Müslümanlar çok zor
durumlara düşüp, caiz olmayan bir takım hususlar ile barış
yapmak zorunda kalabilirler. Fakat zaruret
çaresizlik şeklinde olmalıdır. İslâm Devleti, kendisini
doğrudan Daveti taşımaya, Allah yolunda savaşmaya götürmeyen
bir takım anlaşmalar yapmaya zorunlu kılan iç ve dış
krizlerin içine düşebilir. Fakat bu anlaşmalar İslâm
Davetini ileride taşıma ya da Davetin durması, şerrini
giderme ya da Müslümanların varlığını koruma imkânı sağlayan
şartların oluşmasını kolaylaştıran türden anlaşmalar
olmalıdır. Bu tür anlaşmaların yapılmasını zaruret hali
zorunlu kılar. Onun için o anlaşmaları yapması halifeye caiz
olur. Bu anlaşmaların Müslümanlara uygulanması da caiz olur.
Bu tür anlaşmalar fakihlerin belirlediği şu iki halde vukuu
bulur:
1-
Harp ehlinden bir topluluk, ülkelerinde kendilerine İslâm
hükümlerinin uygulanmaması şartı ile Müslümanlara her sene
belirli bir haraç vermeleri karşılığında belirli birkaç sene
sulh anlaşması yapmayı Müslümanlardan istediğinde bu kabul
edilmez. Çünkü bu küfrü ikrardır/onaylamaktır. Fakat devlet
zulme engel olmaya gücü yetmediğinde, bu anlaşmada
Müslümanlar için hayır olduğunu gördüğünde ancak o takdirde
anlaşmanın yapılması caiz olur. Bu durumda devletin onlara
yardım yapma yükümlülüğü olmaz. Çünkü onlar bu anlaşmayla
İslâm’ın hükümleri ile kayıtlı olmayı kabul etmemişler ve de
İslâm’ın yönetimine boyun eğmediklerinden dolayı da harp
ehli olarak kalmışlardır. Dolayısıyla onlara yardım etmek
Müslümanlara vacip olmaz.
Nitekim Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi Vesellem,
Yuhana b. Ru’be ile Tebük’de Şam beldelerinin sınırında sulh
anlaşması yaptı. Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem
onu bölgesinde dini üzere terk etti. O Müslümanların bayrağı
ve yönetimi altına girmedi. Belirli bir süre ile sınırlı
olan bu anlaşma, o devlete İslâm Devletinden saldırmazlık
emanı vermektedir. Dolayısıyla Müslümanlardan o devlete
giden kimse, ayrı bir eman olmaksızın o anlaşmanın emanına
dâhil olur. Onun, o devletin halkına karşı çıkması caiz
olmaz. O devletin tebaasından Müslümanların ülkesine giren
kimse de o anlaşmanın emanına dâhil olur. Anlaşma dışında
yeni bir emana gerek kalmaz. Ona Müslümanlardan birisinin
karşı gelmesi caiz olmaz. Bu devlete ait ticaret malzemeleri
taşıyan tüccarlar engellenmezler. Ancak harpte kullanılan
silah, harp malzemeleri v.b. gibi malzemeler hariç. Çünkü
onlar anlaşmalı kimseler olsalar da, harp ehlidirler.
2-
Birinci halin aksidir. Bu kendilerine ses çıkarmamalarına
karşılık Müslümanların düşmanlarına mal/para ödemeleridir.
Nitekim fakihler şunu zikretmişlerdir: Düşman, Müslümanları
kuşatıp onlardan kâfirlere her sene belirli bir şey
vermeleri karşılığında, belirli seneler sulh anlaşması
yapmayı talep ederlerse, zaruret olmadıkça halifenin
Müslümanlara zillet ve düşüklük konumunu içermesinden dolayı
bu talebi yerine getirmesi uygun düşmez. Zaruret hali
ise; Müslümanların helak olmaktan korkmaları ve halifenin bu
sulhun onlar için hayırlı olduğunu düşünmesidir. O zaman
halifenin bunu yapmasında bir sakınca olmaz. Buna delil de
şu rivayettir:
“Müşrikler Hendek günü
Müslümanları Medine’de kuşatmışlardı. Böylece Müslümanlar
bir belaya düşmüşlerdi.
Bunu Allah’u Teâlâ
şöyle bildirmektedir:
هُنَالِكَ ابْتُلِيَ
الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالاً شَدِيدًا
“İşte orada iman edenler imtihandan geçirilmiş ve şiddetli
bir sarsıntıya uğratılmışlardır.”
Bunun üzerine
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem,
Guyyine b. Husan’a bir mesaj gönderip ondan, her sene
Medine’nin meyvelerinin üçte birini kendilerine verilmesi
karşılığında, beraberlerindekilerle birlikte geri dönmesini
talep etti. O, meyvelerin yarısı kendisine verilmedikçe geri
dönmeyi kabul etmediğini bildirdi. Ne zaman ki onun elçileri
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
önünde sulh anlaşmasını imzalamak için hazır olduğunda,
Ensar’ın efendileri Sa’ad b. Muaz ve Sa’ad b. Ubâde
RadıyAllah’u Anha ayağa kalkıp şöyle dediler: “Ya
Rasulullah, eğer bu vahiyle belirlenmişse emrolunduğun şeyi
uygula, eğer senin kendi görüşün ise; biz ve onlar
cahiliyyede iken bizim ve onların bir yaptırımı yoktu.
Onlar, Medine’nin meyvelerine satın almak ya da misafirlere
sunulan ikram dışında cesaret edemezlerdi. O halde Allah
bizi Rasulü’nü göndererek dini ile aziz kıldıktan sonra mı
onlara karşı düşüklük göstereceğiz? Biz onlara ancak kılıçla
karşı dururuz.”
Bunun üzerine Rasul
SallAllah’u
Aleyhi Vesellem
şöyle dedi:
إني رأيت العرب رمتكم عن قوس واحدة فأحببت أن أصرفهم عنكم فإذا
أبيتم ذلك فأنتم وأولئك إذهبوا فلا نعطيكم إلا السيف
“Ben Arapların
bir tek yaydan çıkan oklar gibi üzerinize çullandığını
gördüm onları üzerinizden savmak istedim. Eğer bunu kabul
etmezseniz, işte siz ve işte onlar. (O elçilere dönüp)
Haydi gidin. Biz size sadece kılıç gösteririz."
Bu delâlet ediyor ki,
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
Müslümanlarda zayıflık hissettiğinde başlangıçta sulh
yapmaya meyletti. Sonra onlarda Sa’ad b. Muaz ve Sa’ad b.
Ubâde RadıyAllah’u Anh’ın sözleriyle
onlarda kuvvet olduğunu görünce de bunu yapmaktan kaçındı.
Bu zarar görme korkusu olduğunda, onlara mal vermek üzere
kâfirler ile sulh anlaşması yapmakta bir sakınca olmadığına
delâlet etmektedir. Zira onlar Müslümanlara galip gelirlerse
bütün mallarına el koyarlar ve nesillerini esir alırlar. Şu
halde, Müslümanların mallarına ve nesillerine gelecek
zarardan esirgemek için malın bir kısmını vermek ehvendir ve
daha faydalıdır.
|