Tevhid; arapça bir kelime olup birleştirme,
bir, tek bilme anlamlarına gelir. İslâm ıstılahında; Allah
Subhenehû ve Teala'nın zatını ve sıfatlarını zihinlerde tasavvur
olunan, vehimlerde ve hayallerde tahayyül edilen (düşlenen) her
şeyden tecrit etmektir. Bu yönüyle Allah'ın zatı ve sıfatlarıyla
bir tek olduğunu bilmek ve inanmaktır. Allah Subhenehû ve Teala'yı
böyle tanıyan ve inanan kişiye de Muvahhid denir.
Bu konuya açıklık getirmek için Allah Resulünün
onu ilk getirdiği ana dönmemiz uygun olacaktır. Mekke
müşriklerinin putperest ve dolayısıyla yüzlerce puta sahip idiler.
Ancak onların inançlarının dayanağı olan bu putlar, sahip
oldukları putların sadece bir kısmını teşkil etmekteydi. Çünkü
Arap toplumunda (özellikle de Mekke halkında) kabilelere, ailelere
ve hatta fertlere ait özel putlar da bulunmaktaydı ve bunların
sayısı oldukça çoktu. Ayrıca geçici bir süre için kabul edilip
inanılan, kendisine sığınılan putlar da mevcuttu. Yolculuklar
sırasında edinilen ve yolculuk bittiğinde terk edilen putlar gibi.
Bu bilgiler bize, Mekke müşriklerinin putperestlikte hemfikir
olmalarına karşılık, inançlarının temelini oluşturan putlarda
hemfikir olmadıklarını gösteriyor. Örneğin bir kabile veya ailenin
putu, başka kabile ya da aileler tarafından kabul
görmeyebiliyordu. Bu durumda şu sorular sorulabilir: O kadar çok
putun bulunduğu ve herkesin hepsini kabul etmediği bir ortamda,
bazılarının ayrı bir inanca sahip olmaları niçin problemlere neden
olsun? Halbuki bizzat o toplumda, farklı putlara inanmak normal
bir durum değil midir?
Problemin ayrı bir inanca sahip olmaktan değil
de, putlara hakaret edilmesinden ve onların aşağılanmasından
kaynaklandığı düşünülecek olursa, bunun da müşrikler açısından
probleme yol açacak bir durum olmadığı kesindir. Zira bu, bizzat
kendilerinin her zaman yapa geldikleri bir özellikti. Putlarına
karşı hiçte iyi düşünce ve davranışlara sahip olmayanların Mekke
müşrikleri arasında azımsanmayacak kadar çok olduğu, sahip olduğu
biliniyordu. Bununla ilgili olarak, müşrikler arasında, putlarına
ayırdıkları yiyecekleri veya undan yapılmış putlarını yiyenlerin,
putlarına bağışlanmış eşyayı çalanların, Yaûk isimli putu
karşısında; "Bu dünyada yaratan kimine iyilik, kimine kötülük
yapar. Yeûk ise ne iyilik, ne kötülük yapabilir" diyen şair
Malik el-Hamdani gibilerinin, putuna adadığı koyun yerine daha
küçük ve bakımsız bir hayvanı kurban edip; "Bir taş parçası
böyle şeylerin farkına varmaz" diyenlerin veya Sa'd isimli
putu karşısında; "Biz Sa'd'a bizi birleştirsin diye geldik,
fakat Sa'd bizi darmadağın etti, öyle ise biz Sa'd'dan değiliz.
Sa'd artık çöldeki kayadan başka bir şey değildir! Ona ne eğri
için ne de doğru için dua edilir" diyerek puttan korkarak
dağılan sürüsünü kızgınlık içerisinde toplamaya çalışanların hiç
eksik olmadığı gelen rivayetler arasındadır. Üstelik bütün bunlar,
Mekke toplumunda her zaman karşılaşılan özelliklerden olup, hiçbir
tepki görmeyen durumlardı. Ayrıca, müşriklerin Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e davasından vazgeçmesi şartıyla
sundukları teklifleri de inançlarına karşı samimiyetsizliklerinin
en önemli belgesidir.
Mekke müşriklerinin "Yaratan" anlayışı
putlarında somutlaştığı, bu nedenle gaip olan, görmedikleri bir
ilaha çağrı tepki nedeni olarak düşünülebilir. Ancak,
araştırıldığında anlaşılmaktadır ki, bunun da gerçekle bir ilgisi
bulunmamaktadır. Çünkü onların ilah, hatta daha önemlisi
"Allah" inancına sahip olduklarına bizzat Kur’an ayetleri
şahitlik etmektedir. Ayetlerde bildirildiğine göre onlar Allah
adına yemin edip, gökleri yaratanın ayı ve güneşi kontrol edenin,
yağmuru yağdıranın, kendilerini yaratanın ve her şeyin Rabb'inin
Allah olduğuna inanıyor ve sorulduğu zaman da bunu açıkça
söylüyorlardı. Hatta onlar Kâbe'yi ziyaretleri sırasında;
"Buyur Allah'ım buyur, buyur senin ortağın yoktur, ancak bir
ortağın vardır o da senin hükmündedir," sözleriyle Allah'a
olan inançlarını dile getiriyorlardı. Zaten onların putlara olan
inançları da, Allah'a olan inançlarının bir uzantısından başka bir
şey değildi. Putları, kendileri ile Allah arasında aracı olarak
düşünüyor ve bu nedenle putların Allah karşısındaki aşağılığını ve
acziyetini kabul ediyorlardı. Onlar Allah'a inandıkları, fakat
bazı konularda Allah'ın ortakları veya benzerleri olduğunu
zannettikleri için müşrik idiler. Eğer Allah'a inanmıyor olsalardı
müşrik olmazlardı. Hatta daha da önemlisi Mekke müşrikleri sadece
Allah'a inandıkları ve putları reddettikleri bir döneme de sahip
olmuşlardı. Bu dönem unutulacak kadar çok eskilerde de değildi.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in de çocukluk yıllarına
rastlıyordu.
Tarihi kaynakların bildirdiğine göre onlar,
Kâbe'yi yıkmak için gelen Ebrehe'nin ordusu karşısında
çaresizliklerini fark edince, bütün putlarını dışlayıp, sadece ve
doğrudan Allah'a yönelerek dua etmişlerdi. Ebrehe'nin ve ordusunun
ilahi bir azapla hezimete uğratıldığını görünce de sadece Allah'a
olan yönelişlerini birkaç yıl daha devam ettirdiler. Dolayısıyla
onlar için Allah inancı, yabancı olmadıkları bir inançtı.
Bütün bunlar da gösteriyor ki, "La İlahe
İllallah" çağrısına karşı çıkanların bizzat kendileri Allah
inancına sahiptiler ve üstü örtülü de olsa Allah inancını devam
ettiriyorlardı. Diyelim ki; bunların dışında müşriklerin gelenek
ölçüleri kabul edilmediği için tepkide bulundular. Ancak Mekke
müşriklerinin bizzat kendilerinin, gelenekleri karşısında lakayt
insanlar olduklarına yönelik de oldukça çok bilgi bulunmaktadır.
Bizzat kendileri sürekli geleneksel değerlerini çiğneyen kişiler
durumundaydılar. Geleneği aşağılayıp, çiğneyen kişiler olmalarına
rağmen Mekke'de rahat şekilde hayatlarını devam ettiren
Hanif'lerin durumu ise konumuz açısından ayrıca bir öneme
sahiptir.
Bilinmektedir ki, isimleri Hanif olan ve
gelenek ölçülerini kabul etmeyen, daha da önemlisi, Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in tebliğ ettiği Allah inancına çok
yakın inanca sahip olanlar Mekke'de mevcuttu ve onlar hiçbir tepki
ile karşılaşmıyorlardı. Bunlardan Zeyd ibn Amr bin Nufeyl,
Hıristiyanları tanıdığında; "Bizim milletimizin şirki ile
bunların şirki arasında herhangi bir fark yoktur" veya; "Ey
Rabb! Sen şahidim ol, ben İbrahim'in dinine bağlıyım." diyecek
kadar akla dayalı bir Tevhid inancına sahip olan ve Mekke
müşriklerinin geleneksel birçok uygulamalarına karşı çıkan birisi
idi. Varaka bin Nevfel, Sırma bin Enes, Amr bin Abese, Adiyy,
Ümeyye bin Ebi's-Salt ise diğer Haniflerden bazıları idi. Ve onlar
Mekke toplumunda hakim olan şirke bulaşmadan, şirke karşı çıkarak
yaşantılarını devam ettiriyorlardı. Açıkçası, Haniflerin statükoyu
reddetmelerinin bir tepkiye neden olmaması, buna karşılık
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in tepki görmesi, bir çifte
standart olarak görünmektedir.
Haniflerle ilgili bilgiler şunu gösteriyor ki;
Mekke müşriklerinin Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
tepkilerinin nedeni, geleneklerinin aşağılandığı konusu olamaz.
Bunların dışında acaba Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
karşı güven duymadıkları, davasını devam ettirmesi durumunda,
hâkimiyeti ele geçirmesinden ve böylelikle bir despot, zalim
olmasından korkuyor olmaları ve önceki gerekçelerini de buna bağlı
olarak ifade ettikleri düşünülebilir mi? Olabilir ancak bu,
onların dahi ifade etmek gereği duymadıkları bir durumdur. Zira
onların, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e "Emin"
sıfatıyla anacak kadar güvendikleri, onun dürüstlük ve
doğruluğundan hiç şüphe duymadıkları, hakkında olumsuz kanaatlere
sahip olmadıkları gayet açık olarak bilinmektedir. Onlar;
"Senin yalan söylediğine hiç şahit olmadık" diyerek Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e olan güvenlerini her fırsatta
tekrarlamışlardır. Bundan dolayıdır ki; yabancıların onunla
görüşmesini engellemek için neler yapabileceklerini düşünüp,
tartıştıkları zaman dahi, onun hakkında yalancı olduğu veya kötü
niyetler taşıdığı vs. iddialarını dile getirememişlerdir. Üstelik
onların Resulullah'ın hakimiyeti (yönetimi) ele geçirmesi gibi bir
kuşku ve korkuları da söz konusu değildi. Eğer öyle olsaydı,
bizzat kendileri sadece birkaç taraftarı bulunan Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem’e krallık, zenginlik tekliflerini
tekrarlayıp durmazlardı. Şu tekliflerde olduğu gibi: "Eğer bu
davayı mal elde etmek kaygısıyla ortaya attınsa, sana mal verelim,
en zenginimiz ol. Şeref ve mevki istiyorsan kral yapalım. Sana
gelen bu şeyi cin getiriyorsa ve onun sana galip geldiğine
inanıyorsan seni iyileştirmek, sağlığına kavuşturmak, tedavi
ettirmek için bütün malımızı sarf ederiz."
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e;
"Sen asla yalan söylemedin, senin söylediğin her şeye inanırız."
demelerine rağmen ona tepkiyi zorunlu gören müşrikler; "La
İlahe İllallah" çağrısını kabulleri durumunda korkacakları
şeylerle karşılaşacaklarını düşünüyor ve bunu açıkça ifade de
ediyorlardı; "Ya Muhammed! Vallahi sen bize hiç yalan
söylemedin. Velâkin sana uyarsak yerimizden olacağız. Bundan
dolayı iman etmiyoruz."
Onlar bu sözleriyle korkularını dile
getirirlerken, önceki peygamberlerin dönemlerindeki seleflerinin
korkularını da yenilemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Örneğin;
hiçbir siyasi, ekonomik, askeri güce sahip olmayan Hz. Musa ve
kardeşinin; "Ya Fir'avn! Ben alemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim" ve "La İlahe İllallah"'a
inanmaya, söylemeye davet etmeleri karşısında, Mısır gibi
zamanının en güçlü ve büyük bir devletinin yöneticisi olan Fir'avn
ve yardımcısının; "Sen bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz
şeyden çeviresin de yeryüzünde büyüklük ikinize kalsın diye mi
bize geldin?" demeleri anlamlı ve üzerinde düşünülmesi gereken
önemli bir durumdur.
Peki, bütün bunlar niçin olmaktadır? Müşrikler
"La İlahe İllallah" çağrısı karşısında niçin bu derece
şaşkına dönüp, korkuya kapılmaktadırlar? Bütün bu ve benzeri
sorular, müşriklerin söz konusu ettiğimiz gerekçelerini aşan ve
nedenini başka şeylerde aramamızı gerektiren sorulardır.
Biliyoruz ki; tepkiler "La İlahe İllallah"
çağrısı ile başlamış ve onun üzerinde yoğunlaşmıştır. O halde
tepki ve çatışmaların nedenini bulmak için tarihi bilgiler bir
yana, tepkilerin kaynağı ve hedefi olan söze yönelmemiz, söz
konusu sorulara cevap bulmada inandırıcı, güvenilir ve geçerli tek
yol olarak gözükmektedir. Bu durumda da "La İlahe İllallah"'ın
bu insanlara neler düşündürttüğünü tespit etmek, bulmaya
çalıştığımız cevap açısından zorunlu görünüyor. Öyle de olmalı.
Çünkü müşrikler düşmanlıklarının merkezini bizzat kendileri de
değişik vesilelerle ifade ederek; "Biz seni değil, senin
getirdiğin şeyi yalanlıyoruz" demişlerdir. Onlar aslında
gerekçelerinde dile getirdikleri nedenler dolayısıyla şaşkına
dönmedikleri, zulmü, işkenceyi, baskıyı bu nedenlerle
yapmadıkları, kendilerinin bu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Yani
müşrikler açısından asıl problem "Resullulah'ın getirdiği şey"dedir.
Diğer bir ifade ile problem o sözden anladıklarındaydı. Çünkü
onlar "La İlahe İllallah"'tan bugün de çoğu zaman anlaşılan
ve anlatılan; "Allah'tan başka Yaratan yoktur" gibi bir
anlamın ötesinde başka şeyler anlıyor olmalıydılar. Eğer onlar bu
sözden "Allah'tan başka Yaratan yok" biçiminde şeyler
anlamış olsalardı açıkladığımız nedenlerden dolayı tepkide
bulunmaları gerekmeyecekti. Ayrıca onların "La İlahe İllallah"'tan
her ne anlıyorlarsa o anladıklarının, Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in kastettiği anlam olduğu da açıktır. Çünkü onlar,
"La İlahe İllallah"'tan doğru şeyler anlamış olmalılar ki,
hiçbir şekilde ilgili sözden yanlış anlamlar, bu sözle aslında
başka şeyler kastedildiği türünden Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in bir düzeltmesiyle karşılaşmamışlardır.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Mekkelilerden, "La İlahe İllallah" çağrısını kabul edenlere
o günün iki süper devleti olan Doğu Roma (Bizans) ve Fars
hazinelerini vaat etmesi de, ilgili sözün Allah Subhânehu Ve
Teala'dan başka ilah/yaratan olmadığı anlamının çok dışında
şeyleri ifade ettiğini açıkça göstermektedir. Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem kavmine şöyle seslenir; "Ey Kureyş
cemaati! Bana itaat edin ki kıyamete kadar bütün insanlar da sizin
ardınızdan yürüsün" ve "Benimle birlikte "La İlahe İllallah"
deyiniz. Bütün Araplar size boyun eğeceği gibi, Arap olmayanlar da
size cizye ödeyecektir. Allah'a yemin ederim, Kisra'nın ve
Kayser'in hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız."
Burada düşünmek gerek. Eğer "La İlahe
İllallah" bütün putları reddedip ilah/yaratan olarak sadece
Allah'a inanmak anlamına gelmiş olsaydı, müşrikler yurtlarından
atılmaktan niçin korkma gereği duysunlar? Yaratan olarak Allah'a
inanmanın Doğu Roma ve Fars hazinelerine sahip olmakla ne ilgisi
vardı? Akabe'de "La İlahe İllallah"'ı kabul ettiklerini
bildirip Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'i himayelerine
aldıklarını açıklayan Medineli gençlerin bu tavırları bizzat
kendileri tarafından "dünyaya meydan okumak" olarak izah
ediliyordu. "La İlahe İllallah"'ı söyleyip, küçük bir şehir
devletinin dışladığı bir insanı yanlarına almanın dünyaya meydan
okumakla ne ilgisi vardı? Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün ve
bütün bunlar "La İlahe İllallah"'ın sadece bir yaratan
bulunduğu anlamının dışında başka anlamlar taşıdığının önemli
ipuçlarıdır. Peki, nedir bunlar?
Ebu Cehil, Resulullah'ın getirdiklerini kabul
etmekle bazı yetkilerini kaybedeceği korkusunu açıkça ifade ettiği
gibi; "Ben senin bu dinini kabul edip, sana tabi olur ve
Yaratan seni muhaliflerine üstün kılarsa sen öldükten sonra
hâkimiyet bize kalır mı?" diyenler de eksik değildi. Onlar bu
söz ve teklifleriyle Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
düşmanlıklarının asıl nedenini göstermektedirler. Yani sosyal,
siyasi, ekonomik, hukuki konularda yetkilerinin "La İlahe
İllallah" çağrısı ile sona erdirilmek istendiği ve bunu kabul
edemeyeceklerini bildirmiş olurlar. Kur’an'dan öğreniyoruz ki, söz
konusu tavırlar ve sözler, önceki peygamberlerin kavimleri
tarafından da ifade edilmiştir. Örneğin Medyen halkı; "La İlahe
İllallah" çağrısına uydukları takdirde siyasi ve ekonomik
yetkilerini kaybetmekten korkmuşlardır. Firavun da siyasi, askeri
dolayısıyla ekonomik gücünün kaybolacağını düşünmüştür. Bundan
dolayı Hz. Musa Aleyhisselam'a; "Sen bizi büyünle yurdumuzdan
çıkarasın diye mi geldin ey Musa?" demekten kendisini alamaz.
Böylece anlıyoruz ki, müşriklerin asıl
tepkilerinin nedeni, "La İlahe İllallah" sözündedir. Bu
nedenle müşrikleri korkutup şaşkına döndüren ve tepkide
bulunmalarına neden olan "La İlahe İllallah" kelimesinin
ortaya koyduğu emr/hüküm (hakimiyet) konusunu değinmek
gerekir.
Komuta ve hâkimiyet gücünün söz konusu olduğu
emr, hükme oranla kısmen farklı anlamlara sahiptir.
Fark, sebep-sonuç ilişkisine benzetilebilir. Buna göre emr sebep,
hüküm ise emrin gereği, sonucudur. Yani hükümde bulunabilmek için
onun dayanağı olan emretme gücünün bulunması gerekir. Ancak ikisi
arasındaki ince anlam farklılıklarına girmeden ve Kur’an'da da
daha çok kullanılan hüküm kavramı çerçevesinde konuya değinecek
olursak; Ha-Ke-Me fiilinin mastarı olan hüküm (hükm) karar
verme, güç, tahakküm gibi anlamları ve bunlara bağlı olarak da
yönetme, idare etme anlamlarını kapsar. Hükm, bugün Türkçe de
kullanılan hâkimiyet/egemenlik kavramlarının eş anlamlısı olup,
üzerinde hiçbir şekilde daha güçlünün, yetkilinin bulunmadığı
irade ve yetki sahibini ifade eder. Buna göre hüküm sahibi, hükmün
gerektirdiği itaatle kendisi zorunlu olmayan ve kendisi
dışındakilerin itaatini isteyendir. Kendisi itaatle sorumlu
değildir, çünkü belirttiğimiz gibi kendisinin üstünde daha büyük
irade sahibi, dolayısıyla hüküm sahibi yoktur.
Müşrikler hükümden pay isterken aslında
hükmetme yetkisi istiyorlardı. İsteklerine göre, hükmün hiç
değilse bir kısmı kendilerine ait olmalıydı. Hükümden, yani bir
şey hakkında, onun doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin,
hak-batıl, yasak-serbest, olduğu konusunda karar verme,
dolayısıyla bir şeyi yasaklama veya serbest kılma yetkisinden pay
istiyorlardı. Bu isteğin dayandığı yetkinin, bireysel konuları
olduğu kadar, toplumsal konuları da kapsadığı açıktır. Onların bu
isteğine verilen cevap gayet açıktır. Allahu Teala şöyle buyurdu:
إن الحكم إلا لله
"Hüküm yalnız
Allah'ındır." (Yusuf 40)
ولا يشرك في حكمه أحدا
"O
kendi hükmüne kimseyi ortak etmez."
(Kehf 26)
Ancak buna rağmen hüküm konusunda kendisini
yetkili görenler çıkar ve hükmetmeye kalkışırlarsa, onlar Allah
Subhânehu Ve Teala'nın indirdiğiyle (hükmüyle) hükmetmedikleri
için kâfirdirler, zalimdirler, fasıktırlar. Allah'ın, konuyla
ilgili olarak Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e verdiği
talimat ise bu çerçevede ayrı bir önem kazanmaktadır:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم
واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك فإن تولوا فاعلم أنما
يريد الله أن يصيبهم ببعض ذنوبهم وإن كثيرا من الناس لفاسقون
(49)أفحكم
الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون
"Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma
ve onların Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni
şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı
günahları yüzünden onları felakete uğratmak istiyordur. Zaten
insanlardan çoğu, yoldan çıkmışlardır. Yoksa cahiliye hükmünü mü
arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm
veren kim olabilir? (Maide 49-50)
Ayetlerle, insanın hükmeden değil, Allah
Subhânehu Ve Teala'nın hükümlerinin uygulayıcısı olduğu (olması
gerektiği) açıklanır. Kısacası Hüküm Allah'ındır ve insanlar O'nun
hükümlerine uymak zorundadırlar. İnsanlar için başka bir hak veya
yetki söz konusu değildir. Hüküm Allah'a ait olup, insanların
böyle bir yetkiye sahip olmamalarının nedeni de yine ayetlerde
ayrıntılı şekilde açıklanır. Allah Subhânehu Ve Teala yaratandır,
yoktan var edendir, alemlerin Rabb’idir, yerdekilerin ve
göktekilerin mutlak sahibidir, O'nun her şeye gücü yeter, mutlak
galiptir, hiçbir şeye muhtaç değildir, her işi yönetip kontrol
eder, her şeyi bilir, bilgisi mutlaktır, O, başkasının hükmüne
muhtaç ve uymak zorunda olmayacak kadar yüce ve her türlü
eksiklikten münezzehtir. O halde tüm bu sıfatların en layıkıyla
sahibi olan birisi, hükümde de tektir ve buna sahip olan sadece
Allah'tır. Kur’an'da emr/hüküm konusuna açıklık getirildikten
sonra insanın bunlar karşısındaki konumu da açıklanır. Böylelikle
insanın yaratılış gayesi de açıklanmış olur:
وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدوني
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım." (Zariyat 56)
Kulluğun ise rasgele şeylere ve rasgele şekilde
olamayacağı, belirli esaslara göre olması gerektiği açıklanır.
Bütün bunlara bağlı olarak da konu özetlenir:
أيحسب الإنسان أن يترك سدى
"İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"
(Kıyamet 36)
İmam Şafiî, ayette geçen başıboş (südâ)
ifadesinin emir ve yasak anlamına geldiğini, dolayısıyla ayetin
anlamının; "Emir ve nehy olunmayacağını mı zanneder?"
olduğunu belirtir.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Mekke
müşrikleri niçin "La İlahe İllallah" çağrısı karşısında
emr'den payları olup-olmadığı konusunu gündeme getirdiler?
Çağrıldıkları ve kabul etmeleri istenen söz ile emr arasında
ilgiyi nasıl kurdular? İşte, peygamberlerin Tevhid'i tebliğleri
sırasında en önemli nokta burada açığa çıkar ve benzeri soruların
cevabı, Tevhid hakikatinin bütün anlamıyla açığa çıkmasını sağlar
niteliktedir. Şöyle ki; Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
müşrikleri öncelikle inanıp, söylemeye çağırdığı söz Allah
Subhânehu Ve Teala'nın varlığı ve varlık olarak birliği olmayıp
tek ilah olduğu konusuydu. Yani "La İlahe İllallah".
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onlara öncelikle;
"Allah'tan başka Yaratan yok" gibi bir sözü kabule değil,
"Allah'tan başka İlah" olmadığını kabule çağırıyordu.
Müşriklerin akıllarını başlarından alan, şaşkına çeviren, korkutan
da bu "İlah" konusuydu. Ve bütün problem buradan
kaynaklanıyordu. Zaten ayetlerle de Mekke müşriklerinin Allah'la
ilgili inançlarındaki yanlışlar tashih edilerek, Allah'ın tek ilah
olduğu açıklanır. Yoksa onlara hiç haberleri-bilgileri olmadığı
bir Allah inancından bahsedilmez. Böylece anlaşılmaktadır ki,
"La İlahe İllallah"'tan Allah'tan başka yaratan yok anlamının
veya Allah'tan başka ilah yok anlamının çıkarılması birbirinden
oldukça farklı boyutlarda şeyler ifade eder. İkisinin arasında
büyük fark vardır. Bu nedenledir ki birincisini müşrikler büyük
oranda kabul ediyor, hatta bu biçimde kabul edenlere de (Hanifler)
tepki göstermiyorlardı. Ancak ilahın sadece Allah olduğu ve bu
nedenle O’ndan başka ilah olmadığı esasına gelince o zaman durum
değişiyordu. Çünkü ilah konusu, en azından müşrikleri şaşkına
çevirecek kadar çok şeyler ifade ediyordu.
E-Le(Li)-He fiilinden gelen ilah; kulluk
etmek, yöneltmek, yönetmek, hareket tarzı ve davranış biçimi tayin
etmek, kurallar koymak gibi anlamları içerir. Dolayısıyla ilah,
insan bireyinin ve toplumunun hayat tarzını, hareket biçimini
belirleyen, yönetip kontrol edendir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in tebliğ
ettiği davanın Mekke müşrikleri için büyük bir problem olduğu
açıktır. Çünkü "La İlahe İllallah" çağrısını işittikleri
zaman, bu sözle ilahlığın sadece Allah'a ait olduğunun ilanını
görüyorlardı. Bu ilanın ise bireysel yaşantıdan, sosyal hayata ve
inanç esaslarına kadar insanı ilgilendiren, bütün alanlarda
statükodan oldukça farklı, yepyeni bir yapıyı önerdiğini
anlıyorlardı. Bu nedenle "La İlahe İllallah" çağrısının
statükoyu tamamıyla değiştireceğini anlayan Mekke ileri gelenleri,
haksız menfaatlerinin devamı açısından tepkide bulunmayı zorunlu
bulurlar. Her yeni gelen ayetle de korktuklarının başlarına
geldiğini açıkça görür ve tepkilerini de buna bağlı olarak
artırdıkça artırırlar. Ayetlerde açıklandığı şekliyle Allah;
Meliku'n-nas/insanların hükümdarı, din gününün sahibi, hakiki
hükümdar, her türlü eksikliklerden uzak hükümdar, sûr'a üflenecek
günün hakimi, ahiretin hakimidir. Bunlar şunu ifade etmektedir;
Allah'ın razı olduğu tek din olan İslâm, bireysel ve toplumsal
bütün alanları kapsayan bir hukuk sistemidir. Bu hukukun kaynağı
ise sadece Allah'tır. Allah'ın hukuku/hükmü dışındaki hukuklar ise
Allah Subhânehu Ve Teala’dan olmadığı için meşru değildir.
Dolayısıyla o meşru olmayan hukukları uygulayan yöneticiler de
meşru değildir. Diğer bir ifadeyle din ve şeriat koymak, çıkışı ve
uygulanışı ile nehiyde bulunmak uluhiyet sıfatlarından olup, bu
sıfatta sadece Allah'a ait olduğu için Allah’tan gelen sosyal,
siyasi, ekonomik vs. sistemi meşru, onun dışındakiler ise zulmün
tezahürleri olan cahiliye sistemleridir. Bütün cahili sistemler
ise yok olmaya mahkumdur.
Mekke müşriklerinin "La İlahe İllallah"
çağrısı üzerine tepkide bulunmaları sadece ilah kavramı
çerçevesinde de kalmıyordu. Onlar çok iyi biliyorlardı ki, ilah
kavramı rabb ve melik kavramlarını da içermektedir. Yani ilah olan
aynı zamanda rabb ve meliktir de. "La İlahe İllallah"
çağrısı ile de ilahlığın (ulûhiyetin) yanı sıra rabb'lık
(rububiyet) ve melik'lik (mülûkiyyet) sıfatlarının da insanlara
değil, sadece Allah'a ait kılındığı açıkça anlaşılıyordu. Bu durum
müşriklerin kin ve baskılarını daha da artırır. Zira müşrikler,
"La İlahe İllallah" çağrısı ile sosyal statü ve yetkilerinin
meşru olmadığının ilan edildiğini, bu statü ve yetkilerinin
tamamıyla ellerinden alınacağını iyice anlarlar. Çünkü, ilah
kavramına göre daha özel anlamlar içeren rabb'ın, bu durumu açıkça
ifade ettiğini görüyorlardı.
Rabb'ın anlamına gelince; o, asıl anlamıyla
terbiyeyi ifade eder. Bunun içerisinde ıslah etmek, tasarrufta
bulunmak, kemale erdirmek, kefil olmak, efendi olmak,
sorumluluklara sahip olmak, toplamak-yığmak, başkanlık yapmak,
sahip olmak gibi anlamları yüklenir. Ayetlerde ve Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in kullanımındaki anlamın dışında Mekke
müşriklerinin kullanımındaki rabb, ağırlıklı olarak üç anlamı
ifade ediyordu: Tapınma, kulluk ve boyun eğme. Bunların ifade
ettiği ortak anlam ise, yetki ve gücü elinde bulundurana itaat
etmektir.
Bütün zamanlardaki küfrün ileri gelenleri,
kendilerinin rabb olduğuna inandıklarındandır ki, yöntemleri
altındaki insanlar için kanun yapma, onları bu kanunlarla yönetme
hakkının kendileri için tabii bir hak olduğuna kesinlikle inanmış
ve savunmuşlardır. Mekke müşriklerinin ileri gelenleri için de
durum değişmez ve onlar da rabb olarak kendilerini kabul ederler.
Ancak Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e peş peşe gelen
ayetler ise rabb'ın sadece Allah olduğu bildirilir. Ayetlerde
Mekke müşriklerini şaşkına çevirecek şekilde Allah'ın rabb
oluşuyla ilgili ayrıntılı bilgiler verilir. Bu ayetlerden
bazılarına göre; Allah doğunun ve batının, insanların, sabahın,
Şir'a yıldızının (bu yıldız müşriklerden bazılarının putu idi),
Kâbe'nin, yüce arşın, göklerin ve yerin, doğuların, yerin ve ikisi
arasındakilerin, Mekkelilerin ve atalarının, kısacası Allah her
şeyin rabb'idir. Bu ise kendilerinin rabb olduğu gibi bir iddiayı
ileri sürerek, sadece bir bölgenin hâkimiyetini elinde
bulundurmaya çalışan kişilerin (tağutların) aksine Allah'ın bütün
alemlerin rabb'i olduğu ve yöneticilerin, zenginlerin vs. ancak
Allah'ın hükümleriyle hükmetmeleri durumunda meşru
olabileceklerini ilan ise, kendi hükümleriyle Mısır veya Mekke'yi
yöneten, Firavun veya Mekke aristokratlarının bütün
fonksiyonlarını geçersiz kılar. Onlar, menfaatlerini korumak ve
devam ettirmek için rabb sıfatının sadece Allah'a ait olmasını
kabul etmezler.
"La İlahe İllallah"'ın müşriklere
düşündürtüp, tepkilerine neden olan diğer bir özelliği de, ilah
kavramının melik kavramını da kapsıyor olmasıdır. Melik;
sahip olmak, tasarrufta bulunmak, insanlar üzerinde tasarrufta
bulunmak, insanları yönetip kontrol etmek anlamlarını içeren melik
ve onunla aynı mastardan olan mülk, malik, milk kavramları idari
konularda, yönetimle ilgili alanlarda ele alındığı zaman otorite
ve hükmetme anlamlarındadır. Mekke aristokratları ilah olarak
(insanların bireysel ve sosyal hayatlarını ilgilendiren konularda)
kendilerini niteledikleri için, rabb sıfatında olduğu gibi melik
oluşu da yine aynı şekilde, bir yönüyle kendilerine ait
kılıyorlardı. Zira Mekke müşrikleri çok iyi biliyorlardı ki, ilah
olan aynı zamanda rabb ve melikti de. Firavun'da Mekke'deki
halefleri gibi düşünüp, inandığını görüyoruz. O, kavmine hitaben;
"Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil
mi?" derken, sahip olduklarını istediği gibi yönetip kontrol
etmek ve harcamak vs. hakkında da sadece kendisine ait olduğunu
ifade etmiş oluyordu. Bu durum, kendilerine peygamber gönderilen
diğer kavimlerde de aynı biçimde açığa çıkar. Örneğin; Hz. Şuayb'e
karşı gelen Medyen'liler, sahip oldukları mallarının isimlerini
sıralayıp, onları istedikleri gibi kullanabileceklerini, kimsenin
kendilerine karışamayacağını ifade ederler. Mekke müşrikleri
açısından da değişen bir şey yoktur. Mademki Mekke onlarındır, o
halde Mekke de (sahip oldukları beldede, mülklerinde) istedikleri
gibi hareket tarzına sahiptiler. Çünkü bu mülkün malikidirler.
Ancak "La İlahe İllallah", bütün
müşrikler açısından her şeyi altüst eder. Zira Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem bu söz ile Allah Subhânehu Ve Teala’dan
başka melik olmadığını, dolayısıyla insanlardan hiç kimsenin
istediği gibi hareket tarzına sahip olamayacağını ve mallarını da
istedikleri biçimde kullanma hakkına sahip olmadıklarını açıklamış
olmaktadır. Diğer bir ifadeyle; "La İlahe İllallah"
çağrısı, insanların bir kısmı bazı şeylere malik olduklarını ve bu
mülkleri üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabileceklerini
söylüyorlarsa da, insanlara böyle bir yetki verilmemiştir anlamına
geliyordu. Çünkü mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi, belirli
sıfatlara sahip olmayı gerektirir ve bu sıfatlardan en önemlisine
göre melik olmak beşeri değil, ilahi olmayı gerektirir.
Dolayısıyla sadece Allah Meliktir. İnsanlar için geçerli
olabilecek tek şey ise göklerin ve yerin mülkünün sahibi olan ve
bu mülkünde hiçbir ortağı olmayan Allah'ın emirlerine uymaktır.
Ancak bu esaslar doğrultusunda, Allah'ın mülkünü kullanma yetkisi
insana verilmiştir. Fakat bu kullanma yetkisi de sınırsız değil,
Allah'ın hükümleriyle kayıtlıdır. Bütün bunlar insanın emir sahibi
(ilah) olmaması nedeniyledir. Zira emir, ilah oluşu nedeniyle
sadece Allah'a aittir.
"La İlahe İllallah"'ın sadece benimsenen
bir söz olarak ifade edilmesinin ise, Tevhid ile hiçbir ilgisi
yoktur. Elbette ki, "La İlahe İllallah" bir sözdür.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem insanların bu sözü
söylemelerinin Cennete vesile olacağını açıklar. Ancak bu, onu
hiçbir anlam ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir
söz olarak da söyleseniz olur anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı,
onun, Mekke müşriklerinin hiç tereddüt etmeden söyleyecekleri bir
söz olacağı kesindi. Konuyla ilgili birçok örnekten sadece birisi
dahi bu tespitimizi doğrular niteliktedir. Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem, Mekke müşriklerini bu sözü söylemeye davet ettiği
zaman Ebu Leheb; "Sana bir söz değil, on söz söyleriz"
mukabelesinde bulunur ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den
kendilerinin söylemesini istediği sözü sorar. Söz; "La İlahe
İllallah"'dır. Şaşkına dönerler birbirlerine bakıp;
"Yürüyün putlarınıza bağlılığa devam edin, doğrusu arzu edilecek
sadece budur" diyerek oradan uzaklaşırlar. Çünkü onlar
muhtevasını çok iyi anladıkları bu sözün, kendilerinin kabul
ettikleri Tevhidî unsurların eksik olduğunu, kabul etmekten
kaçındıkları ulûhiyet konusunu da Tevhid'in kapsamına aldığını
bilirler. Bunun ise sadece bir söz olarak söylenmekle bir anlam
ifade etmeyeceğini, onun öncelikle bireysel ve sosyal yaşantıda
açığa çıkması gereken hayat tarzı olduğunu anlarlar. Bu yönüyle de
Tevhid'in bir defa değil, on defa dahi söyleseler, bir söz olarak
kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini, Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem 'in de bir söz söylemekle sadece söylemeyi
kastetmediğini bilirler.