Daveti yüklenmek:
Her ikisi de farz olmalarına rağmen, İslâm'a
davet ile İslâm hayatını yeniden başlatmaya davet arasında fark
vardır.
İslâm'a davet:
Gayrimüslimleri, İslâm'a inanmaya, huzuruna
girmeye ve İslâmiyet'in hükümlerine bağlanmaya davet demektir.
Kâfirleri İslâm'a inanmaya davet etmede pratik yol, İslâm Devleti
tarafından onların üzerine İslâm'ı tatbik etmek ve onları İslâm
ile idare etmektir ki, müphemlik ve anlaşmazlık kalmaksızın
İslâm'ın nurunu görsünler. O anda İslâm Şerîatının adaletini
elleriyle hissederler ve akidenin doğruluğunu görürler. Dün
gerçekleştiği gibi bugün de yoğun gruplar halinde İslâm'a girmeye
başvururlar.
Müslüman öyle bir risalet taşıyor ki, nerede
bulunursa bulunsun, nereye giderse gitsin bu risaleti taşımakla,
eda etmekle mükelleftir. Bu risalete oturduğu ve yolculuk ettiği
her yerde davet eder ve kâfirlerle en güzel şekilde münakaşa edip
mücadele eder ki, onlar zorlanmaksızın ve sıkıştırılmaksızın
Allahu Teala'nın dinine girsinler. Zira kâfirleri İslâm'a girmeye
zorlamak ne fertlere ve ne de devlete caiz olmaz.
Daveti yüklenmek her Müslüman'a farzdır. Bunun
delilleri birbirlerini desteklemektedir. Allahu Teala buyuruyor:
ادع إلى سبيل ربك بالحكمة والموعظة الحسنة
وجادلهم بالتي هي أحسن إن ربك هو أعلم بمن ضل عن سبيله وهو أعلم
بالمهتدين "Rabbinin dinine hikmetle,
güzel öğütle ve en güzel şekilde tartışarak davet et. Şüphesiz
Rabbin dininden sapanları bildiği gibi hidayete kavuşanları da
bilir." (Nahl 125)
ومن أحسن قولا ممن دعا إلى الله وعمل صالحا وقال
إنني من المسلمين "Allah'a davet edip, salih
amel işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenin sözünden daha güzel
söz var mı?" (Fussilet 33)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle
buyuruyor: "Benim sözümü işiten, idrak edip de işittiği gibi
onu gösteren ve anlatan kimsenin yüzünü Allah parlatsın."
Ve yine şöyle buyuruyor:"Allah senin elin
vasıtasıyla bir adamı hidayete erdirirse, bu senin için bir vadi
dolusu en güzel develerden hayırlıdır."
Bu naslar ve daha birçok naslar kati delillerle
delalet etmektedir ki, her Müslüman'a davayı yüklenmek farzdır.
Bir de küfür fikirlerinin bütün çeşitleriyle, ister
Hıristiyanlıkla, Yahudilikle veya başka dinlerle olsun, isterse
komünizm, kapitalizm veya başka ideolojilerle olsun çatışmak da
farzdır. Allahu Teala'nın muhkem kitabında Yahudiler,
Hıristiyanlar ve putperest olan Arap müşriklerine cevap verdiği
gibi, susturucu ve ikna edici delillerle küfre cevap verebilmek
için, küfrün üzerinde mebni olduğu fikirleri bilmek gerekir. Yani
komünist, kapitalist gibi bu din ve ideolojilerin temel fikir ve
akidelerini bilmek kaçınılmaz bir şeydir ki; böylelikle onlarla
akli üslupla ve kati ispatla tartışılıp cevap verilebilsin. Yani
aynen Ehli Kitaba ve Arap müşriklerine karşı Kur’an'ın üslubu ve
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in münakaşaları gibi olsun.
Devletçe İslâm davasını, davetini yüklenmenin
farz olunması ile beraber, devletin asıl işinin bu olduğuna dair
delil ise; cihad ile ilgili olarak gelen, yani kâfirlerle
savaşmayı Müslümanlara emreden yüzlerce ayetlerdir. Bir de
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in siyeri, iş ve sözleridir
ki; bütün ayetleri beyan etmiştir ve anlatmıştır. Nitekim
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Medine'de devleti kurduktan
sonra o ayetlerin tamamını bütün incelikleriyle yerine
getirmiştir. Bunlarla sultasını/otoritesini bütün Arap yarım
adasına ve Şam bölgesine kadar hakim kılmıştır. Kendisinden sonra
gelen sahabeler de aynı kavrayış üzerine dayanmışlar ve böylece
İslâm Devleti, doğuda Çin sınırlarına, batıda Endülüs'e, güneyde
Arap denizine kuzeyde Kafkasya'nın kuzeyine kadar uzanmış ve
insanlar Allahu Teala'nın dinine zümre zümre girmişlerdir.
İşte, gayrimüslimlere karşı daveti yüklenmek
böyledir ve bu, daveti yüklenmenin genel şeklidir.
İslâm hayatını yeniden başlatmak:
İslâm sultasını tekrar iade etmek ve kâfirler
nefret etseler bile, İslâm'ı bütün dinlere hakim kılıncaya kadar
mücadele etmeyi gerekli kılar.
Müslümanların "daveti yüklenmelerine" gelince;
burada durum tamamen değişir ki; bu davet, kâfirlere değil
Müslümanlara yapılan bir davet olduğu gibi, Müslümanların
sultasını yeniden hakim kılmak için, onların sultayı meydana
getirmesini (İslâm devletini kurmalarına) davettir. Bu davet,
insanların İslâm'a girmelerine davet değil hayat sahasına İslâm'ı
yeniden iade etmeye davettir. İşte bu davet hakkında Rabbimizin
rahmeti kendisine isabet eden müstesna, insanlar büyük ihtilaflara
düşüp saptılar ve anlayışları çok kötü oldu.
Müslümanları, İslâm’i hayata dönmelerine davet
konusunda, insanların bilhassa şu anda üç yöne gittikleri bariz
bir şeydir. Bunlar;
a- Hayra davet edenler; şehirler,
mahalleler bu tür davayı yüklenenlerle doldu. Hatta öyle ki, bir
mahalle dahi bunlardan eksik kalmadı. Bunların konuları çok
çeşitlidir. Hatta hayrın kapılarının çoğuna el attılar. Mesela;
1- Hayır cemiyetleri: Bunlardan bazıları
hastaneler tesis etmek hususunu, bazıları da okul ve yüksek
okullar tesis etmek hususlarını ele aldılar.
2- Kur’an'ı Kerim’i muhafaza etme dernekleri,
3- Kur’an'ı Kerim okutma öğretme dernekleri,
4- İslâm merkezleri ki, faaliyet yönleri çok
çeşitlidir,
5- Spor, gezi dernekleri,
6- Ahlaka ve İslâm mirasına geri dönmeye davet
eden dernekler,
7- İbadetlerle ilgilenmeye davet eden
dernekler,
8- Şeyhler ve tasavvuf tarikatları,
9- Vakıflar ve çok yönlü çalışmaları.
Bunların hepsi de Müslümanları İslâm'a davet
ettikleri gibi bu metotlarla İslâm'ın tekrar hayat sahasına
döneceğini görüyorlar ya da zannediyorlar. Hâlbuki bunlar, ister
cahil olsunlar isterse kötü niyetli olsunlar, ya da doğru metodu
idrakten ve takip etmekten aciz olsunlar, hepsi de İslâm'ın hayat
sahasına dönüşü yolunda birer kaya oldukları gibi, ümmetin
enerjisini bu işlerle boşa harcadıklarını idrak etmiyorlar.
Örneğin; sadece Lübnan'da resmen kayıtlı olan İslâm hayır
cemiyetlerinin sayısı 1200'e ulaştı. Türkiye'de ise böylesi
cemiyetlerden yüzlerce bulunmakta ve üyeleri milyonlarla ifade
edilmektedir.
b- Marufu emreden ve münkeri nehyedenler;
Bu yönde çalışan bazı dernek ve kitleler mevcut. Fakat bunların
çoğu ferdi işlerle yetinmekle birlikte, bu yönde vaaz, irşat ve
tebliğ yolunu takip ettiler ve etmekteler.
c- İslâm devletini kurmak vasıtasıyla,
İslâm hayatını yeniden başlatmak, yani Hilâfet'i tekrar kurmak ve
Müslümanların sultasını tekrar hakim kılmaya davet edenler.
Bu davet kapalı veya yarı kapalı idi. Hatta
birçok parti ve kitleler bu davet için ortaya çıktılar. Bunlar
bazen doğru yolda yürüyerek gayeye ulaşmak için teşebbüs ederler.
Çoğu kez de eğik, yanlış ve plansız bir yolda yürüyerek teşebbüse
geçerler. Bu kitleler içerisinde kendi düşüncesini idrak eden,
metodunu açıkça gören ve hedefini sınırlandıranlar oldu. Bazıları
da bunun tersini yaptılar. İşte bizden istenilen husus, bu yöndeki
çalışmalardır. Bunun için meselenin detayları gösterilmelidir.
Şöyle ki;
Yukarıda (c şıkkında) zikredilen dava için ve
bunun tahakkuku için çalışmanın farziyetine herkesin teslim
olmasına rağmen, İslâm hayatını yeniden başlatmak için yapılacak
davet, dava yüklenme farziyeti ile ilgili deliller de bilinmelidir
ki, bu bilinmeye bağlı olarak, onunla ilgili bütün hükümler ve
fikirler, davet uğrunda bizi fedakârlığa sevk edecek şekilde bizde
cisimleşsin. Çalışmamız ile inancımız arasında bir bağ kurdursun.
İman havası içinde bizi yaşatsın. Bu iman atmosferi davetin bütün
zorluklarına karşı bizi galip getirebileceği gibi davet için
gerekenleri yerine getirme ve vecibelerine vefa gösterme imkânı
verir. İşte bu mesele ile ilgili hükümler ve delillerden bir kısmı
şöyledir:
Bu konunun başında zikredilen, İslâm davetini
yüklenmenin farziyetine dair deliller, genel olarak davet etmeyi
farz kılan delillerdir. İslâm hayatını yeniden başlatmak için yani
Hilâfet Devletini kurmak için çalışmanın farziyeti ve keyfiyeti
ile ilgili delillerden bir kısmı ise şöyledir. Allahu Teala şöyle
buyuruyor:
ولتكن منكم أمة يدعون إلى الخير ويأمرون بالمعروف
وينهون عن المنكر وأولئك هم المفلحون
"İçinizde hayra (İslâm'a) davet eden,
marufu (Allah'ın emirleriyle) emreden ve münkeri
(Allah'ın nehiyleriyle) nehyeden bir ümmet (parti)
bulunsun. Onlar felaha kavuşanların ta kendileridir." (Ali
İmran 104)
Bu ayet Müslümanların kendi devletinde, kendi
aralarından çıkacak ve hayra davet edecek, marufu emredip münkeri
nehyedecek ve bu iki işi aynı anda yerine getirecek bir teşkilatın
bulunmasını farz kılıyor. Yani Müslümanlara aralarından çıkacak,
İslâm'a davet edecek ve idarecileri muhasebe edecek bir
teşkilatın bulunmasının farz kılındığını gösteriyor. Nitekim bu
farz sadece İslâm Devletinin bulunması dönemine münhasır değildir.
Tersine geneldir. Her asırda ve her ülkede Müslüman'ın devleti
bulunsa da bulunmasa da böylesi bir teşkilatın varlığının
vacibiyeti devam eder.
Marufu emretmenin ve münkeri nehyetmenin
delilleri: Bu deliller, her marufta ve her münkerde mutlak
şekilde geçmesine rağmen, marufu emretmenin ve münkeri nehyetmenin
gerektiği en önemli hususlar idarecileri muhasebe etmektir. Bu
hususa ehemmiyet veren çeşitli naslar varit olmuştur.
Şu sözünde Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem dedi ki; "Din nasihattir (ihlastır)."
Sordular; "Kime verilir ya Rasulullah?" Dedi ki; "Allah'a,
Resulüne, Müslümanların idarecilerine ve avamlarına verilir."
Yine şu sözünde Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem; "Marufu emredin, münkeri nehyedin, yoksa Allah,
rahmet ve şefkat göstermeyenleri başınıza musallat kılar. Allah'a
dua etseniz bile size icabet etmez." buyuruyor.
Yine nasların sadece Müslümanların hâlifesi
için değil bütün idareciler için mutlak şekilde geçtiğini
görüyoruz. Kur’an'ı Kerimde de marufu emreden ve münkeri
nehyedenler çok yerde övülmüştür. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
يأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر ويقيمون الصلاة
"İman edenler, marufu emrederler, münkeri nehyederler ve namazı
kılarlar." (Tevbe 71)
وأمروا بالمعروف ونهوا عن المنكر
"Marufu emrettiler ve münkeri nehyettiler."
(Hac 41)
İşte bu deliller, marufu emretme ve münkeri
nehyetme, hangi durum ve şart altında olursa olsun idarecileri
İslâm ile muhasebe etme ve onlara nasihat vermek farziyetini
kesinleştiriyor.
Hilâfet devletinin kurulması için çalışmanın
farziyeti ile ilgili bazı deliller: Bu hususta da farz;
"bir vacibi yerine getirmek için gerekli olanlarda vaciptir"
Şer'î kaidesine göre olur. Müslümanlara genel hükümlerle hitap
edildi ve bütün hadlerin uygulanması onlardan istendi. Allahu
Teala şöyle buyurdu:
والسارق والسارقة فاقطعوا أيديهما
"Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin..."
(Maide 38) buyurulduğu gibi Allahu Teala'nın
şu sözünde de Müslümanlardan cihad yapmaları istendi:
ياأيها الذين آمنوا قاتلوا الذين يلونكم من
الكفار وليجدوا فيكم غلظة "Ey iman edenler!
Size en yakın kafirlerle savaşın ve
(onlar) sizdeki sertliği görsünler." (Tevbe 123)
İşte bu hususlar ve benzer birçok hususlar
bütün Müslümanlardan istendi. Fert bunları hâlifesiz (devletsiz)
uygulayamaz ve bazılarını da uygulaması caiz değildir. Ancak
bunlar çok önemlidir ve Müslümanların üzerine bir vecibedir.
Bunların uygulanması o işi üstlenen ve uygulamaya tayin edilen
naibe/vekil olana aittir o ise; hâlifedir. Mademki; bu hususlar
farzdır ve ancak hâlife tarafından uygulanır, öyle ise hâlifenin
vücudiyeti de farzdır ki, onu ortaya getirmek yani Hilâfet
devletini kurmak için çalışmak da farz olur. Çünkü Şer'î kaidede
denmişti ki; "Bir vacibi yerine getirmek için gerekli olanlar
da vaciptir."
Müslümanların başında bir hâlife bulunmasının
farz olduğuna dair başka bir delil de Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in şu sözüdür:"Kim ki, kendi boynunda bir biat
(hâlifeye biat) bulunmaksızın yatıp ölürse, onun ölümü cahiliye
ölümüdür."
İşte İslâm devletini kurmak ve Müslümanların
sultasını yeniden iade etmek için Müslümanların İslâm devletini
yüklenmesinin farz olduğuna dair bazı deliller bunlardır. Fakat
bunun keyfiyetine gelince; bu İslâm devletini kurmaya çalışan
bütün davet taşıyıcıları arasındaki ihtilafın kaynağıdır. Bunun
için genel olarak Müslümanlara ve özel olarak daveti yüklenenlere
beyan edilmesi gereken bütün hususlar beyan edilmelidir.
Kim ki, Allahu Teala'nın emrine uymak ve O'nun
rızasını kazanmak istiyorsa, uyanıklık ve basiretle beraber günaha
düşmemek -cahilce Allah'a ibadet edenler gibi olmamak- kaydıyla,
Allahu Teala'nın emrettiği keyfiyete göre çalışmalıdır. Bu
keyfiyete gelince;
a- İslâm davetini yüklenmek, bütün
şartlarda ve bütün durumlarda, ferdi olsun, topluca olsun bütün
şekilleriyle farzdır.
b- Bir kitle içerisinde daveti yüklenmek ve
çalışmaktan gaye; bir farzın gereğini yerine getirmektir. İslâm
devletini kurmak yoluyla İslâm hayatını yeniden başlatmak için
çalışılması, ferdi çalışmayla gerçekleşmesi mümkün olmayan bir
iştir. İslâm devletinin kurulmasının farziyeti ile ilgili
delilleri gösterdiğimiz gibi, bunun gerçekleşmesi için bir kitle
ile beraber çalışmakta farz olur.
Fikir ve metod bütünlüğü:
Kafir batı şu anda insanların yaşadığı şekilde,
kendi hayat metodunu bir hayat tarzı haline getirmeyi
başardığında, Müslümanlar da bu hayat tarzını kıskanmadan hem
fikren ve hem de sosyal, iktisadi ve siyasi boyutuyla yaşamaya
başladılar. Akidelerine zıt olan fikirlerle yaşıyor duruma
geldiler. Selim bir yönelişi kaybettiler. Akidelerinden fışkıran
fikirler ile ümmete bir istikrar getirmeyen ithal fikirlerden
çıkan hayat tarzının arasını bularak uzlaştırdılar. İşleri usulüne
uygun bir şekilde olmamaları ve cehalet içinde bulunmalarından
dolayı bu sisli, dumanlı atmosfer onları kuşattı. İslâm ile ona
muarız, zıt olan fikirlerin arasını bulup uzlaştırmak gibi asla
mümkün olmayan bir şeyi başardılar. Buna başarı denilebilirse
tabi...! Heva ve heveslerinin maslahat gördüğü şeyi şer'î hüküm
sayarak şerîatın da maksadının bu olduğunu söyleyecek duruma
geldiler. Her tevili/açılamayı eğip bükmeyi kabul eder oldular.
Her bozma ameliyesini ve din tahrifini temize çıkardılar. Neticede
ümmetin yaşamakta olduğu sosyal ve iktisadi hayat zıtlık ve
çelişkilerle dolup taşmaya başladı. Siyasi konularda ümmetin asıl
fikirleriymiş gibi yabancı ithal fikirler ele alınıp yürütülmeye,
uğrunda mücadele verilmeye başlandı.
İşte bu cemaatler, yanlış fikirlerin, karışık
mefhumların, tahrif olmuş, değişmiş duyguların ve yabancılarla
bağlantılı siyasetin doldurduğu bu kötü ortamda doğup büyüdüler.
Cemaat ve hizblerin elinde ümmeti kesin şifaya
kavuşturacak çözümlerin ve ilaçların bulunması gerekmektedir.
İnsanların hali hazırda tuttukları ve ateşine atıldıkları yanlış
ve eğri yollara mukabil, üzerinde yürüyecekleri doğru çizilmiş
yolların ortaya konup gösterilmesi lazımdır. Çizilip gösterilen bu
yol şu ayette gösterildiği gibi açık ve aydın olmalıdır ki ayette
buyrulduğu gibi insanlara şöyle denilebilsin:
وأن هذا صراطي مستقيما فاتبعوه ولا تتبعوا السبل
فتفرق بكم عن سبيله ذلكم وصاكم به لعلكم تتقون
"Şüphesiz bu yolum, dosdoğru olandır, ona tabi olunuz. Onun
yolundan saparak sizden ayrılanların yoluna uymayınız." (Enam
153)
Ayrıca söz konusu cemaat ve hizblerin
hedeflerine ulaşmalarını sağlayacak net fikir, hedefe ulaşma
iradesi, siyasi bir kitlenin hazırlanması, ümmetin yapılacak
değişim doğrultusunda hazırlanması ve metot ile ilgili Şer'î
hükümlere tamamen uyulması şeklinde sıralanabilecek sıfatlara
sahip olması gerekir.
Cemaat için fikir, birinci derece önem arz
etmesi lazımdır. Cemaat nazarında yönelmeleri gereken, hak fikir
olmalıdır. Bu fikir, insanları aydınlatan bir hidayet, Allahu
Teala'dan kullarına gönderilmiş bir rahmet ve beşeriyeti heva ve
hevesin karanlığından aydınlığa çıkaran nurdur. O, insanlığın
hakiki maslahatıdır. Onların fıtratına uygun, akıllarını ikna,
kalplerini tatmin eden, hayatın huzuru ve ümit kaynağıdır. Bu
akide de öyle bir derinlik ve kuşatıcılık vardır ki, insanların
yaşamakta oldukları hayatlarıyla ilintili cevap isteyen bütün
sorunlarını çözümler. En sahih bir şekilde hayatın öncesi ve
sonrası ile bağlantılarını kurar. Ayrıca yaratıcıyla olan bağını
en güzel ve doğru bir şekilde kurarak yaratıcıyla olan alakasını
düzenler, onu, nihai gayesine ulaştırarak ebediyen mutlu kılar.
Akidesine bu nitelikte iman eden parti veya
cemaat, bu imana mukabil, akidesi hayata hakim olmadığında,
batının hayatı yönlendireceğine, münkerin hakkın yerini alacağına,
heva ve hevesin kendisine uyulan konuma geleceğine, zulmün
palazlanacağına ve karanlığın her tarafı saracağına da kesin bir
şekilde inanır. Ayrıca sefil, yoksul ve dar geçimli bir hayatın
insanları canından bezdireceğine, insanların nefislerinde bir
doyumun hasıl olacağına, fıtraten doyuma kavuşamayacaklarına ve
aklıselimle hareket etmekten yoksun kalacaklarına da kesin kanaat
getirmiş olur.
Cemaate düşen ilk etapta bütün gücünü en üst
seviyede, cemaatin şekillenen ruhu ve vücudunun yapı taşları
mesabesinde olan fikirleriyle insanları hidayete erdirmeye
harcamaktır. Fikrini eksen kılarak onu arı, duru, temiz ve net
haliyle muhafaza etmeli, ondan olmayan bütün yabancı unsuru
uzaklaştırmalılar. Onun yabancı ithal fikirlerle karışmasına engel
olmalı ve diğer iddia, tez ve teorilere karışmaması için
çerçevesini çizmelidirler. Çünkü fikrin temiz ve netliği cemaatin
saf ve temiz olmasını sağlayacaktır. Saf ve temiz görüş de sahih
bir istidlal/delil getirmek metoduyla Şer'î hükmü idrak etme
neticesini verecektir. Böylece elde edilen Şer'î hüküm İslâm
akidesine bağlı olacaktır.
Fikir arılığını ve duruluğunu, netliğini ve
saydamlığını kaybetti mi, rahmet ve hidayet olmaktan çıkar.
Bizatihi iyilik olan öz varlığını kaybedip değiştirilmesi gereken
vakıa karşısında sair fikirler gibi yıkık ve dökük olur. Vakıaya
tesir etmesi gerekirken ondan etkilenir. Vakıayı istenilen şekle
sokması gerekirken vakıa onu şekillendirir.
Fikir, sahiplenenler nezdinde nitelik kazandığı
ölçüde pratik vakıaya indirgeme metodu da netlik kazanır. Gayenin
açık seçik olması fikrin netliğinin göstergesidir. Gayeye
ulaşmanın metodu, kendisi dışındaki Şer'î hükümlerde olduğu gibi,
disipline edilmiş Şer'î hükümlere sahip olmaktır.
İdeolojik parti, her hareketinde ve
hareketsizliğinde muhakkak surette akidesine bağlı kalan partidir.
Çünkü ideolojik fikir, kendisine inananı veya davet edeni, akide
tarafından kabullenilmesinin dışında kendisinden olmayan fikirleri
almaktan men eder. Zira ideoloji, başlanması gereken bütün işlerin
temelden fikri esas üzerine bina edilmesini gerekli kılar. Kâinat
içinde insanın varlık nedeni meselesine net cevap verir. Bundan
sonra ayrıntı niteliğinde bulunan bütün fikirler bu esas fikirden
fışkırır. Hayatla ilgili mefhumlar, eşya ve amellerle alakalı
diğer hükümler, adı geçen esas fikrin cinsinden olmak
durumundadır.
Şüphe yok ki; İslâm'ın yapısı kelimenin tam
manası ile mükemmeldir. En küçük bir mevzuda dahi onda bir kusur
ve eksiklik yoktur. Onda bulunan her rükün diğerleriyle tam bir
insicam içerisindedir. Çünkü hayatın kanunlarına ve yaratılışın
tabiatına tam tamına uyan sabit değişmez tek bir fikrî kaideden
fışkırmıştır.
Binaenaleyh helal ve haram İslâm'a inanan
kişinin bütün amellerinin ve eşyaya bakışının tek ölçüsü olur.
Yoksa fayda onun ölçüsü olamaz. Zira faydanın ölçü olması, Allah
Subhânehu Ve Teala'nın yerine insanın şâri, yani hüküm koyucu
olması anlamına gelir. Kaldı ki, Müslüman'ın gayesi saadeti zevk
ve lezzetten mümkün olduğu kadar en büyük payı almak değil, Allahu
Teala'nın rızasına nail olmaktır. Onun hayatı her ölçüden bağımsız
hürriyet fikri üzerine kurulu değil, aksine onun hayatı Allahu
Teala'nın emirlerine boyun eğmek olan; Allah'a ibadet etmekten
ibarettir. Zira esas ve temel fikri kabul eden ondan doğan
fikirleri de kabul eder. Öyleyse değişim isteyen kimse değişime
temelden başlamalıdır. Bu bakımdan esas ve teferruat arasında bir
insicam dikkati çeker. İşte kitlenin başlangıç noktasını
oluşturacak ideolojik fikir ve ideolojik davet budur. Bu nedenle
ne Müslümanların, ne sistemlerin ne de kitlelerin İslâm ile
dışında olanları birbirine karıştırmaları asla kabul edilemez.
Aynı şekilde örf gibi, İslâm dışı hukuk kaynaklarının yanında
İslâm'ı da hukuk kaynağı haline getirmeleri veya İslâm'ın temel
kaynak olarak alınarak İslâm'dan uzak batı düşünceleri ile İslâm’i
düşüncelerin bir araya getirilmeleri (sentez yapmaları) gibi
karışık bir durum kabul edilemez. Bu durum, ne Allahu Teala'nın ne
de mü'min kullarının kabul edemeyeceği bir hezimettir.
Bunun içindir ki, akidesi; "Allah'tan başka
İlah yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür." esası üzerine olan
ve kurulan İslâm’i cemaatlerin, hayatla ilgili hükümleri doğudan
veya batıdan alması helal değildir. Her fikrin akideden
çıkarılmasına dikkat etmeleri ve onu tafsili delilleriyle birlikte
güvenilir Şer'î kaynaklardan almaları vaciptir.
Bütün bunlar böyle iken nasıl olur da;
"Allah'tan başka İlah yoktur, Muhammed Allah'ın Resulüdür"
kelimesi ile sosyalizmin akidesi olan "Allah yoktur ve hayat da
maddeden ibarettir" sözü arasında bir ortak noktanın ve
birlikteliğin bulunduğu iddia edilir?! Ve yine nasıl olur da
demokrasi, din ve hayatın arasını ayırma esası üzerine kurulu iken
onun İslâm'dan olduğu iddia edilebilir?! Ya da kavmiyetçilik ve
vatancılık ırk esası üzerine kurulu iken ve İslâm onu rezil ve
alçak bir fikir olarak ilan etmişken nasıl olur da İslâm'dan
olduğu söylenebilir ve bunların öngörüleri ile hareket
edilebilir?!
Diğer taraftan La İlahe İlla Allah
kelimesi, hüküm koyucunun yalnız Allahu Teala olduğunu ilan
ederken, bu kelime ile hüküm koymada başkalarını ortak kabul eden
fikir arasında nasıl bir insicam ve uygunluk bulunabilir?! La
İlahe İlla Allah kelimesi, alemlerin Rabbine boyun eğme esası
üzerine kaim iken nasıl olur da insanı her mevzuda kendisinin
efendisi kabul eden hürriyet fikri ile birlikte arz edilir?! Zira
batı, heva ve heveslerine, arzularına ve maslahatlarına uygun
düşmedikçe bir ilaha boyun eğmez. |