmetlerle ilgili olarak
Kur'an'da anlatıldığı kadarıyla yetinmeyi ve İsrailiyatın
tamamını silip atmayı, Kur'an'ın her türlü ilmin kaynağı olduğu
iddiasını tamamıyla ortadan kaldırmayı, Kur'an'da geçen bu tür
ayetlerden kastın Allah Subhenehû ve Teala’nın
azametinin açıklanması ile ilgili olduğunu belirtmekten öteye
geçmeyeceği bir anlayış sınırında durmayı gerektirecektir.
İşte, Kur'an'ı tefsir ederken
müfessirin bağlı kalması gereken metot budur ve Kur'an'ı tefsir
etmek isteyen kişinin de bu ağır yükü kaldırması gerekir.