a-Laiklik:
Laikliğin temeli Avrupa'da atılmış ve hayat
sahnesine Avrupa'dan girmiştir. Avrupa'da dinin gerçek şeklinin
bulunmadığı zamanlarda, akidede ve pratik hayatın her alanında
din adamları, din adına büyük bir nüfuza sahip bulunuyordu ve bu
durum orada yaşayan insanların hissiyatında "din" olarak
kabul ediliyordu. Yani dinin Avrupa'daki pratik şekli, her
şeyden önce "Allah üçün üçüncüsüdür, Allah Meryem oğlu
İsa'dır" diyen İncillerde ve onların açıklamalarından
alınmış inançta, ikinci olarak, özellikle pazar günleri
kiliselerde ifa edilen birtakım dualarda, kutsal davranışlarda,
öğütler ve toplantılarda, son olarak da din adamlarının hem
krallar ve hem de genel olarak bütün insanlar üzerindeki
nüfuzlarında beden buluyordu. Onların krallar üzerindeki
nüfuzları, bu kralların kendi tahtlarına ancak papanın izni ve
onları kuşatmasıyla oturabilmeleri, halkları üzerinde ancak
papanın kendilerine bu mevkii vermesi sayesinde egemenlik
kurabilmeleri, papa kendilerine -kesinlikle Allah'ın şeriatının
egemen kılınması ile ilgisi bulunmayan şahsi bir kızgınlıkla-
kızacak olursa halklarının onları bir kenara itmesi ve hiçbir
şekilde emirlerine kulak asmamasını da kapsamına alıyordu. Bütün
insanlar üzerindeki nüfuzları ise, onların ilgili din adamının
vaftizi olmadan Hıristiyan olamayışlarında, kilisenin belirli
bir yerinde ve karşılarında din adamı bulunmaksızın dualarının
kabul olmayacağında, yine ilgili din adamı tarafından cenazeleri
kutsanıp, törenleri yapılmadığı sürece doğru bir şekilde
ölemeyeceklerinde, din adamlarının inanç ile ilgili olarak
telkin ettiklerinin dışında bir şeye inanamayışlarında, onların
müsamaha ettiği konuların ve şeklin dışında düşünememelerinde,
müsaade ettikleri şeylerin dışında hiçbir şey öğrenememelerinde
ortaya çıkıyor ve bunları kapsıyordu.
Kilise dininin, karanlık ortaçağda Avrupa'da
hayatın her alanı üzerinde kaba ve sert bir baskısı vardı. Bu
durum son derece kötü bir şeydi. Ancak bu kötülük, çağdaş
Avrupa'nın cahilce anladığı gibi, dinin hayat üzerinde
egemenliğinden dolayı değil, aksine kilise dininin yapısında
bulunan ve bu dinin hayatın her alanında bu fesadı uygulamasına
yol açan egemenliğinden dolayıdır. Aslında din, yapısı
itibariyle bu dönemlerdeki Avrupa hayatında varolan kötülüklerin
kaynağı değildi. Aynı dönem içerisinde Avrupa'nın bir parçası
olan İspanya ve İslâm'ın girmiş olduğu Sicilya gibi Avrupa
bölgeleri de dinin etkisi altındaydı. Ancak buralarda, kilise
dininin etkisinde olan bölgelerdeki gibi, yukarıda sayılan
karanlık ortaçağın fesadı mevcut değildi.
Bu kilise dini, bir taraftan akidede özlü
sapmalar ihtiva ettiği ve diğer taraftan da akide ve şeriatı
birbirinden ayırdığı için, bir başka açıdan onu temsil eden din
adamlarının fesadı ve bilgisizlikleri sebebiyle, hayatı ifsat
edici ve onun dinamizmle ileriye doğru atılımını önleyici idi.
Bu bakımdan ilerlemek, uygarlaşmak ve yaşamak istediğinde böyle
bir dini bir kenara itip, ondan soyutlanması Avrupa için zorunlu
bir şeydi. Fakat Avrupa'nın dinini bırakıp onun yerine kabul
ettiği alternatif, öncekinden iyi olmadığı gibi daha da kötü
idi. Alternatif, tümüyle kilisenin düşüncesinin etkisine ve
insan üzerindeki mevcut baskıya bir tepki olarak Rönesans'tı ve
tepki çoğunlukla akıllıca düşünmek, basiretle hareket etmek,
işleri iyiden iyiye ölçüp biçmek ve dengeli olmak değil de,
şuursuzca sürüklenmek söz konusu olduğundan... Avrupa Rönesans
ile yoldaki bütün ilahi işaretleri kaldıran bir sürüklenişe
kendisini kaptırdı. İster bu işaretler gerçekten ilahi olsun,
isterse kilise tarafından ileri sürülsün, ayrım gözetilmedi.
Bunların yerine insan yapısı beşeri bir takım işaretler ortaya
koyduğu gibi, yerlerine dünya hayatı ile ilgili olanları koymak
gayesi ile ahiret ile ilişkisi olan her işareti de kaldırıp
attı. İşte bu Avrupalıların tanımladıkları laikliğin
başlangıcını teşkil etti.
b-Demokrasi ve Cumhuriyet:
Laikliğin temelinin atılmasından sonra
idareciler ile halklar arasında çatışma meydana geldi.
Filozoflar ve düşünürler, idare konusunu incelemeye koyuldular
ve insanların yönetimi için bir düzen ortaya attılar. Bu ise,
demokratik düzendir. Bu düzende, halk otoritelerin kaynağıdır.
İdareci, gücü ve otoritesini halktan elde eder ve egemenlik
halka ait olur. İradesine sahip olan halktır. İradesini istediği
şekilde bizatihi kullanır ve yürütür. Hiçbir kimse için halk
üzerine bir sulta (otorite) yoktur. Halk kendi kendisinin
efendisidir. Kendisiyle idare edilen ve gereğince yürünülen
yasayı çıkartan odur. Yine o (halk), kendisinin çıkarttığı
yasayla kendisini kendisine gıyaben (onun vekili olarak)
yönetecek idareciyi tayin edendir.
Demokrasi Yunanca; "halk" anlamına
gelen "demos" ve "yönetim" anlamına gelen
"kratos" kelimelerinden türetilmiştir. Batılı bir kelime
olduğu gibi batılı bir ıstılahtır (terimdir) ki; ona şu mana
verilmiştir:"Halkın yönetimi, halkın yasasıyla, halka
aittir."
Böylece halk, mutlak şekilde efendidir,
egemenliğe sahiptir, kendi emrinin (idaresinin) yuları kendi
elindedir, iradesini kullanır ve onu bizzat kendisi yürütür.
Kendi otoritesi dışında başka bir otorite önünde sorumlu
değildir. Halk, egemenliğe sahip olması itibariyle seçtiği
vekilleri vasıtasıyla düzen ve kanunları ortaya çıkartır ve
otoritelerin kaynağı olması itibariyle de kendisinden
otoritelerini elde eden ve kendi tarafından tayin edilen
idareciler ve hakimler vasıtasıyla bu düzen ve kanunları
uygular. Devleti meydana getirme, idarecileri tayin etme, düzen
ve kanunları ortaya çıkartma hususlarında her fert diğer
fertlerin sahip oldukları haklara sahiptir. İşte, demokrasinin
manası budur.
Demokraside asıl olan; halkın tümünün bir
genel yerde toplanıp, kendisini yönetecek düzen ve kanunları
çıkarması, işlerini yürütmesi ve bakılacak meseleye bakmasıdır.
Bunun ilk uygulayıcıları Atina ve Isparta'daki şehir devletleri
ile Grekler olmuştur. O dönemlerde bu iki şehirde de birer
devlet vardı. Terim olarak bunlar için "Site Devleti",
yani tek başına bir şehirde kurulan devlet anlamına gelen ifade
kullanılabilir. Her iki şehirde de halkın bütün erkekleri,
şehrin yönetimine katılıyordu. Genel bir toplantı şeklinde bir
araya geliyor, yönetimle ilgili her hususta birbirleriyle
müşavere ediyor, daha sonra aralarında bir yönetici seçiyor,
kanunlar çıkartıyor, bu kanunların uygulanmasını denetliyor,
onlara muhalefet edenlere de cezalar koyuyorlardı. Böylelikle
halk yönetimi her iki şehirde de dolaysız şekilde
uygulanmakta ve bu yönetim şekline bu ismin verilmesi tam
anlamıyla uygun düşmekte idi. Fakat bu şekildeki bir demokrasi,
pek çok düşüncede olduğu gibi Avrupa'nın hafızasında yerini
korumaya devam etmekle birlikte Atina ve Isparta'da site
yönetimlerinin son bulmasıyla tarihten silindi.
Günümüzde halkın tümünün, yasama heyeti
olması için tek bir yerde toplanması mümkün olmadığından kendi
yerine yasama heyeti olacak vekiller seçer. İşte bunlar
parlamentoyu oluştururlar. Demokratik düzende parlamento, genel
iradeyi temsil eder. O, toplulukların genel iradesi için siyasî
temsili gösterir. Hükümeti ve devlet başkanını da seçer ki, bu
idareciler genel iradeyi yürürlüğe koyacak birer vekiller ve
hakimler olsunlar. Bu parlamento, otoritesini kendisini seçen
halktan elde eder ki halkın çıkarttığı düzen ve kanunlarla halkı
idare etsin. İşte bu şekilde bu düzende halk, kendisinin
efendisi olur. Kanunları çıkartır, bu kanunları yürürlüğe
koyacak idarecileri seçer.
Halkın kendi kendisinin efendisi olabilmesi,
egemenliğini kullanabilmesi, herhangi bir baskı bulunmadan ve
herhangi bir zorlama olmadan, hayatının nizamını ve kanunlarını
koyma ve idarecilerini seçme hususlarında kendi zatıyla tam
şekilde iradesini kullanabilmesi için genel hürriyetler esastır
ki onları halkın her ferdine bol bol vermeyi, demokrasi gerekli
kıldı. Ta ki halk, herhangi bir baskı veya zorlama olmadan ve
tam hürriyetle egemenliğini gerçekleştirmeye ve onu kendi
zatıyla kullanmaya imkân elde edebilsin.
Bu genel hürriyetler şu dört husus
çerçevesinde temsil edildi:
1. İnanç Hürriyeti,
2. Fikir Hürriyeti,
3. Mülk Edinme Hürriyeti,
4. Şahsî Hürriyet.
Demokrasi, dini hayattan ayırma
akidesinden/inancından fışkırdı. Bu akide üzerine kapitalizm
ideolojisi kuruldu. Bu akide, gerçekte bir orta çözüm
akidesidir. Zira bu akide; Avrupa ve Rusya'daki krallar ve
çarlar ile filozoflar ve düşünürler arasında meydana çıkan
çatışmanın neticesi idi. Krallar ve çarlar, halkı sömürmek,
zulmetmek ve kanlarını emmek için dini bir vesile olarak
kullanıyorlardı. Bunu gerçekleştirmek için yeryüzünde
kendilerinin Allah'ın vekilleri olduklarını iddia ediyorlardı.
Din adamlarını bu hususta boyun eğmiş binek olarak
kullanıyorlardı. Böylece bu idareciler ile halkları arasında
korkunç çatışma çıktı. Bu esnada, Filozoflar ve düşünürlerin bir
kısmı dini tamamen inkâr etti. Bir kısmı da, dini tanıdı fakat
dini hayattan ayırmaya ve daha sonra devletten ve idareden
ayırmaya davet etti.
Böylece bu çatışma, "orta çözüm" ile
yani "dini hayattan ayırma" düşüncesiyle sonuçlandı. Ve
tabii olarak bundan, "dini devletten ayırma" düşüncesi de
doğdu. Bu düşünce, kapitalist sistemin üzerine kurulduğu
akide/inanç ve aynı anda üzerine bütün fikirlerini tesis ettiği
fikrî kaide oldu. Kapitalizm sistemine ait fikrî yön ve hayata
bakış açısı işte bu esasa göre tayin edildi. Bu esasa göre
hayattaki bütün problemleri çözmeye gidildi. Böylece bu görüş,
Batının taşıdığı ve dünyayı kendisine davet ettiği fikrî
liderlik oldu.
Bu akide, dini ve kiliseyi hayattan ve
devletten, daha sonra da nizam ve kanunları çıkartma işinden,
idarecilerin tayini ve onlara otorite verme işinden
uzaklaştırınca halkın kendi zatıyla kendi nizamını seçmesi,
nizam ve kanunlarını koyması, bu nizam ve kanunlarla kendisini
idare edecek ve otoritesini halk topluluklarına ait genel
iradeden elde edecek idarecilerini tayin etmesi kaçınılmaz oldu.
Buradan demokratik düzen meydana geldi.
Böylece "dini hayattan ayırma" düşüncesi, onun akidesi
oldu ki kendisi ondan fışkırdı. Aynı anda bu akide, üzerine
bütün demokratik fikirlerini tesis ettiği fikrî kaide oldu.
Demokrasi şu iki fikir üzerine kuruludur:
1. Egemenlik (hakimiyet) halkındır,
2. Otoritenin kaynağı halktır.
Bu iki düşünceyi filozof ve düşünürler
Avrupa’da kral ve imparatorlarla yaptıkları çatışma esnasında
ortaya attılar. O zamanlar Avrupa’da "ilâhî hak"
düşüncesi hakimdi. Krallar bu düşünceye göre kendilerini halk
üzerinde bir ilâhî hakka sahip sayıyorlardı. Yasa çıkartma,
hükmetme, yargılama işlerinin yalnız kendilerine ait olduğunu
sayıyorlardı. Yalnız kendilerini devlet, halkı da kendilerinin
tebaası sayıyorlardı. Halkın yasamada, otoritede, yürütmede ve
hiçbir şeyde hakkının olmadığına itibar ediyorlardı. Böylece
onlara göre halk herhangi bir görüş hakkı, iradesi olmayan ve
kendisine ancak itaat ve uygulamanın düştüğü bir köle
mertebesindeydi. İşte filozoflar ve düşünürler, bu "ilâhî
hak" düşüncesini ortadan kaldırmak için krallar ve
imparatorlar ile yaptıkları çatışma esnasında bu iki fikri
ortaya atmış oldular.
İşte böylece o iki düşünce, krallara ve
imparatorlara ait "ilâhî hak" düşüncesini tamamen
kaldırmak, yasama hakkı ve otoriteyi halka ait kılmak için
ortaya atıldı. Şöyle ki; halk bir efendiye ait köle değil
kendisi efendidir. O, kendisinin efendisidir. Onun üzerinde
hiçbir kimsenin egemenliği yoktur. Böylece onun kendi iradesine
malik olması gerekir. Kendi iradesini yürütmelidir. Böyle
olmazsa o, köle olurdu. Çünkü kölelik başkasının iradesiyle
yürümek demektir. Böylece o, kendi iradesiyle bizzat yürümezse
köle olarak kalır. Öyleyse; halkı kölelikten kurtarmak için onun
iradesini yürütme hakkının kendisine ait olması kaçınılmazdı.
Böylece, halk istediği yasa ve kanunu çıkartma, istemediği
yasayı da iptal etme ve kaldırma hakkına sahip olur. Zira halk
mutlak hâkimiyete sahiptir ki, koyduğu kanunları uygulama hakkı
ona aittir. Böylece istediği idareciyi seçer, istediği kanunu
uygulamak için istediği yargıcı da seçebilirdi. Başka ifadeyle
halk bütün otoritelerin kaynağıdır ve idareciler kendi
otoritelerini ondan elde ederler. Böylece imparatorlar ve
krallara karşı devrimlerin başarısı ve "ilâhî hak"
düşüncesinin yok olmasıyla beraber "hâkimiyet halkındır"
ve "halk otoritelerin kaynağıdır" düşünceleri yürürlüğe
konuldu. Bu iki düşünce, demokratik düzenin üzerine kurulduğu
temeli oldular. Böylece halk, hâkimiyet sahibi olması bakımından
teşrî/kanun koyucu ve otoritelerin kaynağı olması bakımından da
uygulayıcı oldu.
Demokrasi, çoğunluğun hükmüdür/yönetimidir.
Zira teşrî komisyonlarının üyeleri halkın seçmen oylarının
çoğunluğu ile seçilir. Yine parlamentolarda nizam ve kanunları
çıkartma, hükümetlere güvenoyu verme ve onlardan güveni çekme
işleri, çoğunluğa dayanır. Parlamentolarda, bakanlar kurulunda
diğer meclis, kuruluş ve komisyonlarda kararlar hep çoğunlukla
alınır. Halk tarafından direk veya meclisin üyeleri vasıtasıyla
idarecileri seçmek halkın seçmenlerinin çoğunluğu ile
gerçekleşir. Bu nedenle, çoğunluk demokratik düzende bariz
görünüştür. Çoğunluğun görüşü, demokratik düzenin bakış açısına
göre halkın görüşünü açıklayan hakiki ölçüdür.
Cumhuriyet ise; demokrasinin uygulama
keyfiyetidir. Yani demokrasi sistem, cumhuriyet ise onun
uygulayıcısı rejimdir. Sistem olarak demokrasinin kabul gördüğü
ülkelerde genel olarak Cumhuriyet rejim olarak kabul görür.
Ancak bu ekseriyet olmasına rağmen İngiltere'deki gibi meşruti
krallık da demokrasinin uygulayıcısı rejim olarak kabul edilir.
Bu aynen İslâm'ın sistem, Hilâfet'in de rejim olması gibidir.
c- Demokratik parlamento seçimlerinde İslâm’i tavır:
Demokratik parlamento seçimlerinde bir
Müslüman’ın mevcut demokratik partileri desteklemesinin ve
seçimde oy kullanmasının anlamı ve Şer’î hükmü nedir? Bu tür
seçimlerde Müslüman’ın tavrı ne olmalıdır? Oy kullanmalı mı,
kullanmamalı mı? Oyu veya faaliyeti ile bir partiyi veya
milletvekilini desteklemeli mi, desteklememeli mi? Şer’î hüküm
nedir?
Evet bu soru çok önemlidir. Çünkü, Müslüman
her hususta olduğu gibi bu husustaki tavrından da Allahu Teala
katında sorgulanacaktır. Onun için böylesi sorulara cevap
aramadan ve Şer’î hükmü bilmeden amel etmemelidir. Ancak bu
soruyu sadece tartışmak için sormamalı, bilakis o hususta
Allah’ın hükmünün ne olduğunu yani Şerî hükmün ne olduğunu
gerçekten ciddi olarak hakkı tespit etmek gayreti ile öğrenmek
ve öğrendiği Şerî hükmün gereğince amel etmek için sormalıdır.
Çünkü o, Allahu Teala’nın hükmüne teslim olma bilincinde bir
Müslüman’dır, başıboş bir mahlûk gibi heva ve hevesi ya da aklı
ile amel etmez. Aklını, vakıayı anlayıp Allah Subhânehu Ve
Teala’nın hükmünü, Allah Subhânehu Ve Teala’nın hitabını ortaya
koyan Şer'î delillerden çıkartmak için kullanır. Öyle olmalıdır.
Çünkü İslâmi şahsiyete sahip olmanın temel öğesi budur.
Demokratik parlamento seçiminin anlamı:
Demokratik sistemin yasama kurumu olan
parlamentoya üye seçimidir. Yani insanların toplumsal
yaşantılarında, bireylerin birbirleriyle, devletle, sosyal,
ekonomi ve siyasî işlerinde uyacakları kuralları, hükümleri,
ölçüleri, emir ve yasakları, kanunları belirleyen kurumun
üyelerini seçme işidir. İslâm’i açıdan bunun anlamı şirktir.
Yani "Hüküm ancak Allah’a aittir" hakikatine terstir.
İnsanların yaşantısına hüküm koymakla, ya Allah Subhânehu Ve
Teala’yı hiçe saymak ya da O’na ortak koşmak demektir. İşte bu
seçime katılmak bir takım insanları milletvekili sıfatı ile bu
şirki işlemeye itmek demektir. Bu o kişiye yapılabilecek en
büyük kötülük ve zulümdür. Zira o kişi, parlamentonun
komisyonlarına katılarak veya genel kurul oylamalarına katılarak
yasama faaliyetlerine Allah’ın hükümranlığını hiç kabul etmeyip
milletin egemenliğini esas kabul eden mevcut anayasanın
çerçevesinde katılarak şirk işlemine, cürümüne isteyerek ya da
istemeyerek ortak olur. İsteyerek ve benimseyerek katılınca
şüphesiz müşrik olur. Benimsemeyerek katılırsa en azından fasık
yani günahkâr olur. Yasama faaliyetlerine katılmayıp da o
faaliyetlerin yapıldığı esnada orada oturursa, pasif üyelik
yaparsa o zaman da günahkâr olur. Çünkü Allah’a açıkça isyanın
yapıldığı bir yerde Müslüman tepkisiz bir şekilde o cürümü
işleyenlerle beraber oturup kalamaz. Zira Allahu Teâla şöyle
buyurdu:
وإذا رأيت الذين يخوضون في آياتنا فأعرض عنهم
حتى يخوضوا في حديث غيره وإما ينسينك الشيطان فلا تقعد بعد الذكرى
مع القوم الظالمين “Ayetlerimiz hakkında
(ileri geri konuşmaya) dalanları
gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol
(meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa
hatırladıktan sonra o zalimler topluluğu ile oturma.” (En’am
68)
وقد نزل عليكم في الكتاب أن إذا سمعتم آيات
الله يكفر بها ويستهزأ بها فلا تقعدوا معهم حتى يخوضوا في حديث
غيره إنكم إذا مثلهم إن الله جامع المنافقين والكافرين في جهنم
جميعا “O, Kitapta size indirmiştik
ki; Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini, yahut onlarla alay
edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze
dalıncaya kadar kafirlerle beraber oturmayın, yoksa sizde
onlardan olursunuz. Elbette Allah, münafıklar ve kâfirleri
cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa 140)
Görüldüğü gibi ayeti kerimelerde Allahu
Teâla, Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiği ya da alaya alındığı
yani hükümlerinin hiçe sayıldığı yerlerde tepkisizce oturup
kalmayı kesinlikle nehyediyor. Çağdaş şirk sistemlerinden biri
olan demokratik sistemin yasama organı olan parlamentoda Allah’a
karşı en büyük isyan, cürüm işleniyor. “Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir” ilkesi çerçevesinde “hüküm/egemenlik
ancak Allah’a aittir” hakikati inkâr edilerek “millet”
“ilah” yerine konuluyor. Böylelikle Allah ya inkâr
ediliyor ya da O’na küstahça şirk koşuluyor. Küfür ve şirk
elbette ki Allah katında en büyük cürümdür, zulümdür,
tağutluktur, sapıklıktır, cahiliyyedir. İşte bununla ilgili bazı
ayeti kerimeler:
ما تعبدون من دونه إلا
أسماء سميتموها أنتم وآباؤكم ما أنزل الله بها من سلطان إن الحكم
إلا لله أمر ألا تعبدوا إلا إياه ذلك الدين القيم ولكن أكثر الناس
لا يعلمون “Hüküm ancak Allah’ındır.
O da, kendisinden başkasına kulluk yapmamanızı emretmiştir. İşte
dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf
40)
وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم
واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك فإن تولوا فاعلم أنما
يريد الله أن يصيبهم ببعض ذنوبهم وإن كثيرا من الناس لفاسقون (49)أفحكم
الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet-yönet ve onların
arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir
kısmından seni saptırmalarına dikkat et. Eğer
(Allah’ın hükümlerinden) yüz çevirirlerse bil
ki (bununla) Allah ancak günahlarının bir kısmını onların
başına bela etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten fasıktırlar
(yoldan çıkmışlardır). Yoksa onlar cahiliyye (İslâm
dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre
hükmü bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?” (Maide
49-50)
إن الشرك لظلم عظيم
“Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür.”
(Lokman 13)
Bu ayeti kerimelerin ışığında görüldüğü gibi
Allahu Teala’nın indirdiği ile yönetmemek, Allah’ın indirdikleri
hükümlere rağmen hükümler, yasalar ortaya koyarak insanları
yönetmeye kalkmak gerçekten en büyük isyandır, zulümdür. İşte
demokratik sistemin yasama organında yapılan da budur. O halde
oraya üye olması için birisini oyla da olsa desteklemek, o
kişiyi günah işlemeye en azından zalim ve fasık olmaya itmek ve
o yolda desteklemek demektir. Hâlbuki bir Müslüman’ın takınacağı
tavır, oy vermeye davet etmek ve ona koşmak değil bilakis oy
vermekten kaçmak ve sakındırmak olmalıdır. Zira Allahu Teâla
günahta değil takvada yani Allah’ın hükümlerine sarılmakta
yardımlaşmayı şöyle emrediyor:
وتعاونوا على البر والتقوى ولا تعاونوا على
الإثم والعدوان واتقوا الله إن الله شديد العقاب
“İyilik ve takva (Allah’ın
yasaklarından sakınıp emirlerine uyma) hususunda yardımlaşın,
günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun
(Onun şeriatına bağlanın). Çünkü Allah’ın cezası çetindir.”
(Maide 2)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle
buyurdu: “İster zalim olsun, ister mazlum (mü’min)
kardeşine yardım et.” Oradan bir adam; “Ya Rasulullah,
mazlum ise ona yardım ederim, fakat zalim ise nasıl yardım
edebilirim? dedi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem
şöyle buyurdu: Onu zulüm yapmaktan alı koyarsın. İşte bu ona
yardımdır.” (Buhari, K. Mezalim ve’l Gasb, 2264)
Şer'î hüküm ve tavrımız:
Şu halde biz Müslümanların demokratik
seçimlerde tavrımız, ona katılmak değildir. Ona katılarak bazı
Müslümanları şirk, zulüm, günah çukuruna bize vekâleten itmek
hiç değildir. Bu işten Allah Subhânehu Ve Teala’ya sığınmalıyız.
Tavrımız, hayatımızı kokuşturan, haramlar ve münkerlerle, zulüm
ve zulümat ile cehaletle dolduran çağdaş cahiliyye ve tağuti
sistemi tüm kurumları ile ret edip hayatımızdan söküp atmak ve
Allah’ın dinini hakim kılmak için Allah’a dayanıp, Allah’ın
hükümlerine sımsıkı sarılarak ihlas, sabır ve sebatla çalışmak
olmalıdır. Küfür ve ehline taviz vermemeli, hakkı izhar edip
batılın tepesine balyoz gibi indirmeliyiz. Hakkı anlatıp batılı
inkâr ederken insanların zulmünden ve şerrinden hiç
korkmamalıyız. Laikliğin, demokrasinin, milliyetçiliğin,
pragmatik düşüncenin kapitalizm ve sosyalizmin küfür olduğunu,
batıl olduğunu; hakkın ancak Allahu Teala’nın dini İslâm
olduğunu, İslâm’ın tek doğru ve bütün dinlerin, ideolojilerin,
fikirlerin, nizamların üstünde olduğunu, insanların yaşantısına
ancak onun hakim olması gerektiğini onun dışındaki bütün din ve
nizamların ret olunması gerektiğini söylemek ve bunun tahakkuku
için çalışmak olmalıdır.
İşte demokratik parlamento seçimlerinin
anlamı, Şerî hükmü ve bunun karşısında Müslüman’ın takınması
gerektiği tavır budur… Böylesi seçimlerde “tavrımız ne
olmalıdır” diyen kimse eğer samimi ise, bu Şer’î hükmü ve tavrı
alır ve gereğince amel eder. Yani “işittik, itaat ettik”
der. “İşittik, isyan ettik” diyenlerden olmaz. Allah’ın
hükmü karşısında akıl, mantık yürütmeye kalkmaz. Bilakis Nisa
suresi 65. ayette belirtildiği gibi, Şer’î hükmü içinde bir
sıkıntı duymaksızın alıp tam teslimiyetle uygular.
Bu hususta Şer’î hükmün ve tavrın bu olduğunu
ortaya koyunca, İslâm adına hareket ettiğini söyleyerek
Müslümanların büyük bir kısmını da etkileyen bazı şahıs ve
çevreler şöyle itirazda bulunuyorlar:
1- "Evet demokrasi küfürdür. Parlamentoya
girip onun çalışmasına katılmak da en azından haramdır. Fakat
bizim orada adamlarımız olsa, bu Müslümanların faydasına olmaz
mı? Demokratik parti ile İslâm Devleti kurulmaz, fakat o
partinin parlamentoda olması hatta hükümet olması, Müslümanların
İslâmi faaliyetlerine kolaylık sağlar, yollarını açar. Onun için
Müslümanların bu seçimlere katılıp İslâm’ın gelmesini isteyen
şahıs ve partileri desteklemeleri gerekir. Aksi halde
Müslümanların menfaatlerine karşı çıkmış, parlamentonun tamamen
İslâm düşmanlarının eline geçmesini sağlamış olurlar" diyorlar.
2- "Biz hakkı açıkça söylersek batıl
ehli, laikler, Kemalistler ve onların güdümündeki subay ve
generaller bizi ezerler, hapse atarlar, işlerimizden ederler,
hiç bir İslâmi faaliyete izin vermezler. Onun için biz onların
şerrinden korunabilmek maksadı ile onların aralarına girmeli ve
onlardan görünmeliyiz. Biz de demokratız, laikiz,
cumhuriyetçiyiz, milliyetçiyiz demeliyiz. O zaman onlar bize
tavır almazlar. Biz de böylece daha rahat çalışarak güçleniriz.
Onun için demokratik parti kurmalı ve onu seçimlerde
desteklemeliyiz. Yoksa yok oluruz" diyorlar.
3- "Bizim öyle sert, katı, uzlaşmaz bir
görünüm ortaya koymamıza gerek yok. Çünkü hoşgörülü, yumuşak,
sevgi ile muamele her kapıyı açar. Hem biz herkesi sevmeliyiz.
Tüm insanlarla ya dinde kardeşiz ya da hilkatte kardeşiz.
Müslüman olsun olmasın her insana sevgi ile muamele etmeli,
hoşgörülü, uzlaşmacı olmalıyız. O zaman onları da karşımıza
almış olmayız. Onların bize düşmanlık yapmalarından,
zararlarından korunmuş oluruz. İslâm’a hizmet faaliyetlerimizi
de bir yandan sürdürürüz" diyorlar.
Şunu hemen belirtelim ki bu yaklaşımların hiç
birisi de İslâmi zihniyet ürünü değildir. Evet, bu yaklaşımları
ortaya koyanlar her ne kadar Müslüman olduğunu söyleyen ve
onların tesirinde kalan Müslüman kimseler olsalar da İslâmi
zihniyet ürünü değildirler. Zira İslâmi zihniyette Allah
Subhânehu Ve Teala’ya kul olma bilinci esastır. Bu bilinç kişiye
sadece Allah’a teslim olmaya, sadece O’na dayanmaya ve itimat
etmeye ve sadece O’nu razı etmeyi gaye etmeye iter. Onun
amellerinin ölçüsü helal-haram, sevap-günahtır. Onun fikri ve
hükmü sadece Kitap ve Sünnetten alınandır.
Yukarıda belirtilen yaklaşımları ortaya
koyanlar, bu yaklaşımlarını Kitap ve Sünnetten almayıp vakıadan
almışlardır. Kitap ve Sünnete başvursalardı bu yaklaşımları
bulamayacaklardı. Bilakis tam aksi bir yaklaşım bulacaklardı.
Şimdi Kitap ve Sünnet ışığında bu yaklaşımları inceleyelim.
1- Bu yaklaşım tamamen pragmatik bir
yaklaşımdır. Yani ameli neticesinde görülen fayda ve zarara göre
değerlendirme yaklaşımı. Amellerde fayda ve zararı temel ölçü
kabul etme yaklaşımı. “Faydalı olan şey iyidir, yapılmalı,
zararlı olan şey kötüdür, yapılmamalı” anlayışı. Yani aklı
iyi-kötü, hayır-şer hususunda hakem kılmaktır.
Hâlbuki Müslüman için asıl olan Allah
Subhânehu Ve Teala katındaki iyi-kötü, hayır-şerdir. Onu da
akılla bilemeyeceğimize göre Allah’ın indirdiğine başvurarak
yani şeriatına başvurarak Onun hayır dediğini yapmak, şer
dediğinden kaçınmak esastır. Hayır ve şerri, iyi ve kötüyü,
güzel ve çirkini belirleyen Şerîattır, akıl değil!. İşte bunun
böyle olduğunu gösteren bir kaç ayeti kerime:
كتب عليكم القتال وهو كره لكم وعسى أن تكرهوا
شيئا وهو خير لكم وعسى أن تحبوا شيئا وهو شر لكم والله يعلم وأنتم
لا تعلمون “Hoşunuza gitmediği halde savaş
size farz kılındı. Sizin hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda
hayırlı olabilir. Sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir.
Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara
216)
Demek ki, hayır ve şerrin tayini bizim duygu
ve aklımızla değil Allah Subhânehu Ve Teala’nın ilmine terk
edilmiştir. Allah’ın ilmini de Resulün getirdiğinden alabiliriz.
Başka bir yerden değil… Bunu da Allahu Teâla şöyle emretti:
وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا
“Rasul size ne getirdi ise onu alın ve sizi neden nehyetti ise
ondan kaçının.” (Haşr 7)
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'de
şöyle dedi: “Bizim dinimizde olmayan her iş ret edilir.”
(Buhari, K. Buyu’; Müslim, K. Akdiyye, 3243)
Müslümanlar için menfaatin değil de sevap ve
günahın ölçü olduğunu şu ayeti kerime açıkça ortaya koymaktadır:
يسألونك عن الخمر والميسر قل فيهما إثم كبير
ومنافع للناس وإثمهما أكبر من نفعهما ويسألونك ماذا ينفقون قل
العفو كذلك يبين الله لكم الآيات لعلكم تتفكرون
“Sana şaraptan ve kumardan sorarlar. De ki; Her ikisi de
büyük günah ve insanlar için bir takım faydalar vardır. Ancak
her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.” (Bakara
219)
Görüldüğü gibi Allahu Teâla bu ayet-i
kerimesinde menfaati değil günahı esas kılmıştır. Demek ki, bir
hususta insanlar için bazı menfaatler ve günah çatışabilir. O
halde tavır ne olmalı? Elbette ki günah işlemeyip menfaat terk
edilmelidir. Zira bir Müslüman için asıl menfaat Ahirette günah
ile Rabbinin huzuruna çıkmamasıdır.
Şimdi bunu demokratik parlamento seçimlerine
indirirsek; demokratik parlamentoya girmekte bazı menfaatler
olabilir. En azından öyle zannedilebilir. Fakat orada bulunmakta
günah da vardır. Bunu yukarıda izah ettik. Şimdi ne yapılmalı? O
günahı işleyerek o menfaatleri elde etmeye mi çalışılmalı? Yoksa
günah işlemeyip o menfaatlerden vaz mı geçmeli? İşte bununla
imtihan oluyoruz. Elbette ki günah işleyerek o menfaatleri elde
etmeye çalışmamalıyız. O menfaatler uğruna kendimizi bile bile
ateşe atmamalıyız. Aksi halde hem dünyada hem Ahirette Allah’ın
yardımından yoksun kalırız da perişan ve hüsran oluruz. Allahu
Teala şöyle buyurdu:
إن ينصركم الله فلا غالب لكم وإن يخذلكم فمن ذا
الذي ينصركم من بعده وعلى الله فليتوكل المؤمنون
“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse
yoktur. Eğer sizi (yardımsız) bırakıverirse, Ondan sonra
size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip
dayanmalıdırlar.” (Ali İmran 160)
2- “Onların şerrinden emin olmamız için
onlardan görünmeliyiz” diye özetlenebilecek olan bu yaklaşımı
Allah Subhânehu Ve Teala, kendisine güvensizlik ve kalpte
hastalık olarak vasfetti. Hiç tasvip etmediğini de şöyle
bildirdi:
ياأيها الذين آمنوا لا تتخذوا اليهود والنصارى
أولياء بعضهم أولياء بعض ومن يتولهم منكم فإنه منهم إن الله لا
يهدي القوم الظالمين (51)فترى
الذين في قلوبهم مرض يسارعون فيهم يقولون نخشى أن تصيبنا دائرة
فعسى الله أن يأتي بالفتح أو أمر من عنده فيصبحوا على ما أسروا في
أنفسهم نادمين(52)
ويقول الذين
آمنوا أهؤلاء الذين أقسموا بالله جهد أيمانهم إنهم لمعكم حبطت
أعمالهم فأصبحوا خاسرين “Ey iman edenler!
Yahudileri ve Hıristiyanları veli
(dost ve yardımcı) edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin
velisidirler. İçinizden onları veli edinenler, onlardandır.
Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna yol göstermez. Kalplerinde
hastalık bulunanların ‘Başımıza bir felaketin gelmesinden
korkuyoruz’ diyerek onların arasına koştuklarını görürsün.
Dikkat edilsin ki, Allah bir fetih yahut katından bir emir/azap
getirecek de onlar içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman
olacaklar. (O zaman) iman edenler; ‘Bunlar mı bütün
güçleriyle sizinle beraber olduklarına yemin edenler?’
diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir de
hüsrana uğramışlardır.” (Maide 51-53)
Görüldüğü gibi Rabbimiz Allahu Teâla, iman
edenlerin dikkatini çekerek kâfirleri dost ve yardımcı
edinmemeye davet ediyor. Yahudi ve Hıristiyanları zikretmesi
cüzü zikredip küllü kast etmektendir. Yani bütün kâfirleri
kapsar. Onları veli (dost ve yardımcı) edinmek onların istediği
çizgide olmak demektir, onlara tabi olmak demektir. Çünkü Allahu
Teala, onları veli edinenleri onlardan saydı. Yani onlar gibi
oldu. Onlar gibi davranıyor, onların çizgisinde bulunuyor saydı
ki, bu elbette zulümdür. Bu zulüm üzerinde inatla ısrar edenleri
de kendi hallerine terk etmekle tehdit etti.
Bu ayetin mefhumunu günümüze indirirsek; iman
ettiğini söyleyen bir kimse, “ben demokratım, milliyetçiyim,
laikim, cumhuriyetçiyim, Atatürk de bizden olurdu” gibi laflar
ve yaklaşımlarla demokrat, laik, cumhuriyetçi, milliyetçi,
kemalist kâfirlerin çizgisinde olduğu görüntüsü vermeye
çalışmamalıdır. Aksi halde Allah onu da onlardan sayar da o kişi
zalimlerden olur. Bir Müslüman onların çizgisinde olamaz.
Onların çizgisinde olmadıkça onları razı edemez. Onları razı
edecek olursa Allah’ı razı edemez. Bunun böyle olduğunu bir
başka ayette de bildirmiştir. Bakara 120. ve Maide 52. ayette de
Allah onlardan görünme gayreti ile onların arasına koşuşmayı;
“hastalıklı kalp” olarak vasfedip kesin ve de çok sert bir
şekilde zemmetti. “Demokrasi, laiklik, vatancılık,
milliyetçilik, cumhuriyetçilik, kemalizm” gibi çağdaş
putlara yapılan övgülere katılmak, onların korosu içerisine
girmek ve o koroya katılmaya koşuşturmak, çağdaş put hanelerden
anıtkabire ve parlamentoya koşuşturmak, işte bu zemmin
kapsamındadır. Allahu Teâla onların bu işi yaparken
gösterdikleri mazereti de yani; “başımıza bir
felaketin gelmesinden korkuyoruz” bahanesini de kesinlikle
reddediyor. “Bizi hapse atarlar, işimizden ederler, asarlar,
keserler, onun için onlardan görünüyoruz. Onun için demokrat,
laik, milliyetçi, vatancı, cumhuriyetçi, Kemalist gözüküyoruz”
bahanesini de reddediyor. Ve bu tutum içinde olanları tehdit
ediyor. Hem de Allah’ın fethi ya da azabı ile tehdit ediyor.
Allah’ın fethi geldiğinde mü’minler onları bu tutumlarından
dolayı cezalandırırlar. Onun için pişman olurlar, ya da Allah’ın
azabı gelir onun için de pişman olurlar. Böylesi batıl, geçersiz
mazeretler ile çağdaş demokratik sistemin yasama organına
koşuşturmakla bu uğurda mallarını, vakitlerini harcayan kimseler
sevap ummalarına rağmen Şer'î hükme bağlanmamaktan dolayı
amellerinin boşa çıkmasından ve böylelikle hüsrana uğramaktan
korksunlar. Çünkü Maide 53. ayette bu tehdit vardır.
3- Kâfirlere, zalimlere hümanist
duygularla yumuşak, hoşgörülü, uzlaşmacı ve sevgiyle muamele
yaklaşımına gelince bunu da Allahu Teâla kesinlikle reddediyor:
فلا تطع المكذبين (8)ودوا
لو تدهن فيدهنون “O halde
(hakikati) yalanlayanlara tabi olma. Onlar
isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak
davransınlar.” (Kalem 8-9)
Görüldüğü gibi ayeti kerimede Allahu Teâla,
Resulünün şahsında onun ümmetine kâfirlere karşı tavizkâr tavır
almayı yasaklıyor. Allahu Teâla kâfirlerin içyüzünü bize apaçık
bildirerek onlara karşı takınmamız gereken tavrı şöyle
açıklıyor:
شهد الله أنه لا إله إلا هو والملائكة وأولوا
العلم قائما بالقسط لا إله إلا هو العزيز الحكيم (18)إن
الدين عند الله الإسلام وما اختلف الذين أوتوا الكتاب إلا من بعد
ما جاءهم العلم بغيا بينهم ومن يكفر بآيات الله فإن الله سريع
الحساب(19)فإن
حاجوك فقل أسلمت وجهي لله ومن اتبعني وقل للذين أوتوا الكتاب
والأميين أأسلمتم فإن أسلموا فقد اهتدوا وإن تولوا فإنما عليك
البلاغ والله بصير بالعباد “Ey iman
edenler! Kendi dışınızdakileri (kâfirleri) sırdaş
edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar.
Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Gerçekten, kin ve
düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerden) belli
olmuştur. İçlerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha
büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, herhalde ayetlerimizi size
açıklamış oluruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar
sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz bütünüyle
Kitaba inanırsınız. Onlar ise, sizinle karşılaştıklarında
inandık derler. Kendi başlarına kaldıklarında da size olan
kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. Kininizle geberin!
deyiver. Size bir iyilik hafifçe dokunursa, bu onları
tasalandırır. Başınıza bir musibet gelirse, buna da sevinirler.
Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size
hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını
çepeçevre kuşatmıştır.” (Ali İmran 118-120)
İşte bu ayeti kerimelerle Allahu Teâla
kâfirlerin içyüzünü bize böylece apaçık bir şekilde beyan
ediyor. Bu hakikatleri bildikten sonra biz Müslümanların onlara
karşı tavrı elbette hoşgörü sevgi değil de nefret ve düşman
tavrı olmalıdır. Onlara sevgi gösterileri hem boşunadır hem de
Allahu Teâla’nın tasvip etmediği bir tavır olur.
Onlar bizim hakkımızda hiç hayır ve iyilik
istemediklerine göre; “gelin demokratik arenaya girin,
demokratik mücadele ile istediklerinizi elde edin”
diyorlarsa bilelim ki bu bizim hayrımıza değildir. Eğer
aklediyorsak onların bu davetlerine icabet etmeyiz… Eğer icabet
ediyorsak çok aptalca, akılsızca bir iş yapıyoruz. Allah’ın
sözüne kulak asmıyoruz demektir.
Onların bize karşı kurdukları tuzak ve
düşmanlıklarından kurtulmanın yolu, onlara sevgi gösterme,
onlardan görünme gayreti içine düşmek, onların arasında
koşuşturmak değil sadece ve sadece Allahu Teala’nın Şeriatına
bağlanmaktır. Bunu Allahu Teala şöyle bildirdi:
إن تمسسكم حسنة تسؤهم وإن تصبكم سيئة يفرحوا بها وإن تصبروا وتتقوا
لا يضركم كيدهم شيئا إن الله بما يعملون محيط
“Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size
hiç bir zarar vermez. Şüphesiz Allah onların yaptıklarını
çepeçevre kuşatmıştır.” (Ali İmran 120)
Demek ki; “Şer’î hükümlere göre
davranırsak kâfirler bizi yok ederler" düşüncesi bu ayeti
kerimenin mefhumuna tamamen ters düşer. İlmiyle her şeyi
çepeçevre kuşatan Allahu Teala’dan daha iyi kim bilebilir ki. O,
siz Şerîata bağlanıp sabırlı olun, onların hile ve tuzakları
size bir zarar veremez, diyorsa Müslüman’a düşen, Rabb’ısının bu
sözüne güvenip teslim olmaktır. Bunun dışındaki bütün tavır ve
yaklaşımlar kesinlikle gayri İslâmi’dir.
Bazı kimseler bu izahatları da, nasihatleri
de işittiği halde şöyle bir itirazla yine de o yanlış, batıl
tutumlarında ısrar ediyorlar: “Efendim, bu kadar alimlerimiz
var, onlar bunu bilmiyorlar mı? O kadar alim bizim bu demokratik
parlamento seçimlerine katılmamıza bir şey demiyor, hatta davet
ediyorlar. Onun için biz de onlara tabi oluyoruz" diyorlar.
Bu yaklaşımda onlara kardeşlik duyguları
içinde sesleniyoruz!
Biz Müslümanlar alimlerimizi sever, sayarız,
fakat rabler ittihaz etmeyiz. O halde alimleri rabler ittihaz
eden Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmayınız!..
Yukarıdaki ayetler ve hadisler ışığında bu
meseleyle ilgili Allahu Teala’nın hükmü gayet açıkken hiç bir
alimin ters bir fetva verme yetkisi yoktur. Fetva vermeye
kalkarlarsa, o ancak heva ve hevesinden bir fetva olur ki bu ret
olunur… Ona rağmen biz o alimlerimize tabi oluruz diyenler ve
onlara tabi olanlar, Ahirette Allah’ın huzurunda hüsrana
uğrayacaklarını Allahu Teâla ayeti kerimesi ile şöyle bildirdi:
يوم تقلب وجوههم في النار يقولون ياليتنا أطعنا
الله وأطعنا الرسول (66)وقالوا
ربنا إنا أطعنا سادتنا وكبراءنا فأضلونا السبيل(67)ربنا
آتهم ضعفين من العذاب والعنهم لعنا كبيرا
“Yüzleri ateşte evirilip çevrildiği gün, eyvah bize! Keşke
Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik! derler. Ey
Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize, liderlerimize
uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat
azap ver, onları büyük bir lanetle rahmetinden kov derler.”
(Ahzab 66-68)
Evet, Şer’î hüküm ortada iken biz
hocalarımızın, üstatlarımızın, efendilerimizin yolunda gideceğiz
diyenler bu ayetlerle muhatap olurlar.
Sözün özü, biz Müslümanlara düşen; çağdaş
şirk, tağuti, cahiliyye sistemi olan demokratik sistemin seçim
arenalarında ömür tüketmek değil de, o pis sistemi Şer'î
hükümlere bağlanarak ve Allah’a dayanarak söküp atmak için
çalışmak ve onun yerine dünya ve ahirette aziz ve de mesut
kılacak olan, İslâm’i hayatı tekrar hakim kılıp İslâm’ı aleme
nur ve hidayet olarak tatbik ve cihad yolu ile taşıyacak olan
Raşidî Hilâfet Devleti’ni kurmak için ihlasla çalışmaktır.
d- Krallık - Federe devlet anlayışı:
Krallık sisteminde yönetim verasetle el
değiştirir. Her hususta olduğu gibi yönetimde de oğullar
babalarının varisi konumundadırlar. Ancak, İslâm'ın yönetim
nizamında veraset yoktur. Aksine, yönetim ümmetin isteği ve
rızası ile kendisine biat ettiği kişiye verilir. Krallık
sisteminde kralın tebaadan hiçbir kimsenin sahip olmadığı özel
hak ve imtiyazları söz konusudur. Krallık sisteminde kralın
dokunulmazlığı ve kanunlar üstü bir konumu vardır. Krallık
sisteminde kral ya Avrupa'da olduğu gibi sembolik bir yönetici
konumundadır ya da Suud, Fas ve Ürdün krallıklarında olduğu gibi
kralın fiili bir yönetim yetkisi söz konusudur. Bu krallar,
yönetimin kaynağı oldukları gibi, ülkelerine ve halklarına
diledikleri gibi heva ve heveslerine göre tasarrufta
bulunmaktadırlar.
Halbuki İslâm nizamı hâlife ya da imama
hiçbir zaman ayrıcalıklar ve özel haklar tanımaz. Ümmetten
herhangi bir ferdin ne gibi hakları varsa halifeninki de o
kadardır. Hâlife ne Avrupa kralları gibi yönetimde yer alıp da
yönetime karışmayan bir semboldür, ne de ülke ve halklar
üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunarak yönetim haklarını
kullanan bir yöneticidir. Aksine Halife yönetim ve yönetim
yetkisini kullanma noktasında ümmetin vekilidir. O, ümmet
tarafından rızaya dayalı olarak seçilmiş ve Allahu Teala'nın
Şeriatını tatbik etmesi için kendine biat edilmiş bir
yöneticidir. Halife her işinde ve ümmetin çıkarlarını
ilgilendiren her meselede şer'i hükümlerle kayıtlıdır.
Ayrıca, İslâmi yönetim sisteminde veliahtlık
da yoktur. Veliahtlık İslâm tarafından kesinlikle reddedildiği
gibi, yönetimin veraset yolu ile devredilmesi de şiddetle
yasaklanmıştır. İslâm’a göre; yönetim haklarının kazanılmasının
tek meşru yolu, Halife ya da imamın ümmetin rızası ile
alacakları biattır.
Federe devlet:
İslâm’da yönetim nizamı, her bir vilayetin
yerel yönetiminin özerk olduğu, genel idare sisteminin ise
federal vilayetlerin birleşmesi ile oluştuğu federal sistemle de
benzerlik göstermez. Tam tersi İslâm’da yönetim nizamı vahdet
nizamıdır. İslâm Devleti için batıda Merakeş ne ise doğuda da
Horasan odur. Bir an Hilâfet merkezinin Kahire'de olduğunu
varsayarsak, Feyyum kenti ne ise tüm diyar kentler de aynı
mesafededir. İslâm Devletinde tüm bölgelerin maliyesi ve bütçesi
tek bir bütçe ve maliyedir. Bu bütçe, tüm tebaanın faydası esas
alınarak harcanır. Vilayetlerin bu uygulamada birbirine herhangi
bir imtiyazı yoktur. Örneğin bir vilayetin ihtiyacı olanın
birkaç katı vergi toplanmış olduğunu varsayalım, bu durumda o
vilayete toplananın tamamı kadar değil ihtiyaçları büyüklüğünde
bir harcama yapılır. Bir diğer vilayette toplanan vergi ise;
kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde genel bütçeden desteklenir. Değerlendirmedeki esas,
vilayetin ihtiyacını karşılaması ya da karşılayamaması değil,
tebaanın ihtiyaçlarını karşılamasıdır.
Bu yönü ile İslâm’ın yönetim nizamı federal
sistemden tamamen ayrılan, vahdet esaslı bir nizamdır. Ortaya
koyduğumuz temel farklılıklardan dolayı İslâm’ın yönetim sistemi
günümüz sistemlerinden hem esasları hem de uygulamaları
açısından tamamen farklı, kendine özgü bir sistemdir. Her ne
kadar İslâm yönetim sisteminin dışa yansıyan bazı özellikleri bu
sistemlerle benzerlik gösteriyor gibi görülse de bunlar özden
kaynaklanan farklılıkları görmek için bir sebep teşkil etmez.
İslâmi yönetim sistemi her şeyin ötesinde merkezi bir yönetimdir
ve otoriteyi merkezden küçük ya da büyük olsun devletin her bir
parçasına egemen kılar. Devletin herhangi bir parçasının
merkezden bağımsız olmasına izin verilmeyerek devletin bütünlüğü
garanti altına alınır. Valileri, yöneticileri, maliye ve ekonomi
sorumlularını, komutanları, kadıları özetle işi yönetim olan her
görevliyi atayan da yine merkezi otoritedir. Tüm ülkeye
yönetimle ilgili hususlarda egemen olan, yönetimle ilgili tüm
uygulamaları doğrudan yerine getiren yine merkezi otoritedir.
e- Milliyetçilik:
Bütün insanlarda mevcut olan beka içgüdüsü
fikri seviyesi düşük olan kişilerde lider olma sevgisini meydana
çıkarır. Bu sevgi başlangıçta fikri seviyesi düşük olan kişide
ferdi olarak cereyan eder. Ancak fikren gelişme gösterince kişi
önce aile fertleri arasında lider olmayı, sonra diğer aileler
arasında kendi ailesinin liderliğini, daha sonra da vatanında
kendi kabilesinin üstünlüğünü ortaya koymak ister hale gelir. Bu
aşamaya kadar her liderlik aşamasında çekişmeler cereyan eder.
Daha açık bir ifade ile bu düşünce kabile taassubuna dayalı bir
düşünce olduğundan insanları birbirinden ayırıcı özelliğe
sahiptir. İçgüdüsel bir dayanakla yola çıkıldığından kişilerde
tahakküm hırsını açığa çıkarır. İnsanlar arasında tahakküm
sahibi olma ve liderlik çekişmelerine sebep olacağından dolayı
insanlığa huzur vermeyen bir düşüncedir. Milliyetçilik fikrinin
açığa çıktığı yerlerde gözlenen odur ki, kişilerin fikri
seviyeleri çok düşüktür. Yine milliyetçiliğin İslâm beldelerine
giriş noktası da Avrupa'dır. Avrupa bir zamanlar Roma
imparatorluğu himayesinde çeşitli ırkları, dilleri ve cinsleri
bir arada bulunduran siyasi bir birlik idi. Bu toplanma gerçek
anlamda İslâm ümmeti gibi bir ümmet oluşturmuyordu. Ana devlet;
"efendi", sömürgeler ise; "köle" idi. İmparatorluğun himayesinde
yaşayan halklar hiçbir zaman İslâm ümmetinin bir araya gelişi
gibi bir birlik, bir vahdet oluşturamadılar. Bütün ırkları, cins
ve dilleri akide potasında eriterek aynı seviyede bir tek ümmet
olan İslâm ümmetinin bir araya gelişi gibi, gerçek bir birlik
halinde birbirleriyle kaynaşamadılar.
Bugün dahi Avrupa'da bu tür milliyetçilik
hareketleri cereyan etmektedir. İngilizlerin ve Almanların aşırı
milliyetçi kitleleri bulunmaktadır. Yıllarca birbirleriyle
savaşan Avrupa ülkeleri önceleri Kömür Birliği, daha sonraları
AET ve son olarak da AB adı altında bir araya gelmelerine rağmen
halen aralarındaki kavga tam olarak bitmiş değildir. Onların bir
araya gelmeleri sadece AB ülkelerinin maddi çıkarları ve
İslâm'ın potansiyel olarak onlar karşısında bir tehlike
görülmesidir.
Milliyetçilik fikrinin İslâm beldelerine
girişi, Avrupa'nın bir bütün olarak karşısında duramadığı
Hilâfet devletini parçalama çabasının bir ürünüdür. Osmanlı'nın
son dönemlerinde Hilâfet devletinin bünyesine Avrupa tarafından
yerleştirilen misyonerler, süreç içerisinde Arapların
üstünlüğüne dair Araplara, Türklerin üstünlüğüne dair Türklere
telkinlerde bulunarak bu fikri İslâm beldelerinde
yaygınlaştırdılar. Bu çalışmalarında başarılı da oldular. Bu gün
50'nin üzerinde halkı Müslüman ülke mevcut, ancak hiç birisi
Allah'ın indirdiğiyle hükmeden ve Hilâfeti tesis etmiş ülkeler
değiller. Çevremizi incelediğimizde artık insanların köpeklerine
Arap ismini verdiğini bile görürüz. Başka ülkelerde de Türklerin
barbarlığı konuşulur haldedir. Türkler Araplara pis olduklarını
söylerler. Bu arada batı çoktan, ümmeti parçalayan ve birliğini
bozan milliyetçilik fikrini bizlere aşılamıştır.
İslam'ın milliyetçiliğe bakışı:
İslâm gelmeden önce Araplarda bütün halklar
ve kabileler birbirleriyle savaşıyorlardı. Medine'deki halk
ikiye bölünmüştü, birbirlerine karşıydılar. Çünkü orada iki
büyük kabile vardı. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem
Mekke'de, 6 Medineli kişiyle görüştü ve onları İslâm'a davet
etti. Onlar da bu teklifi kabul ettiler. Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem Mekke'de İslâm hâkimiyetini kuramadığı ve Mekke
halkı kendi davasına karşı donduğu için buradan başka yerleri
arıyordu. Müslüman olmuş bu 6 kişiye dedi ki; "Beni sizinle
beraber Medine'ye götürün ki, Rabbimin risaletini orada tebliğ
edeyim." Dediler ki; "Bizim kavmimiz (halkımız) bölünmüş
haldedir. Korkarız ki seni himaye edemeyiz, rezil oluruz."
Bir sene sonra, 12 kişi olarak geldiler. Birinci Akabe biatı
gerçekleşti. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onlarla
beraber gitmeyi istedi. Onlar yine aynı şekilde cevap verdiler.
Fakat Musab'ı kendi yerine gönderdi. Orada İslâm yayıldı, halkın
ileri gelenleri veya kuvvet ehli Müslüman olup Rasulullah'a
Sallallahu Aleyhi Vesellem biat ettiler. Sonra İslâm devleti
kuruldu. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bu devletin
başında idi. İslâm, Medine kabileleri Evs ve Hazrec'i
birleştirdi. İslâm'ın nimeti ile birleştiler. Allahu Teala bunun
üzerine şu ayeti indirdi:
واعتصموا بحبل الله جميعا ولا تفرقوا واذكروا
نعمة الله عليكم إذ كنتم أعداء فألف بين قلوبكم فأصبحتم بنعمته
إخوانا وكنتم على شفا حفرة من النار فأنقذكم منها كذلك يبين الله
لكم آياته لعلكم تهتدون “Hepiniz bir bütün
olarak Allah'ın ipine sımsıkı şekilde bağlanın, hiç bölünmeyin
üzerinizdeki Allah'ın nimetini hatırlayın.
Şöyle ki, siz birbirinize düşman idiniz, Allah kendi
nimetiyle kalplerinizi birleştirip kardeş oldunuz.” (Ali
İmran 103)
İbni Kesir, bu ayetin Evs ve Hazrec hakkında
nazil olduğunu beyan etti. Çünkü cahiliyede bölünüp aralarında
çok savaş oluyordu. Düşmanlık, kin, nefret ve buğz yerleştiği
için bu savaşlar oluyordu. Fakat İslâm aralarını bulup onları
birleştirdi. Bir başka ayette de şöyle buyruluyor:
وألف بين قلوبهم لو أنفقت ما في الأرض جميعا ما
ألفت بين قلوبهم ولكن الله ألف بينهم إنه عزيز حكيم
"Yeryüzündeki bütün paraları ve malları harcasaydın
kalplerini birleştiremezdin fakat, Allah (İslâm'la)
onları birleştirdi." (Enfal 63)
İslâm bu halk ve kabileleri birleştirdikten
sonra, Yahudiler Müslümanların birleşmesini kıskandılar.
Onlardan bir adam gelip cahiliyede birbirlerine karşı
söyledikleri söz ve şiirleri kendilerine hatırlatmaya
başlayınca, aralarında birbirlerine karşı fitne çıkarttı.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onlara şöyle söyleyerek
yatıştırdı:"Daha ben sizin aranızdayken cahiliye davetine
göre mi hareket edeceksiniz."
Burada cahiliye davetinden kasıt; milliyetçi
veya ırkçı davettir. Sonra şöyle dedi: "Benden sonra
birbirinizin boyunlarını vurarak küfre dönmeyiniz."
Çünkü milliyetçi, kabilevi veya ırkçı dava
cahiliye veya küfürdür. Bundan dolayı Rasulullah Sallallahu
Aleyhi Vesellem milliyetçiliğe davetle ilgili bu hadisleri
söyledi. Birçok hadiste milliyetçi, kabilevi veya ırkçı his ve
ananeleri kötüleyerek haram kıldı. Şöyle buyurdu:"Onu
(milliyetçiliği) terk edin çünkü o kokuşmuştur."
Başka bir hadiste şöyle buyurdu: "Kim kör
(Cahiliye veya milliyetçi) sancak altında savaşarak, bir
milliyete taassubundan dolayı kızgınlık göstererek veya
asabiyete (milliyetçiliğe) davet ederek ya da
milliyetçiliğe yardım ederek öldürülürse cahiliye ölümüyle
ölür."
Bu nedenle İslâm milliyetçiliği tamamen
yasaklayıp haram kıldı, küfür veya cahiliye olarak niteledi ve
bu şekilde milliyetçiliği yok etti. Böylece Rasulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem milliyet, aşiret, ırk ve renk ayrımı
tanımayan bir toplum kurdu. Nitekim Medine'ye varınca ümmetin
misakında şunu yazdırdı: "Muhacirler ve Ensarlar ve onlara
tabi olan müminler insanlar dışında ayrı tek bir ümmettir."
Milliyetçi, kabilevi, aşiretçi ve ırkçı
mefhumunu kaldırıp yerine bir mefhum getirdi ki o; ümmet mefhumu
(kavramıdır). Nitekim Allahu Teala şöyle buyurdu:
كنتم خير أمة أخرجت للناس تأمرون بالمعروف
وتنهون عن المنكر وتؤمنون بالله ولو آمن أهل الكتاب لكان خيرا لهم
منهم المؤمنون وأكثرهم الفاسقون "Siz
(ey Müslümanlar) insanlar arasında çıkartılmış en hayırlı
ümmetsiniz. Marufu (Allah'ın emirlerini) emredersiniz,
münkeri (Allah'ın haramlarını) nehyedersiniz aynı zamanda
Allah'a inanırsınız." (Ali İmran 110)
إنما المؤمنون إخوة
"Müminler ancak kardeştirler." (Hucurat 10) ayetiyle
onların kardeş oldukları bildirildi.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem İslâm
devletini ümmet mefhumuna ve müminlerin kardeşliğine dair bir
esasa dayandırır. Milliyetçi esasa dayalı kurmadı. Bu nedenle
İslâm devleti Arapçılığa, Persliğe, Türklüğe veya Kürtlüğe
dayalı kurulmadı kurulamaz da. Kesinlikle İslâm devletine hiçbir
ırkın, milliyetin veya kabilenin tahakkümü caiz kılınmaz, caiz
değildir de. İslâm devleti ne Arap, ne Pers, ne Türk, ne Kürt,
ne de bir başka milliyet devleti olamaz.
j- Ümmet bilincinin yok oluşu:
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem
Medine'ye vardığında şunları yazdırmıştı: "Bu yazı, Allah'ın
Peygamberi ve Resulü olan Muhammed'den Kureyşli, Medineli ve
bunlara yetişen, bağlanan, onlarla cihat eden Müslüman ve
müminlere yöneliktir. Bütün bu mümin ve Müslümanlar, insanlar
içerisinden seçilmiş tek bir ümmettir." (İbni İshak - İbni
Hişam)
Ümmetin vahdeti ve birliğine delalet eden bu
hadise rağmen yukarıda saydığımız anlayışlar neticesinde
Müslümanlar İslâm devletinin milliyet esasına, devletin
birbirinden ayrı birkaç yerde kurulabileceği inancına, halkın
Müslüman olmasının yeterli olacağı ve üzerlerine hükmedilen
sistemin ne olduğunun önemli olmadığı inancına sahip oldular.
Baştan sona bütün esasları vahdete dayanan İslâm'ın ümmet
bilincini yukarıda anlattığımız anlayışlarla fesada uğrattılar.
Bu esasen ileri derecede önemli bir hastalıktır.
Kafirler ve İslâm düşmanları birbirine
kenetlenmiş, İslâm ümmetini yıkmanın savaş meydanlarında
olmayacağını idrak ettikten sonra işte yukarıdaki anlayışları,
ayrılıkçılık tohumlarını ve zehirlerini ajanları ve misyonerleri
aracılığıyla ümmete empoze ettiler. Kâfirler ümmet bilincini çok
kısa bir süreçte yıkmayı başaramadılar ve bu çalışmaları uzun
yıllar sürdü. Ancak Hilâfet'i yıkarak bu emellerine
ulaşabildiler. Tek bir devlet olan Hilâfet'i birçok parçalara
ayırdılar. Tabi bu devletlerin başlarına sömürgeci kâfirler
kendi uşaklarını yerleştirdiler bunun akabinde bu uşak ve
aşağılık yöneticiler izledikleri politikalarla Müslümanları
birbirlerine düşman olarak lanse ettiler. Onların aralarındaki
kardeşlik bağlarını köreltmeye çalıştılar. Halen de ümmet
bilincini yakalamamaları için çalışmaktalar. Aslında onlar bu
bilincin ne kadar büyük bir güç ortaya çıkarabileceğini çok iyi
kavramış durumdalar ve bu yüzden ümmet bilincinin tekrar
Müslümanlar arasında hayat bulmaması için uğraşıyorlar. Dünya
coğrafyasının en önemli ve en stratejik noktalarında Müslümanlar
var ve sayı bakımından da büyük tehlike arz ediyorlar. Böylesi
önemli bir topluluğun bu ekonomik güçle kendi varlığını
hissederek Hilâfet'i inşa etmesi günümüz dünyasında çok şeyleri
değiştirir. İşte kâfirlerin sezinlediği ve tekrar inşa
edilmemesi için uğraştığı bu birliktelik ve kardeşlik biz
Müslümanlar için hiçbir hayat nizamında eşi ve benzeri
görülmeyen bir avantajdır.
Sonuç olarak bu bilincin tekrar Müslümanlar
üzerinde oluşması ve insanların tekrar kardeşlik duygularına
sahip olmaları gerekmektedir. Ancak bu kendiliğinden
oluşabilecek bir şey değildir. Bu insanlara hissettirilmeli ve
insanlar bunun zorunluluğunu anlamalıdır. İnanıyoruz ki iman
eden her Müslüman da bu bilincin oluşması gerçekten uzak
değildir.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da yine
Hilâfet Devleti'nin zorunluluğu karşımıza çıkmıştır. İşte
ümmetin tekrar eskisi gibi kenetlenmiş, birbirlerine candan
sarılmış bir hale gelmesi, tekrar o eski başarılarına kavuşması,
kâfirlerin bu ümmetin karşısında boyun eğmesi ancak gerçek
anlamda ümmet olmaktan geçer.
|