Doğru bir İslâm’i kitlede bulunması gereken
özelliklere geçmeden önce, asrımızdaki kalkınma hareketlerinin,
İslâm’i cemaatlerin neden yanıldıklarını belli başlı birkaç
noktada özetlemekte fayda vardır. Bunlar;
a- Sınırlandırılmamış genel bir düşünceye
dayanıyorlardı. Hatta bu düşünceler berraklık ve safiyetten uzak,
kapalı düşüncelerdi. İnsanlara neleri anlatacaklarını, nelere
çağıracaklarını açık ve net bir şekilde bilmiyorlardı.
b- Düşüncelerini uygulama metodundan yoksun
idiler. Sahip oldukları düşünceleri uygulayabilmek için, sahip
oldukları akidelerinden kaynaklanan metodu uygulamaktan ziyade,
içerisinde yaşadıkları toplumun, hayat şartlarının ortaya koyduğu
çözümleri, metotları uyguladılar.
c- Hareket sahih bir irade ve uyanıklığın
yerleşmediği kişilere dayanıyordu. Bu kişilerde ise, sahih bir
fikirden kaynaklanan fikirler değil, sadece istek ve heyecan
hakimdi. Diğer bir ifade ile başlangıçta hareketin başlatıcısı
konumundaki insanlar, insanlara neyi, nasıl götüreceklerini, daha
doğrusu İslâm'ı tam anlamıyla bilmediklerinden dolayı heyecanla,
duygularıyla hareket ediyorlardı. Çevrelerinde gördükleri birçok
olay onları etkiliyor ve ardından da başkalarının yapmakta
oldukları işleri bunlar da yapmaya kalkışıyorlardı.
d- Bu hareketlerin yükünü üzerine alan
şahıslar arasında doğru bir bağ bulunmamaktaydı. Onları bir araya
getiren şey sadece sözde işler ve çeşitli isimler altında oluşan
teşkilatlanmalardı.
Bu kısa girişten sonra sahih bir kitlede
bulunması gereken özellikleri sıralayabiliriz:
1- Başlangıçta ideolojiyi tam anlamıyla
kavramış, duyguları fazla gelişmiş bir kişinin varlığı:
Sahih bir kitleleşmenin olabilmesi için
başlangıçta bu kitleyi oluşturup inandığı fikirleri topluma
götürecek ve bu fikirlerle toplumu değiştirecek olan bir kişide,
ideolojinin çok açık ve net çizgileri ile ortaya konulmuş olması
gerekir. Genelde bütün kitleleşmeler başlangıçta bir kişinin
ortaya attığı fikirlerle başlar. Diğer bir ifade ile duyguları
ileri düzeyde gelişmiş, çevresinde gelişmekte olan olayları çok
süratli bir şekilde kavrayan, toplumun içerisinde bulunduğu
çöküntüyü hisseden, değişikliğin yapılması gerektiğine karar veren
bir kimse sahip olduğu düşünceleri çevresindekilere açıklar.
Böylece kitlenin ilk hücresini oluşturmaya çalışır. Kitleleşme
hareketini başlatan kişide ideolojinin, yani inandığı akidenin ve
insanların problemlerini çözmeye yönelik olarak bu akideden çıkan
çözümlerin tam bir açıklıkla bulunması gerekir. Eğer liderde bu
özellikler bulunmazsa başlatılan kitleleşmenin başarısızlığa
mahkum olması kaçınılmazdır. Bu konuda Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in hayatına baktığımız zaman Allah'ın Resulünün
şahsında bu özelliklerin tamamının var olduğunu görürüz.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Mekke'de
peygamberlikle görevlendirilmesinin ardından Allahu Teala'nın;
قم فأنذر
"Kalk ve uyar"
(Müddessir 2) emrine uyarak hemen
insanları uyarmaya başladı.
İçerisinde yaşadığı toplumu değiştirmek ve
onları sahih bir toplum haline getirmek, diğer bir ifade ile kula
kulluktan yalnızca Allah'a kul olma haline getirmek için
görevlendirilen Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem insanlara
neleri, nasıl anlatacağını, ne zaman ve nerede neleri yapması
gerektiğini Allahu Teala'dan gelen vahiy ile çok net bir şekilde
biliyor ve kitleleşmesini de buna göre tanzim ediyordu. Allahu
Teala'dan gelen vahye istinaden başlangıçta insanları İslâm'a
gizlice davet ediyor, Ebu Bekir, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebu Talip,
Osman b. Affan, Zübeyir b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah gibi
insanların İslâm'ı kabullenmeleri ile ilk çekirdek kadroyu
oluşturuyor ve bu kadro ile Allahu Teala'nın;
فاصدع بما تؤمر وأعرض عن المشركين
"Emrolunduğun şeyi onların kafalarını çatlatırcasına anlat ve
müşriklerden yüz çevir." (Hicr 94)
ayeti ininceye kadar gizli olarak kitleleşmesini sürdürüyordu.
Bu ayet indikten sonra kırk kişiye ulaşmış olan
kitlesini iki saf halinde Erkam b. Ebil Erkam'ın evinden tekbir
sesleriyle çıkartarak Kâbe'ye kadar götürüyordu. Bu aşamadan sonra
ise yukarıdaki ayet gereğince toplumda varolan her türlü bozuk
fikirle mücadeleye girişiyordu. Müşriklere liderleri hakkında inen
ayetleri okuduğu gibi, kendilerinin ve tapmakta oldukları
ilahlarının cehennemin odunları olduğunu bildiren ayetleri,
ekonomik yaşantıları ile ilgili olarak inen ayetleri ve sosyal
hayatları ile ilgili olan ayetleri de okuyordu. Müşriklerin
liderlerinin Müslümanlara ve Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi
Vesellem’e karşı ne tür komplolar hazırladıklarını bildiren
ayetleri de okuyarak onların tuzaklarından habersiz olmadıklarını
ve hazırladıkları tuzaklara düşmeyeceklerini onlara anlatıyordu.
Kendisine yapılan başkanlık, para ve kadın tekliflerini elinin
tersi ile bir kenara iterek onlara asla yumuşaklık göstermiyordu.
Peygamberliğin dokuzuncu yılından sonra kendisini hac için
Mekke'ye gelen kabilelere arz ediyor, kendisine iman etmeleri ve
devlet başkanlığını kabul etmeleri şartıyla kendisine yardım
etmelerini onlardan istiyordu. Yine bu çerçevede Taif'e gidiyor ve
aynı teklifi Taiflilere de yapıyordu. Taiflilerin kendisini çok
çirkin bir şekilde karşılamaları ve dönüşte taşlattırmalarının
ardından ellerini açarak en içten gelen duygularla Rabbine şöyle
dua ediyordu:
"Ey Allah'ım kuvvetimin zayıflığını, takatımın
azlığını ve insanlara karşı çaresizliğimi sana şikayet ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Zayıf düşmüşlerin Rabbi
sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bırakıyorsun? Bana kötü
muamele yapan hidayetten uzak kimselere mi? Yoksa işimi eline
verdiğin bir düşmana mı? Eğer bana karşı senden bir gazap yoksa
ben bunların hiçbirine aldırmam. Senin af ve merhametin bunları
bana göstermeyecek kadar geniştir. Allah'ım! Senin gazabına
uğramaktan, ilahi rızana uzak kalmaktan, o karanlıkları aydınlığa
kavuşturan, dünya ve ahiret işlerini yoluna koyan senin ilahi
nuruna sığınırım. Allah'ım sen hoşnut oluncaya kadar affını
dilerim. Allah'ım her kuvvet ve her kudret ancak seninle kaimdir."
Bu görüşmelerin birinde Medine'den gelen Evs ve
Hazrec kabilesinden altı kişiye de aynı teklifi yapıyor ve onlar
İslâm'la şeref sahibi oluyorlardı. Ertesi sene gerçekleşen birinci
Akabe biatı ve daha sonraki yıl gerçekleşen ikinci Akabe biatının
sonucunda İslâm Devletinin ilk temeli atılmış oluyor, hicret
dönemi başlıyordu. Hicret emrine istinaden sahabeler tek tek veya
guruplar halinde Medine'ye hicret ederlerken biran önce hicret
etmek isteyen Ebu Bekir'in; "Hicret ne zaman ya Rasulullah"
sorusuna Allah'ın Resulü; "Acele etme belki Allah sana bir
arkadaş bulur." diyerek vahye göre hareket ediyordu.
Kendisine de hicret izni geldikten sonra Ebu
Bekir ile birlikte on iki günlük bir yolculuktan sonra Medine'ye
varıyor ve hemen devlet başkanlığı vazifesini ifa ediyordu. Daha
Medine'ye geldiği ilk günden itibaren Medine'de bir İslâm
Devletinin kurulduğunu çevredeki diğer kabilelere kabullendirmek
ve İslâm devletine karşı harekete geçmelerini önlemek üzere Hamza
b. Abdülmuttalib, Muhammed b. Ubeyde b. El Haris, Sa’d b. Ebi
Vakkas gibi çeşitli şahısların komutasında seriyeler gönderiyor,
bir taraftan da Medine'de bir arada yaşamakta olan üç farklı din
mensuplarının yaşantılarını düzenlemek üzere birtakım hususları
dikte ettiriyor ve öncelikle Medine'de İslâm toplumunu oluşturmaya
gayret ediyordu. Medine'deki bu İslâm toplumu içerisinde ortaya
çıkan birtakım problemlerin çözümü için vahyin gelmesini bekliyor
ve gelen vahye göre onların problemlerini çözüyordu. Hudeybiye
anlaşması esnasında sahabelerin tümünün itirazlarına ve anlaşma
şartlarından duydukları hoşnutsuzluğa rağmen onlara; "Ben
Allah'ın kulu ve Resulüyüm, kesinlikle onun emrine muhalefet
etmem." diyerek vahyin dışında hiçbir iş yapmadığını
vurguluyordu.
Örnekleri daha da artırmak mümkündür. Ancak
bütün bu örneklerden ortaya çıkan çok net birkaç husus vardır:
1- Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem
yaptığı bütün işleri vahyin ışığı altında yapıyordu.
2- Nerede, ne zaman ve ne yapması
gerektiğini biliyordu. Mekke'de başlatmış olduğu bir çalışmadan
Medine'de devleti kurmasına ve vefatına kadar geçen süre
içerisinde Allahu Teala'nın Resulünün hayatında kapalı, meçhul vb.
hiçbir nokta yoktur.
Öyleyse günümüzdeki sahih bir kitlenin de bu
özellikleri bünyesinde taşıması gereklidir. Ancak bunun için
öncelikle kitlenin başındaki liderin bu özelliklere sahip olması
gerekir. Lider nerede, ne zaman, hangi hareketi yapması
gerektiğini her şeyden önce vahyin ışığında bilmelidir ki, hem
kendisi hem de kitle doğru bir yol üzere yürüyebilsin. Elbette ki
bu husus liderin öncelikle İslâm'ı çok mükemmel bir şekilde
bilmesi ile gerçekleşebilecek bir husustur. Bugün bizlere vahy
gelmeyeceğine diğer bir ifade ile hangi lider olursa olsun ona
vahy gelmeyeceğine göre liderin, Allah'ın Resulünün vahiy ile bize
bıraktıklarını yani Allahu Teala'nın Kitabını ve Resulünün
Sünnetini mutlaka çok iyi bilmesi gerekir.
2- Sahih bir uyanıklığa sahip olmak:
Sahih bir uyanıklığa sahip bir kitle bu
uyanıklığı sayesinde ana başlıklar altında aşağıdaki avantajları
elde eder:
a- Sahih bir uyanıklık kitleyi ve kitlenin
elemanlarını gerçek hedefe götürür.
b- Kitleyi ve kitlenin elemanlarını doğru
görüşe götürür.
c- Mevcut devletin, İslâm düşmanlarının
saptırmalarından korur.
d- Doğru çalışmaya sevk eder.
e- İslâm'a ve Müslümanlara düşman olanların
hazırlamış oldukları tuzaklara düşmekten korur.
Sahih bir uyanıklığa sahip olmak kitlenin
faaliyeti esnasında kitle içinden ve dışından, kasıtlı veya
kasıtsız olarak kitleyi hedefinden saptıracak türden ortaya atılan
fikirleri ve önerileri doğru bir değerlendirmeye tabi tutarak
kitlenin asıl hedefinden sapmasına engel olur. Aynı zamanda samimi
olanları veya olmayanları daha iyi değerlendirme imkânı elde eder.
Örneğin Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem içerisinde bulunduğu
Mekke toplumuna davasını anlatırken Mekke'nin önde gelenleri
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e amcasını göndererek;
"Yeğenine söyle bizim ilahlarımıza hakaret etmesin de ona ne
isterse verelim. Ona Mekke'nin en güzel kızlarını verelim,
başımıza lider olmak isterse onu başımıza lider yapalım. Zenginlik
isterse onu zengin yapalım." gibi tekliflerle Allah'ın Resulünü
davasından vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Yine Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem 'e
gelerek; "Bir ay sen bizim ilahlarımıza bir ay da biz senin
ilahına ibadet edelim veya bir yıl sen bizim ilahlarımıza ibadet
et bir yıl da biz senin ilahına ibadet edelim." diyorlardı.
İşte Mekkeli müşriklerin Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
yapmış oldukları bu önerilerinin tamamının altında Allah'ın
Resulünü gerçek amacından saptırma amacı yatıyordu. Ancak her
defasında Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem onların
getirdikleri teklifleri geri çeviriyor, bir keresinde müşriklerin
tekliflerine reddiye olarak Kafirun suresi iniyor, bir başka
teklif üzerine de Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem amcasına
şöyle diyordu: "Ey amcacığım! Allah'a yemin olsun ki, bu davayı
terk etmem şartıyla onlar sağ elime güneşi, sol elime de ayı
verseler ben yine bu davadan vazgeçmem. Allah bu dini zafere
erdirinceye ya da ben bu uğurda helak oluncaya, öldürülünceye
kadar bu işe devam edeceğim."
Bu konuda Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in hayatından daha birçok örnek vermek mümkündür. Ancak
burada önemli olan husus elbette ki günümüzdeki İslâm’i
hareketlerin durumudur.
İslâm düşmanları hazırladıkları çeşitli
planları özellikle hareket içerisindeki samimi veya gayri samimi
kişiler vasıtasıyla uygulamaya koymalarının sonucunda bazı İslami
hareketlere sızmışlar, bu hareketler zamanla gerçek faaliyet
alanının dışında farklı alanlarda yoğunlaşarak tamamen hedefinden
sapmış veya kendi kendini yiyip bitirmiştir.
Özellikle şu anda içerisinde yaşadığımız
ortamdaki İslâm’i hareketlere, cemaatlere, guruplara baktığımız
zaman onların faaliyet alanlarını, olması gereken gerçek iş değil
de ikinci, üçüncü derecedeki işler hatta ve hatta yer almaması
gereken işlerin meşgul ettiğini görmekteyiz. Şu anda aktif
durumdaki vakıfların çalışmalarına baktığımız zaman neredeyse
onların hiçbirinin faaliyet alanının İslâm ümmetini şu anda
içerisinde bulunduğu çöküntüden, zilletten kurtaracak köklü bir
çözüme yönelik olmadığını açıkça görmekteyiz. Şu anda kimi
Müslümanlar okullar, yurtlar hatta önümüzdeki günlerde devletinde
teşvikiyle üniversiteler açmak gibi özellikle para ağırlıklı
alanlarla uğraşmakta, kimileri Müslümanları fikren zehirlemeye
yönelik olarak hoşgörü, sivil toplum, yürek devleti gibi kavramlar
ve bu kavramlara bağlı saptırıcı düşünceler üzerinde
yoğunlaştırmaktadırlar. Gerçekten de Müslümanların gündemini
teşkil eden olaylara dikkatli bir şekilde bakıldığı zaman bunların
hemen hemen tamamının kâfirler tarafından veya onların uşağı
durumundaki kişiler tarafından ele alınıp ortaya atılmış konular
olduğu görülmektedir.
Sahih bir kitlede bulunması gereken sahih bir
uyanıklığı sağlamak için ise aşağıdaki hususlara dikkat etmek ve
kitlede bu özelliklerin bulunmasına çalışmak gereklidir. Bu
özellikler şunlardır:
a- Olayları derin bir şekilde düşünmek ve
tahlil etmek. Olaylara aydın bir düşünce ile bakmak. Etraflıca
bunların öncesi ve sonrası ile olan alakasını, nedenini
araştırmak. Ortaya atılan fikirlerin içerisinde bulunduğumuz
vakıaya uygun olup olmadığını düşünmek.
b- İleri sürülen fikirlerin İslâm'a
uygunluğunu araştırmak. Bunların Şer'î delilini araştırmak yani
her ne türlü konu olursa olsun her meseleye İslâm’i bakış
açısıyla, İslâm’i düşünme metodu ile yaklaşmak, eğer ileri sürülen
veya ele alınması gereken konu doğrudan doğruya Şer'î hükümleri
ilgilendiren bir mesele ise konu hakkında herhangi bir yargıya,
hükme varmadan, akli değerlendirmelere gitmeden önce Şer'î hükmü
araştırmak, delilini öğrenmek ve ona göre hareket etmek.
3- İster devlet kurulmadan önce olsun, ister
kurulduktan sonra olsun hayatta karşılaşacağı her konu ile ilgili
olarak elinde İslâm’i çözümlerin bulunması gerekir:
Bu hususlar akidesi ile ilgili olabileceği gibi
devlet kurulmadan önce takip edeceği metotla alakalı veya devlet
kurulduktan sonraki dönemlerde mutlaka ama mutlaka İslâm'a göre
çözüme kavuşturması gereken, bir gün dahi olsa Allahu Teala'nın
indirdiklerinin dışındakilerle hükmetmesine yer bırakmayacak
şekilde ekonomi ile ilgili, iç ve dış siyasetle ilgili, eğitim ve
sağlıkla ilgili, sanayi ve tarım politikaları ile ilgili, devletin
gelir kaynaklarının neler olacağı ve elde edilen bu gelirin nasıl
ve nerelerde harcanacağı ile ilgili vb. konular hakkında kitlenin
elinde açık ve net çözümler bulunmalıdır. Allahu Teala bizlere
Hilâfet devletini nasip ettikten sonra elbette ki İslâm düşmanları
kafir devletler ve onların işbirlikçileri İslâm'a ve Müslümanlara
karşı ellerinden gelen her türlü güçlüğü çıkarmaya, İslâm'ı
hayattan söküp atmaya bütün güçleri ile çalışacaklardır. Bu esnada
ise Müslümanların yani Hilâfet devletinin o zaman karşılaşacağı
problemleri çözebilmek için çoğu kere başını kaşıyacak vakti bile
olmayacaktır. Dolayısıyla bu çözümlerin açık ve net bir şekilde
şimdiden araştırılıp bulunması ve hazırlık yapılması gerekir.
Örneğin işsizlik meselesinin nasıl çözüleceği, eğitim ve sağlık
sorununun nasıl halledileceği ile ilgili olarak genel hatları ile
olsa bile elde çözümlerin bulunması lazımdır.
İslâm’i bir kitlenin hedefi ümmeti fikren
kalkındırmaktır. Çünkü doğru bir kalkınma ancak fikren
gerçekleşir. Dolayısıyla karşılaşılan her konuda İslâm’i fikir
göstermek hem kitleyi hem de ümmeti kalkındırır. Böylece kitle
İslâm’i bakış açısıyla hedefini doğru bir şekilde tespit ettikten
sonra kendisini bu hedefe ulaşmaktan alıkoyacak milliyetçilik,
vatancılık, mezhepçilik, tasavvuf, felsefe, mantık, menfaatçilik,
liberalizm, sosyalizm, laiklik vb. düşüncelerin hepsinden
soyutlanarak tamamıyla Şer'î hükümlerden kaynaklanan Şer'î
çözümlere bağlanmış olur. Bunun için ise ümmeti kalkındırmayı ve
İslâm'ı yeniden hayata hakim kılmayı hedeflemiş olan kitle hareket
halinde kullanacağı fikirlerini, takip edeceği metodunu, hedefini
açık ve net bir şekilde tespit etmeli ve ümmeti bu hususlara
çağırmalıdır. Hareket halinde takip edeceği metotta karanlık
hiçbir nokta bulunmamalıdır. Başlangıçta halletmesi gereken bir
meseleyi hiçbir zaman zamana terk etmemelidir. Düşüncelerinde
kapalılık bulunmamalı, fikirleri güneşin aydınlığı kadar açık ve
net olmalıdır. İnsanlar o kitlenin kendilerini neye ve niçin davet
ettiğini açık ve net bir şekilde bilmelidir. Hedefini
gerçekleştirdikten sonra yapacağı uygulamalar hakkında da ümmette
net fikirler bulunmalıdır. Şu anda ümmeti çağırdığı fikirlerle
hedefini gerçekleştirdikten sonra yapacağı uygulamalar arasında en
ufak bir farklılık dahi bulunmamalıdır. Örneğin; devlet
kurulduktan sonra Müslüman olsun olmasın bütün kadınların genel
hayatta tesettürlü gezmelerini emredeceğini, zina edenin, içki
içenin, namaz kılmayanın, zekâtını vermeyenin kısacası Allahu
Teala'nın emir ve yasaklarına karşı gelenin yine Şer'î ölçüler
çerçevesinde cezalandırılacağının şimdiden ümmete açık ve net bir
şekilde açıklanması gerekir. Yoksa insanların karşısına çıkıp biz
hiç kimseyi zorlamayacağız, dinde zorlama yoktur, herkes dilediği
gibi yaşamakta serbesttir, başını örtmek istemeyen, tesettürlü
gezmek istemeyen kadınlar zorlanmaz gibi İslâm'a uygun olmayan
safsatalarla ümmet asla kandırılmamalıdır. Zira Allah'ın Resulü
Sallallahu Aleyhi Vesellem Mekke'de iken müşriklere neyi söylüyor
idiyse, vefat edinceye kadar geçen süre içerisinde devlet haline
geldikten sonra Medine'de de onlara aynı şeyleri söylüyordu.
Mekke'de iken onların taptıkları hakkında inen;
إنكم وما تعبدون من دون الله حصب جهنم أنتم لها
واردون
"Siz ve Allah'tan başka
taptıklarınız, şüphesiz ki cehennem odunusunuz oraya
gireceksiniz." (Enbiya 98)
ayetini, Kafirun suresini, müşrikler, Yahudiler ve Hıristiyanlar
hakkında inen diğer ayetleri hiçbir değişiklik yapmadan aynen
okuyordu.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
hayatına baktığımız zaman onun düşüncelerinde kapalı kalan bir
noktayı asla bulamayız. Onun ortaya koyduğu düşünceler ve hükümler
davasını insanlara anlatmaya başladığı zamandan vefatına kadar
geçen süre içerisinde daima açık ve netti. Hayatta iken hiçbir
şekilde başkalarına şirin görünmek amacıyla yağcılık yapmadı,
yalan söylemedi, dini ile ilgili olarak insanların arkasından
neleri söylüyor idi ise onların yüzlerine karşı da aynı şeyleri
söylüyordu. Hiçbir zaman için kâfirlere karşı hoşgörülü
davranmadı. Müşriklere ve onların liderlerine karşı nasıl
davranması gerektiğini Allahu Teala'nın kalem suresinde belirttiği
şekilde aynen müşriklere okuyordu:
فلا تطع المكذبين
(8)ودوا
لو تدهن فيدهنون(9)ولا
تطع كل حلاف مهين(10)هماز
مشاء بنميم(11)مناع
للخير معتد أثيم(12)عتل
بعد ذلك زنيم "Öyle ise sen
yalanlayanlara uyma. Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da
kendileri de yumuşaklık göstersinler. Sen, yemin edip duran,
izzeti nefsi bulunmayana uyma. Daima ayıplayıp, laf getirip
götürene, durmadan hayra engel olana, haddi aşana, çok günahkâra,
kaba, haşin ve bunlardan başka kulağı kesik (veled-i zina)
olana." (Kalem 8-13)
Ayetlerde de belirtildiği üzere kâfirler daima
Müslümanların yumuşak, hoşgörülü, kendiler ile diyalog halinde
bulunmalarını, atalarına, putlarına, akidelerine, sistemlerine,
liderlerine, yöneticilerine hakaret edilmemesini, karşı
gelinmemesini, onların istekleri doğrultusunda hareket edilmesini
isterler. Ayıplarının, ihanetlerinin, ümmete ve halklarına karşı
işledikleri cinayetlerin yüzlerine vurulmasından asla
hoşlanmazlar. Dolayısıyla da, Müslümanların veya İslâm’i
hareketlerin sözlerinde açık sözlü, hedeflerinin net olması onları
kızdırır. Oysa Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
hareketlerine ve Allah Subhânehu Ve Teala'nın kitabına baktığımız
zaman fikirlerimizin kılıç kadar keskin, güneşin aydınlığı kadar
berrak ve parlak olması gerektiğini görürüz.
Eğer İslâm’i hareketler, başlarındaki
yöneticilerin ve İslâm düşmanlarının istedikleri gibi onları
incitmezler, kızdırmazlar, saltanatlarını sarsacak söz ve
davranışlarda bulunmazlarsa onların da müsamahalı davrandıkları
görülmekte hatta ve hatta bu türden hareketlerin, çalışmaları için
imkânlar hazırladıkları, çalışmalarını engellemedikleri, çeşitli
yollarla onlara destek verdikleri, onlar hakkında basın-yayın
organlarında övgü dolu sözler sarf ettikleri dahi görülür.
4- Sahih irade:
Sahih iradeden kastedilen bu davanın ölüm kalım
meselesi haline getirilmesi, bu davanın bu dünyadaki bütün
işlerden öne alınmasıdır. Ya zafer ya da bu dava uğrunda şehadet
düşüncesi vazgeçilmez bir unsur olmalıdır. Zira bu dava öyle kolay
kolay halledilebilecek bir iş değildir. Çünkü bu dinin hakim
kılınmasının önünde dava adamı birçok sıkıntılarla, ailesinden,
çevresinden, devletten gelen baskılarla karşılaşacaktır. Bu
baskılara göğüs germesi, taşıdığı davanın hak dava olduğuna
inanması, takip ettiği yolun doğru bir yol olduğuna inanması
gerekir. Davetçinin davasını taşıma esnasında birtakım
sıkıntılarla karşılaşacağını Allahu Teala şöyle bildirmektedir:
لتبلون في أموالكم وأنفسكم ولتسمعن من الذين
أوتوا الكتاب من قبلكم ومن الذين أشركوا أذى كثيرا وإن تصبروا وتتقوا
فإن ذلك من عزم الأمور
"Andolsun ki,
mallarınız ve canlarınız konusunda deneneceksiniz. Sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan birçok
incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte
bu azme değer işlerdendir." (Ali İmran
186)
Çünkü bu davanın zafere ulaşması kısa sürede
olmayabilir. Yıllarca zaman alabilir. Zamanın uzayıp gitmesi asla
dava adamının azmini, kararlılığını kırmamalı, bilakis onun doğru
yolda olduğuna dair inancını pekiştirmelidir. Sahih bir iradeye,
azme, kararlılığa sahip olmazsa karşılaşabileceği birtakım
güçlükler veya zaferin gecikmesi nedeniyle ümitsizliğe düşebilir
ve bu ümitsizlik onu davayı terk etmeye, dolayısıyla da günah
işlemeye yol açabilir. Gerçekten de şu anda günümüzdeki İslâm’i
hareketlerin ve bu hareketler içerisinde faaliyet gösteren
Müslümanların durumuna baktığımız zaman genellikle onların büyük
bir kısmının özellikle hayatlarının gençlik çağlarında birtakım
hareketler içerisinde aktif rol aldıklarını fakat taşıdıkları
fikirlerin doğruluğundan emin olmadıklarından veya doğru bir metot
takip etmediklerinden veya açık ve net bir hedefe davette
bulunmadıklarından zamanla ümitsizliğe düştüklerine Allahu
Teala'nın üzerine farz kılmış olduğu davayı taşımaktan uzaklaşıp
dünyaya dalıp gittiklerine çoğu kere şahit olunmaktadır. Hatta
kendilerine hak bir davayı götüren kimselere de; "Bir zamanlar
biz de senin gibiydik. Zamanla sen de bu işlerden vazgeçersin."
gibi İslâm'la bağdaşmayan sözler sarf ettikleri görülür.
Bu nedenle hem davetçi hem de davetçinin
içerisinde bulunduğu kitle hak yol üzere olduğu sürece, her ne
surette olursa olsun asla davasını terk etmemelidir.
Karşılaşabileceği güçlükler karşısında daima kendinden önce hak
davayı taşıyan peygamberleri, onların çektikleri sıkıntıları ve
yinede davalarını terk etmediklerini düşünmelidir. Örneğin; Nuh
Aleyhisselam 950 sene yaşamış olmasına rağmen hiçbir zaman
davasını terk etmemiştir. Derin bir şekilde düşünüldüğü zaman
insan ömrü için 950 senenin hiç de küçümsenecek bir zaman olmadığı
bilakis insan hayatı için çok uzun bir süre olduğu
unutulmamalıdır.
Aynı konu ile bağlantılı olarak kitlenin
elemanlarında dava ciddiyeti bulunmalıdır. Kendilerine verilen
görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirme konusunda azami
derecede hassasiyet göstermelidirler. Davalarını daima dünyevi
işlerinin önüne almalıdırlar. Dava onların zihinlerinin ve
rüyalarının süsü olmalıdır. Davası için gerektiğinde işini gücünü
terk edebilmeyi göze alabilmelidir. Davasını dünyalık işleri için
bir basamak değil, dünyalık işlerini davası için bir basamak
olarak kullanmalıdırlar. Dava adamı bu davanın yalnızca kendi
eliyle zafere ulaşacakmışçasına kendini davasına vermelidir. Ben
çalışmasam dahi benden başka çalışanlar, bu davayı yüklenenler
vardır gibi kişide tembelliği, davadan uzaklaşmayı doğuracak
düşüncelerden tamamen uzak durmalıdır. Davasını kendinden kendini
de davasından ayrı görmemelidir.
5- Elemanlar arasında bağ, ideolojik
bağ/akidevi bir bağ olmalıdır. Kitlenin bütün elemanlarını
birbirine bağlayan bağ akrabalık, arkadaşlık, hemşehrilik, aynı
dili konuşuyor olma, menfaatçilik, mezhepçilik veya bunların
dışında akidevi, ideolojik bağdan başka hiçbir bağ olmamalıdır.
Kitlenin elemanları birbirlerine ancak Müslümanlar oldukları, aynı
fikre inanan, aynı davayı taşıyan kimseler olduklarından dolayı
bağlanmalıdırlar. Vatancılık, milliyetçilik, akrabalık,
menfaatçilik, bunlarda görülmemelidir. Dava asla bunların üstüne
bina edilmemelidir. Zira bu dava ne belli bir kabileye veya ırka,
ne belli bir bölgede yaşayan insanlara, ne de belli bir dili
konuşan insanlara inmiş bir dava değildir. Bu dava insan ve
Müslüman olmasında dolayı bütün Müslümanlara farz olan bir
davadır. Tıpkı namaz, oruç, hac, zekât ve diğer Şer'î hükümler
gibi, bu da bir Şer'î hükümdür. Dolayısıyla dünyanın hangi
bölgesinde bulunursa bulunsun, hangi dili konuşursa konuşsun,
derisinin rengi ne olursa olsun aynı fikri, aynı metodu, aynı
inancı taşıdığı ve aynı kitle ile birlikte çalışmayı kabul ettiği
sürece akidesinden ve akidesinden kaynaklanan Şer'î hükümlerin
dışında hiçbir şey o kimseyi etkilememelidir. Allahu Teala'nın;
إنما المؤمنون إخوة
"Ancak müminler kardeştir." (Hucurat 10) ayetinin
ortaya koyduğu hüküm esas olmalıdır.
Yine Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
ve sahabenin hayatına baktığımız zaman onlar arasında İslâm
akidesinden başka bağlayıcı hiçbir bağın bulunmadığını görürüz.
Nitekim sahabeden Bilal b. Rebah (Bilal-i Habeşi) Habeşistanlı,
Selman-ı Farisi İranlı, Süheyb Er Rumi de Bizanslı olmasına rağmen
onların diğer sahabelerden hiçbir farkı yoktu. Hatta Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem çeşitli vesilelerle; “Selman
bendendir” şeklindeki ifadeleri ile onları diğer sahabelerden
ayırmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Dolayısıyla dünyanın hangi
bölgesinde bulunurlarsa bulunsunlar sahih bir kitlenin elemanları
her zaman aynı özellikleri bünyesinde taşımalı ve birbirlerine
Şer'î hükümler açısından bakmalıdırlar. Bir duvarın tuğlaları gibi
birbirlerine kenetlenmelidirler.
6- Davayı yüklenme esnasında gücün ve kuvvetin
yalnızca Allahu Teala'da olduğuna inanmak:
Gücün sayıca çoklukta olduğuna veya parasal
zenginlikte olduğuna güvenmeden yalnızca Allahu Teala'ya dayanmak.
Yalnız başına olsa bile Allah'ın kendisi ile beraber olduğuna, en
sıkıntılı anlarda kendisine ancak Allahu Teala'nın yardım
edeceğine kesin olarak iman etmek. Zira İslâm'ın hayata hakim
kılınması emri Allah'tan gelmiştir. İnsanlar, gücün sayıca
çoklukta veya parasal güçte olduğuna kanaat getirdikleri zaman
yani bizler sayı bakımından çok ve parasal zenginlik bakımından
kuvvetli olduğumuz zaman ancak düşmanlarımıza karşı üstünlük
sağlayabiliriz inancına sahip olurlarsa Allahu Teala'nın gücünü ve
kudretini bir kenara itmiş sayılırlar. İşte o zaman Allah'ın
yardımı onlardan uzak olur da onlar kendi hallerine kalırlar.
Zafere ulaşmaları da kesinlikle söz konusu olmaz. Bu hususu teyit
eden birçok ayet ve hadisi şerif mevcuttur. Bunlardan bazıları ise
şunlardır:
ياأيها الذين آمنوا إن تنصروا الله ينصركم ويثبت
أقدامكم
"Ey iman edenler eğer siz Allah'a
(dinine) yardım ederseniz Allah'ta
size yardım eder ve ayaklarınızı sabitleştirir. " (Muhammed 7)
Allahu Teala sayıca az olmalarına ve zor
durumda bulunmalarına rağmen Bedir savaşında Müslümanlara nasıl
yardım ettiğini Ali İmran suresi 123-126 ayetlerde şöylece
bildiriyor:
ولقد نصركم الله ببدر وأنتم أذلة فاتقوا الله
لعلكم تشكرون
(123)إذ
تقول للمؤمنين ألن يكفيكم أن يمدكم ربكم بثلاثة آلاف من الملائكة
منزلين(124)بلى
إن تصبروا وتتقوا ويأتوكم من فورهم هذا يمددكم ربكم بخمسة آلاف من
الملائكة مسومين(125)وما
جعله الله إلا بشرى لكم ولتطمئن قلوبكم به وما النصر إلا من عند الله
العزيز الحكيم "Andolsun ki siz düşkün
bir durumda iken Bedir'de Allah size katî bir zafer vermişti.
Allah'tan korkun ki şükretmiş olasınız. Hani sen Müminlere;
İndirilmiş üç bin melekle Rabbınızın size yardım etmesi yetmez mi?
diyordun. Evet, sabreder, sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize
gelirlerse, Rabbınız size nişanlı beş bin melekle yardım
edecektir. Bu yardımı Allah, size sırf bir müjde olsun ve
kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, ancak aziz
ve hakim olan Allah'tandır." (Ali İmran 123-126)
Dolayısıyla davayı taşımada zaferin ancak
Allahu Teala'nın yardımı ile gerçekleşeceğine kesin bir şekilde
kanaat getirmek ve ihlasla amel etmek gerekir. Sayıca çokluk
zaferin kazanılması için sebep değildir. Kitlenin çalışıp bu
davayı taşıyacak yeni kimseler kazanmaları ancak bir Şer'î hükmün
yerine getirilmesi içindir. Samimiyet ve ihlas olmadığı müddetçe,
yapılan çalışmalar sırf Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik
olmadıkça, gerçek güç ve kudretin yalnızca Allah'ın elinde
olduğuna kesin bir şekilde kanaat getirilmedikçe, sayı ve para
bakımından ne kadar büyük miktarlara sahip olunursa olunsun zafer
elde edilemez. İslâm tarihinde bunun birçok örneği vardır. Sayıca
çokluğun zaferi kazanmak için yeterli bir sebep olmadığının en
büyük göstergelerinden birisi Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem zamanındaki Huneyn gazvesidir. Huneyn'de Müslümanlar
sayıca çoklukları ile övünüyorlar ve Huneyn'e yönelmiş olan İslâm
ordusunun asla mağlup olmayacağını konuşuyorlardı. Sayıca
çoklukları onların çok fazlası ile hoşlarına gitmişti. Ancak İslâm
ordusu henüz Huneyn vadisine girer girmez tepelerine yağmur gibi
yağmakta olan oklar karşısında çil yavrusu gibi dağılmaya
başlamıştı. Böylece sayıca çokluklarının zafer kazanmaları için
yeterli olmadığını Allahu Teala hemen orada onlara gösteriyor ve
bu hususu ayeti kerimede şöylece açıklıyordu:
لقد نصركم الله في مواطن كثيرة ويوم حنين إذ
أعجبتكم كثرتكم فلم تغن عنكم شيئا وضاقت عليكم الأرض بما رحبت ثم
وليتم مدبرين
"Andolsun ki Allah, size
birçok yerde ve Huneyn gününde yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz
sizi böbürlendirmişti de size bir faydası olmamıştı. Yeryüzü
genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra gerisin geri dönüp
gitmiştiniz." (Tevbe 25)
Öte yandan az sayıda ancak daha samimi ve
ihlaslı bir kitlenin zaferin kazanılmasında daha etken olduğunu
gösteren olaylar vardır. Yalancı peygamber Müseyleme ve
beraberindeki orduya karşı Yemame'de Halid b. Velid komutasındaki
İslâm ordusu ile kırk bin kişilik Müseyleme'nin ordusu arasında
şiddetli bir çarpışma olmuştu. Halid b. Velid Müseyleme'nin
ordusuna karşı yaptığı ilk hamlede başarı elde edemeyince ordusunu
geri çekti ve ardından ikinci bir hamle yaptı. İkinci hamlede de
başarı elde edemeyince ordu içerisindeki askerler arasında ayrım
yaparak onların bir kısmını geri gönderdi. Orduda İslâm'a ilk
girenleri, Ensar'dan ve Muhacir'den olanları bıraktı. Daha az
sayıda ancak daha samimi, ihlaslı bir kitle ile Müseyleme'nin
ordusuna karşı yaptığı üçüncü hamlede zafer elde etti. Bu nedenle
samimiyet ve ihlas kitlede bulunması gereken en önemli
özelliklerden birisidir.
Daima Allah'a tevekkül halinde bulunmak, Allah
Subhânehu Ve Teala dilemedikçe hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğine,
Allah Subhânehu Ve Teala dilemedikçe hoşumuza gitmeyen
sıkıntıların bize isabet etmeyeceğine kesinlikle iman etmek
olmazsa olmazlardandır. Allah Subhânehu Ve Teala şöyle buyurdu:
قل لن يصيبنا إلا ما كتب الله لنا هو مولانا وعلى
الله فليتوكل المؤمنون
"Deki; Allah'ın bizim
için yazdığından başkası bize erişmez. O bizim Mevla'mızdır. Onun
için müminler Allah'a tevekkül etsinler."
(Tevbe 51)
7- Taşıdığı fikirler dava adamında açık ve net
bir şekilde yerleşmiş olmalı:
Belli bir kitle ile çalışan kişilerde insanları
neye ve ne için çağırdığına dair fikirler tamamen yerleşmelidir.
Sırf birileri söylediği için veya kendisine birtakım fikirleri
anlatan kişiyi sevdiği için veya insanları birtakım fikirlere
davet edenlerin toplum içinde çokça meşhur olmuş kişiler
olmasından dolayı körü körüne taklitçilik yaparak değil bilinçli
bir şekilde davasına inanmalı ve taşıdığı fikirler kendisinde
mefhum haline gelmelidir. Nerede bulunursa bulunsun yalnız da olsa
fikirlerini topluma rahat bir şekilde aktarabilmeli. Anlattığı,
insanları çağırdığı fikrin delillerini karşısındaki insana
aktarabilmelidir. Zira Allah'ın Rasulü Sallallahu Aleyhi Vesellem
sahabesini böyle yetiştiriyordu. Habeşistan'a hicret eden
Müslümanlar Necaşi'nin kendilerine İsa ve Meryem Aleyhisselam
hakkındaki sorularına şöyle cevap veriyorlardı; Bu konuda bize
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bildirdikleri dışında bir
şey bilmiyoruz diyerek konu ile ilgili Meryem suresindeki ayetleri
okuyorlardı. Gerek Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
hayatında olsun gerekse Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
vefatından sonra olsun sahabeler taşıdıkları fikirleri hiçbir
zaman körü körüne taşımadılar. İnsanları neye davet ettiklerinin
her zaman bilincinde idiler. Anlattıkları konunun delilini
biliyorlar ve delilini bilmedikleri bir konu hakkında konuşmaktan
çekiniyorlardı. Günümüzde de doğru bir kitlede ve kitlenin
elemanlarında aynı özelliklerin bulunması gerekir. Bilinmesi
gereken temel konular hakkında ben bilmem ağabeyim bilir, hocam
bilir vb. sözler hiçbir şekilde geçerli mazeretler değildir ve
doğru da değildir. Dava adamının, hem insana neler götürmesi
gerektiğini yani o anda üzerine farz olan hususun ne olduğunu
bilmesi, hem de götüreceği fikirler hakkında yeterli bilgiye sahip
olması mutlaka şarttır.
Buna göre bugün İslâm davasını taşıma görevini
ifa ettiğini iddia eden Müslümanlar şu hususu çok iyi
bilmelidirler. Şu anda Müslümanların üzerine düşen farz, ne
Müslüman olmayanların Müslüman olmalarını sağlamak, ne fakir
öğrencilere yardım toplayıp onlara yurtlar, dershaneler açmak veya
Kur’an kursları açıp oralarda hafız öğrenciler yetiştirmek, ne de
özel okullar veya üniversiteler açmaktır. Bugün Müslümanlar
arasında cari olan bu ve benzeri faaliyetlerin hiçbiri
Müslümanların üzerlerine düşen farzlardan değildir. Herhangi bir
Müslüman veya cemaat bunlardan herhangi birisini yaparsa Allahu
Teala katında sevap kazanır. Ancak kesinlikle Allahu Teala'nın
üzerine farz kılmış olduğu İslâm’i hayatı yeniden başlatma
farziyetini yani Raşidi Hilâfet Devleti'ni kurma farzını
eda etmiş sayılmayacağı için Allah'ın huzuruna günahkar olarak
çıkacaktır. Çünkü bu türden çalışmaların hiçbiri Hilâfet
Devleti'ni kurma farziyetini yerine getirme çalışmasından
sayılmaz. Nasıl Ramazan ayının dışında nafile bir oruç tutan kimse
farz olan Ramazan orucunu tutmuş sayılmıyorsa, geceleyin gece
namazı kılan veya kuşluk namazını kılan bir kimse kıldığı bu
namazlardan sevap kazanmış olsa bile üzerine farz olan beş vakit
farz namazlarını kılmadığı sürece bunların sorumluluğundan
kurtulamıyorsa, yukarıda saydığımız birtakım hayır amellerini
yapan bir kimse de Hilâfet Devleti'ni kurma farzını yerine
getirmiş sayılmaz. Çünkü bunların her biri hakkında İslâm'ın hükmü
ve edasında İslâm'ın ortaya koyduğu metod farklıdır. Namaz
kılmanın şekli farklı olduğu gibi oruç tutmanın veya hac etmenin
şeklide birbirinden farklıdır. Aynı şekilde Hilâfet Devleti'ni
kurmanın metodu da bunların hepsinden farklıdır.
Üstelik bunların tamamı bu işlerle uğraşan
Müslümanların veya bu hareketlerin başında bulunan şahsiyetlerin
yukarıda da belirttiğimiz gibi hedeflerinin ne olduğunu, neyi, ne
zaman ve nasıl yapmaları gerektiğini de bilmediklerinin
göstergesidir. Zira bu türden faaliyetlerin tamamı İslâm'a uygun
oldukları sürece kişiye Allahu Teala katında sevap kazandırsa bile
Hilâfet Devleti'ni kurma farziyetini yerine getirmediği
için de Müslümanların enerjilerinin başka alanlarda harcanmasına,
hedefin saptırılmasına Müslümanların kafalarının bulandırılmasına
neden olmaktadır.
Genel bir çerçeve içerisinde sahih bir İslâm’i
kitlede bulunması gereken özellikler bunlardır. Herhangi bir
Müslüman Allah'ın üzerine farz kıldığı İslâm’i hayatı yeniden
başlatma farziyetini yani Hilâfet Devleti'ni kurma
farziyetini yerine getirmek istediği zaman beraber çalışacağı
kitlede bu özelliklerin bulunmasına dikkat edilmelidir ki,
çalışması boşa gitmesin. Yaptığı çalışma hem Allahu Teala katında
hem de bu dünyada zikre değer bir çalışma olsun.
ربنا لا تزغ قلوبنا بعد إذ هديتنا وهب لنا من
لدنك رحمة إنك أنت الوهاب
(8)ربنا
إنك جامع الناس ليوم لا ريب فيه إن الله لا يخلف الميعاد
"Ey Rabbimiz; hidayetine erdikten sonra kalplerimizi eğriltme.
Katından bize rahmet lütfet. Şüphesiz en çok lütfeden Sensin. Ey
Rabbimiz; muhakkak ki geleceğinden şüphe olmayan bir günde
insanları toplayacak Sensin. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez."
(Ali İmran 8-9)