d- Tevekkül:
Allahu Teala'ya tevekkül meselesine gelince;
ilk Müslümanlar bu ifadeyi hakkıyla anlamışlardı ve Allah'a tüm
hakkıyla tevekkül etmişlerdi. Bundan dolayı da büyük işlere kaim
oldular. Ve o işleri yerine getirebildiler. O şiddetli zor
durumlara atıldılar ve başardılar. Daha sonraki Müslümanlarda ise
bu durum değişti. Özellikle madde hastalığı ve sapıklığı, nefisler
üzerine hakimiyet kurup onların bakış ve anlayışlarında birtakım
zaaf ve kusurlar meydana getirince tevekkülün hakikatini
anlamaktan uzaklaştılar. Tevekkül bundan sonra onların
hayatlarında ve zihinlerinde vakıası bulunmayan boş kelimelerden
ibaret ifadeler haline geldi.
İlim ehli tevekkülün tefsirinde onu;
"sebepleri almak" olarak düşünmeleri de, tevekkülün bu şekilde
anlaşılmasına katkıda bulunmuştur. Öyle bir noktaya gelindi ki,
tevekkül kelimesi söylendiği zaman hemen ardından; "Deveyi
bağla ve tevekkül et." hadis-i şerifi akla gelir hale geldi.
Öyle ki bu hadis, tevekkül hakkında doğan sebepleri terketme
vehmini defetmek için değil de nefislerde tevekkülün manasını
zayıflatmak için kullanılır oldu. Böylece sebeplere tevessül
tevekkülün bir cüzü olarak telakki edildi. Bunun neticesinde
gayretlerin sönmeye, Müslümanlardaki azim ve kararlılığın
zayıflamaya, hayata bakış açısı ve ufkunun daralmaya yüz tuttuğu
görüldü. Böylece Müslümanlar, kendilerini aciz hissetmeye,
güçlerinin mahdut olduğuna, kendilerinin çok az şeye güç
yetirebileceklerine itikat etmeye başladılar. Bundan dolayı
Müslümanlar; hayatta istenilen yücelere ve zirvelere çıkmalarını
gerçekleştirip geçmişteki şerefin ve üstünlüğün zirvelerine
ulaşabilmelerine ancak Allahu Teala'ya tevekkülü hakiki anlamıyla
anlamaları ve Allah'a hakkıyla tevekkül etmeleriyle muvaffak
olabilirler. Nitekim büyük işlerin başarılabilmesi, güçlerini
sadece insanî gücün sınırları içerisinde mütalaa eden kimselerin
eliyle mümkün olmaz. Zira bir insan sadece bu insani güce bakarsa
onun görüş sınırları içerisindeki insan gücü kadar çalışır.
Böylece onun elleri ve kulaçları kısalır. O kişi büyük işleri
başarmak bir yana, basit işleri bile gerçekleştirmekten aciz
duruma düşer. Fakat arzularını gerçekleştirmek için insan gücünün
ötesinde kendisine yardım eden bir kuvvetin varlığına inanan
insanlar, u kuvvete dayanarak kendi kuvvetlerinden çok daha büyük
işleri gerçekleştirirler. Sadece insanî kuvvetine bakıldığı zaman
onun sınırlı olduğu görülür. Bu açıdan meseleye bakan kimse, kendi
işlerini sınırlandırır. Onlara bir sınır çizer. Fakat ona daha
geniş bir açıdan baktığı zaman insan kuvvetinin sınırsızlığını
anlar ve bundan dolayı insan kendi gücünden kat kat büyük işleri
gerçekleştirerek tasavvur bile edilmeyen birçok imkânsız gibi
görünen işleri gerçekleştirmeye gücü yeter. Yeter ki, kendi
kuvvetinin ötesinde kendisine yardım eden başka bir gücün var
olduğuna itikat etsin. O zaman insanın kudreti için sınır olmaz.
Hatta Allah'a iman etmeyen ve ona tevekkülde bulunmayan bazı
kimseler bile kendi güçlerinin ötesinde tabiat veya başka bir
isimle ifade ettikleri başka bir gücün varlığını kabul eden
insanlar büyük işlere atılırlar.
O halde, katî delilden neşet eden bir iman ile
Allah'a iman eden ve yine delilden neşet eden ve vakıaya uygun
olarak kesin tasdikle Allah'ı tasdik eden Müslüman’ın durumu nasıl
olur? Kuşkusuz ki o, Allahu Teala'ya olan tevekkülünden dolayı bir
gayrimüslimin gerçekleştirdiklerinden kat kat fazlasını
gerçekleştirebilir. Onun için Allah'a tevekkül etmek, İslâm
Ümmeti'ni diri ve hayatta tutan prensiplerden biri olduğu gibi
İslâm fikirlerinin de en ehemmiyetlilerindendir.
Allahu Teala'ya tevekkül, Kur’an'ın kesin
naslarıyla sabittir. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
(Tevbe 129)
İşte bu ve bu konudaki diğer ayetler, Allah'a
tevekkül etmenin farz olduğuna kesin olarak delalet ederler. Çünkü
bunlar, Allah'a tevekkül ile ilgili sarih emirler ihtiva
ediyorlar. Ayrıca ayetlerde geçen tevekkül emri; "Allah,
tevekkül edenleri sever" gibi karinelerle birlikte
zikredilerek methedildiği için, daha da bir kesinlik kazanıyor.
Allahu Teala'ya tevekkül işine sarih olarak
delalet eden birçok hadisler de vardır. Nitekim Buhari'nin İbni
Abbas'tan rivayet ettiği bir hadis şöyledir:
"Ümmetimden yetmiş bin kişi, hesapsız olarak
Cennete girecektir. Bunlar okuyarak ve üfleyerek tedavi olmayan,
fala bakmayan, ümitsizliğe kapılmayan, tedavi için dağlanmayan ve
ancak Rablerine tevekkül edenlerdir."
Ahmed ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri bir
hadis ise şöyledir:
"Siz hakkıyla Allah'a tevekkül etmiş
olsaydınız, aç olarak yuvasından çıkan, tok olarak yuvalarına
dönen kuşları rızklandırdığı gibi sizi de Allah rızklandırırdı."
Bu deliller, tevekkül konusunda Müslüman'ın bir
an tereddüt etmesine yer bırakmıyor. Çünkü bu deliller, sarih ve
açıktırlar. Özellikle Kur’an ayetleri katî delil oldukları için
bunları inkar eden kâfir olur. Bu ayetler, Allah'a tevekkül
etmenin en önemli farzlardan bir farz olduğuna delalet eder. Bu
delillerin hepsinde Allah'a tevekkül emri herhangi bir şarta bağlı
olarak geçmiş değildir. Bu deliller, mutlak olarak geçtikleri için
Allah'a tevekkül etmek de mutlak olarak farz olur. Bu tevekkülün
bütün işlerde Allah'a yapılması farzdır. Deliller, bizim herhangi
bir işe ve amele azmettiğimiz zaman, Allah'a tevekkül etmemizin
farz olduğuna delalet eder. Mevcut deliller, bundan başkasına
delalet etmiyor. Başka bir kaydı ifade eden herhangi bir delile
rastlamak mümkün değildir. Böylece Allah'a tevekkül, her Müslüman
üzerine kayıtsız, şartsız mutlak şekilde farzdır.
"Deveni bağla ve tevekkül et" hadisi, bu
ayet ve hadisleri sınırlandırmak için değildir. Hatta onlar için
bir sınırlandırmayı beyan da değildir. Çünkü bu ayet ve hadisler,
mücmel değiller ki beyana muhtaç olsunlar. Hadis, başka bir
mevzuyu ilgilendiriyor ki o da; "Sebep ve müsebbipleri alma"
konusudur. Zira bu hadis, tevekkülü sebep ve müsebbipleri terk
etmek olarak anlayan bir bedeviye, sebep ve müsebbiplere
sarılmanın ehemmiyetini belirtmektedir. Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem, o bedeviye tevekkülün sebep ve müsebbibi (sebebe
götüren vesileleri) terk etmek anlamına gelmediğini bildirmek için
bu hadisi söylemiştir. Tevekkül ile birlikte müsebbibe sarılmayı
da emrediyor. Hadis şöyledir:
Bir adam Rasul (sav)'e gelir, devesini başıboş
olarak salmak ister ve; "Ben devemi salacağım ve Allah'a
tevekkül edeceğim." der. Rasul (sav); "Onu bağla ve
tevekkül et" diye buyurur.
Bu hadis bedeviye devesini bağlamasını, yani
sebep ve müsebbibe sarılması için bir talimdir. Ayrıca tevekkülün
sebep ve müsebbibe sarılmayı terk etmek manasında olmadığını da
anlatmış bulunuyor. Böylece Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem,
bedeviye sebep ve müsebbipler ile birlikte tevekkülü emretmiş
oluyor. Bundan dolayı bu hadis, tevekküle dair delillerin
hiçbirini, hiçbir şekilde sınırlandırmış olmaz. Bundan dolayı
sebep ve müsebbibi nazarı itibara almadan Allah'a tevekkül
farzdır. Yukarıdaki hadis, bu hususu kayıtlamadığı gibi tevekkülün
hükmü için de bir beyan olmaz. Çünkü tevekkül ile ilgili deliller
mutlak olarak geçmişlerdir. Bu deliller, hiçbir nas ile kayıtlı
kılınmış değiller. Çünkü bu deliller mücmel değiller ki beyana
muhtaç olsunlar.
Sebep ve müsebbibe bağlanmak meselesi, tevekkül
meselesinden ayrı bir meseledir. İkinci bir meseledir. Bu
meselenin delilleri tevekkülün delillerinde başkadır. Bu
delillerin tevekkül delilleriyle karıştırılması ve onları tevekkül
için kayıt kılınması doğru olmaz. Allah Subhânehu Ve Teala'ya
tevekkül etmeleri Müslümanlar üzerine farz olduğu gibi sebep ve
müsebbiplere sarılmaları da Şer’î delillerle farz kılınmış
bulunuyor. Bu iki meseleye ait deliller birbirini kayıtlı
kılmayacakları gibi birbirine şart da değillerdir. Bunun için
Müslümanların mutlak olarak Allah'a tevekkülde bulunmaları
farzdır. Allah'a tevekkül etmeyen kimse günahkâr olur. Allah'a
tevekkülü inkâr eden kimse ise kâfir olur. Çünkü Allah'a tevekkül,
sübutu ve delaleti katî olan delillerle sabittir. Bunun için her
ne kadar tevekkülün manasını tam olarak anlamayan Müslümanlar
mevcut olsa da, İslâm'a inanmış Müslümanlar arasında tevekkülü
inkâr eden hiçbir kimse bulunamaz.
Fakat; "Çalış ve tevekkül et" anlayışı
hakikatte yanlıştır. Doğru olan; "Tevekkül et ve çalış"
anlayışıdır. Bu iki anlayış arasında büyük bir fark vardır.
"Çalış ve tevekkül et" düşüncesi, tevekkülü şekli bir duruma
getirir. Bundan dolayı böyle bir tevekkülle çalışanın nefsinde
tevekkülün herhangi bir tesiri olmaz, her ne kadar o tevekkül
ettiğini iddia etse de. Fakat "Tevekkül et ve çalış"
anlayışı, tevekkülü esas hale getirdiği için nefislerde bunun
büyük tesiri görülür. Bu tesir, onda kuvvet ve anormal kuvvet
meydana getirir ki; büyük ve fevkalade işleri yerine getirme
gücüne sahip kılar.