a- İslâm'ı Tekrar Hayata Hakim Kılmak İçin
Çalışmanın Farziyeti:
Allahu Teala şöyle buyurdu:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم
واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله
"Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet, heveslerine
(akıllarına) uyma. Allah'ın sana indirdiği
şeylerin bazısından seni saptırmalarından sakın." (Maide
49)
Allahu Teala, insanları hidayete ulaştırmak ve
dünyadaki bütün beşeri toplumların tarz ve şekillerinden farklı,
apayrı ve hiç benzeri bulunmayan bir tarzda, evrensel bir toplumu
meydana getirmek için Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'i İslâm
risaletiyle bütün dünyaya bir Rasul olarak göndermiştir. Yine bu
toplumun akidesi olarak, siyasi ruhi bir akide olan İslâm
akidesini kabul etmiştir ki, bu akideden fışkıran ve onun esası
üzerine tesis edilen bütün fikirler, dünya ve ahiret işlerinin
güdülmesi ile ilgili hükümleri ele alır. Hayata bakışı, ister
toplumun üzerine kurulduğu esas olsun, ister kendisini teşrî eden
(meydana çıkartan) kaynakta olsun, isterse külli ve cüzi
hükümlerde olsun yine onu dünyada varolan bütün fikir ve
hükümlerden değişik, onlardan farklı fikir ve hükümler olarak
kabul etmiştir.
İslâmiyet'in bu siyasi akidesi; hayatın bütün
işleri ve insanlar arasındaki bütün ilişkiler hakkında fikir ve
hükümler gösterdiği gibi, bu işleri ve ilişkileri gütmekle ilgili
fikir ve hükümler de göstermiştir. Bu işler ve ilişkiler, ister
hükmetmekle veya iktisatla ve sosyal hayatla, eğitim veyahut iç ve
dış siyasetli ilgili olsun, ister İslâm devletinin diğer
devletler, ümmetler ve halklarla olan alakalarıyla ilgili olsun,
ister idare edenle idare edilen insanlar arasındaki alakalarla
ilgili olsun, isterse fertler arasında cereyan eden muameleler
hakkında veya akideye, canlara, mallara, ırzlara, haysiyetlere
yapılan tecavüzlerle ilgili cinayetlere ilişkin bütün hususlarda
olsun hepsi de bu siyasi akideye bağlıdır.
Bunun için, İslâmiyet'in getirdiği bu siyasi
akide, şümullü/kapsamlı ve kamil/olgun bir akidedir. O hayatın
bütün tezahürlerini ve şekillerini ele aldığı gibi, hayatın bütün
vakıalarını da en ince şekilde ele alıp, tedavi eder tanzim eder.
Allahu Teala şöyle buyurdu:
اليوم أكملت لكم دينكم وأتممت عليكم نعمتي ورضيت
لكم الإسلام دينا “Bugün size dininizi
tamamladım, sizin için nimetimi tamamladım ve sizin için bir din
olarak İslâm'ı kabul ettim.” (Maide 3)
İslâm siyasi akidesi, Müslümanlara İslâm'dan
fışkıran hükümleri aynen uygulamalarını, onun esası üzerine
kurulan, müstakil ve sadece kendine dayanan İslâm’i bir varlık
kurmalarını ve benzeri bulunmayan tarzda bir toplum tesis
etmelerini farz kıldı. Ayrıca cinsleri, ırkları ve renkleri ne
kadar değişirse değişsin, bütün Müslümanların İslâm akidesi
etrafında toplanıp bir ümmet olmaları, tek bir devlet gölgesi
altında, sancağı La İlahe İllallah Muhammedur Rasulullah
olan, Rasullulah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in siyah Rayet-ül
Ukab sancağı altında yani tek bir bayrak altında
toplanmalarını farz kılmıştır. İslâm akidesi, ölçü olarak helal ve
haramı ele aldığı, onların bakış yönlerini tek bir yöne
birleştirdiği gibi, vakıa ve hadiseler için her konuda hüküm
vermek için bu akideden çıkan nizama yani İslâm nizamına
başvurmalarını, onunla hükmetmelerini bütün Müslümanlara farz
kılmaktadır.
Allahu Teala bütün Müslümanlara, bütün
meselelerini Allah ve Resulünün hükümlerine götürmeyi, Resulü
Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'e indirdiklerini (Şerîatı)
uygulamayı, onlarla hükmetmeyi ve hayatın herhangi bir iş ve
hususunda ondan başkasıyla hükmetmemeyi kitabında emretti:
إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس
بما أراك الله ولا تكن للخائنين خصيما
"Sana kitabı (Kur’an'ı) hak ile
indirdik ki, Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında
hükmedesin." (Nisa 105)
Yine Allahu Teala, insanların heveslerine ve
görüşlerine bağlanmayı ve Allah'ın indirdiği hükümlerden başka
hükümlerle hükmetmeyi, yasakladığı gibi, insanların kendisini
Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından uzaklaştırmalarından
sakındırdı. Şöyle ki;
وأنزلنا إليك الكتاب بالحق مصدقا لما بين يديه من
الكتاب ومهيمنا عليه فاحكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم عما
جاءك من الحق لكل جعلنا منكم شرعة ومنهاجا ولو شاء الله لجعلكم أمة
واحدة ولكن ليبلوكم في ما آتاكم فاستبقوا الخيرات إلى الله مرجعكم
جميعا فينبئكم بما كنتم فيه تختلفون
“Sana da, daha önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere hak
olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) gönderdik. Artık aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da
onların arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir
şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet
yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi
denemek için (böyle yaptı). Öyleyse iyi işlerde
birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık size,
üzerinde ayrılığa düştüğünüz şeylerin (gerçek tarafını) O
haber verecektir. (Maide 48)
Burada Resule yapılan hitap, onun nezdinde
ümmetine yapılan hitaptır. Öyleyse Allah'ın indirdikleri ile
hükmetmek Resulüne farz olduğu gibi bütün Müslümanlara da farz
olur. Allahu Teala Müslümanların da Allah'ın indirdikleri ile
hükmetmelerini, sübutu ve delaleti kat'î olan Kur’an'ı Kerim'in
ayetleriyle emretti ve Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri,
kâfirler, zalimler, fasıklar olarak gösterdi. Şöyle ki:
ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون
"... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta
kendileridir." (Maide 44)
ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الظالمون
"... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, zalimlerin ta
kendileridir." (Maide 45)
ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الفاسقون
"... Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, fasıkların ta
kendileridir." (Maide 47)
Yine Müslümanlara, Allah'ın ve Resulünün bütün
hükümlerine mutlak şekilde teslim olmaları, İslâm hükmünün kabul
edilmesinden dolayı nefislerinde herhangi bir sıkıntının
bulunmamasını da farz kılmıştır. Allahu Teala şöyle buyurdu;
فلا وربك لا يؤمنون حتى يحكموك فيما شجر بينهم ثم
لا يجدوا في أنفسهم حرجا مما قضيت ويسلموا تسليما
"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarına çıkan ihtilaflarda seni
hakem kılmadıkça iman etmiş olmazlar."
(Nisa 65)
Allahu Teala mü'minlerin idareciler ile
aralarında çıkan ihtilafta da Allah'ın ve Resulünün hükümlerine
dönmeyi emretti. Şöyle buyurdu:
فإن تنازعتم في شيء فردوه إلى الله والرسول
Eğer Allah'a ve kıyamet gününe iman etmiş iseniz, bir şey
hakkında çekişince, o hususu Allah'a ve Resulüne götürün.
(Nisa 59)
İşte bu ayet, bütün meseleleri Allah'ın ve
Resulünün hükümlerine götürmeyi Allahu Teala'ya ve kıyamet gününe
imanın işaret, göstergesi saymıştır.
Bunun için Müslümanların fakihleri ve
müçtehitleri Dar-ül İslâm'ı şöyle tarif etmişlerdir: "İçinde
İslâm ahkâmının (İslâm hükümlerinin) uygulandığı ve emniyeti
Müslümanların emniyeti altında olan yerdir." İslâm
hükümlerinin uygulaması durdurulup, küfür hükümleri uygulanırsa o
memleketin bütün ahalisi (Türkiye gibi) Müslüman da olsa, o yer
Dar-ül Küfre çevrilmiş olur.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, Allahu
Teala'nın kendisine indirdiği İslâmiyet'i aynen hayatın her
alanında uygulamıştı. Ondan sonra gelen Müslümanlarda Raşit
Hâlifeler döneminde İslâm'ı aynen uyguladılar. Yine bütün asırlar
boyunca, Müslümanların idarecileri tarafından da uygulanmıştı.
Fakat bazı dönemlerde kötü tatbikatlar meydana geliyordu. Bu
bozukluklar özellikle iktidar ve maliye işlerinde oluyordu. Bu
kötü tatbikatların meydana gelmesine rağmen İslâm dışında başka
bir şeyin tatbiki söz konusu olmuyordu. Osmanlı devletinin son
günlerinde, inhitat/yıkılma asrının sonlarına kadar başka bir
düzen ortaya atılmadı. Osmanlı devleti zaafa uğradıktan sonra,
İslâm hüküm ve nizamları hakkında ve hayat vakıalarını o hüküm ve
nizamların tanzim etmesi hakkında şüpheler ortaya çıkartılmaya
çalışıldı. Avrupa kendi ekonomik ve teknolojik kalkınmasını
gerçekleştirdikten sonra Müslümanların içinden bazı kişileri
etkiledi. Sömürgeci kafir batı devletleri böylesi kişileri de
kullanarak, kendi batı hadaretine/kültürüne, fikir ve nizamlarına
davet etmeye başladılar. Aralıksız devam ettirilen yoğun ve
aldatmaya yönelik müjdeleyici hamlelerin, propagandaların
nihayetinde Hilâfet devleti yok edildikten sonra, kâfir batı
devletleri, İslâm hüküm ve nizamlarını uygulamadan kaldırmak ve
yerine kendi hüküm ve nizamlarını koymak için birçok imkânlar,
fırsatlar kazandılar, buldular. Kâfir batı devletleri, böyle
ortamlarda kendi hadaretlerinden kaynaklanan fikir ve mefhumlarını
Müslümanlar arasında yerleştirmek için birçok fırsatları buldular.
Bundan gayeleri, İslâmiyet'in fikri, kültürü, düzeni ve hükümleri
tamamen Müslümanlardan uzak kalsın, İslâm hayata ve iktidara
dönmesin ve Hilâfet tekrar vücuda gelmesin ki, böylelikle
kendileri Müslümanların memleketlerine hakim olsun, servetlerini
ve bütün zenginliklerini soymada ve yağmalamada emin olsunlar.
İslâm toprakları, kâfir batı devletlerinin fabrikaları için
hammadde kaynakları ve ürettikleri her şey için tüketici pazarlar
haline çevrilip bu halde devam etsin. İslâm topraklarını stratejik
bölgeler haline getirip, kâfir batı memleketleri ve devletleri
için ileri savunma hattı olsun.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, İslâm hayattan
ayrılamayacağı gibi, hayatın bütün müşküllerini tedavi etmek,
hayatı tanzim etmek için gelmiştir. Devleti kendisinden bir parça
olarak saymıştır. Çünkü devlet, kendi nizamı ve hükümlerinin
uygulanması için kabul ettiği ve farz kıldığı bir metottur. Yine
İslâm'ın bakış açısı ve olaylar, vakıaları, nizam ve fikirleri
ölçmek için kullandığı ölü, helal ve haramdır. Bu aynı anda itici
ve hareket verici bir faktördür. Allahu Teala İslâm hükümlerine
göre değil de, tağut ve küfür hükümlerine göre muhakeme olmayı
isteyenleri, şu şekilde teşhir etti:
يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن
يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا
"Tağuta muhakeme olunmak istiyorlar. Fakat onlara onu inkâr
etmeleri ve reddetmeleri emredildi. Şeytan onları uzak delalete
düşürmek istemektedir." (Nisa 60)
Şüphesiz ki, İslâmiyet'in hayat vakıasına ve
iktidara geri dönmesi, devletin resmi dininin İslâm olduğunu
belirten bir maddenin anayasaya koyulması veya İslâmiyet'in
anayasa ve kanunlar için bir kaynak olduğunu ifade eden bir
maddenin bulunmasıyla da mümkün olmaz. Çünkü böyle bir madde
koymak şekli ve değersiz bir şey olduğu gibi, idarecilerin
Müslümanları aldatmak için başvurdukları bir yoldur.
Şüphesiz ki, İslâm'ın yeniden iktidara ve hayat
vakıasına dönmesi ancak ve ancak İslâm akidesini anayasa ve diğer
kanunlar için bir esas olarak kılmakla ve varolan bütün iktidar
şekillerini iptal edip İslâm'daki iktidar şekli olan halifelik
veya imamlığı tekrar iade etmek, mevcut olan bütün anayasa ve
kanunları ortadan kaldırıp onların yerine Allahu Teala'nın kitabı
ve Resulünün sünnetinden ve onların göstermiş olduğu Şer'î kıyas
ve icmadan alınan ve İslâm akidesine göre tesis edilen anayasa ve
kanunlar koymakla gerçekleşir.
Allahu Teala, hayatımızın her işinde
İslâmiyet'i uygulamamızı farz kıldığı gibi, İslâmiyet'in bakış
açısıyla da, kayıtlı olmamızı farz kılıyor. Yine bütün vakıa,
olay, nizam ve fikirlere bakarken helal ve harama bakmamızı farz
kıldığı gibi, onu ölçü olarak kullanmamızı da farz kıldı. Nitekim
bu helal ve haram ölçüsü Hilâfeti iade etmeyi ve Allahu Teala'nın
hükmünü yeryüzüne tekrar geri getirmek için çalışmamızı farz
kıldı. Bu nedenle üzerimizden günahı kaldıralım. İdarecilerin
direnişleri, vahşice işkence çektirmeleri ve zulümleri bizleri
dehşete düşürmesin. Azimlerimizi kırmasın. İslâmiyet'i yeniden
hayata iade etmek için yapacağımız çalışmada mallarımız,
çocuklarımız, eşlerimiz, aşiretimiz, ticaret ve mülkümüz bizi
engellemesin. Zira bunların hepsi fanîdir ve bütün bunlar Allah
Subhânehu Ve Teala'nın nezdinde bizim için mazeretler değildir.
Öyle ise Allahu Teala'nın emrine icabet edelim ki, başarılı olup
zilletten izzete çıkarak dünyada ve ahirette Allah'ın azabından
emin olarak O'nun sonsuz rahmet ve nimetlerine kavuşalım.
Müslümanların hem Allahu Teala'nın indindeki
mesuliyetlerinden kurtulmaları, hem de dünyadaki şu zilletten
kurtularak izzete kavuşmaları ve böylelikle dünya ve ahirette
kurtulanlardan, ebedi saadete kavuşanlardan olmaları için, İslâm
nizamını yeniden hayata hakim kılacak ve Allah'ın hükümleriyle
hükmedecek olan hilâfet devletinin kurulması için ihlasla
çalışmaları, mücadele etmeleri, Allah Subhânehu Ve Teala'nın şu
ayetine dikkatlerini vermeleri olmazsa olmaz şartlardandır:
قل إن كان آباؤكم وأبناؤكم وإخوانكم وأزواجكم
وعشيرتكم وأموال اقترفتموها وتجارة تخشون كسادها ومساكن ترضونها أحب
إليكم من الله ورسوله وجهاد في سبيله فتربصوا حتى يأتي الله بأمره
والله لا يهدي القوم الفاسقين "Deki,
babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz,
kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan Resulünden ve Allah
yolunda cihat etmekten daha sevgili ise Allah'ın emrinin
(dünyada belaların ve ahirette azabın) gelmesini bekleyin.
Allah fasık kavmi (Allah'tan ve Resulünün ve onun yolunsa
cihat etmekten başka şeyler tercih eden yoldan çıkmış, sapmış
kavmi) hidayete erdirmez." (Tevbe 24)
b- Raşidi Hilâfet Devleti’nin Önemi ve
Kurulmasının Farziyeti:
Bilhassa 19. yüzyılın sonlarına doğru hilâfet
hakkında pek çok yazı yazıldı ve çok saldırı yapıldı. O dönemde
hilâfete saldıranlar, İslâm'ın ve Müslümanların düşmanları
sömürgeci kâfirlerin kalemleri durumunda olan müsteşrik
kâfirlerdi. Onlar kaleme aldıkları makale ve kitaplarında İslâm’i
değerlere özelliklede Hilâfet kavramı ve sistemine sürekli olarak
iftira, yalan ve karalama kampanyası ile alçakça saldırıyorlardı.
Bu süfli/alçak çalışmaları karşılığında da küfür devletlerinden
keseler dolusu altınlar ve çeşitli unvanlar (Dr, Doç, Prof vb.)
alıyorlardı. Bu müsteşrikler denilen kâfirler hilâfet hakkında
sürekli şunları yazıp söylüyorlardı: "Hilâfet despotist bir
sistemdir." "Müslümanların kitabında "hilâfet" diye
bir sistem yoktur. Onun için hilâfet İslâm'a ait değil de Araplara
ait, özellikle Muhammed'den sonra Arap geleneğine uygun olarak
ortaya çıkmış tarihi bir kurumdur." (T. Arnold)
O alçak kâfirlerin böylesi alçak saldırı ve
karalamalarını anlamamız mümkündür. Çünkü Rabbimizin de buyurduğu
gibi;
إن الكافرين كانوا لكم عدوا مبينا
"Muhakkak ki kafirler size apaçık düşmandırlar."
(Nisa 101)
Anlayamadığımız husus, bugünlerde Müslümanların
evlatlarından bazı yazar diye bilinenlerin aynı çizgide sözleri
hem de "İslâm'ı iyi anlama" sloganı altında terennüm edip
durmalarıdır. Şimdi bu sözlerden bazılarını buraya alarak
incelemeye tabi tutalım:
-Anlaşılıyor ki hilâfet siyasal kaygılarla
üretilmiş bir adlandırmadır ve hep de öyle kalmıştır.
-Asıl üzerinde durmak istediğimiz konu, İslâm
ümmetinin siyasal birliğinin sembolü olan hilâfet...
-Müslüman aydınlar, hızla ümmetleşmeye doğru
yol alan dünyamızda İslâm ümmetinin birliği için yeni projeler
üretmeli, konunun üzerine hassasiyetle eğilmelilerdir.
-Hilâfetin, Türkiye istese bile
canlandırılabileceğini sanmıyoruz. Günün dünyasına, bugünün
ihtiyaçlarına cevap verecek yeni kurumlar gerekiyor.
-Hilâfetin ilanı dertlere derman olsaydı,
Osmanlı devleti yıkılmazdı. Emeviler'de, Abbasiler'de, Endülüs'te
hâlifeler vardı, sonra ne oldu? Bir kişi hâlife olsa bile elli
tane İslâm ülkesinin hangisine laf anlatacak? Hâlife yerine İslâm
asambles/kurulu düşünülmeli. Bu meclis belki bir şeyler yapabilir.
Avrupa'daki birlik ve beraberlik bize de örnek olmalı. İslâm
ülkeleri de aynı hakkı kullanmalı.
-Hilâfetin, Müslüman bireyin ve geleneksel
dünyanın bilincinde halâ güzel bir hatıra hatta kutsal bir makam
olduğunda şüphe yok. Ama ben yine de bu kurumun dinî mi yoksa
tarihi mi olduğu yolunda bir sualin sorulmasını gerekli görüyorum.
-Hilâfet modelinde hukuki boşluklar...
-Raşid hâlifelerin hilâfet modeli kendi
döneminin şartlarında önemli bir fonksiyon görmekle beraber bugün
için karşımıza bazı zorlukları çıkarmaktadır... Bütün bunlardan
hareketle, Kur’an'da ve Sünnette İslâm kamu hukuku ile ilgili, yer
alan hükümleri göz önüne aldığımızda ilk İslâm cemaatinin
geliştirdiği hilâfet modelinin bir sahabe içtihadı olduğu sonucuna
varıyoruz. Sahabe içtihadı hukukun kaynakları arasında yer almakla
beraber sonuç itibarı ile içtihat olması dolayısıyla dinin usulü
kapsamında değil, füru kapsamında yer almaktadır. Bu da devletin
kuruluşu yönetilenlerin yöneticilerle olan ilişkileri ve bu
konularda ihtiyaç hissedilen hukuki kural ve mekanizmalar tarif ve
ihdas etme (yeniden bir şey yapmak, meydana getirmek) konularının
kısaca, kamu hukukunun Müslümanların içtihadına, zamanın ve
şartların icabına bırakıldığını göstermektedir. Nitekim Kur’an ve
Sünnet sabit bir yönetim şekli öngörmemiştir. Belki hilâfet tarihi
bir kurum olma özelliğinin ötesinde, yeni içtihat ve İslâm’i
perspektiflerle İslâm dünyasında siyasi ve manevi bir üst
birleştirici kimlik rolü oynayabilir. Ama her durumda bu içtihat
alanına ait bir konudur ve Müslüman dünya içtihat sayesinde
hilâfeti yeniden tanımlamak ve gerekiyorsa çıkış yolunu
bulabilecek kaynak ve iradeye sahiptir.
Bütün bu ifadelerden şu sonuçlara varılmak
istendiği görülüyor:
1- Kur’an ve Sünnette bir yönetim modeli ve
kamu hukuku ile ilgili bir düzenleme yoktur.
2- Hilâfet İslâm'a ait değil de sahabelerin
ve diğer Müslümanların o zamanki şartlar içinde bulup
geliştirdikleri bir sistemdir. Yani İslâm’i değil de tarihi bir
kurumdur.
3- Müslümanlar zaman ve mekân şartlarına,
koşullarına göre yeni yeni hüküm, kanun ve sistem
geliştirebilirler ve de geliştirmelidirler.
4- Raşidi hilâfet de dahil, hilâfet sistemi
günün ihtiyaçlarını karşılayamaz. Ya da hilâfet sistemini
uygulamak zordur. Onun için Müslümanlar hilâfet sistemi yerine,
Avrupa modelinden esinlenen bir İslâm asamblesi sistemini
almalıdırlar.
Bu noktalara cevap vermeye geçmeden önce şunu
belirtmek istiyoruz: Bu fikirler, eğer ihanet mahsulü değilse
ancak gaflet ve cehalet mahsulüdürler. Kesinlikle İslâm’i bir
zihniyete ait değildirler. Müsteşrik kâfirlerin takriben bir asır
önce ekmiş olduğu tohumlarla ümmetin bağrında biten ayrık
otlarıdır. Bunu böyle bilip böyle değerlendirmek gerekir. İslâm
şeriatına dayanmayan her fikrin merdud olduğu bilinip sahiplerinin
suratına fırlatılmalıdır. Ümmetin, özellikle de İslâm'a tekrar
yönelmiş durumda olan genç neslin akıllarını, zihinlerini İslâm
kisvesine büründürülmeye çalışılan böylesi fasit ve merdud
fikirler ile kirletmeye kimsenin hakkı yoktur. İslâm’i zihniyete
sahip olmayan insanlar, birtakım İslâm’i malumata sahip olsalar da
küfrün taşeronu olmaktan kurtulamazlar. Bu fikirlerin sahiplerine,
kendilerine gelip, mevcut maslahatçı veya şartlara ve koşullara
teslimiyetçi İslâm esaslarına dayanmayan düşünce yapılarını top
yekûn çöpe atıp, İslâm’i düşünce sistemini ve zihniyetini korumak
için çalışmalarını ve Allahu Teala'dan hakkıyla korkmalarını
tavsiye ediyoruz.
Şimdi yukarıda iktibas edilen ifadelerden çıkan
o dört maddeyi cevaplandırmaya çalışalım:
1- Kur’an ve Sünnette bir yönetim modeli ve
kamu hukuku ile ilgili bir düzenleme yok mudur?
Yani devletin kuruluşu, yönetim şekli,
yönetenlerin yetki ve sorumlulukları, yönetenle yönetilenler
arasındaki ilişkiler ve bu konuda gerekli olan hukuki kural ve
mekanizmalar hakkında bir düzenleme yok mudur? Bu saydığımız
hususların insan yaşamında bir yeri yok mudur? İslâm hayatın
tamamını kapsayan bir din değil midir? Allah bu dini tamamlayıp
ikmal etmemiş midir? Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem
Allah'ın indirdikleriyle hükmettiği, yönettiği bir devlet kurmamış
mıdır?
Elbette ki, devlet ve toplum ilişkileri
toplumsal bir varlık olan ferdin yaşamında büyük bir yer teşkil
eder. Fert bu yaşamından ahirette de hesaba çekilecektir. Elbette
ki Allahu Teala, dinî yaşamın bu kesimini ihmal etmiş değildir.
Hayatın en ince ayrıntısına kadar düzenlemeler getiren bu din,
hayatın takriben üçte ikilik kısmını dolduran toplumsal ve
devletle ilgili yönünü ihmal mi etmiştir? Elbette ki hayır.
Nitekim Kur’an ve Sünnette geçen binlerce geçen ahkam ayetleri ve
hadisleri bunu ifade etmiyor mu?
Müslümanlar ancak Allahu Teala'nın indirdiği
hükümler ile yani İslâm Şerîatı ile yönetilmeye razı olmakla, onun
dışındaki sistemleri yani tağuti sistemleri reddetmekle
emrolundular. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurdu:
ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل
إليك وما أنزل من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن
يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا (60)وإذا
قيل لهم تعالوا إلى ما أنزل الله وإلى الرسول رأيت المنافقين يصدون
عنك صدودا "Sana indirilene ve senden
önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi?
İnkâr ve reddetmekle emrolundukları halde tağut ile yönetilmek
istiyorlar. Şeytan ise onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlar
Allah'ın indirdiğine (Kur’an'a) ve Resulüne gelin
denildiğinde münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün."
(Nisa 60-61)
Allahu Teala, Resulüne ve onun şahsında İslâm
ümmetine Allah'ın indirdikleri ile hükmetmesini emretti. Şöyle
buyurdu:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم
واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك فإن تولوا فاعلم أنما
يريد الله أن يصيبهم ببعض ذنوبهم وإن كثيرا من الناس لفاسقون
“(Sana şu talimatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile
hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği
hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer
(hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah
ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek ister.
İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” (Maide 49)
Allahu Teala Resulüne Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyi emretmekle birlikte ona bunun keyfiyetini, yani yönetim
şeklini de gösterdi. Şöyle ki:
إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس
بما أراك الله ولا تكن للخائنين خصيما
"Muhakkak ki biz, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği
biçimde hükmedesin diye sana kitabı hak ile gönderdik."
(Nisa 105)
Allahu Teala emirlerini metodu ile birlikte
göndermiştir. Allahu Teala tarafından yapılması ile emrolunduğumuz
bir şeyi yine Allah'ın gösterdiği biçimde yapmakla da emrolunduk.
Zira Allahu Teala İslâm'ı fikir ve metot bütünlüğü içinde
göndermiştir. Nitekim şöyle demiştir:
لكل جعلنا منكم شرعة ومنهاجا
"Her birinize bir şerîat ve metot verdik."
(Maide 48)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem her
hususta olduğu gibi elbette ki Allahu Teala'nın indirdikleri ile
yönetirken de, Allah'ın kendisine gösterdiğine yani gönderdiği
vahye tabi oluyordu. Zira Allahu Teala şöyle dedi:
قل إنما أتبع ما يوحى إلي من ربي
"Deki, ben ancak Rabbimden bana vahyolunana tabi olurum."
(Araf 203)
O halde Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem
Allahu Teala'nın indirdikleri ile yönettiği bir devlet kurduğuna
göre, bu devletin kuruluşu, yönetim şekli, kamu hukuku ile ilgili
tüm düzenlemeler ve mekanizmalar elbette ki Rabbimizin ona
göstermesine yani vahyine göre olmuştur. Yani bu uygulama
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in şahsi görüşüne veya
sahabelerin ve Müslümanların görüşlerine ya da zaman ve mekan
şartlarına göre değildir. Nitekim Rasulullah'ın kurduğu devletin
yönetim şekli ve kamu hukuku zamanındaki hiçbir devletin yönetim
şekline benzemiyordu. Ne Kureyş'in yönetimine ne de Yahudilerin
yönetimine, ne Yemen'in ne Habeş'in yönetimine, ne Kisra'nın ne de
Kayser'in yönetim şekline, kısacası hiçbirine benzemiyordu.
Kendisine has bir yönetimdi.
Devletin başında yönetici, yanında muavinleri,
ülkenin idari birimleri olan vilayetlerde valiler, belli
hükümlerin uygulanması ile yükümlü amiller, yargı işlerini yürüten
kadılar, ordu ve teşkilatı, kendileri ile istişare eden toplumun
ileri gelenleri, işlerin ve maslahatların idaresi için tayin
edilmiş daire müdürleri statüsündeki kâtipler ve tümünün arasında
varolan organik yapı ile kendisine özgün bir devletti. Bunun böyle
oluşu, hevasından ve aklından hareket etmeyen Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in fiili Sünnetidir. O halde Kur’an ve
sünnette bir yönetim modeli ve kamu hukukunu düzenleyen sabit
kurallar yoktur, denilebilir? Yoksa Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in fiili sünneti hiçe mi sayılıyor? Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in vahye tabi olarak kurmuş olduğu bu devlet
modeline hilâfet veya imâmet, yöneticisine hâlife, imam veya
Emir-el mü'minin ya da sultan denmesi de yine Kur’an ayetlerine ve
hadislere binaendir. Bunlar sonradan uydurulmuş isimler
değillerdir. Bununla ilgili birkaç ayet ve hadisi şerif şöyledir:
ياداوود إنا جعلناك خليفة في الأرض
"Ey Davut! Biz seni yeryüzüne hâlife yaptık..."
(Sad 26)
قال إني جاعلك للناس إماما
"Ben seni, insanlara imam yapacağım, dedi."
(Bakara 124)
Hadisi Şerifte şöyle geçti:
"İmam da çobandır ve tebaasından mesuldür..."
(Buhari, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel)
"Muhakkak ki imam bir kalkandır, onun arkasında
savaşılır ve onun ile korunulur." (Buhari, Müslim, Ebu Davut,
Nesai, Ahmed b. Hanbel)
"Kim bir imama biat edip, elini sıkarsa ve rıza
gösterirse, gücünün yettiği kadar itaat etsin..." (Müslim,
Nesai, İbni Mace, Ahmed b. Hanbel)
"Kim ki emirinde kerih bir şey görürse,
sabretsin..." (Buhari, Müslim, Ebu Davut)
"Velisi olmayanın velisi ise sultandır."
(Ebu Davut, Tirmizi, İbni Mace, Daremi, Ahmed b. Hanbel)
Bütün bunlara ve daha birçok delillere rağmen
yine de; ‘Kur’an ve Sünnette bir yönetim modeli yoktur, hilâfet
yoktur’ demek için ya bu delilleri inkâr etmek ya da kör olmak
gerekir.
2- Hilâfet İslâm'a ait değil de sahabelerin
ve diğer Müslümanların o zaman ki şartlar içinde bulup
geliştirdiği bir sistem midir? Yani İslâm’i değil de tarihi bir
kurum mudur?
Hilâfet'in İslâm'dan olduğunu Kur’an ve
Sünnetten deliller ile yukarıda izah etmeye çalıştık. Buna rağmen
hilâfetin İslâm'dan olmadığı nasıl söylenebilir? Nasıl sahabelerin
ve diğer Müslümanların uydurduğu veya uydurdukları bir sistemdir,
İslâm’i değil de tarihi bir kurumdur denilebilir? Bu çok isafsızca
bir iddiadır. Öyledir çünkü Allahu Teala insan yaşamının tamamını
kapsayan bir din göndermiştir. Bu dini de "nimeti" olarak
vasıflandırıp tamamladığını, kemale erdirdiğini ve ancak ondan
razı olduğunu başka hiçbir din ve yaşam modeline razı olmadığını
bildirmiştir:
اليوم أكملت لكم دينكم وأتممت عليكم نعمتي ورضيت
لكم الإسلام دينا "Bugün size dininizi ikmal
ettim ve üzerinize nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak
İslâm'dan razı oldum." (Maide 3)
إن الدين عند الله الإسلام
"Muhakkak ki Allah nezdinde din İslâm'dır."
(Ali İmran 19)
ومن يبتغ غير الإسلام دينا فلن يقبل منه وهو في
الآخرة من الخاسرين "Kim İslâm'dan başka bir
din ararsa bilsin ki, kendisinden böyle bir din asla kabul
edilmeyecek ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır."
(Ali İmran 85)
Şu halde, Allahu Teala hayatın tamamını
kapsayan kâmil bir din göndermiştir. Hilâfet de, hayatta yönetim
ve kamu hukuku ile ilgili Şer'î ahkâmdandır. Yani Allah'ın
dinindendir.
Ayrıca hilâfeti sahabelerin görüşü olarak
söylemek de abesle iştigaldir. Demek ki, Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem vefat edince sapıttılar da Allahu Teala'nın
dininde olmayan yeni bir yönetim modeli ortaya attılar, öyle mi?
Böylesi bir iddia Allahu Teala'nın övgüsüne mazhar olmuş sahabeler
hakkında adi bir iftiradan ve saygısızlıktan başka bir şey
değildir. Zira Allahu Teala onları şöyle methetmiştir:
والسابقون الأولون من المهاجرين والأنصار والذين
اتبعوهم بإحسان رضي الله عنهم ورضوا عنه وأعد لهم جنات تجري تحتها
الأنهار خالدين فيها أبدا ذلك الفوز العظيم
"(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler
ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah
onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah
onlara, içinde ebedi kalacakları zemininden ırmaklar akan
cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur." (Tevbe
100)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den sonra
sahabeler, kimin hâlife olacağını aralarında istişare ile
tartıştılar. Ancak bu tartışma kesinlikle sistem tartışması
değildi. Çünkü Allahu Teala dinini noksan göndermedi. O'nun
dininde hukuki bir boşluk kesinlikle yoktur. Öylesi bir iddia
ancak Allahu Teala'ya ve dinine adi bir iftira olur.
Bu hususta söylenen şu sözlerin batıllığına
dikkat edilmesi gerekir:"İlk İslâm cemaatinin geliştirdiği
hilâfet modelinin bir sahabe içtihadı olduğu sonucuna varıyoruz.
Sahabe içtihadı hukukun kaynakları arasında yer almakla beraber
sonuç itibarı ile içtihat olması dolayısıyla dinin usulü
kapsamında değil dinin füru kapsamında yer almaktadır."
Bu sözler karşısında soruyoruz! İctihad tarihi
bir kurum mudur? Mücerret beşeri bir görüş müdür? Tarihi bir kurum
ve mücerret beşeri bir görüş ise, nasıl İslâm hukukunun kaynağı
olabilir? Dinin usulü nedir, füru nedir? Dinin usulü alınır da
füru terk mi edilir? Dinin usulünden amaç sadece inançlar ise
İslâm dininin Şerîat ve ahkâmı zamanla terk edilebilir mi? Dinin
usulünden kasıt usulü fıkıh ise, yani fıkhın kaynakları ise
sahabenin içtihadı da fıkhın kaynağından dendiğine göre dinin
usulünden sayılmaz mı?
Bu soruları yukarıda iktibas ettiğimiz sözün ne
denli boş ve kendi içinde tutarsız, çelişkili bir söz olduğunu
göstermek için sorduk. İçtihat mücerret beşeri bir görüş değildir.
Şari'nin hitabına yani Şer'î delile dayalı olarak kişinin zihninde
Şari'nin hükmü olduğuna dair oluşan kanaattir. Şer'î delile dayalı
olmayan fikir, görüş ve ameller içtihat değildir. Müslümanların
nezdinde böylesi görüşlerin hiçbir kıymeti de yoktur.
Zira Şerîata dayanmayan her fikir ve amel
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in ifadesiyle merdudtur:
"Kim bizim bu işimizde (dinimizde) olmayan bir şeyi
sonradan ortaya koyarsa (ihdas ederse) o ret olunur." (Müslim)
"Bizim dinimize dayanmayan her amel ret
olunur." (Müslim)
Şu halde mücerret beşeri görüşe Şer'î ıstılahta
içtihat denmez. İçtihat, istihraç ya da istinbattır. Yani hükmü
delilden çıkarmaktır. Başka bir deyimle içtihat; Şer'î hükmü
Şer'î delilden çıkarmanın yolu ve belli bir Şer'î disiplin içinde
yapılan çalışmadır. Onda keyfilik yoktur. İçtihat neticesinde
kişinin zihninde oluşan kanaat Şer'î hükümdür. Yani o konu
hakkında Allahu Teala'nın hükmüdür. Şu halde içtihat ile elde
edilen hüküm şahsi görüş değil İslâm’i görüştür. Yani dindendir.
Eğer dinin füru diyerek kastedilen Şer'î hükümler ise, içtihat ile
elde edilmiş bile olsa biz Müslümanlar İslâm'ı usulü ve füru ile
topyekun kabul etmekle ve ona teslim olmakla emrolunduk. Zaman,
mekân şartlarına göre veya şahıslara göre biz Şer'î hükümleri terk
etme ya da değiştirme hak ve yetkisine sahip değiliz. Dinde
keyfilik yoktur. Kim bunu yapmaya kalkarsa, dini zaman mekân
şartlarına uydurmaya, çağdaşlaştırmaya kalkarsa, Kur’an'ı Kerimde
açıkça zemmedilen Yahudi ve Hıristiyanların dinlerini tahrif
etmeleri sıfatı ile sıfatlanmış olur:
فبما نقضهم ميثاقهم لعناهم وجعلنا قلوبهم قاسية
يحرفون الكلم عن مواضعه ونسوا حظا مما ذكروا به
"Sözlerini bozmaları sebebi ile onları lanetledik ve kalplerini
katılaştırdık. Onlar kendilerine zikredilenin önemli bir kısmını
unutarak kelimelerin yerlerini değiştirirler."
(Maide 13)
Şu halde, sahabe içtihadıdır diyerek hilâfeti
şahsi ve tarihi bir görüş ve kurum olarak saymak ve iddia etmek
boş ve batıl bir iddiadır. Kaldı ki; hilâfet sahabe içtihadı da
değildir. Hilâfet Allah'ın Resulüne gönderdiği bir yönetim
sistemidir.
3- Müslümanlar zaman ve mekan şartlarına,
koşullarına göre yeni yeni hükümler, kanun ve sistemler koyup
geliştirebilirler mi?
Elbette ki hayır. Zira Müslümanlar her zaman ve
mekanda, koşulda sadece Allahu Teala'ya kuldurlar. Heva ve
heveslerine ya da koşullarına değil. Her zaman, mekân ve koşulda
Alah'ın emirlerini gözetmelidirler. Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in getirdiklerini alıp nehiylerini terk etmelidirler.
Aksi halde dünyada rezil rüsvay, ahirette ise elim bir azapla
azaplanacaklarını bilmelidirler. Nitekim Allahu Teala şöyle
buyurdu:
وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا
"Rasul size ne getirdi ise onu alın, sizi neyden nehyettiyse ondan
sakınınız." (Haşr 7)
فليحذر الذين يخالفون عن أمره أن تصيبهم فتنة أو
يصيبهم عذاب أليم "Onun emrine muhalefet
edenler, kendilerine bir musibet veya elim bir azabın isabet
etmesinden sakınsınlar." (Nur 63)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle
buyurdu: "Kim bizim bu dinimizde olmayanı sonradan ihdas ederse
o ret olunur." (Müslim)
4- Raşid hâlifeler dönemi de dahil, hilâfet
sistemi günün ihtiyaçlarını karşılayamaz mı? Ya da hilâfet
sistemini günümüzde uygulamak zor mu? Onun için Müslümanlar
hilâfet sistem yerine Avrupa modeli gibi bir İslâm asamblesi
sistemini mi almalıdırlar?
Böylesi iddia ve teklifler kesinlikle İslâm’i
bir zihniyetin ürünü olamaz. O halde böylesi fikirlerin sahipleri
öncelikle zihniyetlerini İslâm’i esaslar doğrultusunda mutlaka
değiştirmelidirler.
Kitap, Sünnet ve Sahabenin icmaı ile İslâm'dan
olduğu sabit olan, hem de kâmilen en iyi şekilde uygulanmış olan
Raşidî Hilâfet sisteminin bugünün ihtiyaçlarını karşılayamayacağı
kuruntusu ile terk edilmesini bir Müslüman nasıl teklif eder?
Dinin bir hükmünü dahi böylesi bir sav ile terk etmek kesinlikle
caiz değildir. Zira böylesi bir tutum dinin tamamını terk olarak
değerlendirilir. Çünkü Allahu Teala dinini tamamlamış ve kemale
erdirmiştir. Bu dinin tamamından razı olmuştur. Bir kısmını alıp
bir kısmını terk etme kesinlikle caiz değildir. Müslümanların
böylesi bir hak yetki ve serbestisi yoktur. Nitekim Allahu Teala
şöyle buyurmuştur:
وما كان لمؤمن ولا مؤمنة إذا قضى الله ورسوله
أمرا أن يكون لهم الخيرة من أمرهم ومن يعص الله ورسوله فقد ضل ضلالا
مبينا Allah ve Resulü bir hususta
hükmettiğinde mü'min erkek ve kadın için o hususta kendi
isteklerine göre seçme hakkı, serbestiyeti yoktur. Her kim Allah'a
ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.
(Ahzab 36)
Zordur diyerek Allah ve Resulünün hükmü olan
hilâfeti terk edip, Avrupa'yı taklide dayalı olarak heva ve
hevesin ürünü olan İslâm asamblesi, hilâfet şurası
gibi düşünceleri önermeye ne demeli? Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in getirdiğini, fiili sünnetini terk edip de Avrupa'yı
taklit etmek ve örnek almak nasıl İslâm’i bir zihniyetin ürünü
olabilir? Bu tür kişiler Allah ve Resulünün şu hitaplarını
okumuyorlar mı? Ya da "İşittik isyan ettik" mi diyorlar?
وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا
"Rasul size ne getirdiyse onu alın, sizi neyden nehyettiyse ondan
sakının." (Haşr 7)
Hadiste şöyle geçti: "Kim bizim bu dinimizde
olmayan şeyi ihdas ederse (sonradan ortaya koyarsa) o ret
olunur." (Müslim)
"Bizim dinimize dayanmayan her amel ret
olunur." (Müslim)
"Şüphesiz siz sizden öncekilerin takip
ettikleri sünnetlerini hatta hareketlerini, adetlerini karışı
karışına, arşını arşınına takip edeceksiniz. Hatta onlar bir
kertenkele kovuğuna girseler sizde onları takip edeceksiniz.
Dedim ki; Ya Rasulullah Yahudiler ve Hıristiyanları mı
kastediyorsunuz? Dedi ki; “Başka kim olur?”
(Müslim)
Bu naslar ve başkaları, zaman, mekân, şartlar
ve koşullar ne kadar değişirse değişsin İslâm dininden başka
kaynaklardan hüküm, nizam, yol ve model almaktan bizi men etmek
için yeterli ve gayet açık delillerdir. Bu Allahu Teala'nın bizim
için razı olduğu İslâm dininden, usulü ve füru ile kâmilen
razıyız. Allah'ın ahkâmının bir kısmını dahi zaman, mekân ve
koşulların ihtiyacını karşılamıyor kuruntusu ile terk etmek ve
doğudan, batıdan, Asya'dan, Avrupa'dan vs. yerlerden modeller
aramak, Allah'ın dininden başka bir din aramak olur. Böylesi tutum
içinde olanları hilâfet yerine Avrupa modeli İslâm asamblesi
olsun, Müslümanlar çağın şartlarına göre yeni sistem ve modeller
bulsun diyenleri Allahu Teala'nın şu ayetleri ile ikaz ediyoruz:
ومن يبتغ غير الإسلام دينا فلن يقبل منه وهو في
الآخرة من الخاسرين "Kim İslâm'dan
başka bir din ararsa bilsin ki, kendisinde (böle bir din)
asla kabul edilmeyecektir ve o kişi ahirette de hüsrana
uğrayanlardan olacaktır. " (Ali imran 85)
أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم
يوقنون "Yoksa onlar cahiliye
(İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan
bir toplum için yönetimi (yönetim sistemi) Allah'tan daha
güzel kim vardır?" (Maide 50)
Bugün bir Hilâfet devleti ve bir hâlifemiz yok.
Bir hâlife için Müslümanların boynunda biat bulunmadan, yarım
yüzyıldan fazla zaman geçti. Bu süreyi bütün olarak yaşayanlar ve
bu günlerde yaşayanlar eğer hilâfeti iade etmek için
çalışmazlarsa, günahkâr olurlar. Çünkü üç günden fazla bir hâlife
bulunmadan Müslümanların öylece kalmaları caiz değildir. Öyleyse,
biatı hak etmiş olan bir hâlife bulunmadan böyle kalmalarını
Müslümanlar nasıl kabul edebilirler?
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem vefat
edince, Sahabeler (Allah onlardan razı olsun) Ben-i Saide
Sakifesinde Müslümanların biat edeceği bir halifeyi seçmekle
meşgul olarak üç gün geçirdiler ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in ailesi de bir halifenin nasbedilmesini üç gün
bekleyerek, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in tahir cesedi
yanında kalmışlardı. Sahabeler veya Rasulullah'ın ailesi o tahir
cesedi bir saat içinde gömmeye muktedir idiler. Hatta bir cenazeyi
toprağa acele olarak vermek farz olmasına rağmen bunu yapmadılar.
O halde bir halifeyi nasbetmekle meşgul olmak bu farzdan daha evla
idi. Bundan dolayı, sahabelerin icmaı ile bir hâlife nasbetmeğe
çalışmanın farz olduğu ve farzların da evlası olduğu anlaşılır.
Şu halde bütün Müslümanların, bütün güçlerini
bu yönde harcamaları üzerlerine yükümlülüktür. Aksi taktirde
Allahu Teala'nın hesabı şiddetli olur. |