(Ali İmran-19) buyurmaktadır.
Her iki ayet bir arada düşünüldüğü zaman hem
İslâm dininin hem de bu dine mensup olanların bütün dinlerden ve
din mensuplarından daha üstün bir konumda bulunmaları gerektiği
açık ve net bir şekilde görülmektedir. Eğer bir din, alemlerin
Rabbi olan Allahu Teala’dan gelmiş ve Allah katında tek din
unvanını almış ise, bu dinin ve bu dine inananların diğer din
mensuplarından ayırtedilen birçok yönünün olması pek tabiidir. Bu
din öyle bir dindir ki; indiği dönemde davranışları, yaşantıları
ile o dönemde yaşayan toplumların en geri kalmışlarını oluşturan,
kendi kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar insanlıktan
uzaklaşmış olan bir kavmi insanların efendisi, dünyanın lideri
haline getirmiş bir dindir. Diğer bir ifade ile bu dine inanan bir
kimse kula kulluktan, şeytan ve dostlarının peşinden Cehenneme
doğru sürüklenmekten, başka halk ve milletlerin kölesi olmaktan
kurtularak yalnızca Allahu Teala'ya kul olma ve dünyanın efendisi
olma şerefine nail oluyordu. Çünkü bu din gerçekten Allah
Subhânehu Ve Teala’dan gelen hak bir din idi.
Nasıl ki geçmişte, bu din mensupları dünyaya
asırlar boyunca liderlik yapmış, gittikleri her yere hakkı,
adaleti, insanlığı, ilmi, teknolojiyi, huzuru götürmüşlerse bugün
de aynı özelliklere sahip olmaları gerekir. Zira Allahu Teala’nın;
“Allah katında tek din İslam’dır” dediği ve bütün dinlerin
üstünde hakim olmasını emrettiği yüce bir dine inanan insanların
diğer din mensuplarının emirleri altında, zillet içerisinde,
küfrün karanlıkları altında yaşamaları asla doğru olamaz. Bir
zamanlar dünyayı aydınlatan insanlar nasıl olur da bugün dünyayı
karanlığa boğan, dünyayı adeta vahşi hayvanların yaşadığı ormana
dönüştüren, insanı insanlıktan çıkarıp hayvandan da aşağı bir
seviyeye indiren, hayvanları delirtecek derecede tabii dengeyi
bozan kendi süfli emelleri için dünyanın dört bir yanını ateşe
veren, gözleri para hırsı ile doymadığı için insanlar arasında
fitneler çıkartan ardından da onların ellerine silahlar
tutuşturarak kardeşi kardeşe vurduran ve Allahu Teala’nın
"Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da aşağı
seviyededirler" dediği batıl bir dine inanan, azgın, sapık
insanların koyduğu batıl nizamların gölgesinde, onların çıkardığı
batıl kanunlara itaat ederek zillet içerisinde yaşayabilir! Hayır!
Hak bir dine inanan, Allah’ın katında tek din olan İslâm'a inanan
ve Allahu Teala’nın; "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir
ümmetsiniz" şeklinde vasıflandırdığı İslâm ümmetinin, batıl
dinlerin hakimiyeti altında yaşamaları asla doğru değildir.
Asırlar boyunca dünyada süper devlet olma
unvanını en uzun süre koruyabilmiş, her zaman başı dimdik yaşamış,
köle yerine lider ruhuna sahip bir din mensupları bugün zillet
altında yaşamayı, başka ülkelerin payandası olmayı, iç ve dış
siyasetlerindeki işlerinde alçaklardan izin alarak yaşamayı nasıl
kabullenebiliyorlar?
Altı asır boyunca yeryüzünde hükümranlık süren,
gittikleri her yere hakkı, adaleti, insanlığı götüren, batılı
halklara bile; "Derebeylerin zulmü altında yaşamaktansa,
Osmanlının sarığı altında yaşamayı yeğleriz" dedirten, hasta
yatağındaki hali ile bile bütün dünyayı korkutan, hasta
yatağındaki ölümü bile iki asır süren bir ecdadın torunları nasıl
olurda; Musa Aleyhisselam’dan bu yana yeryüzünde bir devlet haline
gelemeyen, asırlar boyunca başka milletler ve halklarca hor ve
hakir görülen, hiçbir zaman izzet ve şeref görmeyen, daima başka
halkların himayesi altında yaşayan, Allah’ın lanetlediği,
yeryüzünün en sefil mahlukları haline getirdiği, domuzlara ve
maymunlara döndürdüğü, korkak, sözünde durmayan, daima ihanet
içerisinde bulunan, peygamberlerini öldüren, İspanyol’ların
zulmünden kaçarak Osmanlı’nın himayesi altına giren ancak orada da
fitne ve fesatçılıklarını ellerinden bırakmayan, Osmanlı Hâlifesi
Abdülhamid'in Hâlifelikten azledildiğine dair fetvayı sultana
bildiren heyette yer alan, peygamberlerini yalnız bırakarak;
"Sen ve Rabb’in gidin savaşın biz burada oturacağız" diyecek
kadar alçaklaşan zelil yaratıkların eteğine yapışırlar! Onlardan
yardım beklerler! Nerede görülmüş efendinin adi bir köleden aman
dilendiği? Allah’a verdikleri sözleri bozmaktan bir an bile geri
çekinmeyen, peygamberlerini öldüren alçak bir kavmin neyine
güveniyorlar? Ey İslam ümmeti! Nerede kaldı sizin şeref
duygularınız? Nerede bir sözü ile dünyayı titreten naralarınız?
Eğer bugün İslam ümmeti geçmişte tarihin
akışını nasıl değiştirdiklerini, her yere hakkı ve adaleti nasıl
götürdüklerini, dünyanın dört bir yanında başları dimdik nasıl
yaşadıklarını, Allahu Teala’nın dinini yeryüzünde hakim kılmak
için savaş meydanlarında Allahu Ekber naralarıyla nasıl
şehadet şerbetini içtiklerini, kalplerinde taşıdıkları güçlü
imanları ile kendilerinin onlarca katı orduları nasıl dize
getirdiklerini unuttularsa burada tarihin derinliklerinde geçmişte
İslam ümmeti ile ilgili bazı hatırlatmalarda bulunalım ki, belki
böylece kendilerinin ne kadar üstün bir ümmet olduklarını
hatırlarlar. Damarlarından akan kan eskiden olduğu gibi şimdide
fokur fokur kaynar da yeniden eski canlılıklarını, hayatiyet
unsuru olduklarını hatırlarlar.
Evet, tarih boyunca İslâm ümmetinin ana
başlıkları ile dünyanın gidişatında yaptıkları değişikliklerden
bazıları şunlardır:
Devlet yönetimindeki etkileri:
Medine de kıtlığın yaşandığı bir dönemde Ömer
Radiyallahu Anha, Mısır valisi Amr b. El As’a hemen Medine’ye
yiyecek maddesi götürmesini emreder. Deve kervanları ile Medine’ye
getirilen gıda maddeleri adil bir şekilde halka dağıtılır. Gıda
maddelerini getiren develerde kesilerek halka dağıtılmaya
başlanır. Bu arada bir tabak içerisinde kavrulmuş biraz et de
Ömer’in evine getirildiğinde Ömer Radiyallahu Anha eti getiren
adama, kesilen develerin etinden herkese dağıtılıp dağıtılmadığını
sorar. Bunun üzerine eti getiren adam, yeterli miktarda etin var
olduğunu ve dağıtımının devam etmekte olduğunu söyleyince Ömer;
"Allah’a yemin olsun ki bu etten bütün insanlar yemedikçe Ömer’in
ağzına bu etten bir lokma girmeyecektir." diyerek getirilen
eti geri çevirir.
Bir gün Ömer’in hanımı aylardan beri evlerinde
tatlı namına bir şey yenmediğini, ayda bir defa dahi olsa tatlı
yiyebilme imkanına sahip olabilmeleri için maaşına zam yapılmasını
isteyince Ömer Radıyallahu Anha hanımına; "Ömer’in almakta
olduğu 400 dirhemin Ömer ve ailesine yettiğini ve maaşına zam
yapmayacağını" söyler. Ancak Ömer’in hanımı aldıkları maaştan
her ay küçük bir kısım artırarak birkaç ay sonra sofraya tatlı
getirir. Bunu üzerine Ömer tatlıyı nereden bulduğunu hanımına
sorunca Ömer’e şu cevabı verir: "Her ay maaşından 25 dirhem
biriktirerek bu tatlı malzemesini aldım ve tatlı yaptım." Bunu
üzerine Ömer; "Demek ki Ömer ve ailesine ayda 375 dirhem maaş
yetmektedir” der ve maaşını 400 dirhemden 375 dirheme indirir.
Devlet başkanı/Halife ile görüşmek için
Bizans’tan gelen bir heyet Medine devlet başkanına ait bir saray
ararlar ama bulamazlar. Ardından oradaki insanlara devlet başkanı
ile görüşmek için geldiklerini, onu bulamadıklarını söylerler.
Bunun üzerine orada bulunan insanlar bir ağacın gölgesinde yalnız
başına uyumakta olan Ömer’i işaret ederek; ‘işte orada’
derler. Heyettekiler Ömer’in yanına gelerek; ‘adil oldun,
adaletle hükmettin, kendini güvende hissettin ve şu anda da
kimseden korkmadan yalnız başına bir ağacın gölgesinde
uyuyabiliyorsun ha’ derler...
H.18. senede İslâm devlet başkanı Hz. Ömer,
Suriye-Filistin bölgesini kontrol edip vukuu bulan vebanın
neticelerini tespit için Şam’a gitti. Maiyeti ile Şam’a yaklaşan
Ömer yolculukta deveye binme işini kölesi ile sıraya koymuştu.
Şehre girmeye yaklaşıldığında deveye binme sırası köleye gelmişti.
Her ne kadar deveye binmek istemese de Ömer Radıyallahu Anha'nın
ısrarı üzerine köle deveye binmeyi kabul eder. Ömer yaya olarak
kölesi ise devenin üzerinde olmak üzere şehre girerler. Yanında
ise ne bir emir subayı ne de bir muhafız vardı. Toplanan kalabalık
kimin hâlife kimin de onun kölesi olduğunu fark edemiyordu. Ömer’i
tanımayan halk devesinin yularından tutmuş yürümekte olan Ömer’e
şöyle soruyorlardı;"Emiru-l Mü’minin nerede?" Ömer’in
cevabı çok kısa ve netti :"İşte önünüzde!..."
Ömer b. Abdülaziz Hilâfet makamına oturduğu
zaman Ümeyye Oğullarının insanların mallarından, devlet
mülklerinden ve kamuya ait mallardan otorite gücü ile ellerine
geçirdikleri malların tamamının hazine dairesine iade edilmesini
kararlaştırdı. Bu işe önce kendinden başladı ve sahip olduğu bütün
arazileri, malları, binek hayvanlarını kullandığı güzel kokuları
sattı. Bunların bedeli olan 23.000 dinarı hazineye iade etti.
İslam ordusu bir bölgeye fethetmek için
gittikleri zaman o bölge halkını İslâm'a çağırır, kabul etmezlerse
cizye vermeye çağırır, cizyeyi de kabul etmedikleri takdirde
onlarla savaşırdı. Ancak bu savaşlarda asla kadınları, çocukları,
düşkün kimseleri öldürmezlerdi.
Ebu Ubeyde kendilerinden cizye aldıkları gayri
müslimleri koruyamayacaklarını anlayınca onlardan aldıkları
paraları kendilerine geri dağıtıyordu.
Semerkand’ın fethinden önce bölge halkını
İslâm'a, ardından da cizye vermeye davet etmeden direkt olarak
savaşa başlayıp bölgeyi fetheden bölge komutanı Hâlifenin emriyle
Semerkand’dan geri çekiliyordu.
Son Osmanlı Hâlifesi Sultan Vahdettin’in
Mustafa Kemal ve avanelerinin Ankara’daki mecliste aldıkları
kararla İstanbul’dan kovulmaları kararlaştırıldığı zaman hâlifenin
yanındakiler hâlifeye şöyle derler: "Ey hünkarım, çıkarken
beraberinizde yükte hafif değerce ağır olan kıymetli mücevherattan
yanınıza alsanız. Zira gittiğiniz yerlerde paraya ihtiyacınız
olabilir" deyince son Osmanlı Hâlifesi bu öneriyi getiren
adama şöyle cevap verir: "Bu para Devleti Aliye'nin parasıdır.
Hakkım olmayan bir kuruşu dahi yanıma alamam" der ve yanına
yalnızca kendi şahsi eşyalarını alarak Dolmabahçe Sarayını terk
eder.
İçlerinde Yahudi Emanuel Karasau’nun da
bulunduğu üç kişilik bir heyet tarafından Hilâfetten azledildiği
haberi kendisine ulaştırılan Abdülhamid Han, Hilâfetten
azledildikten sonra Süvari yüzbaşısı Debre’li Zünnün’a şunları
anlatır: "Bana en çok dokunan, bu mason taslağı Yahudi’nin azl
kararını tebliğ edişi olmuştur. Yıldıza gelen mebuslar heyetinde
Emanuel Karasau’yu hiç unutamıyorum. Bu suretle makamı Hilâfete
hakaret edilmiştir. Yahudilerin Hz. Peygamber zamanından beri
Sadr-ı İslâm'a ve makam-ı Hilâfete karşı duydukları kin ve nefret
cümlenin malumudur. Ben Osmanlı tahtında iken siyonistlik davası
için bir gün huzuruma, beynelminel Yahudi teşkilatının kurucusu
Teodor Herltz ile hamam başı gelmişlerdi. Bunları Yıldız sarayına
kabul etmiş ve maksatlarını dinlemiştim. Her ikisi de Yahudiler
için bir yurt dileğindeydiler. Bunun için Kudüs’ü gösteriyorlardı.
Hatta utanmadan Teodor Hertzel; Zatı haşmetpenahilerine arz
ederim ki, Kudüs için birkaç milyon altın tensip buyursanız,
derhal takdime amadeyiz demez mi? Kan beynime çıkmıştı. Düşün ki
Yüzbaşı, makam-ı Saltanatımıza bu iki yahudi rüşvet teklifi
cesaretinde bulunmuşlardı. Bunlara şu cevabı verdim: “Terk
edin burayı, vatan parayla satılmaz. Kudüs bir İslâm toprağıdır.
Ben Hilâfet makamında bulunduğum sürece ve Hilâfet var oldukça her
ne suretle olursa olsun Kudüs’ün bir karışını bile
alamayacaksınız."
Savaş meydanlarındaki etkinlik:
Savaş meydanlarında İslâm ordusu, sayıca
çokluğu veya silah gücünün çokluğuna değil, takvaya, sırf Allah
için savaşmaya, ihlasa önem veriyorlardı. Bu nedenledir ki birçok
savaşta asker sayısı, silah ve teçhizat bakımından küfür
ordusundan çok az sayıda olmasına rağmen, İslâm ordusu her zaman
zafer elde etmiştir. İslâm tarihinde bunun örnekleri sayılamayacak
kadar çoktur. Yine bu nedenledir ki kâfirlerin beynine; ‘İslâm
ordusunu yenmek mümkün değildir’ kanaati yerleşmiştir.
İslâm ordusunun savaş meydanlarındaki
kahramanlıklarının ilk örneğini Bedir savaşında görmekteyiz.
Kureyş ordusu ile aralarında 1/3 oranını bulun farka rağmen İslâm
ordusu savaştan zaferle çıkmıştı. Hendek savaşında da buna benzer
oran farkı vardı. Ancak Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem
zamanında bir savaş vardı ki, bu savaştaki oran 1/3 den kat kat
fazla idi. 150.000 kişilik Bizans ordusuna karşı 3.000 kişilik
İslâm ordusu Mute’de karşı karşıya geliyordu. Savaş öncesinde ne
yapmaları konusunda birbirleri ile istişarede bulunan İslâm
ordusunun kumandanlarından Abdullah b. Revaha ayağa kalkarak
orduda bulunan Müslümanlara şöyle hitap ediyordu:"Ey kavim.
Allah’a yemin olsun ki, şu hoşlanmadığınız şey olan şehadeti
istemek için yola çıktınız. Biz insanlarla ne sayıca çoklukla, ne
de güç bakımından üstünlükle, ne de başka yönlerden çoklukla
savaşmıyoruz. Haydi, ayağa kalkın! Bizler için ancak iki güzellik
vardır. Ya zafer ya şehadet!"
İşte bu konuşma üzerine, İslâm ordusu 150.000
kişilik Bizans ordusunun üzerine saldırıya geçiyor ve Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bildirdiği üzere ordu
komutanlarından önce Zeyd b. Harise, ardından Cafer b. Ebu Talip,
ardından da Abdullah b. Revaha şahadet şerbetini içiyor, daha
sonra ise Müslümanlar sancağı ve ordu komutanlığını Halid b.
Velid’e veriyorlardı. Bu savaşta sayıca çok çok az olmalarına
rağmen İslâm ordusu zafer kazanmadılarsa da hezimete de
uğramadılar.
Ebu Bekr Radıyallahu Anha'nın Hilâfeti
zamanında peygamberlik iddiasında bulunan yalancı peygamber
Müseyleme’nin ordusu ile Halid b. Velid komutasındaki İslâm ordusu
arasında Yemame’de çetin bir savaş oldu. İslâm ordusu birinci
hamlede Müseyleme’nin ordusunu bozguna uğratamadı. Halid b. Velid
ikinci bir hamlede bulunmasına rağmen yine bir sonuç alınamadı.
İslâm ordusunu geri çeken Halid b. Velid orduda bulunan askerlerin
bir kısmını ordudan çıkararak geri gönderdi. Orduda Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem ile birlikte savaşa katılmış olanları,
ilk Müslüman olanları, Mekke’nin fethinde bulunan Müslümanları
yani samimi ve ihlaslı olanları bıraktı. Sayı bakımından daha az
ancak daha takvalı bir ordu ile giriştiği üçüncü hamlede
Müseyleme’nin ordusunu bozguna uğrattı.
Kadisiye’de 8.000 kişilik İslâm ordusu 60.000
kişilik İran ordusuna karşı savaşıyor ve sonunda zafer İslâm
ordusunun oluyordu.
Ömer Radıyallahu Anha döneminde, Ebu Ubeyde
İbnu’l Cerrah komutasındaki İslâm ordusu tarafından fethedilen
Kudüs daha sonraki asırlarda yapılan haçlı savaşları sırasında
tekrar Bizanslıların eline geçmişti. Selçuklu komutanı Selahattin
Eyyubi sürekli Kudüs’ü yeniden feth etmeyi düşünüyor ve bunun için
hazırlıklar yapıyordu. Bir Cuma hutbesinde gülmeyi, gülümsemeyi
tavsiye eden imama aynen şu cevabı veriyordu: "Kudüs
harçlıların ayakları altında iken bana nasıl gülmeyi tavsiye
edersin?" Selahattin Eyyubi Kudüs’ü yeniden feth etmek için
hazırladığı İslâm ordusunun konakladığı yerde geceleyin teftişe
çıkar. Askerlerin çadırlarını teker teker dolaşır, kimi
çadırlardaki askerlerin Kur’an okumakta olduklarını, kimi
çadırlardaki askerlerin namaz kılmakta olduklarını, kiminin de dua
ettiklerini görür ve çok memnun olur. Ancak bazı çadırlardaki
askerlerin ise uyumakta olduklarını görür. Uyuyan askerlerin
bulunduğu çadırlara birer işaret koyar ve sabahleyin orduyu içtima
ettiğinde onları çağırarak bütün orduya şunları söyler:
"Geceleyin bütün çadırları dolaştım. Kimi çadırlardaki askerlerin
Kur’an okumakta olduklarını, kiminin namaz kılmakta olduklarını,
kiminin de dua etmekte olduklarını gördüm. Ancak sizler bu esnada
uyumakta idiniz. Savaş başladığı zaman samimi ve ihlaslı olanların
ordunun ön saflarında yer almaları isterim. Sizler ordunun arka
saflarına geçiniz."
İşte böylesi itina ile hazırlanmış olan,
komutanından askerine kadar ihlaslı bir ordu ile Kudüs yeniden
fethedilir ve 1948 yılında işgalci İsrail varlığı kurulana kadar
Müslümanların idaresi altında yer alır.
Malazgirt’te Alpaslan komutasındaki 50.000
kişilik İslâm ordusu Bizanslı komutan Romen Dıojen komutasındaki
150.000 kişilik Bizans ordusu ile karşılaşır ve zafer yine
Müslümanların olur.
Kosova meydan savaşında Osmanlı ordusunda
bulunan komutanlardan bazıları savaş taktikleri hakkında
aralarında istişarelerde bulunurlar. Komutanlardan bir kısmı
düşman saflarında bulunan atları ürkütmek ve şaşırtmak için
ordunun ön saflarına develer yerleştirmeyi önerir. Çünkü her zaman
karşısında at ve insanları görmeye alışmış olan atlar farklı
yaratıklar gördükleri için ürkek davranacaklardır. Yüzeysel olarak
bakıldığında dâhiyane bir savaş taktiği olarak görülse de meseleye
aydın bir düşünce ile bakıldığında farklı bir sonuç ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle üst düzey bir komutan şu cevabı verir:
"Bu askerler savaşırken Allah yolunda gözünü hiçbir şeyden
sakınmadan, bir takım şeylerin arkasına sığınmadan savaşmaya,
şehadete koşarak gitmeye alışmıştır. Askerin önüne develeri
koyarsanız askerin metanetini, şehadet arzularını, cesaretini
kırmış olursunuz. Bu nedenle böylesi bir öneri kabul edilemez."
Nitekim sayı bakımından küffar ordusundan daha az sayıda
olmalarına karşın İslâm ordusu birkaç saat sonra zaferle savaşı
bitiriyorlardı.
Sad b. Ebi Vakkas komutasındaki İslâm ordusu
İran şehri Medain’i fethettiği zaman şehirde bulunan ve adı
Kasru’l Ebyad olan (yani bugünkü Beyaz saray olan) saraya girerek
en büyük salonunu mescit yapan İslâm ümmetinin şerefli
komutanlarından birinin durumu bu iken bugün İslâm ümmetinin
evlatları atalarının feth ederek camiye çevirdiği ve camiden başka
amaçlarla kullananlara da ecdatlarının beddua ettiği Ayasofya'nın,
camiden müze haline getirilmesine seyirci kalıyorlar. Ecdatları
beyaz sarayları fethederek mescit haline getirirken bugünkü
Müslümanlar ve onların başlarındaki idareciler Beyaz sarayın
kapısından içeri girebilmek, İslâm’la, Müslümanlarla, Allah
Subhânehu Ve Teala ile savaşan bir kâfir ile görüşmek için
günlerce randevu peşinde koşturuyorlar. Yarım saat veya 45
dakikalık bir görüşmeyi büyük bir onur sayıyorlar!.. Nerede
Medain’deki Beyaz Sarayı mescide çeviren Sad b. Ebi Vakkas ve
nerede bugünkü idareciler!.. Nerede İstanbul’u fethederek
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in hadisi ile şereflenen ve
Ayasofya’yı camiye çeviren Fatih ve nerede onun torunları olduğunu
iddia eden bugünkü idareciler ve onlara itaat eden diğer
insanlar!.. Aradaki fark yerle gök arası kadar, hatta daha da
fazla...
Yönetici ve yönetilen ilişkileri:
Cahiliye döneminde kendi kızını diri diri
toprağa gömen Ömer, Müslüman olduktan sonra ve özellikle de
Hilâfet makamına oturduktan sonra kendi tebaasına karşı son derece
merhametli bir hale gelmişti. Şehirde herhangi bir problem olup
olmadığını anlamak için Ömer Radıyallahu Anha bir gece Medine
sokaklarında dolaşırken uzakta ağlamakta olan çocukların sesini
duyar. Sese doğru yönelip sesin geldiği yere yaklaşır ve ateş
başında bir kadının tencerenin içerisinde bir şeyler karıştırmakta
olduğunu görür ve kadına; "Yaklaşabilir miyim?" diye sorar.
Kadın: "Eğer hayır ile geldiysen yaklaş yoksa uzaklaş" der.
Ardından kadına; “çocukların niçin ağlamakta” olduklarını
sorar. Kadıncağız; “açlıktan” diye cevap verir. Tencere
içerisinde çocukları avutmak için taş kaynatmakta olduğunu,
Ömer’in ise kendi hallerinden habersiz olduğunu söyleyerek Ömer
aleyhinde dua eder. Bunun üzerine Ömer Radıyallahu Anha sessizce
oradan uzaklaşarak hazine dairesine gelir ve sırtına bir çuval un
yüklenerek doğruca kadının bulunduğu yere varır. Kendi eliyle
çocuklara undan yemek pişirir ve yedirir. Daha sonra kadına ertesi
gün Hilâfet merkezine gelmesini ve orada kendisini bulmasını
söyler.
İslâm ordusunun kazandığı bir savaşta elde
edilen ganimetlerin orduya katılan gaziler arasında taksim
edilmesinden sonra bir hutbesinde Ömer Radıyallahu Anha'nın;
“dinleyin ve itaat edin” sözü üzerine orada bulunanlardan
birisi kalkarak Hâlifeye; "Sana itaat da yoktur, dinlemekte
yoktur" diyerek çıkışınca, Ömer Radıyallahu Anha nedenini
sorar. Bunu üzerine o adam; "Ey Müslümanların emiri savaş
ganimetlerinden elde edilen kumaştan ben bir elbise çıkaramazken
sen iki metrelik boyunla nasıl oluyor da kendine rahatlıkla bir
elbise çıkarabiliyorsun?" der. Bunun üzerine Ömer Radıyallahu
Anha; "Ben kendi hakkımı ve oğlum Abdullah’ın hakkını
birleştirerek ancak kendime bir elbise çıkarabildim." diyerek
cevap verir.
Hilâfeti döneminde bir gayrimüslim ile
aralarında mahkemelik bir dava olan Fatih, davalı ile birlikte
kadının huzuruna çıkarlar. Mahkeme sonucunda kadı Fatih’in
aleyhine gayri müslimin de lehine karar verir. Fatih ise verilen
bu kararı kabul eder. Devlet başkanı olmasına rağmen verilen
karara tam bir teslimiyet gösteren adil bir sultan ile
karşısındaki devlet başkanı olsa bile hak ile hükmetmekten asla
sapmayan bir kadı ile karşı karşıya gelen gayri müslim, Fatih
aleyhinde davacı olmaktan vazgeçer.
Devletlerarası diplomatik ilişkiler:
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den
Hilâfetin yıkılışına kadar geçen süre içerisinde Müslümanların
başında bulunan idareciler diğer devletlerle olan ilişkilerinde
daima Müslüman olduklarını, hak bir davayı taşıdıklarını, her ne
suretle olursa olsun vazgeçmelerinin söz konusu olmayacağını
açıkça ortaya koymuşlardır. Kâfir devletlerinin elçi ve kralları
ile görüştükleri zaman onları ne halde görürlerse görsünler asla
onları kendilerinden üstün görmemişlerdir. Onlar karşısında
herhangi bir şekilde bir eziklik hissetmemişlerdir. En zayıf
oldukları dönemde bile dünya politikasında etkin olduklarını
göstermişlerdir.
Diplomatik anlamda İslâm tarihindeki ilk ciddi
olay, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem döneminde 12 krala
gönderilen 12 elçi ve bunların beraberlerinde o kralları İslâm’a
çağıran mektuplar olmuştur. Allahu Teala’nın Resulünün elçileri
ondan aldıkları mektupları görevlendirildikleri ülkelerin
krallarına götürmüşler, bunların kimi çok çirkin bir şekilde
karşılanmış kimine de iyi muamele yapılmıştır.
İslâm tarihi boyunca belirli sayıdaki birkaç
olay dışında İslâm Hâlifeleri diğer ülke kralları ile görüşmek,
onlardan yardım dilemek, vb. nedenlerle yurt dışına çıkma
ihtiyacını hissetmemişlerdi. Dünyanın süper ülkesi olmanın verdiği
üstünlükle daima diğer ülkelere ait krallar veya elçiler İslâm
devletini ziyaret ediyorlar, yardım diliyorlardı.
Kadisiyye’de Sad b. Ebi Vakkas komutasındaki
İslâm ordusu ile Rüstem komutasındaki İran ordusu karşı karşıya
geldikleri zaman Sad Rüstem’e bir heyet göndererek onu İslâm’a
davet etti. Rüstem gelen heyete şöyle sordu:"Sizi buralara
kadar getiren şey nedir?" Müslüman heyeti şu cevabı verdi:
"Biz Allah’ın bize vaadettiklerine geldik. İslâm Devletinin
hakimiyetini tanımazsanız memleketinizi fethedeceğiz,
kadınlarınızı ve çocuklarınızı esir, mallarınızı da ganimet
alacağız. Biz buna inanıyoruz!!"
Bir başka rivayete göre de Sad b. Ebi Vakkas
Rüstem ile görüşmesi için Muğire b. Şu’be’yi gönderdi. Rüstem
Muğire’ye şöyle dedi: "Sizler bizim komşularımızsınız, size
iyilik ediyor, kötülük yapılmasına engel oluyorduk. Memleketinize
dönün! Tüccarlarınızın bizim memleketimize girmelerine engel
olmayız!" Rüstem’in bu konuşması üzerine Muğire şu cevabı
verdi: "Bizim arzumuz dünya değil. Bizim arzu ve isteğimiz
Ahirettir. Allah bize bir peygamber göndererek ona şöyle dedi: Ben
şu taifeyi, benim dinimle amel etmeyenlere musallat ettim. Bunlar
vasıtasıyla, benim kanunlarıma karşı gelenlerden intikam alacağım.
Bu taife, benim kanunlarıma bağlı kaldıkları müddetçe onları galip
kılarım. Bu din hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki
zillete, ona bağlanan hiç kimse yoktur ki izzete kavuşmasın."
Rüstem şöyle dedi: "Peki bu anlattığın şey nedir?" Muğire:
"Bu dinin esası, Allah’ın birliğine ve Muhammed Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in O’nun peygamberi olduğuna şehadet etmek ve
Allah katından gelen her şeyi noksansız ikrar etmektir."
Rüstem; "Bu ne güzel şey! Bundan başka ne var?" dedi.
Muğire; "İnsanları insana kulluktan kurtarıp, Allah’a kul
etmek!"
Rüstem Muğire ile görüştükten sonra haber
gönderip birisini daha isteyince Sad b. Ebi Vakkas Rebi b. Amr-ı
gönderdi.
Rüstem’in çadırı altın ve gümüşlerden süslenmiş
minderler, ipekli perdeler ve yakut işlemeli kumaşlarla
donanmıştı. Rüstem de başında tacı, üzerinde ipekli elbisesiyle
Müslüman elçisini bekliyordu. Rebi b. Amr-ı yırtık elbiseli, paslı
kılıcı ile yaklaşarak atıyla Rüstem’in çadır sergileri üzerine
kadar gidip, atından indi ve atını çadırın direklerinden birine
bağlayarak, silahlı olarak Rüstem’in yanına girdi. Rüstem’in
askerleri ona, silahını bırak deyince Re’bi; "Ben size
keyfimden değil sizin davetinize icabet etmek için geldim. Ya
kılıcımla kalırım ya da geri dönerim." diye cevap verdi. Bunun
üzerine Rüstem; "Bırakın gelsin" dedi.
Bu şekilde silahıyla giren Re’bi o altın ve
gümüş işlemelerden yapılmış olan minderlerin üzerine koyduğu
mızrağına dayanarak, cesaretiyle oradakileri şaşırttı. Rüstem’in
minderleri üzerine kim mızrağını koyabilirdi ki?! Re’bi’ye
sordular:"Sizi buralara getiren şey nedir?" o da cevap
verdi: "Allah bizi, insanları kula kul olmaktan kurtarıp,
onları Allah’a kul yapmak için gönderdi. İnsanları dünyanın
darlığından genişliğine, dinlerin sömürüsünden İslâm’ın adaletine
davet etmek için Allah kullarına gönderdi. Kim bunu kabul ederse,
bizde onu kabul eder, ondan vazgeçeriz. Kimde bu davetimize karşı
çıkarsa, Allah’ın vaadettiğine kavuşuncaya kadar onunla
savaşırız." Onlar; "Allah’ın vaadettiği nedir?" diye
sorunca Re’bi onlara şu cevabı verdi: "Allah’ın davetini
reddedenlerle yapılan savaşlarda öldürülenlere cennet ve sağ
kalanlara da zafer!" Re’bi’nin bu cevabı üzerine
Rüstem: "Bize biraz zaman verin görüşelim" deyince Re’bi;
"Peygamberimiz bize üç günden fazla mühlet vermemize müsaade
etmedi, ona göre kararınızı çabuk verin!" dedi. Re’bi’nin bu
cevabı karşısında afallayan Rüstem: "Sen Müslümanların lideri
misin?" diye sordu. Re’bi şu cevabı verdi: "Hayır, ama
Müslümanlar tek vücut gibidirler. En aşağıdakinden, en
yukarıdakine kadar hepsi bir diğerini korurlar!" Re’bi ve
arkadaşları çıkıp gittikten sonra Rüstem yanındakilere şöyle dedi:
"Sizler bu adamınkinden daha şerefli ve daha güzel söz duydunuz
mu?" Bu söz üzerine Rüstem'in adamları kızarak; "Bu köpeğin
sözlerine mi kandın, elbiselerinin perişanlığını görmüyor musun?"
deyince Rüstem onlar şu cevabı verdi: "Sizler onun elbisesine
değil, davranışına, görüşlerine ve şahsiyetine bakın!..."
Kadisiye savaşı ile ilgili olarak bir yandan
Rüstem ile ilgili görüşmeler yapılırken, bir yandan da İran
Kisra’sı ile görüşmeler yapılmaktaydı. Bu görüşmelerden bazı
pasajlar ise şunlardı:
Müslüman heyeti Kisra’nın yani İran Şahının
sarayına yaklaşınca halk sokaklara dökülmüş onları seyrediyordu.
Ve; "Nasıl olurda, bu yırtık elbiseli, pastan gözükmeyen
kılıçlı, çelimsiz zayıf insanlar cesaret edip, İran ordusunun
karşısına çıkıyorlar?" diye hayretle Müslüman heyetine
bakıyorlardı.
Saraya varınca, İran Kisra’sı Yezdiceld onları
huzuruna kabul etti. Kibirli ve kibirli olduğu kadarda ahlaksız
olan Kisra, Müslüman heyeti ile alay etmeye başlayıp,
elbiselerinden, çarıklarından, kemerlerinden sual edip, her cevap
alışında da onlarla alay etti, sonra da şöyle dedi: "Sizi
buralara getiren şey nedir? Yoksa biz iç işlerimizle meşgul iken
bizi yıkacağınızı mı zannettiniz?" Kisra’nın bu sorusuna
Müslüman heyetinden Numan b. Mukrin şöyle cevap verdi:"Allah
bize rahmet ederek, bize hayrı gösterip, onunla amel etmeyi
emreden, Şer'î gösterip ondan sakındıran, ona icap ettiğimiz
takdirde dünya ve ahiret saadeti vadeden bir peygamber gönderdi ki
hangi kabileye bu dini tebliğ etse, o kabile iki gruba ayrıldı.
Böylece onun dinine ancak seçkin şahsiyet sahibi insanlar girdi.
İşte bizlerde ülkenize bunun için geldik. Sizi adı İslâm olan
dinimize davet ediyoruz. O din ki, güzelliği güzel, çirkini de
çirkin gören bir dindir. Davetimizi ret ederseniz sizinle
savaşırız! Davetimize icabet ederek dinimize girerseniz size,
kendisiyle hükmedeceğiniz hayatınızın nizamını kuracağınız
Allah’ın kitabını bırakır gideriz. Bunu da kabul etmezseniz, İslâm
devletinin kanunlarının hükmüne girerek sizi korumamızın karşılığı
olarak, İslâm devletine cizye verirsiniz.! Hiçbirini kabul
etmezseniz sizinle savaşırız!" Numan’ın bu sözlerine Kisra şu
karşılığı verdi: "Dünya üzerinde sizin gibi eşkıya olan, kötü
işlerle meşgul olan bir millet daha tanımıyorum. Şurada burada
ilişilmesi için sizi korur, sizlere acıyarak kefil olurduk.
Sayınız o kadar azdı ki ancak bizim sayemizde kimse size bir şey
yapamıyor, sizi öldürmüyordu. Şimdi biraz çoğaldınız diye
aldanmayın! Şayet aç ve muhtaç olduğunuz için buralara
geldiyseniz, size yiyecek verelim, sizleri giydirelim, sizi idare
edecek bir başkan verelim." Kisra’nın bu sözlerine Muğire şu
şekilde karşılık verdi: "Sen bizi öyle sınıflandırdın ki, o
konuda hiçbir şey bilmiyorsun! Bizim kötü durumlarımızdan
bahsettin, bizden daha kötü durumda olan kimse yoktu. Açlığımızdan
söz ettin ki o açlıktan da öte idi. Bizler lağım böcekleri, pislik
solucanları, akrep ve yılanları yiyen insanlardık ve yiyeceğimiz
olarak bunları bilirdik. Evlerimiz, üzerine yattığımız toprak,
giydiklerimiz deve yahut koyun yününden ördüklerimizdi. Dinimiz
ise, bizim birbirimizi öldürmemiz, birbirimize zulmetmemiz,
yemeğimize iştirak etmesinden korkup kız çocuklarımızı diri diri
gömmemiz şeklindeydi. Bizler, sana anlattığım bu durumdayken,
Allah bize, nesebini tanıdığımız, şerefini ve doğumunu bildiğimiz,
yeri bizimkinden iyi, hepimizden asil, evi bizimkinden hayırlı,
kabilesi kabilelerimizin en hayırlısı, şahıs olarak da en
güvenilir, en sadık ve en merhametlimiz olan bir adamı bize
gönderdi. Herkesin saygı duyduğu bu adam da, bizi öyle şeye davet
etti ki, hiç kimse onun davetine icabet etmedi. Ona ilk uyan
kendisinden sonra ilk Halife olandı. O bir şey söyledi biz
karşılık verdik, o doğru söyledi biz yalanladık, o çoğaldı biz
azaldık. Onun dediği her şey oldu... Yine Allah buyurdu ki; "Kim
size uyarsa, onun hukuku da sizin hukukunuz gibi gözetilecek,
sizin yapmakla mükellef olduklarınızla onlar da mükelleftir. Kim
uymazsa, ona cizyeyi teklif edin. Kabul ederse, nefislerinizi
koruduğunuz gibi, onları da koruyun. Sizlerden bu yolla
öldürülenleri cennete koyarım, kalanlara da zafer veririm." Buna
göre ey İran Kisra’sı, tercihini yap! İster cizye verip
korunursun, istersen de kılıcı seçersin yahut da Müslüman olur
nefsini kurtarırsın."
Emevi Hâlifelerinden Harun Er Reşid Bizans
Tekfuru’na yazdığı bir mektuba şöyle başlıyordu: "Müminlerin
emiri Harun er Reşid’den Tekfur köpeğine..."
Kanuni Sultan Süleyman, Almanların eline esir
düşmüş olan Fransa Kralını kurtarmak için Almanya kralına şöyle
mektup gönderiyordu: "Ya Fransa kralını serbest bırakırsın ya
da sarayında atlarımın nal seslerini işitirsin." Bu mektup
üzerine Almanya Fransa kralını hemen serbest bırakıyordu.
Yine Kanuni Sultan Süleyman Fransa kralına
yazdığı bir mektupta; "Ben iki şarkın ve garbın hükümdarı"
ifadesi ile başlayan, yaklaşık bir sayfayı tutan, kendisini ve
Osmanlı Devleti’ni öven ifadelerden sonra; "Sen ki Fransa
kralı" diyerek mektubuna başlayarak Fransa kralına hiç değer
vermediğini, üstün olanın ancak Müslümanlar olduğunu açık ve net
ifadelerle vurguluyordu.
Osmanlı beyliklerinden biri büyük bir ordu ile
Fatih’in üzerine gelmekte olduğunu bildirmek üzere Fatih’e bir
elçi gönderir. Fatih’in huzuruna çıkan elçiler, büyük bir ordu ile
karşı karşıya olduğunu ifade etmek üzere yanlarında getirdikleri
bir torba buğdayı yere dökerler. Bunun üzerine Fatih adamlarına
birkaç tane tavuk getirmelerini emreder. Getirilen tavukları yere
bırakırlar ve yerdeki buğdayları yemeye başlarlar. Böylece Fatih
onlara kendi anlayacakları dilden bir cevap verir.
İçerisinde Rasulullah Sallallahu Aleyhi
Vesellem'e hakaret ifadeleri bulunan bir oyunun İngiltere’de
sahnelenmekte olduğunu duyan sultan Abdülhamid İngiltere’ye hemen
bir haber gönderir: "Ya bu oyunu iptal edersin ya da İslâm
dünyasını sana karşı cihada davet ederim." Bu söz üzerine
İngilizler oyunu iptal edip ve oyuncuları da sınır dışı etme
gereği duyuyorlardı.
Sultan Abdülhamid’in Hilâfeti döneminde Çin’de
yaptırdığı Pekin Hamidiye Üniversitesi’nin açılışı münasebetiyle o
dönemde Fransa’nın Pekin büyükelçisi Paris’e gönderdiği mektuba ek
olarak sunduğu bir makalede şu gelişmelerden bahseder:
"Mukaddes İslâm dinine inanan müminlerin bu dine olan imanı ve
sadakat ve bağlılıkları hakkında doğru bir hüküm vermek takdir
etmek ve olup biteni anlamak için bu dinin girebildiği kıta ve
memleketlerde bizzat yaşamak ve kendi gözleriyle görmek lazımdır.
Uzak doğu ve bilhassa sayılarının milyonlar olduğu Çin’de
Müslümanların Hâlifemize, milletimize, Allah’ın bize lütfu olan ve
yeryüzünde Peygamberimizin canlı temsilcisi olan Sultanımıza karşı
gösterdikleri sadakat ve hürmet aşkının canlılığını hakkıyla
anlatmak ve yazmak mümkün değildir.
Çin’de yaşayan Müslümanlar, yalnız Hâlifemizden
bahsetmekte ve ona karşı övgülerde bulunmaktadırlar. Camilerde,
onun adının zikredildiği her seferde müminlerin yüzünü nurlandıran
ruhani bir saadet ve sevinç aksi fark edilir. Diğer Müslümanlara
nazaran Çin Müslümanları daha çalışkan ve daha çok gelişme ve
fazilet taraftarıdır. Şüphe yoktur ki bu iyi neticeler, İslâm
dininin öğrettiği erdem ve faziletin bir neticesidir. Bütün bu
kabiliyetlerin yanında Çinli Müslümanların imanları da çok
kuvvetlidir.
Sadece Pekinde 38 tane cami vardır. Binlerce
Müslüman günde beş defa ibadetlerini yapmak ve Hâlifeye dua etmek
için bu camilere gelirler. Cuma günleri Arapça okunan hutbeler
Pekin Müftüsü ve diğer din adamları tarafından Çin diline tercüme
edilir."
Yalnızca bir kısmını buraya aldığımız bu yazıda
Müslümanların başındaki Hâlifenin dünyanın dört bir yanındaki
Müslümanlar tarafından ne kadar coşku ile sevildiği, sürekli
olarak hakkında dua edildiği, herkesin Hâlifeye canı gönülden
bağlı olduğu görülmektedir. Geçmişte olduğu gibi bugünde
Müslümanların başında bir Hâlifeleri olduğu takdirde dünyanın dört
bir yanında ki Müslümanlar tarafından içtenlikle bağrına
basılacağından şüphe yoktur.
Evet diplomatik ilişkilerde İslâm Devletinin ve
Müslümanların takındıkları tavırlardan çok çok az bir kısmı işte
bu verdiğimiz örneklerdedir.
Bilim ve teknikteki gelişmeler:
İslâm'la şereflendikten sonra çok kısa bir
sürede her alanda ilerleme kaydeden İslâm ümmeti bu ilerlemenin
bir boyutunu da teknikte, ilim ve kültürde gösterdiler. İslâm
kültürünün ne denli bir kültür olduğu, Müslümanların ilim alanında
ne denli ilerleme kaydettikleri bütün dünyaca malumdur. İslâm
dünyasında dünyaca ünlü ilim merkezleri vardı ki, İskenderiye,
Bağdat, Kurtuba ve İstanbul bunların en meşhurlarını oluşturdular.
Müslümanlar İslâm kültürüne ait tefsir, hadis, fıkıh gibi
alanlarda sayıları milyonlara varan eserler bıraktıkları gibi
bunların dışındaki bilim dallarında da yüz binlerce eserler
yazmışlar, birçok alandaki keşifte ilke imza atmışlardır. Halen
daha insanlık alemi Selahaddin Eyyubi’nin kılıcında kullanılan
alaşımı ve bu alaşımın özelliklerini keşfedebilmiş değildir.
Optik konusunda yani mercekler, ışığın
yansıması, kırılması konusunda ilk defa bir eser yazan kimse
Kindi’dir. El Menazir isimli kitabı onun bu konuda yazdığı
kitaplarındandır. Bacon, Kindi’nin bu eserinin bilimsel
gelişmelerin öncülüğünü yapan bilimsel metodun kurucularının en
önemlilerinden olduğunu söylemektedir.
Yine perspektif yani optik ile ilgili konularda
eser veren bir diğer ilk de İbn-i Heysem’dir. İbn-i Heysem ışığın
doğrusal yayılma, kırılma ve yansıma yasalarını çıkardı.
Avrupa’dan 1000 yıl önce bilimsel metodun temel esaslarını
belirledi.
H. 807 yılında Harun Er Reşid, Şarlman’a su ile
çalışan bir saat hediye etti.
İngiliz Bacon; "Kimya konusunda İbn-i Heysem
hocaların hocasıdır." der.
Abbas b. Firnas uçuş konusunda ki
düşüncelerinde Avrupalılardan öncedir.
Cabir b. Hayyan kimyasal kuralları biliyordu.
Kimya alanında yapmış olduğu bazı işlemler insan eliyle çıkan en
güzel yapıtlardan olduğu söylenir.
Tıbbi ilaçlar konusunda yazılmış olan El Ğafiki
isimli kitabın bir benzeri dahi yoktur.
Muhammed b. Musa Şakir, uzay sanayi ve füze
sistemlerinin temeli sayılan Cebir ilminin kurallarının ilk
kurucusu sayılır.
İbn-i Nefis, Cerrahinin Kurallarının Şerhi,
isimli kitabında Harfi’den 1000 yıl önce kan dolaşımını
açıklamaktadır.
Ebu’l Kasım Zehravi operatörlüğün mucidi
sayılmaktadır. Tıpta yalnızca erkekler değil kadınlarda aynı
zamanda uzmandılar. Endülüs’te El Kalid’in hem kız kardeşi hem de
kızı dönemin meşhur kadın tabiplerindendi. Şam’da Ben-i Hut
kabilesinden Zeynep, göz tedavisinde ve cerrahlıkta, maharetiyle
şöhret yapmıştı.
Müslümanlarda ilk büyük tabiplerden birisini de
Razi oluşturmaktadır. Kızamık ve çiçek hastalığını ilk tetkik
eden, kaytan yakısını bulan, kalp sektelerinde kan almayı
kullanan, hummalı hastalığında soğuk su tedavisi yapan, böbrek ve
mesanede ki taşları ilaçla parçalatan veya ameliyatlarla çıkartan
odur.
İslâm kültürü açısından Endülüs’ün apayrı bir
yeri vardır. Endülüs Müslümanları her alanda çok geniş eserler
vermişlerdir. M. 10. Asır başlarında Kurtuba’da yalnızca katalogu
44 cildi bulan 600.000 el yazması eserle dolu kütüphaneler vardı.
Müslümanlarla temasa geçmeden önce Avrupa’nın en zengin
kütüphanesi olan Senegal kütüphanesinde 9. Asırda, 860
tarihlerinde ancak 400 kitap vardı. Müslümanlarla temasa geçtikten
ve Endülüs’teki kütüphanelerden faydalanma girişiminde bulunmaya
başladıktan sonra Sen Vensan kütüphanesinde 11.000 kitap
bulunuyordu. Hıristiyanlar Gırnatayı zapt ettikleri zaman şehrin
meydanında 80.000 adet kitap yakmışlardır.
Yeraltı ve yerüstü kaynakları açısından:
Gerçekten bugün yeryüzüne baktığımız zaman,
yeryüzünün her yönden en zengin madenleri Müslümanların sahip
oldukları topraklarda bulunduğunu görürüz. Şu anda dünyanın en
önemli silahlarından birini oluşturan, Amerika başta olmak üzere
tüm Avrupa’nın gözlerini diktiği dünya petrol rezervinin önemli
bir bölümü İslâm topraklarında bulunmaktadır. Yine gıda maddeleri
açısından yalnızca GAP kapsamındaki bölgeden elde edilecek üretim
ile yaklaşık 200 milyon nüfus beslenebilmektedir.
Çok kısa olarak ana başlıklarla ve birçok kişi
tarafından bilinen örneklerden alıntılarla anlatmaya çalıştığımız
üzere İslâm’ın doğuşundan itibaren bu dini kabul eden ve bu dinin
hakim olduğu topraklarda yaşayan insanlar, en üstteki
idarecisinden toplumun en alt seviyesinde bulunan ferdine kadar
diğer halk ve toplumlardan tamamen farklı idiler. İşte insanlara
bu ayrıcalığı, farklılığı kazandıran şey ise onların
kabullendikleri akideleri idi.
Geçmişte olduğu gibi bugün de her alanda
dünyada birinci sırada yer almaları, yeniden dünyaya liderlik
yapabilmeleri için İslâm ümmetinin elinde birçok imkân vardır.
Ancak Müslümanların bu imkânları kullanabilmeleri kendi
devletlerini kurmaları, geçmişte olduğu gibi bugünde İslâm’ı
dünyanın dört bir yanına taşımak için harekete geçmeleri
gerekmektedir. Böyle olduğu takdirde asla başka halklara,
toplumlara, dünyada süper devlet olduğunu iddia eden, gücünü kendi
zatından değil de diğer halk ve toplumları sömürme esasına
dayandıran karton varlıklara meyletmeyecekler, karşılaştıkları
problemleri çözebilmek için onların onayını beklemeyecekler,
eskiden olduğu gibi bugünde başlarını dimdik olarak
hayatiyetlerini sürdüreceklerdir. Çünkü Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in de hadisinde söylediği gibi; “İslâm yücedir,
ondan daha yüce bir din yoktur.”
Nasıl İslâm yüce ise, İslâm'a inanan
Müslümanlarda elbette ki yücedir. Onlar asla zillet altında
yaşamaya layık değillerdir. Bu dine inanan Müslümanlar daima
yeryüzünün efendisi olmaya layıktırlar.