İSLAM'DA İKTİSAT NİZAMI

 

BAĞIŞ VE NAFAKA YÖNÜNDEN İNFAKLA TASARRUF HAKKI

İnfak (Allah yolunda harcama) bir tasarruf şeklidir. Malın infak edilmesi malın herhangi bir karşılık beklemeksizin harcanması anlamına gelmektedir. herhangi bir karşılık ve menfaat bekleyerek yapılan harcamaya infak tanımı girmez. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Allah yolunda infak edin (harcayın).”

“Onlar kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”

“İmkanı fazla olan imkanına göre infak etsin.”

İslâm, koyduğu yöntem doğrultusunda infakın (Allah yolunda harcamanın) usullerini tespit ve tahdit ederek infakla ilgili bir takım kurullar belirlemiş ve mal sahibini arzuları doğrultusunda keyfi harcamalarda bulunma noktasında başıboş bırakmamıştır. Aksine mal sahibinin gerek yaşarken ve gerekse ölümünden sonra malın tasarruf keyfiyetini belirlemiştir.

Kişinin herhangi bir karşılık beklemeksizin malını başkasına vererek malı üzerinde yapacağı tasarruf, ya malın bizzat kendisince insanlara verilmesiyle ya da nafakalarının temini kendisi üzerine vacip olan kimselere harcanmasıyla olur. Bu harcama bağış, hediye, sadaka ve nafaka gibi yollarla mal sahibi hayatta iken ya da ölümünden sonra vasiyet şeklinde olur.

Nitekim İslâm, kişinin bu konudaki tasarruf hakkına müdahale ederek belirli sınırlar koymuştur. Meselâ; İslâm, savaş anında kişilerin müslümanların aleyhine olacak şekilde düşmanı güçlendirmeye yönelik hediye ve bağışlarda bulunma hatta sadaka vermesini yasaklamıştır. Yine kişinin çoluk-çocuğuna bir şey kalmayacak şekilde malını sadaka, bağış ve hediye olarak harcamasını da yasaklamıştır. Kişi ancak ehline yetecek miktardan fazlasını sadaka olarak verebilir.

Eğer kişi kendisine ve çoluk-çocuğuna bir şey kalmamak şartıyla tüm malını dağıtmışsa onun bu muamelesi iptal edilir. Rasulullah (sas) bu konuda şöyle buyurmuştur:

“Sadakanın hayırlısı, üzerinde olanların ihtiyaçlarından fazlasını vermektir.”

Darimi, Cabir b. Abdullah’tan şu olayı rivayet etmiştir: “Biz Rasulullah (sas)’in yanındayken savaş alanında -Ahmed b. Hanbel, bir maden yerinde diye rivayet eder, doğru olan da budur- yumurta büyüklüğünde bir altınla bir adam geldi ve: “Ya Rasulullah, bunu benden sadaka olarak al. Vallahi bundan başka malım yoktur” dedi. Rasul (sas) yüzünü ondan çevirdi. Sonra adam ona sol yandan geldi ve aynı şeyi söyledi. Sonra önünde durup aynı şeyi söyledi. Rasulullah (sas) kızarak; “Onu bana getir” dedi. Ve o altını ona süratle fırlattı, eğer adama isabet etseydi canını yakar ya da onu yaralardı. Sonra şöyle dedi:

“Biriniz başkasına ondan başka bir şeye sahip olmadığı ve sadece ona dayandığı malını tasadduk ediyor, sonra oturuyor ve insanlara yük oluyor. Muhakkak ki sadaka, ihtiyaçtan arta kalandır. Onu kendine al, bizim ona ihtiyacımız yok.” Ve adam malını geri aldı.”

Malın ihtiyaç tanımı içerisindeki kısmı, insanın kendisinin, çoluk-çocuğunun, yiyecek, giyecek, mesken gibi ihtiyaçları ile gerekliliği açık zaruri ihtiyaçlar dışı gereksinimlerine yetecek miktarıdır ki bu da insanların normal bir geçim sağlayabilmeleri için gerekli miktara karşılık gelir.

Allahu Teâla’nın şu ayetine gelince:

“Kendi ihtiyaçları olsa bile kendilerine tercih ederler.” Bu ayetin anlamı zannedildiği gibi, “Kendileri fakir olsalar bile” demek değildir. Aksine ayet “temel ihtiyaçları dışında ihtiyaçları olsa bile” anlamına gelmektedir.

Rasul (sas), mala muhtaç olan fakirlerin infakını yasaklamıştır. Ayette geçen (hasatun) kelimesinin anlamı, “gedik, küçük delik” demektir. Yani her ne kadar evde bir ihtiyaç açığı olsa da anlamına gelmektedir. Ayetin tamamı ise şöyledir:

“Onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı, nefislerinde herhangi bir boşluk duymazlar. Kendilerinin bazı ihtiyaç açıkları olsa bile onları kendi nefislerine tercih ederler.”

Yani ayet, Ensarın (ra) Muhacirlere verdiklerinden dolayı nefislerinde herhangi bir şey duymadıklarını ve her ne kadar bazı işlerini görmek için infak ettikleri mala ihtiyaçları da olsa -zaruri ihtiyaçları dışı ihtiyaçlar için- verdiklerinin arkasına düşmediklerini beyan etmektedir.

Rasulullah (sas)’in Muhakkak ki sadaka, ihtiyaçtan arta kalandır.” ve “Biriniz başkasına ondan başka bir şeye sahip olmadığı ve sadece ona dayandığı malını tasadduk ediyor, sonra oturuyor ve insanlara yük oluyor.” hadislerinden kasıt şudur: Fakir temel ihtiyaçlarını karşılamaktna aciz olan kimsedir. Dolayısıyla temel ihtiyaçlarını karşılama zorunluğu olan kimsenin sadaka vermesi caiz değildir. Zira sadaka ancak zenginden alınır. Yani temel ihtiyaçlarını karşılama hususlarında insanlara muhtaç olmayan kimselerden alınır. Kendi temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra zaruri ihtiyaçları dışı harcamalar için fazla bir malı varsa, bu zaruri olmayan ihtiyaçlarını gidermek yerine, fakirleri kendi nefislerine tercih etmesi menduptur.

Aynı şekilde İslâm, bir kimsenin tam ölüm döşeğinde iken malını bağışlamasını, hediye etmesini ve vasiyette bulunmasını yasaklamıştır. Eğer bir kimse ölüm döşeğindeyken malını hibe, hediye veya vasiyet etse dahi, ölümünden sonra malın ancak üçte biri verilebilir. Ebu Derda Rasulullah (sas)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Allah (cc) ölüm döşeğinde amellerinizde bir fazlalık olsun diye malınızın üçte birini hasenatınıza ek olarak sadaka vermenize izin vermiştir.”

İmran b. Huseyin’in rivayetine göre, “Mal olarak yalnız altı kölesi olan Ensardan bir adam ölüm döşeğinde (hastalığı sırasında) bu altı köleyi azat etmiş. Durumdan haberdar olan Nebî (sas) kölelerin hepsini yanına çağırmış ve altı köleyi ikişer kişilik üç gruba ayırıp aralarında kur’a çekerek kur’anın isabet ettiği iki köleyi azat ettikten sonra geri kalan dört köleyi tekrar sahiplerine köle olarak iade etmiştir.”

Köle azadı konusunda şeriatın bunca teşvikinin bulunmasına rağmen, bu konudaki kişinin isteği uygulanmadığına göre vefat öncesi başka konulardaki tasarrufların uygulanmaması da doğru olacaktır.

Kişinin kendisi ve üzerine nafakası vacip olan kimseler için harcamada bulunma tasarrufuna gelince; İslâm bu hususta belirli sınırlamalar koymuştur. Bu sınırlamalardan bazıları şunlardır:

A- İslâm, ferdin harcarken israf etmesini yasaklamış ve israfı sefihlik (ahmakça, cahilce malın harcaması, savurganlık) olarak nitelemiştir. İlaveten savurganın kendi çıkarı için mallarına hacr koyup, malları üzerine tasarruftan men ederek onun adına mallarında tasarrufta bulunacak birisinin vasi edilmesini de vacip kılmıştır. Nitekim Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:

 “Allah’ın sizi yetkili kıldığı mallarınızı sefihlere (akılsızlara, savurganlara) vermeyin. Onları o mallar ile yedirin, giydirin...”

Bu ayette Allah (cc) aklını kullanmayanlara, savurganlara mal vermeyi nehyetmiş, bu durumdaki kimselerin yedirme ve giydirme gibi hususlardan faydalanmalarını tavsiye etmiştir. Yine Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Eğer üzerinde hak olan kimse sefih, zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, onun yerine velisi adaletle yazdırsın ve imzalasın.”

Bu ayetler doğrultusunda sefih üzerine velayet vacip kılınmıştır. Muğire b. Şube’den rivayet edildiğine göre;

“Rasulullah (sas) malı boş yere harcamaktan nehyetti.”

İsraf ve savurganlık (tebzir) kelimelerinin her ikisinin hem sözlük hem de şer’i anlamları söz konusudur. İnsanlar her iki kelimeyi de şer’i anlamından soyutlayarak lügat anlamı ile kullanıp şeriatın kast ettiği anlamlar dışında yorumlamaya başlamışlardır. Sözlükte  "sarf" kelimesi ölçüyü aşmak, “tebzir” (savurganlık) kelimesi ise, malını çalıp savurdu, parçaladı, ayırdı anlamlarına gelmektedirler.

Kelimelerin şer’i anlamına gelince; israf ve savurganlık “malın Allah’ın yasakladığı yerlerde harcanması” anlamına gelmektedir. İster az ister çok olsun Allah’ın mübah kıldığı ve emrettiği harcamalar israf ve savurganlık olmamaktadır. Allah’ın yasakladığı her tür harcama ise ister az ister çok olsun israf ve savurganlıktır. Rivayete göre Zühri aşağıdaki;

 “Eline boynuna bağlı olarak tutma (eli sıkı olma) ve büsbütün eli açıkta olma.” ayetini “O malı haktan men etme ve batıl yolda harcama” şeklinde tefsir etmiştir.

İsraf kelimesi, Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde geçmektedir. Meselâ:

 “Ve onlar ki harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında dosdoğru bir yol tutarlar.”

Burada geçen “israf” isyan yolunda (günaha) mal harcamaktır. Allah’a yakınlığı sağlamak için mal harcamaksa israf değildir. Bu durumda yukarıdaki ayetin manası şöyle olacaktır: “Mallarınızı israf yolunda harcamayın! Mubah olan yerlerde harcamakta cimrilik etmeyin. Bilakis mallarınızı mubahlardan daha üstün olan yerlerde, yani itaat amacıyla harcayın.” Sonuç olarak Mubah olmayan yerlerde mal harcamak kınandığı gibi, Mubah olan yerlerde cimri olmak da kınanmıştır. İnfakın öğülen şekli, mubah ve ibadetler çerçevesinde yapılanıdır.

 “İsraf etmeyin! Zira Allah, israf edenleri sevmez.” Bu ayette de Allah’ın yasakladığı yerlerde mal harcayarak yapılan israfın kınanması söz konusudur.

“İsraf edenler” kelimesi, Allah’ın zikrinden yüz çevirenler anlamında kullanılmıştır. Allahu Teâla bu konuda şöyle buyurmaktadır:

 “Fakat biz ondan uğradığı hastalık ve zararı kaldırınca sanki bize bu konuda yalvarmamışçasına yine eski hayatına devam etmektedir. Böylece müsriflere (Allah’ın zikrinden yüz çevirenlere) yapa geldikleri şeyler kendilerine süslü gösterildi.” Yani şeytan verdiği vesvese ile müsriflerin Allah’ın zikrinden yüz çevirmek ve şehvetlerine uymak konusundaki fiillerini onlara süslü ve hoş gösteriyor. Burada Allah’ın zikrinden yüz çevirenlerle “müsrifler” kast edilmektedir. Müsrifler kelimesi, şerleri hayırlarından fazla olan kimseler için de kullanılmaktadır. Bir ayette şöyle denmektedir:

“Şüphesiz beni çağırdığınız şey ne dünyada ne de ahirette ibadete layık değildir. Hepinizin varacağı yer Allah’adır. Şüphesiz müsrifler (şerleri hayırlarına üstün gelenler) işte onlar cehennem ehlidirler.”

Katade’din rivayet edildiğine göre buradaki “müsrifler” tabirinden müşrikler kastedilmektedir. Mücahid’e göre ise buradaki “müsrifler”den kasıt maksatsız yere kan dökenlerdir. Şerri hayrına galip gelenlere de müsrif denilmektedir.

Ayrıca Kur’an’da “müsrifler” tabirinin bir diğer kullanımı da fesat çıkaranlar anlamındaki kullanımdır.

Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Allah’tan korkun ve bana itaat edin, yeryüzünde ıslahat yerine fesat çıkaran müsriflerin emrine itaat etmeyin.”

İşte bu ayetlerin tümünde geçen israf kelimesi kesinlikle sözlük anlamında kullanılmamıştır. Aksine burada geçen israf ile şer’i mana kastedilmektedir. İsraf kelimesi, infak ile beraber kullanıldığında kastedilen, malı Allah’a isyan niteliği taşıyan yerlerde harcamaktır. Bu nedenle Allah’ın şer’i bir anlam yüklediği israf kelimesini sözlük anlamı ile kullanmak caiz olmaz.

Savurganlık (tebzir) kelimesinin ifade ettiği anlama gelince; bu kelimenin şer’i manası malı haram işlerde harcamaktır. Nitekim Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Saçıp savurma, şüphesiz saçıp savuranlar (malı haram yerde harcayanlar) şeytanların kardeşleridir.”

Öyle ki bu kimseler şer işlemekte şeytana benzerler. Bu tür bir tabir, kınamanın son sınırındadır. Çünkü şeytanlardan daha şerli bir varlık yoktur. Burada geçen tebzir, malı layık olmayan gereksiz yerlere harcamak anlamına gelmektedir.

Abdullah b. Mesud’dan rivayet edildiğine göre; “Tebzir, malı harcanması gerekli olan yerlerin dışında harcamaktır.” Mücahid’den rivayet edildiğine göre; “Az bir şey de olsa, batıla harcamak tebzirdir (savurganlıktır).”

İbni Abbas’tan bir rivayette savurgan, “Hak olmayan şeyde harcayan” olarak, Katade’den bir rivayette ise, “Allah’a isyanda, hak olmayan yerde ve fesada harcayan” olarak tanımlanmıştır. Bu rivayetleri Taberî de tefsirinde kullanmıştır.

Tüm bu delillerden israf ve savurganlıktan Allah’ın haram kıldığı hususlarda harcama yapmanın kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle Allah’ın haram kıldığı yerlerde harcama caiz olmayan bir infak kabul edilerek bu tür harcamalarda bulunanlara hacr koyulması vacip olmaktadır. Hacr koyulan kişinin ne sadakası, alış-verişi, ne de hibe ve nikahı infaz edilir. Bu şahsın borç olarak aldığı herhangi bir şeyin ödenmesi de gerekmez, ancak kendisine hacr koyulmadan önce yaptığı işlemlerden sorumlu tutulur.

Allahu Teâla’nın şu ayetine gelince:

“Elini boynuna bağlı bırakıp kalma (cimrilik etme), büsbütün ile açıkta olma. Sonra kınanır (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın.”

Bu ayette geçen “elini büsbütün açma” tabiri büsbütün ibaresini içerdiğinden sadece el açıklığı anlamına gelmez. Çünkü Allah helal olan noktalarda çokça harcamak anlamına gelen el açıklığını yasaklamamıştır. Burada yasaklanan “büsbütün eli açık” olarak yapılan infaktır ki bu haram olan infaktır. El açıklığının mutlak olarak yasaklanmamış olması, helal yerlerde infakın fazlası ile yapılabileceğine delalet eder. Büsbütün el açıklığı ile infak etmenin yasaklandığı yerler ise harama yönelik harcamalardır.

Buraya kadar olan açıklamalarımız infakla ilgili delillerin incelenmesine yönelikti. İnfak olayının vakıası ile ilgili izahata gelince: İnfakın ölçüsünü takdir ve değerlendirmek zordur. Çünkü yaşanmakta olan ülkenin hayat standartlarına göre çok infak eden olabileceği gibi az infak etmek durumunda kalan da olacaktır. Bazı yörelerde öyle kimseler vardır ki kendi zaruri ihtiyaçlarını bile tam olarak karşılamaya muktedir değillerdir. İşte böylesi şartlar altında zaruri olmayan alanlarda yapılan infak, haram kapsamında mütalaa edilir. Günümüzde bir çok İslâmi yöreler bu kapsama girmektedir.

Fakat öyle yöreler vardır ki orada insanlar zaruri ve temel ihtiyaçlarını tam olarak karşılamaktan sonra zaruret dışı lüks ihtiyaçlarını bile temin edebilmektedirler. Meselâ; bu yörelerde buzdolabı, çamaşır makinesi, özel araba v.b. gibi şeyler rahatlıkla alınabilmektedir. Söz konusu bu yerlerde yaşayan kimselerin bu tür lüks sayılan harcamalarına fazla harcama (israf) denmez.

Eğer israf ve tebzir (savurganlık) kelimelerini sözlük anlamları ile ele alacak olursak bu durumda zaruri ihtiyaçlar dışındaki harcamaların haram olması gerekecek ve o takdirde buzdolabı, çamaşır makinesi ve araba gibi zaruret dışı malların satın alınması haram olacaktır. Ya da şer’i hükme istinaden bazı ülkelerde bazı ihtiyaçları temin için yapılan harcama haram, bir diğerinde ise helâl olacaktır. Bu ise hiç bir illet olmaksızın aynı konuda değişik iki şer’i hükmün bulunmasına yol açacaktır ki bu caiz değildir. Çünkü bir olay hakkındaki hüküm, olay değişmediği müddetçe hiç bir şekilde değişmez. Üstelik Allah’ın eşyayı kullanma ve tüketmede tanıdığı mubahlık mutlaktır ve harcama ne çoğu ne da azı ile kayıtlı değildir. Bu durumda çok harcamak nasıl olur da haram olur? Eğer Allah (cc) helâl olan şeyde fazla harcamayı haram, aynı eşyada normal harcamayı helâl saymış olsaydı o zaman aynı zamanda bir şeyi hem helâl hem de haram kılmış olacaktı ki bu durumda Allah, uçak kullanmayı helâl kılarken, uçağı bir şahsın satın almasını ise fazla harcama hükmü ile haram kılmış olacaktı. Bu ise çelişkidir ve böyle bir hüküm doğru değildir. İşte bu nedenle israf ve tebzir kelimelerini sözlük anlamı ile kullanmak caiz değildir. Bu durumda bu iki kavramın ayetlerdeki anlamları ile bazı sahabelerin ve güvenilir alimlerin yorumlarında geçen şer’i anlamlarına göre tefsir edilmesi vacip olmaktadır.

B- İslâm, bir şahsın varlık içinde sorumsuzca, şaşalı ve şımarıkçı yaşamasını günah sayarak yasaklamış ve bu tür kimselerin azaba uğrayacağını vaad etmiştir. Allahu Teâla, ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

“Sol ashabı, nedir sol ashabı? Onlar vücudun her tarafına işleyen sıcak ve kapkara bir duman gölgesi içerisindedirler ki o ne serindir ne de hoştur. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sınırsız şımarık idiler.”

Yine onlar istedikleri gibi yaşayan kibirli ve şımarık kimselerdi. Allahu Teâla bir başka ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Ta ki onlardan kibirli ve şımarık olanları azapla yakaladığımızda bakarsın ki onlar feryadı basarlar.”

Burada geçen (mutrefihim) kelimesi, “onların kibir ve zorbalıkları” diye tefsir edilmektedir. Bu kelimenin Kur’an’da değişik ayetlerdeki kullanımlarını da incelemekte fayda vardır.

Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek oranın varlık ve şımarık, mal ve çocukları ile böbürlenen kibirli kişileri karşı gelerek; biz bize gönderilmiş şeyi hemen inkar edicileriz, derler.”

Yani malları ve evlatları ile mü’minlere karşı böbürlenmektedirler. Yine Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Zulmedenler ise, içerisinde kibirlilik, şımarıklık ve şamata yaptıkları şeye tabi oldular.” Burada kastedilen anlamda “şehvetleri için harcama yapmak” yani şehvetlerine tabi olmaktır.

“Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman orada çeşitli nimetler içinde yaşayan zorbalara emrederiz. Onlar orada fısk işlerler.”

Bu ayetteki (mutrefiha) kelime, “türlü nimetler içinde yaşayan zorbalar” diye tefsir edilmiştir.

“Onları dünya hayatında şımarık insanlar yaptık.” Burada ise şımarık, azmak anlamında kullanılmıştır.

(Elterif)  kelimesi sözlükte; şımarık, kibirli, türlü nimetler içerisinde yaşayan zorbalar anlamında kullanılmaktadır. Bir kimse malı ifsad ettiği, kibirli ve şımarık bir şekilde kullandığı zaman (terafehu ve etrafehu) denir. (etrafurraculu ev edra alel bagi) isyankarlıkta ısrar eden adam için kullanılan bir deyimdir. (esteraf) kelimesi de isyan ve aşırılık anlamlarında kullanılır. Bu açıklamaların tümü, Kur’an-ı Kerim’in kınayıp yasakladığı şımarık hayattan kastın, nimetlerin bolluğundan şımarıp sapan yaşam şekli olduğunu göstermektedir. Yoksa Allah’ın verdiği nimetlerden yararlanmak anlamı kastedilmemektedir. Bu nedenle (esteraf) kelimesinin Allah’ın verdiği nimet ve rızıklardan yararlanma şeklinde tefsir etmek doğru değildir. Çünkü Allah'ın verdiği rızıklardan yararlanmak şeriat tarafından kınanmamıştır. Nitekim Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“De ki Allah’ın kulları için yarattığı zineti ve rızıktan temiz olanları kim haram kıldı?”

Tirmizi, Abdullah b. Ömer’den Nebî (sas)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Şüphesiz Allah, kuluna verdiği nimetin eserini kulun üzerinde görmek ister.”

Şüphesiz Allah, kullarına verdiği temiz nimet ve rızıklardan yararlanmalarını ister. Fakat aynı nimetlerin fesat, sapkınlık, şımarıklık ve hırçınlığa götürecek, insanlara zulüm ve işkenceye sebep olacak yollarda kullanılmasından da hoşlanmaz.

Maldan yararlanmak ve ondan haz almaktan dolayı bazı insanlarda kibir, şımarıklık ve zorbalık yani “teref” ortaya çıkabileceği için İslâm, mal ve evlatların çokluğundan doğan şımarıklığı haram kılmış ve bu vasıfları barındıran kişileri de diktatör ve zorba tanımlaması ile şiddetlice kınamıştır. “Teref” (mal çokluğundan doğan şımarıklık) haram dediğimizde maldan yararlanmayı değil de sadece ondan doğacak şımarıklık kast edilmektedir. Sözlükte (metrafihim) “şımarıklık” kelimesinin kullanımı ile Kur’an’da kastedilen mana birbirinin aynısıdır.

C- İslâm, kişinin nefsine karşı cimri davranıp onu helâl nimetlerden mahrum bırakmasını yasaklamıştır. Çünkü Allah temiz rızıklardan faydalanmayı, uygun zinetler edinmeyi helâl kılmıştır. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Ne elini büsbütün boynuna bağla (cimri ol) ne de onu büsbütün aç. Aksi takdirde kınanır, (kaybettikle-rinin) hasretini çeker kalırsın.”

“Harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik, ikisinin arasında orta bir yol tutarlar.”

“De ki; Allah’ın kullar için yarattığı zineti ve temiz rızıkları kim haram etti?”

Tirmizi’den bir rivayette Rasul (sas) şöyle buyurdu:

“Allah, vermiş olduğu nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister.”

Konu ile ilgili Hakim’in, Valid Ebu’l Ehves’ten rivayet ettiği bir başka hadis de şöyledir:

“Allah sana bir mal verirse onun nimetinin eseri ve keremi senin üzerinde görülsün.”

Bu nedenle eğer bir kimse malı olduğu halde nefsini mahrum bırakır da cimrilik yaparsa Allah katında günahkar olur. Bu kişi malını, nafakasını temin mecburiyetinde olduğu kimselere de harcamıyor cimrilik yapıyorsa, o takdirde Allah katındaki günahı daha da fazla olacaktır. Bu durumda devlet bu kişiyi nafakasının temini üzerine vacip olan kimselere harcama yaparak onlara güzel bir geçim düzeyi temin etmesi için zorlar. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Herkes gücü yettiğince harcasın.”

“Onları (kadınları) oturduğunuz yerlerde iskan ettirin ve sahip olduğunuz nimetlerden istifade ettirin. Onlar sıkıntı vererek zarara uğratmayın.”

Nafakasını sağlamak mecburiyetinde olan kişi cimrilik yapıp geçindirmek zorunda olduklarının ihtiyaçlarını gidermezse, ihtiyaçlarını giderecek kadarlık bir miktarı almaları o kimseler üzerine bir haktır.

Buhari ve Ahmed b. Hanbel’in Hz. Aişe’den rivayetine göre, Hind bint Utbe bir gün Rasulullah’a gelerek şöyle dedi: “Ey Allah’ın elçisi Ebu Süfyan cimri bir adamdır. O bana ve çocuklarına yetecek kadar nafaka vermiyor. Ben ancak ondan habersizce aldıklarımla geçiniyorum.” Bunun üzerine Rasulullah (sas) şöyle dedi:

“Çevrenin yaşantısına göre sana ve çocuğuna yetecek miktarı al.”

Hadise göre Rasulullah (sas) Hind’e, eğer kocası vermezse haberi olmadan malından alması yolunda ruhsat vermiştir. Çünkü karısı Hind ve çocuklarının nafakalarını temin Ebu Süfyan üzerine farzdır. Bu nedenle hâkimin de böyle bir durum söz konusu olduğunda, bu nafakanın kadına verilmesine hükmetmesi, üzerine farzdır. Üzerine nafaka farz olan kimse nasıl nafaka vermek zorunda ise nafaka alacak şahsın da aldığı nafakayı farz olan yerlere harcaması üzerine vaciptir. Eğer nafaka çocuklara verilirse ve bu nafakanın çocuklarının bakımını üstlenen anne ve ninelerine verilmesi şart koşulursa nafakanın onlara harcanması da vacip olur. Eğer nafaka şart koşulan yerlere harcanmazsa Kâdı, nafaka sahiplerini buna zorlar.

 Fakirlik

 Fakirlik, sözlükte muhtaç olmak anlamına gelmektedir. Arapça’da fakirlik, zengin olmanın karşıtı anlamda muhtaç oldu, muhtaç kaldı şeklinde kullanılır. Anlam itibarı ile ihtiyaç sahibi olmaktır. “Birine muhtaç olmak” anlamına gelen (fe-gaf-ra) şekliyle de kullanılır. (Fe-Gaf-Ra) kökünden gelir. Çoğulu (fegarau)’dır. (Efgarahu) şeklinde kullanılırsa “onu fakirletti” anlamına gelir. Mastarı (fe-gaf-ra)’dır ve bu da zenginliğin zıddını fakirliği ifade eder.

Fakir, muhtaç olup sahip olduğu mallarının ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediği kimse demektir. Şer’i ıstılahta fakir kelimesi ile dilenmeyen, zayıf ve muhtaç kimseler kastedilir. Mücahid ve Cabir b. Zeyd’e göre fakir, dilenmeyen muhtaç kimse; İkrime’ye göre ise zayıf ve muhtaç kimsedir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Rabbım bana verdiğin her hayra fakirim (muhtacım).”

Yani bana az veya çok vereceğin her şeye fakirim (muhtacım). Bir başka ayette ise;

“Sıkıntıya düşmüş fakir kimseye yediriniz.” buyrulmaktadır. Ayette geçen (el-ba-ise) kelimesi “şiddetli sıkıntıya düşen kimse” anlamına gelir ki söz konusu zorlukların kendisini zayıf düşürdüğü fakir kimsedir.

Söz konusu ayet ve hadisler fakirliğin, muhtaç olmak anlamına geldiğine delalet etmektedirler. Bu noktada “ihtiyaçla” kastedilen anlamın ve içeriğinin açılması bir gereklilik olmaktadır.

Kapitalist iktisadi nizamda fakirlik izafi ve nisbi bir olay olarak nitelenmekte ve fakirlik değişmeyen belirli bir durumun tanımlanması olarak algılanmamaktadır. Kapitalizme göre fakirlik, mal ve hizmetlerden yararlanmamak, zaruri ihtiyaçlarını karşılayamamak halidir. Medeniyetteki ilerlemeler neticesinde gün be gün artan ihtiyaçlara yenileri eklenmekte, şahısların ve milletlerin ihtiyaçları da buna paralel olarak değişmektedir. Geri kalmış toplumlarda sınırlı ihtiyaçların zaruri hizmet ve mallarla karşılanabilir olması yanında, maddi olarak ileri ve gelişmiş ülkelerde ihtiyaçların çokluğu, beraberinde bu hizmetlerin karşılanmasında geri kalmış toplumlara nazaran daha fazla mal ve hizmete ihtiyaç doğurmaktadır. Bu sebeple gelişmiş ülkelerdeki fakirlik, geri kalmış ülkelerdekinden farklı bir hal almıştır. Örneğin Avrupa ve Amerika’da zaruri olmayan lüks sayılabilecek ihtiyaçları karşılayamamak fakirlik kabul edilirken, Mısır yahut Irak’ta bu ihtiyaçları karşılayamamak fakirlik tanımı içerisine girmez.

Kapitalizmin fakirliğe bu şekilde yaklaşımı özde hatalıdır. Çünkü kapitalist nizam, eşyanın anlamını gerçek değil itibari olarak tanımlamaktadır. Bu anlayışı hatalı kılan bir diğer sebep de şey diye tabir edilen varlıkların bir asıl gerçeğinin olması ve varlıkların bu gerçeği ile tanımlanmasıdır. Yani söz konusu varlık, herhangi bir karşılığı olmayan itibari bir şey değildir. Bu nedenle insan için konulan hükümler ve nizamlar, insanın insanlık vasfına yönelik koyulduğu sürece şahısların değişmesi ile bir değişikliğe uğramazlar. Madem ki devlet İspanya’da insanları idare ettiği gibi, Yemen’de de idare ediyor, o halde devletin fakirliğe bakış açısı ülkeden ülkeye değişmemelidir. Çünkü İspanya’da yaşayan da Yemen’de yaşayan da insandır. Bu nedenle ülkeler arasında fakirliğe bakış farklılık arz etmemelidir. İnsan her yerde insandır ve tüm çözümler onun problemini çözmeye yönelik koyulmuştur.

İslâm, hangi ülke ve çağ için olursa olsun insanlığın fakirliğine tek bir bakış açısından bakmaktadır. İslâm’a göre fakirliğin ölçüsü temel ve zaruri ihtiyaçların tam olarak karşılanmamasıdır. İslâm şeriatı temel ve zaruri ihtiyaçları şu üç başlık altında toplamaktadır: Yiyecekler, giyecekler ve mesken ihtiyaçları. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Onların (annelerin) yaşadığı, çevrenin durumuna göre yiyeceği, giyeceği, çocuğu kendisinden olana (babaya) aittir.”

“O kadınları gücünüz ölçüsünde oturttuğunuz yerde iskan ettiriniz.”

İbni Mace de, Ebu’l Ehvas’tan Rasul (sas)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Dikkat edin kadınların sizin üzerinizdeki hakkı, onları giydirme ve yedirmede onlara iyi muamelede bulunmanızdır.”

Bu ayet ve hadislerin delalet ettiği anlamlar; yerine getirilmediği zaman fakirlik sayılan temel ihtiyaçların yiyecek, giyecek ve mesken olduğuna delalet etmektedir. Temel ve gerekli ihtiyaçları karşılandığı halde lüks (zaruri olmayan) ihtiyaçları karşılanmamış kimseler fakir sayılmamaktadır.

İslâmi anlamda temel ihtiyaçların giderilmesini sağlayacak şeylerin yokluğu fakirliktir. Fakirlik problemi ile temel ihtiyaçlarını karşılama gücünden yoksun fert ve toplumlar ise çökmeye mahkumdurlar.

İslâm, fakirlik halini şeytanın istismar ettiği tehdit unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve Allahu Teâla bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur.”

İslâm, fakirliği bir zaaf hali olarak kabul etmiş ve zaafa düşmüş fakirlere acıyarak yardımda bulunmayı emretmiştir. Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:

“Eğer sadakaları açık olarak verirseniz ne güzel şeydir. Eğer onu gizleyip fakirlere gizlice verirseniz, işte sizin için bu daha hayırlıdır.”

“Sıkıntı içinde olan fakirlere yediriniz.”

İslâm, temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olanların bu ihtiyaçlarını karşılamayı ya da ihtiyaçlarını karşılayabileceği ortamı hazırlamayı farz kılmıştır. Şayet bir kimse ihtiyaçlarını kendi gayreti ile karşılayabilecek durumda ise bu normal bir durumdur. Yok yeter miktarda mal kazanıp ihtiyaçlarını gideremeyecek durumda ise, İslâm şeriatı o kişiye temel ihtiyaçlarını giderebilecek düzeyde yardım edilmesini emretmiştir. İslâm şeriatı şahısların ihtiyaç sahiplerine yapacakları yardımın niteliğini tafsilatlı bir şekilde açıklamış ve bu yükü akrabalara vacip kılmıştır. Allahu Teâla, kitabında şöyle buyurmaktadır:

“Annelerin yiyecek ve giyeceği yaşadığı çevrenin durumuna göre (doğal olarak) çocuk kendisinin olan babaya aittir. Hiç bir nefis gücünün fazlasıyla mükellef kılınmaz. Ne bir anne ve ne bir baba çocuğundan dolayı zarara uğramasın. Mirasçıya düşen de bununu gibidir.”

Yani babanın ölümü ile mirasçılar, çocuğunun annesinin yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının karşılanması hususunda baba gibidirler. Burada mirasçı ile kastedilen bizzat mirasçı olan kimsenin kendisi değil, mirasa hakkı olan herkestir. Eğer babası ölen çocuğun nafakasını temin edecek hiç kimse yoksa, bu durumda çocuğun nafakası beytülmalın zekat fonundan karşılanır.

Müslim, Ebu Hureyre’den Rasulullah (sas)’in şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Kim bir mal terk ederse, onun varislerine aittir. Kim de kimsesiz birisini terk ederse (onun bakımı) bize aittir.”

Allahu Teâla da şöyle buyurmaktadır:

“Ancak sadakalar (zekat), fakirlere, miskinlere ... aittir.”

Şayet fakir ve miskinlerin zaruri ihtiyaçlarının karşılanmasına beytülmaldaki zekat fonu kafi gelmezse, o takdirde devlet zenginlerin malları üzerine bu ihtiyaçların karşılanması için vergi koyar. Buradan elde edilecek gelirle fakir ve miskinlerin ihtiyaçları giderilir. Çünkü nafakanın temini akrabaların üzerine farzdır, akrabalar yoksa harcamalar zekat gelirinden yapılır, bu da yeterli gelmezse beytülmaldan harcama yapmak farzdır. Eğer sözü geçen yerlerce ihtiyaçlar karşılanamazsa fakirlerin nafakaları bütün müslümanların üzerine farz olur. Ahmed b. Hanbel’den rivayetle Rasul (sas) şöyle buyurmuştur:

“Herhangi bir yerde bir adam aç olarak sabahlarsa o yerde yaşayan insanların hepsi Allah’ın zimmetinden uzaklaşır.”

Bezzar’ın, Enes’ten rivayet ettiği bir hadisi kutside Rasul (sas) şöyle buyurmaktadır:

“Kendisi bildiği halde komşusu aç iken tıka basa tok olarak geceleyen kimse bana iman etmiş değildir.”

Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:

“Onların mallarından dilenen ve mahrum olanlar için bir hak vardır.”

Rasul (sas) Ensarı, fakir Muhacirlerin geçimini sağlamaya mecbur etmişti. Tüm bu deliller fakirlerin geçimlerinin temininin tüm müslümanlar üzerine farz olduğuna delalet etmektedir. Tüm müslümanlar üzerine farz olan bir husus ümmetin işlerini idare vazifesini üzerine almış olan halifenin üzerine de farzdır. Buna göre halife bu farziyetin yerine getirilmesi için müslümanların mallarından alarak gerekli yerlere harcar. Fakirlerin geçiminin temini ilk etapta müslümanlar üzerine farz iken onlardan beytülmala intikal eder. Halife de müslümanlar adına fakir ve miskinleri yedirme işini yürütür.

Netice olarak ihtiyaç sahipleri önce kendi nafakalarını temine zorlanırlar, eğer kişinin gücü buna yetmezse o takdirde akrabaları nafakayı temin etmeye zorlanırlar. Burada kastedilen akrabaların akrabalık derecesi, Kur’an’da zikredilen yakınlık derecesine göredir. Eğer nafakayı temin edecek akraba da yoksa üçüncü yol olarak zekat fonu devreye girer daha sonra farz beytülmala ve en sonunda Müslümanların tümüne intikal eder ki böylelikle fakir ve miskinlerin ihtiyaçları karşılansın.

Buraya kadar açıkladığımız nafakas˝nı temin etmek kendisine farz olan fakir ve miskinlere yönelikti. Akrabalardan fakir ve miskinlerin nafakasını temin etmek üzerine farz olan kimseler açısından açıklamamıza gelince: Fakir ve miskinlerin nafakasını temin, akrabalardan ancak başkasına muhtaç olmayacak bir zenginlik sahibi olanlara farz olur. Bir kimse eğer zekat verebiliyorsa zengin sayılır. Zekat veremiyorsa zengin sayılmaz. Buhari Ebu Hüreyre’den Rasulullah (sas)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Sadakanın hayırlısı, ihtiyaçtan fazla olanıdır.” Hadiste geçen “gına” kelimesi, insan ihtiyaçlarını temin için gerekli malın fazlasıdır.

Fakihler şöyle demişlerdir: “Zenginlik kişinin kendisinin ve ehlinin yiyeceğini, giyim ve barınma ihtiyacını karşılayan, aynı zamanda binek ve süsünü karşılayan şeydir.” Burada sözü edilen malın miktarı kişiyi başkalarına muhtaç olmaktan koruduğu için buna sözlükte () şekli ile kullanılmaktadır. Bu tür kullanımda “kişiye yeterli oldu” anlamı vardır. Buna göre fakir ve miskinin nafakasını temin etmek ancak kendisi başkalarına muhtaç olmayan kimseler üzerine vaciptir.

Nitekim Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“İmkânı geniş olan nafakayı imkânına göre versin. Rızkı daralmış bulunan da nafakayı Allah’ın kendisine verdiğinden ayırsın.”

Müslim de Cabir’den Rasulullah (sas)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Muhtaç durumda isen infaka önce kendi nefsinden başla. Eğer bir şey artarsa ailene harcarsın, ondan da artarsa yakınlarına infak edersin, ondan da artarsa çevrende bulunanlara harcarsın.”

İnsanın kendi nefsine olan infakı sadece temel ihtiyaçlarını karşılaması değil, karşılanmasını istediği bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar şeyin harcanmasıdır. Çünkü şeriat, kişinin zevcesinin nafakasının bilinen örfe göre temin mecburiyetini getirmiş ve o kadının durumuna ve kendi emsallerinin durumuna uygun bir biçimde nafaka alması diye tefsir edilmiştir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Kadının yaşadığı çevrenin durumuna göre yedirilmeleri ve giydirilmeleri kocalarına aittir.”

Zevce için nasıl “yaşadığı çevrenin durumuna göre” tabiri kullanmışsa erkek de kendi nefsi için infak ederken normal hayat şartlarına göre infak etmesi gerekir. Sadece “yeterlik” sözü açıklamaya kafi gelmez. Nitekim Rasul (sas) Ebu Sufyan’˝n kar˝s˝ Hind’e şöyle demişti:

“Çevrenin örfüne (bulunduğun çevrenin durumuna göre) sana ve çocuğuna yetecek miktarı al.”

Bu hadiste sadece (ma-yekfi-ke) “yetecek miktarı” denmemiş, (bil-meğruf)  “çevrenin durumuna göre” tabiri eklenmiştir. O zaman burada içinde yaşanan toplumun örfünün gerektirdiği emsalinin haline göre yeterli miktarı alınması kast edilmektedir. Şu halde bir başkasının nafakasını temin mecburiyetinde olabilmek için çevreye göre kişiye ihtiyaç olarak görülen diğer ihtiyaçlarının karşılanması için de yeterli mali imkanın olması gerekir. Şu da var ki, bu miktarın takdirine şahsa ne de yaşadığı çevrenin durumuna tek başına bağlı değildir. Nitekim bazı fakihler fazlasını zenginlik saydıkları beş temel ihtiyacı şöyle belirlemişlerdir:

a- Yiyecek

b- Giyecek

c- Mesken

d- Evlenmek

e-Uzak yerlerdeki ihtiyaçlarını görmek için gerekli binek.

Ancak fakihlerin bu beş ihtiyacı tespitleri hakkında kesin ve açık bir nass ortaya konmuş değildir. Fakat normal hayat standardını göz önüne alınarak tespit edilmişlerdir. Bu durumda örfe göre ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazla mala sahip olana, fakir ve miskinlerin nafakasını temin vaciptir. Aksi halde sorumluluğu yoktur. Velhasıl fakir yiyeceğe, giyeceğe ve meskene muhtaç olan kişidir. Böyle bir kişi temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı için ona infakta bulunmak vaciptir.

Zengin ise, infak etmek kendisine vacip olan kimsedir. Yani sadece temel ihtiyaçlarını değil, örfe göre (normal ve bilinen şartlar içinde) ihtiyaçlarını kendi ve benzerlerinin durumuna göre karşılayabilecek miktardan daha fazla mala sahip olan kimsedir.

__________________

[1] Bakara: 195
[2] Enfal: 3
[3] Talak: 7
[4] Buhari, Kitabu’z-Zekât, 1337, Kitabu’l-Nafakât, 4937; Nesei, Kitabu’z-Zekât, 2497; Ahmed b. Hanbel, Müsned el-Mükessirîn, 7414, 8855
[5] Daremi, Kitabu’z-Zekât, 1600
[6] Haşr: 9
[7] Haşr: 9
[8] Dari Kutni
[9] Müslim
[10] Nisa: 5
[11] Bakara: 282
[12] Buhari, Müslim, Daremi
[13] İsra: 29
[14] Furkan: 67
[15] En’am: 141
[16] Yunus: 12
[17] Mü’min: 43
[18] Şuara: 151-152
[19] İsra: 26-27 [20] İsra: 29
[21] Vakıa: 41-46
[22] Mü’minun: 64
[23] Sebe’: 34
[24] Hud: 116
[25] İsra: 16
[26] Mü’minun: 33
[27] A’raf: 32
[28] Tirmizi, Kitabu’l-Edeb, 2744
[29] İsra: 29
[30] Furkan: 67
[31] A’raf: 32
[32] Tirmizi, Kitabu’l-Edeb, 2744
[33] Ebu Davud, Kitabu’l-Libâse, 3541; Hâkim
[34] Talak: 7
[35] Talak: 6
[36] Buhari, Kitabu’n-Nafakât, 4945; İbni Mace, Kitabu’t-Ticârât, 2284; Ahmed b. Hanbel, Müsned el-Ensâr, 23098
[37] Kasas: 24
[38] Hacc: 28
[39] Bakara: 233
[40] Talak: 6
[41] İbni Mace, Kitabu’r-Rıda’, 1083, Kitabu’n-Nikâh, 1841
[42] Bakara: 268
[43] Bakara: 271
[44] Hacc: 28
[45] Bakara: 233
[46] Buhari, Kitabu’l-Ferâid, 6266; Ebu Davud, Kitabu’l-İhrâc ve’l-İmârah ve’l-Fey’, 2566; İbni Mace, Kitabu’l-Ferâid, 2728; Müslim
[47] Tevbe: 60
[48] Ahmed b. Hanbel, Müsned el-Mükessirîn min es-Sahâbeh, 4648
[49] Bezzar
[50] Zariyat: 19
[51] Talak: 7
[52] Müslim, Kitabu’z-Zekât, 1663; Nesei, Kitabu’z-Zekât, 2499, Kitabu’l-Buyu’, 4573
[53] Bakara: 233
[54] Buhari, Kitabu’n-Nafakât, 4945; İbni Mace, Kitabu’t-Ticârât, 2284; Ahmed b. Hanbel, Müsned el-Ensâr, 23098  

 

Takiyyuddin En-Nebhani