MÜ'MİNİN
YAŞAMINDA, ALLAH İNANCININ YANSIMASI |
|
Muhakkak ki, bugün insanlık büyük bir gaflet
içerisindedir. Bulunmuş olduğu gafletten kurtulmak isteyen
insanlık, geçmişte olduğu gibi günümüzde de bir aydınlığa,
kurtuluşa, nura muhtaçtır. Gafletten menfaat uman ve de
faydalananlar ise, doğması beklenen o nurun ve ölçülerinin önüne
çıkmaya devam etmektedirler. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar
geçmişte olduğu gibi bugün de insanlar o nura koşacak, ona sahip
çıkıp haysiyetli günlerine tekrar kavuşacaklardır. İslâm davetini
yüklenip bu yolda canla başla çalışanların olmasına rağmen
günümüzde genelde Müslümanların da gaflet içerisinde olduklarını
görmek mümkündür. Ne yazık ki, dünya yüzeyindeki Müslümanlardan
bahsederken ancak onların adlarının varlığından bahsedilir. Hayata
tesirlerinden, siyasi bir varlık göstermelerinden bahsetmek
günümüzde oldukça zordur. Onların bu hale gelişlerinde birçok
sebepleri saymak mümkündür. Ümmetin hayata bakışını değiştirecek,
onu yeniden canlı kılacak bazı kavramlar konumuzun esasını
oluşturmaktadır. Ümmetin geçmişteki cesaretine kavuşmasına engel
olan ve anlaşılmamış veya unutulmuş bu kavramlar rızk, ecel,
korku, üstünlük, İslâm'ın yüceliği, istikbal ve tevekkül
kavramlarıdır. Allah Subhânehu Ve Teala'nın izniyle şimdi bu
kavramları sırasıyla açıklamaya çalışalım.
a- Rızk
Dünyada her canlıya olduğu gibi insana da
rızkını takdir eden ve veren sadece Allahu Teala'dır. Akıl, güç ve
iradeden yoksun ufacık bir böcek bile rızksız kalmıyor. Rabbimiz
ona rızkını bir şekilde mutlaka gönderiyor. Rızk kesinlikle
Rabbimizin elindedir. Zira Rabbimiz; “rızkı Ben takdir
ediyorum”, “Ben dağıtıyorum” diyor. Bu hususta şöyle
buyuruyor:
إن ربك يبسط الرزق لمن يشاء ويقدر إنه كان بعباده
خبيرا بصيرا (30)ولا
تقتلوا أولادكم خشية إملاق نحن نرزقهم وإياكم إن قتلهم كان خطئا
كبيرا "Muhakkak ki, Rabbin rızkı
dilediğine çok, dilediğine az verir. Şüphesiz ki o, kullarından
haberdardır, (onları) çok iyi görür. Geçim endişesi ile
çocuklarınızı öldürmeyin. Biz, onların da sizinde rızkınızı
veririz." (İsra 30-31)
Rızk hususunda Müslümanlar genelde ağızlarıyla
rızkın Allah Subhânehu ve Teala'nın elinde olduğunu söylüyorlar.
Ama bu, hakiki bir iman seviyesinde görünmüyor. Zira bu noktada
kişilere, bu malı nereden aldığı sorulduğunda; ‘Allah'a çok
şükür Rabbim verdi’ demiyor. ‘Bu iş için çok çalıştım, plan
yaptım, bu konuda uzmanlaştım, bu yüzden çok kazandım’
diyorlar. Müslümanlarda bu kanaat ya da anlayış maalesef çok
yaygınlaştı. Bunun en önemli sebeplerinden biri; halkın dinlerini
kendilerinden öğrendikleri hoca ya da âlim diye bilinen kişilerin
yanlış anlayış veya anlatımlarıdır. Diyorlar ki; “her ne kadar
Allah'ın elinde olsa da çalışmadan rızk gelmez, rızkın gelmesi
senin çalışmana da bağlıdır. Az çalışan az, çok çalışan çok rızk
elde eder. Hiç çalışmayan ise hiç rızk elde edemez. Onun için
insan işinden gücünden olacak davranışlardan uzak durmalı, yoksa
aç kalır.” İşte, böyle düşünüyorlar. Bu anlayışa göre, sanki
rızkımız Allahu Teala'nın elinde değil de devletin ya da işverenin
elindedir.
Buna binaen günümüz insanları ne kadar
çalışırsan o kadar mal, mülk, rızk sahibi olursun kanaatine sahip
oldular. Halbuki İslâm akidesine göre rızkı az ya da çok veren
Allahu Teala'dır, bir başkası değil. Bunun böyle olmasının sebebi
de sadece onun dilemesidir, başkasının dilemesinden dolayı
değildir. Zira rızkın az ya da çok oluşu da Allah Subhânehu ve
Teala'ya kullukta imtihanın bir konusudur. Buna rağmen Müslümanlar
bilhassa günümüzde rızk hakkında böylesi kötü bir kanaate
düştüler. Bu kanaat Müslümanlara nereden geldi? Zira daha önceleri
onlarda böylesi bir kanaat yoktu. Bunun sebebi; Müslümanların
İslâm akidesi ve dinini anlamak ve yaşamakta gösterdikleri zafiyet
neticesinde imanlarının tadını tadamayışları, buna bağlı olarak da
iç ve dışarıdaki kâfirlerin ahlakını ahlak edinmeleridir. Zira
Yahudi ve Hıristiyan din adamları cenneti bile rüşvetle
satıyorlar(!), Allah'ın dinini, hükümlerini az bir pahaya bile
tahrif ediyorlardı. Yani menfaat uğruna hükümlerle oynuyorlardı.
İşte, bu huy birçok Müslüman'a da sirayet etti. Mesela; zekât
vermemek için, zekât zamanı gelince elindeki parayı bir başkasına
borç vererek aklı sıra hile yapıp zekât sorumluluğundan
kurtulacağını sanıyor. Halbuki daha önceleri Müslümanlar zekât ve
hatta sadakayı vermekten kaçmak için değil vermek için
koşuyorlardı. Sadaka vermek Müslümanlar için bir huzur ve saadet
vesilesi idi. Müslüman Allah için uygun bir yere sadaka
verebildiğinde kendisini mutlu hissediyordu. Günümüzde ise, değil
başkalarına Allah için mal vermek, bilakis başkalarının hakkını
bile alabilmekte, hatta gerekirse onun için o insanı öldürmekte
mutluluk duyuyorlar.
İşte bu çarpık zihniyet insanları en vahşi
hayvandan bile acımasız mahlûk kılmaktadır. Ve insanlığa bu
vahşeti yaşatmaktadır. Pazısı kuvvetli olan bir avuç kapital
sahibi azınlık, dünyadaki mustazaf (zaafa uğramış) insanların
mallarını çalmak, talan etmek yani sömürmek için gerektiğinde o
insanları en modern silahlarla toplu halde öldürmek uğraşısı ve de
yarışı içindedirler. Bir ahtapot gibi sömürü ağı ile dünyayı
kuşatmış durumdalar. Özellikle de Müslümanların petrollerini,
madenlerini, servetlerini çalıyorlar ve onları öldürüyorlar. O
kadar çok sömürmelerine rağmen gözleri hiç doymuyor. Bu gözü
doymazlığın, bu aç gözlülüğün, bu vahşi mal tamahının sebebi
nedir? İşte bunun asıl sebebi, rızkın kişinin kendi çalışmasına
bağlı olduğu anlayışıdır. “Çalışırsan rızk olur, çalışmazsan aç
kalırsın”, “verirsen biter yine aç kalırsın”, “onun için, haklı
haksız, helal haram demeden mala, mülke ulaşmaya çalış”
anlayışıdır. Aslında bu insanın yapısında varolan beka
içgüdüsünden kaynaklanan hayatta tutunma, mal mülk sahibi olma
tutkusuna esir olma halidir. İşte bu anlayış ya da mal tutkusu
insanları gözü dönmüş vahşi mahlûklar haline getirmektedir.
İnsanlığı bu vahşetten ancak İslâm akidesi
kurtarır. Zira bu akide insan yapısındaki diğer bütün duygu ve
ihtiyaçları Allah Subhânehu Ve Teala’dan gelen bir ölçü ile
terbiye edip insanı vahşetten temizlemiştir. Rızkın Allah'ın
elinde olduğunu, az ya da çok rızk verenin Allah olduğunu,
Allah'ın az ya da çoklukla imtihan ettiğini bilerek, insanda
kanaat, sabır ve hatta cömertlik, ikramda bulunma faziletlerini
yerleştirmiştir. Kanaat, sabır, cömertlik, kendisi mala muhtaç
iken başkasına ikramda bulunma faziletleri ile vasıflı bir ümmet
inşa etmiştir. İnsanlık gerçek insanlığı, hayrı işte bu ümmet
elinde görmüştür. Bu, İslâm akidesi anlaşılıp yaşandıkça tekrar bu
faziletler varolacaktır. Bu akide üzerine devlet kurulup âleme
taşındıkça, bu faziletler de yaygınlaşacak, sömürgeci ahtapot
görünümlü pis kâfirlerin zulmü ve zulümatı ortadan kaldırılacak,
geçmişte olduğu gibi âlem İslâm'ın nuru ile tekrar
aydınlanacaktır.
Evet, kapitalist ya da materyalist rızk
anlayışından doğan aşırı mal sevgisi, sanki insanın tabiatını
dejenere edip, vampir tabiatlı kılmaktadır. Daha kârlı olduğunu
gördüğü için fabrikadaki binlerce işçiyi zorunlu parasız izne
çıkarıp da onlara vereceği parayı faize yatıran, binlerce kişinin
çoluk çocuk ve çocuğu ile aç susuz hasta kalması pahasına faizden
elde edeceği kârları salyası aka aka hesap eden vampir iş
adamlarına bakın! Devletin geliri olursa hemen ona çullaşan,
devletin borcu olursa hemen malını dışarıya kaçıran vampir
kapitalistlere bakın! İnsanlığın ne kadar alçalabileceğini,
vahşileşebileceğini ve vampirleşebileceğinin gerçek şeklini
onlarda görürsünüz.
Mukayese için bir de insanlığın güzide asrına
saadet asrına bakın. Orada insanlıktan örnekler göreceksiniz.
Zengin de olsa vampirleşmeyip de Allah Subhânehu Ve Teala için can
ve mal vermekte yarışan, fakirlere, muhtaçlara ikramda bulunan,
İslâm devletine yardım eden hatta kendileri muhtaç iken,
başkalarını kendi nefislerine tercih eden fazilet nişanelerini
göreceksiniz. Gerektiğinde devlete Allah yolunda cihat için
malının üçte birini, yarısını, hatta tamamını getirip gönül
rahatlığıyla veren ve bundan da sürur duyan güzide insanları
görürsünüz. Zira onlar bu işleri ebedi hayat olan ahirete yatırım
olarak görüyorlardı. Onlar Allahu Teala'nın şu sözüne binaen
hareket ediyorlardı:
مثل الذين ينفقون أموالهم في سبيل الله كمثل حبة
أنبتت سبع سنابل في كل سنبلة مائة حبة والله يضاعف لمن يشاء والله
واسع عليم(261)الذين ينفقون أموالهم في سبيل الله ثم لا يتبعون ما
أنفقوا منا ولا أذى لهم أجرهم عند ربهم ولا خوف عليهم ولا هم يحزنون
"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak
bitiren bir tane gibidir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah
dilediğine daha da fazla verir. Allah geniştir, her şeyi bilir.
Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan,
alanların gönlünü kırmayan kimselerin Allah katında kendilerine
has mükâfatları vardır. Onlara korku olmadığı gibi, onlar
üzülmeyecektir." (Bakar 261-262)
İslâm akidesindeki rızk anlayışından
uzaklaştıkça vampirleşen kişilerin kafalarına ve kalplerine
yerleşen tek şey para sevgisidir. Bu sevgi onu; Kâbe gibi kutsal
bir yerde, anne gibi kutsal bir varlıkla 70 defa zina yapmaktan
daha kötü bir işe ve Allah ve Resulü ile savaş olarak
vasıflandırılan faize koşuşturmaktadır. Bununla da kalmayıp faizi
meşrulaştırma çabasına itmektedir. Boşuna dememişler; “para
insanın aklında olursa ya kölesi ya da delisi olur.” Kur’an'da
da;
الذين يأكلون الربا لا يقومون إلا كما يقوم الذي
يتخبطه الشيطان من المس “Faiz
alanların mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkacakları”
(Bakara 275) bildiriliyor. Onlar daha mezara gitmeden şeytan
çarpmışa dönüyorlar. Ya deliriyorlar ya da stres içinde bunalıma
düşüyorlar.
İslâm akidesindeki rızk anlayışı insanı cömert
kıldığı gibi kanaatkâr ve sabırlı da kılar. Bundan dolayı gerçek
iman sahibi rızkı dar olunca ortalığı velveleye vermez,
sabretmesini bilir ve hatta haline şükreder. Rızkının darlığını
dışarıya bile yansıtmama olgunluğunu gösterir. İffetlerinden
dolayı, fakirliklerini ne bir şikayet konusu kılar ne de bir duygu
sömürüsüne dönüştürür. Allahu Teala bu hususta şöyle buyuruyor:
للفقراء الذين أحصروا في سبيل الله لا يستطيعون
ضربا في الأرض يحسبهم الجاهل أغنياء من التعفف تعرفهم بسيماهم لا
يسألون الناس إلحافا وما تنفقوا من خير فإن الله به عليم
"(Onların asıl durumunu) bilmeyen, iffetten dolayı
gösterdikleri tok görünümlerine bakarak onları zengin sayar, sen
onları görünce yüzlerinden tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek
insanlardan istemezler." (Bakara 273)
Rızkın Allahu Teala'nın elinde olduğuna iman
ettikleri sürece Müslümanlarda geçim sorunu diye bir durum söz
konusu olmuyordu. Evet, sıkıntılara katlanıyorlardı ama o onlara
bir dert değildi. Çünkü mal mülk onların kalplerinde değil
ellerinde idi. Ellerine geçerse helal yolda harcıyorlardı,
ellerine geçmezse hallerine şükrederek sabrediyorlardı.
Kendilerine asla dert etmiyorlardı. Zira onlar Allahu Teala'nın şu
hitabına kulak veriyorlardı:
ولنبلونكم بشيء من الخوف والجوع ونقص من الأموال
والأنفس والثمرات وبشر الصابرين "Andolsun ki
biz, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden
biraz azalma ile imtihan eder deneriz, sen sabırlı davrananları
müjdele." (Bakara 155)
Rızkın kendi çalışmasına bağlı olduğunu
zanneden kişi, Allahu Teala'nın ona bol rızk vermesi durumunda
hakkı olmayan bir üstünlük iddiasında bulunup şımarır azar. Karun
gibi olur. Bakınız Allahu Teala ibret olsun diye onun durumunu
nasıl tasvir ediyor:
"Karun Musa'nın kavminden idi de onlara karşı
azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki,
anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona
demişti ki; 'Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın
sana verdiğinden Ahiret yurdunu gözet. Ama dünyadan da nasibini
unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara)
iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah
bozguncuları sevmez.' Karun ise; 'O (servet) bana ancak
kendimdeki bilgi sayesinde verildi' demişti. Bilmiyor muydu ki
Allah, kendisinden önceki nesillerden ondan daha güçlü ondan daha
çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan
günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken
Karun, ihtişam içinde halkının karşısına çıktı. Dünya hayatını
arzulayanlar; 'Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı,
hakikat şu ki o çok büyük bir devlet sahibidir' dediler.
Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler; 'Yazıklar
olsun size! İman edip iyi iş yapanlara göre Allah'ın mükafatı daha
üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.' Nihayet biz onu
da sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı
kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o kendini savunup
kurtaracak kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı
isteyenler; 'Demek ki, Allah kullarından dilediğine rızkı çok da
verir azda verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı bizi
de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar iflah olmazmış'
demeye başladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde
böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. En
güzel akıbet takva sahiplerinindir." (Kasas 76-83)
Rızkın sadece Allahu Teala'nın elinde olduğuna
şeksiz şüphesiz iman edenler, Allah'ın mesela şu emrine icabet
ederek malını Allah yolunda infak etmekten hatta Ebu Bekir
Radıyallahu Anha’da olduğu gibi bazen tamamını infakta tereddüt
etmezdi.
ياأيها الذين آمنوا أنفقوا من طيبات ما كسبتم
ومما أخرجنا لكم من الأرض ولا تيمموا الخبيث منه تنفقون ولستم بآخذيه
إلا أن تغمضوا فيه واعلموا أن الله غني حميد (267)الشيطان
يعدكم الفقر ويأمركم بالفحشاء والله يعدكم مغفرة منه وفضلا والله
واسع عليم "Ey iman edenler!
Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızk olarak yerden size
çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse gözünüzü yummanız
hariç, almayacağınız şeylerle sakın hayır yapmaya kalkışmayın.
Biliniz ki Allah zengindir, övülmüştür. Şeytan sizi fakirlikle
tehdit eder (korkutur) ve sizin cimri olmanızı emreder.
Allah ise size katından bir mağfiret ve lütuf vaadeder. Allah her
şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir." (Bakara 267-268)
Bu hususta Hz Ali Radiyallahu Anha’nın
sergilediği tavır gerçekten günümüz Müslümanlarına apayrı bir ışık
tutmaktadır:
Bir gün Ali Radiyallahu Anha kapıda bir
dilencinin durduğunu gördü. Oğlu Hasan veyahut Hüseyin'e;
'Annene git, kendisine verdiğim o altı dirhemden birini sana
versin getir şu fakire ver.' dedi. Çocuk gidip
döndükten sonra;'Annem o altı dirhemi un almak üzere sakladım
diyor' dedi. Bunu üzerine Ali Radiyallahu Anha;
'Eğer kişi elindeki paradan çok, Allah'a güvenmezse imanı gerçek
bir iman değildir. Git annene söyle o altı dirhemin hepsini
göndersin' dedi. Fatıma Radiyallahu Anhuma’da o altı
dirhemin hepsini gönderdi. Ali Radiyallahu Anha onu dilenciye
verdi. Ali Radiyallahu Anha daha içeri girip elbisesini
çıkarmamışken, satmak üzere bir devenin yularından tutup çeken bir
adam yanından geçti. Ali Radiyallahu Anha; 'Deveni kaça
satıyorsun?' diye sordu. Adam; 'Fiyatı yüz kırk
dirhem.' dedi. Ali Radiyallahu Anha; 'Parasını sonra almak
üzere deveyi kapıya bağla.' dedi. Adamda deveyi
bağlayıp gittikten sonra bir başka adam geçip; 'Bu deve
kimindir?' diye sordu. Ali Radiyallahu Anha; 'Benimdir.'
dedi. Adam; 'Satmıyor musun?' dedi. Ali Radiyallahu
Anha; 'Satıyorum.' dedi. Adam; 'Kaça satıyorsun?'
diye sordu. Ali Radiyallahu Anha; 'İki yüz dirheme.' dedi.
Adam da kabul ederek hemen parasını çıkartıp verdi ve deveyi çekip
götürdü. Ali Radiyallahu Anha 'da alacaklısının parasını verdikten
sonra artan altmış dirhemi götürüp Fatıma Radiyallahu
Anhuma'ya verdi. Fatıma Radiyallahu Anhuma; 'Bu ne parasıdır?'
diye sordu. Ali Radiyallahu Anha; 'Bu Allahu Teala'nın “Kim
bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin on katı verilir' diyen
Peygamberinin diliyle, bize vereceğini vaat buyurduğu paradır.’
dedi' " (El Kenz ul Ummal, 3. Cilt s.311)
Rızkın Allahu Teala'nın elinde olduğuna iman;
başkasına karşı hasedi, çekememezliği ve tamahkârlığı tedavi
ettiği gibi kendisi zaruret içindeyken bile başkalarını kendisine
tercih etme makamına ulaştırır ve felaha erenlerden kılar. Allahu
Teala'nın vasfettiği şu kimseler gibi:
والذين تبوءوا الدار والإيمان من قبلهم يحبون من
هاجر إليهم ولا يجدون في صدورهم حاجة مما أوتوا ويؤثرون على أنفسهم
ولو كان بهم خصاصة ومن يوق شح نفسه فأولئك هم المفلحون
"Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı
yerleştirmiş olanlar, kendilerine hicret edip gelenleri severler.
Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik
duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları,
kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkârlığından
korunabilmişse, işte onlar, felaha erenlerin kendileridir."
(Haşr 9)
Rızkı kendi çalışmalarında görenlerin başında
gelen kâfirlerin ise, mala düşkün, tamahkâr ve de açgözlü
oluşlarından dolayı daha çok mal sahibi olmak, daha çok sömürmek
için insanları kula kulluktan, zulüm ve zulümattan kurtarmak için
gönderilen, Allahu Teala yolu olan İslâm'dan uzaklaştırmak maksadı
ile mallarını harcarlar ve harcayacaklar. Fakat mağlup olup
kalplerinde bir hüzün olacaktır. Rabbimizin buyurduğu gibi:
إن الذين كفروا ينفقون أموالهم ليصدوا عن سبيل
الله فسينفقونها ثم تكون عليهم حسرة ثم يغلبون والذين كفروا إلى جهنم
يحشرون "Şüphesiz ki inkar edenler
mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için
harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. (Fakat) sonunda bu,
onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır.
Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme sürükleneceklerdir. "
(Enfal 36)
İşte ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer
küfür devletleri Müslümanları ezmek, sömürmek ve dinlerinden
saptırmak için kredi vermek, propaganda yapmak, silah imal etmek
gibi çeşitli üsluplarda para harcıyorlar. Ancak (İnşaAllah Hilâfet
Devleti kurulunca) onların bu emelleri kursaklarında kalacak ve
mağlup olacaklardır. Yeter ki, müminler İslâm akidesine gereği
gibi bağlanıp, onun gereği olan dinlerini yaşamaya ve de hakim
kılmaya çalışsınlar. Muhakkak ki istikbal İslâm'ın, zafer
müminlerin olacaktır. Kâfirler ise hüsran olacaklardır.
Bütün bu izahlarla anlatmak istediğimiz; rızkın
çalışmaya bağlı olduğu, rızkı verenin kişinin işi, dükkânı ya da
işvereni olduğu anlayışının yanlışlığını, kişide oluşturduğu kötü
hal ve sıfatları görerek Müslümanların bu yanlışı terk
etmeleridir. Müslümanlara yakışan çalışmayı, rızka ulaşmak için
Allahu Teala'nın bir emri, Şer'î bir hüküm olarak bilip amel
etmeleri, ancak rızkı takdir eden ve de verenin ancak Allah
olduğuna inanmalarıdır. Allah'ın emri gereği çalışılır ancak rızk
elde edilme yedebilir. Allah'ın emri gereği savaşılıp zafer elde
edilemediği gibi. Çünkü zafer ancak Allah'ın katındadır. Bunun
gibi rızk da ancak Allah'ın katındadır. Dilediğine az, dilediğine
çok verir. Çalışma rızkın sebebi değil, rızka ulaşılan hallerden
bir haldir. Sebebi olsa idi, hiç çalışmayan kimselerin asla rızka
ulaşamamaları gerekirdi veya az çalışan az, çok çalışan çok rızk
elde ederdi. Ancak pratikte de görüldüğü gibi vakıa öyle değildir.
Miras ve bahşiş olayında olduğu gibi çalışmadan da rızk
gelebilmektedir. Bazen de hiç rızk gelmemektedir.
Pratikte de görüldüğü gibi, rızkı getirenin
çalışma olduğuna iman kişinin ufkunu nasıl da daraltmakta ve o
kişiyi nasıl cimri kılmaktadır. Rezzak olanın yani rızkı bizzat
verenin Allahu Teala olduğuna, çalışmanın rızkın geliş hallerinden
biri olduğuna iman da rızk bakımından kişinin ufkunu nasıl da
genişletmekte, ona iman edenleri nasıl rahatlatmaktadır. İşte,
rızkı getirenin çalışma olduğuna iman eden her kesimden kimseler,
işlerinden çıkartılır ya da ticaretlerine mani olunursa açlıktan
öleceklerine itikat eder duruma düşmüşlerdir. Onun için
böylelerinin rızkı elde etmek hususunda ufukları dar olduğu için
ne kadar yüksek mevkilere gelseler, ne kadar çok mala sahip
olsalar da yine dar bir hayatta yaşarlar.
Allah'ın Rezzak olduğuna dair iman; rızkı temin
için Allah Subhânehu Ve Teala'nın beyan ettiği yolda çalışmayla
birlikte olunca, tembel olmayı ve yan gelip oturmayı değil rızk
hususunda geniş bir bakış ufkuna sahip olmayı meydana getirir.
İşte bize bunu kazandıran, rızkı takdir edenin de, verenin de
sadece Allahu Teala olduğunu beyan eden delaleti kati ayeti
kerimelerden birkaçı:
وكأين من دابة لا تحمل رزقها الله يرزقها وإياكم
وهو السميع العليم "Rızkını taşımayan
(yeryüzünde) nice canlılar vardır. Allah
onlara ve size rızk verir. O işiten ve bilendir." (Ankebut 60)
وما من دابة في الأرض إلا على الله رزقها ويعلم
مستقرها ومستودعها كل في كتاب مبين
‘Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı Allah'ın üzerindedir. Allah
onların yerleştikleri yeri ve barındıkları yerleri ve
saklandıkları yerleri de bilir. Her şey Kitab-ı Mübin'dedir."
(Hud 6)
ياأيها الناس اذكروا نعمة الله عليكم هل من خالق
غير الله يرزقكم من السماء والأرض لا إله إلا هو فأنى تؤفكون
"Ey insanlar! Allah'ın üzerindeki nimetini zikredin
(hatırlayın), gökten ve yerden Allah'tan başka sizi
rızklandıran bir yaratıcı mı var? Ondan başka hiçbir ilah yoktur.
Öyle ise, nasıl Allah'ı bırakıp da şirke koşuyorsunuz." (Fatır
3)
Mademki her canlının olduğu gibi, bizim ve
çoluk çocuğumuzun rızkını veren sadece, kendisinden başka İlah ve
Rezzak (rızk verici) olmadığına şehadet ettiğimiz Allahu
Teala'dır, öyle ise; niçin rızk endişesi ile Allahu Teala'nın
dinini tekrar hakim kılmak böylece zilletten kurtulup izzete ve
ahirette saadete kavuşmak için çalışmaktan, mücadele etmekten geri
duruyorsunuz? Haydin bu yersiz, mesnetsiz endişeyi yani rızk
endişesini kalplerimizden tamamen söküp atalım. Rızk ve zafer de
sadece Rabbımız Allahu Teala'ya tevekkül ederek kendimizi, tüm
İslâm ümmetini, hatta insanlığı içinde bulunduğu şu zillet ve
zulümattan kurtarıp, izzet ve aydınlığa kavuşturacak olan, İslâm’i
hayatı başlatacak ve aleme hidayet ve nur olarak taşıyacak olan
Raşidi Hilâfet Devletini kurmak için ihlâs ve azim ile çalışalım.
Bu konunun
devamı;
|
|