
İCTİMAİ NİZAM HAKKINDA
Bir çok insan, aşırı giderek hayatın bütün
nizamlarına "İctimaî Nizam" adını vermektedir. Oysa bu,
yanlış bir kullanış biçimidir. Çünkü hayatı ilgilendiren
nizamlara "Toplum Nizamları" demek daha doğrudur. Gerçekte
bunlar toplumu ilgilendiren nizamlardır. Bu nizamlar, bir arada
bulunmalarına veya toplu halde olmalarına bakılmadan belli bir
toplumda yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri düzenler. Bu nizam
ve düzenlerde bir araya gelmeye bakılmaz, yalnızca ilişkilere dikkat
edilir. Bundan dolayı ilişki adedi ve çeşidi kadar, düzen ve
nizamlar da çeşitli ve farklı olurlar. Bu nizamlar; iktisadi, yönetim,
siyasi, eğitim ve öğretim, cezalar, muamelat, mahkeme delilleri ile
ilgili nizamları ve diğerlerini kapsamaktadır. Bütün bu sayılanların
her birine veya hepsine "İctimaî Nizam" demek mümkün olmadığı
gibi uygun da değildir. Buna ilave olarak, "ictimaî"
kelimesi nizamın sıfatı durumundadır. Öyleyse bu sistemin, insanların
bir arada bulunmalarından kaynaklanan sorunların düzenlenmesi ni
konu edinmesi kaçınılmazdır. Gerçekte
ise, erkeğin erkekle, kadının da kadınla bir araya gelmelerinde
herhangi bir nizama ihtiyaç yoktur. Çünkü böyle bir birliktelikten
bir takım problemler ortaya çıkmayacağı gibi, herhangi bir nizama
ihtiyaç gösteren ilişkiler de doğmaz. Ancak; hepsi bir araya
gelmemiş olsalar bile, tek bir beldede yaşamalarından dolayı
erkeklerin ve kadınların kendi aralarındaki menfaatların düzenlenmesi
için bir nizam ve düzen gereklidir. Ancak, bir erkeğin bir kadınla
ve bir kadının da bir erkek ile bir araya gelmiş bulunmaları
neticesinde bir çok problemler meydana gelir. Bu problemlerin
çözülmesi ve düzenlenmesi bir nizamı gerektirdiği gibi, meydana
gelen ilişkileri düzenleyen bir nizama da ihtiyaç duyulur ve gerekir.
İşte böyle bir birlikteliğe
uygulanacak nizama "İctimaî Nizam" denilebilir. Çünkü
gerçekte bu nizam, erkekle kadın arasında ictimaî münasebetleri ve
bundan kaynaklanan ilişkileri düzenlenmektedir.
İşte bu çerçevedeki ictimaî nizam; kadınla
erkek, erkekle kadının ictimaî münasebetlerini
ve bir araya gelmelerinden doğan
erkek-kadın, kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen prensipleri beyan
eden bir nizamdır. Bu nizam; onların toplumdaki çıkarlarından daha
çok, kadın-erkek ilişkilerinden doğan sorunları konu edinir. Örneğin;
kadının erkekle, erkeğin de kadınla ticaret yapması, ictimaî nizamı
değil toplum nizamlarını ilgilendirir. Çünkü ticaret iktisadî
nizamı ilgilendirir. Erkeğin kadınla bir arada bulunmasını
yasaklamak, hangi şart ve zamanda kadının boşanma hakkına ve küçük
çocuğuna bakma hakkına sahip olacağı gibi hususlar ise ictimaî
nizamı ilgilendirir. Buna göre ictimaî nizamın tarifi şöyle olur: İctimaî
nizam; kadınla erkeğin, erkekle kadının bir araya gelmesinin ictimaî
prensiplerini ve bunların bir araya gelmelerinden doğan meseleleri düzenleyen
nizamdır.
İslâmdaki ictimaî nizamı anlama konusunda tüm
insanlar, özellikle de Müslümanlar büyük bir sıkıntıya maruz
kaldılar. İslâmî düşünce ve ahkâmdan uzaklaşmalarıyla İslâm’ı
doğru bir şekilde anlamaktan, dolayısıyla da bu konuyu anlamaktan
uzaklaştılar. Böylelikle, ifrat ve tefritin her iki ucunda yerlerini
aldılar. Bir kısmı; istediği bir giysi ile vücudunu teşhir ederek
çıplak bir şekilde kadının sokağa çıkabileceğini ve istediği
erkekle istediği şekilde bir arada kalabileceğini savunurken, bir
kısım Müslümanlar da kadının ticaret ve ziraatla
uğraşamayacağını, mutlak olarak erkekle bir arada
bulunamayacağını, kadının eli ve yüzü de dahil olmak üzere
bütün vücudunun örtülmesi gerektiğini iddia ettiler. İşte bu
ifrat ve tefrit çalkantısı içerisinde ahlakî çöküntüler ve düşüncede
donukluk meydana geldi. Bunun neticesinde, İslâmın ictimaî yönü
kayboldu. Aile bireylerinin ah-vahlarının oluşturduğu bir yapı,
aile üzerinde egemen oldu. Aile bireyleri arasında çekişmeler ve
ihtilaflar çoğaldı. Dağılmış olan İslâm ailesinin toplanması
ve mutluluklarını temin etme ihtiyacı, bütün Müslümanların
zihinlerini meşgul etmeye ve bu büyük problemin tedavisi için
gerekli araştırmaları yapma çalışmaları başladı. Konu üzerinde
yapılan çalışmalar birbirinden farklı çözümleri ortaya çıkardı.
İctimaî tedaviyi izah eden birçok kitap ve yazılar yazıldı. Şer'i
mahkeme ve seçim kanunlarında birçok tadilatlar yapıldı. Bir çok
Müslüman kendi görüşlerini aile bireylerine ve yakın çevresine
uygulamaya çalıştı. Okullarda kadın erkek karışımı eğitimin
yapılması hususunda, eğitim kanunlarında birçok tadilatlar yapıldı.
Bütün bu çaba ve gayretler buna benzer görüntüleriyle meydana çıktı.
Fakat gerek bunlar gerekse ötekiler arzu edilen tedaviyi başaramadıkları
gibi, istenilen nizamı da bulamadılar. Böylece ıslah için çıkar
bir yol bulamadılar. Çünkü entellektüel bir çok Müslüman, iki
ayrı cins olan kadın erkek münasebetlerini ilgilendiren hususları
bilmiyorlar, konuya yabancı kalıyorlardı. Bu iki cinsin, birbirine
yardım edecekleri yolu ve çizgiyi bilemediler. Halbuki ümmetin
ıslahı ve mutluluğu bu yardımlaşmadan kaynaklanmaktaydı. Evet, Müslüman
düşünürler ve mütefekkirler, İslâm’ın kadın-erkek
ilişkisiyle ilgili düşüncesine ve hükümlerine karşı tamamen
cahil kaldılar. Bu bilgisizlikleri nedeniyle çözüm ve yöntem
üzerinde tartışmaya, birbirleri ile cedelleşmeye ve konunun özünü
inceleyip araştırmaktan tamamen uzaklaşmaya başladılar. Müslüman
düşünürlerin bu girişimleri yüzünden toplumda sıkıntı
sıkıntı ve gerginlik daha da artmış, özellikleriyle diğer
toplumlardan ayrılan islam ümmeti ile mevcut toplum arasında korkunç
bir uçurum oluşmuştur. Müslüman ailenin İslam’ın özünü
kaybedeceği korkusu, aynı ailenin İslam düşüncesini, hükümlerini
ve görüşlerini doğru bir şekilde anlamasından da korkulmaya
başlanmıştır.
Bu fikri sıkıntının ve doğruyu anlamaktan
sapmanın sebebi şudur: Batı hadaratı ve kültürünün bize karşı
açtığı acımasız savaş neticesinde batı, düşünce ve anlayışımız
üzerinde tam bir hakimiyet kurdu. Batı hadaratının düşünce ve
anlayışımıza hakim olması, hayat ile ilgili anlayışlarımızı,
eşyaya ait ölçülerimizi, İslâma karşı ruhlarımıza kök salmış
bulunan İslâmî gayret ve mukaddessata saygınlığımız gibi köklü
kanaatlarımızı değiştirdi. Batı hadaratının bize karşı
kazandığı bu zafer, hayatın her alanında ve bölümünde yaygın
hale geldi. Bu yaygınlık, ictimaî sahayı da etkisi altına aldı.
İslâm ülkelerinde batı hadaratı ile hadaratın
medeni görüntüleri ve maddi sahadaki gelişme ortaya çıktığı
zaman birçokları bu korkunç gelişmeyi şaşkın gözlerle seyretti.
Bu medeni ve teknik görüntüleri taklit etmeye başladılar, bu
hadaratı almaya uğraştılar. Çünkü bu teknik ilerlemeleri, bu
hadaratın sahipleri ve ona davet edenler meydana getirmişlerdi. Bunun
için, teknik araç ve gereçler yani medeni şekiller ile batı
hadaratı arasında bir ayırım yapmaksızın batı hadaratı ve
medeniyetinin tümünü taklit etmeğe çalıştılar. Onlar, "hadaratın"
hayata ait bütün düşünce ve mefhumlardan ibaret bir hayat tarzı
olduğunu anlayamadılar. Medeniyetin ise, görülen hayatta kullanılan
teknik alet ve edevat olduğunu idrak etmediler. Buna ilaveten, batı
hadaratının, İslâm hadaratı ile temelde ters düşen bir esas
üzerine oturtulmuş olduğunu da anlamadılar. Batı hadaratının
hayata bakışı ve onu izahı ile, gerçekleştirilmesi uğrunda
insanoğlunun peşinden koştuğu mutluluk mefhumunun da İslâm hadaratına
ters düştüğünü anlamadılar. İslâm ümmetinin Batı hadaratını
kabul etmesinin kesinlikle caiz olmadığını da anlayamadılar. İslâmî
cemaat vasfını taşıdığı ve b u
cemaatın İslâm ümmetinden bir parça olması devam ettiği müddetçe,
bu ümmet asla hiç bir ülkede bu hadaratı kabul edemez.
İslâm hadaratı ile batı hadaratı arasındaki bu
temel ve öze ait ihtilafı kavrayamamak, Batı hadaratını taklide ve
kabul etmeye neden oldu. Birçok Müslüman, bir kitabı kopya
edercesine Batı hadaratını İslâm beldelerine taşımaya çalıştı.
Bir kısım Müslümanlar ise netice ve sebeplerini düşünmeden Batı
hadaratına ait mefhum ve ölçüleri taklit etmeye çalıştılar. Böylece
bu kimseler, doğuracağı sonuçlara bakmadan, Batı toplumunda erkekle
kadın arasında herhangi bir ayırım yapmadan kadın ve erkeğin bir
arada bulunmasında bir sakınca görmeyen batı düşüncesini
benimsediler. Batı kadınının üzerinde gördükleri birtakım medeni
görüntüleri taklit ettiler veya taklide çalıştılar. Ancak, bu
medeni görüntülerin, Batı hadaratı ve hayatına ait mefhumlarla
uyuşabileceğini, fakat İslâm hadaratı ve hayatına ait mefhum ve
tasvirlerle uyuşamayacağını idrak edemediler. Batı medeniyetinin
eseri olarak görülen zahiri
şekillerden çıkacak sonuçların hiçbirinin hesabını yapmadan
kendilerini kaptırdılar. Evet, bu göz kamaştırıcı Batı
tekniğini gördükleri zaman sonuçlarına bakmadan, toplumda ve
toplantılarda Müslüman kadının erkekle bir arada bulunmasında
herhangi bir sakınca olmayacağına inandılar. Yine, ortaya çıkacak
problemlere bakmadan Müslüman kadının Batı medeniyetine ait
kıyafetiyle görünmesinin gerekli olduğuna inandılar. Dilediği
şeyi yapabilmesi için Müslüman kadının kişisel hürriyetinin
garantilenmesi çağrısında bulundular. Buna bağlı olarak ihtiyaç
olmadan kadın ve erkeğin bir arada bulunmalarına, kadının süslerini
ve ziynetlerini göstermesi gerektiği fikrine çağırdılar. Kadının
da yönetici olması gerektiğini söylediler ve bütün bunları
kalkınmanın ve ilerlemenin delili olarak gördüler.
Bu taklitçi nakilciler suyu fazla bulandırarak,
kendilerini şahsi hürriyete çok fazla önem veren kimseler olarak
kabul ettiler. Hatta toplumsal veya bir başka neden olmaksızın,
şahsi hürriyetin gereği olarak kadın ile erkeğin bir arada
bulunabileceğini, istediği şekilde direkt olarak buluşabileceklerini
söylediler. Kadın ile erkek arasındaki bu görüşmenin
sağlanabilmesi için de şahsi hürriyetlerden faydalanabilmenin
gerekli olduğunu iddia ettiler. Kendilerini bu görüşlere kaptırarak
kendi eliyle tehlikeye atılan taklitçi gençlik, kötü örnekler
vererek, kadın ve erkek arasındaki ilişkileri sadece "kadınlık" -"erkeklik"
ilişkileri haline getirdiler. Bu kötü etki toplumdaki diğer gruplara
da bulaştı, hayat sahasında kadın ve erkek arasında herhangi bir
dayanışma meydana getirmedi. Bu buluşmalardan hayat meydan-larında;
ahlaki çöküntü, kadının kocası ve mahremlerinin dışındaki
kişilere ziynetlerini göstermesi, çekiciliğini, cazibesini açıkça
ortaya dökmesinden başka hiçbir şey elde
edilmedi. Bunun neticesinde Müslümanlarda düşüncede sapma, zevk
anlayışında bozukluk, güvende şiddetli bir sarsıntı, ölçülerde
bir yıkım yaşandı. Batı toplumunda kadın-erkek ilişkilerine
herhangi bir önem verilmediğine dikkat edilmeden Batının toplum
hayatı örnek alındı ve Batı toplumu ölçü kabul edildi. Yapılan
hareketlerin, uyulması farz olan esaslara ters düşüp düşmediğine,
İslâm’ın batı yaşam tarzını kötü görüp görmediğine veya
Batı yaşam tarzının toplumun ahlakına büyük bir zarar vereceğine
bakılmadı. Halbuki bunlar, İslâm toplumunun özüne, esasına
tamamıyla ters düşen noktalardı. Çünkü İslâm toplumu, gayri meşru
kadın-erkek ilişkilerini büyük günahlardan sayarak bu tip hareket
ve davranışlara sopa ve recm gibi şiddetli cezalar getirmiş, bu
işin faillerine hor ve hakir gözle bakmış, toplum tarafından
dışlanması gerekli kimseler olarak telakki etmiştir. İslâm
toplumu; “namusa” ve “ırza”, korunması vacib olan
"değer" nazarıyla bakar. Bu hususta ne bir münakaşayı ne
de bir cedeli kabul etmez. Irz ve namusu
koruma uğrunda mal ve canın istenerek feda edilmesini, herhangi bir
özür ve bahaneye yer vermeksizin gerekli görür.
Evet, bu nakilci ve taklitçiler iki toplum arasındaki
farkı düşünmediler ve anlamadılar. İslâmî hayatın kendilerine yüklediği
görevleri düşünmedikleri gibi, şer'i hükümlerin kendilerinden
istediği hususları da anlamadılar. Nakil ve taklitçiliğin arkasına
takılarak, çağdaşlaşması ve güçlenmesi uğruna kadına
serbestiyet elbisesi giydirildi. Kötü ve yerilmiş ahlakla
vasıflanması hiçbir kimseyi ve kurumu ilgilendirmedi. İşte bu
nakilci ve taklitçiler ümmeti "kalkındırmak" gerekçesi
ile kadını çağdaşlaştırma adı altında Müslümanların ictimaî
yönünü yıkmaya devam ettiler. Başlangıçta bunlar azınlıkta
idiler ve ilk dönemde ümmet bunların davetinden hoşnut olmadı.
Fakat İslâm beldelerinde kapitalist sistem; önce sömürgeciler tarafından
ardından da kapitalizm kafilesinde yer alan ve sömürgeci
kafirlerin yolunu takip eden uşakları
tarafından uygulanarak İslâm memleketlerinde egemen olunca bu azınlık,
daha da etkili oldular ve düşüncelerini şehir halkına hatta köylerde
ikamet edenlere bile götürebildiler. Müslümanları, kendilerinin
takip ettikleri yola; Batı hadaratını taklide götürdüler. Bu
taklit; birçok İslâm ülkesinde İslâmî çehreyi alıp götürdü.
Bu gün, bu taklitte İstanbul ile Kahire, Tahran ile Şam, Karaçi ile
Bağdat, Kudüs ile Beyrut arasında herhangi bir fark yoktur. Hepsi de
Batı hadaratını taklit ve nakil kervanında yerlerini alıp
yollarına devam etmektedirler.
Durum böyle olunca doğal olarak, Müslümanlardan
bir cemaatın bu fikirlere karşı mücadele vermek için harekete
geçmesi gerekecekti. Halkı Müslüman olan ülkelerde çeşitli
cemaatların bu görüşlere karşı savaşması ve mücadele vermeleri
kesin ve gerekli olan bir şeydi. Bu amaçla Müslüman kadının
toplumdaki şeref ve ahlakını korumanın farz olduğunu söyleyen bir
veya birkaç cemaat ortaya çıktı. Fakat bu cemaatlar, İslâm
nizamlarını ve şer'i hükümleri gereği kadar bilmeden, anlamadan mücadele
verdiler. Bunlar bu mücadelelerini verirken İslâmî akidenin tek
esas, şer'i hükümlerin de tek ölçü olarak kabul edilmesi idraki
yerine aklı, araştırmalarına esas kabul ettiler. Maslahatı akla göre
belirlediler. Çeşitli görüşleri benimsemede ve eşyalar hakkında
bir hükme varmada aklı tek ölçü olarak aldılar. İnsanları örf
ve adetleri muhafazaya ve ahlaka sarılmaya davet ettiler. Böylece kadının
örtüsü konusunda delile dayanmaksızın körü körüne taassuba daldılar
ve kadına fazlasıyla baskı yapılması evinden dışarı çıkmasına
ve herhangi bir ihtiyacını gidermesine ya da işlerini bizzat
kendisinin yürütmesine izin verilmemesi gerektiğini söylediler. Son
dönem İslâm alimleri ve fakihler kadına beş çeşit avret statüsü
getirdiler:
1- Namazda örtünmesi gerekli yerler,
2- Mahrem erkeklerin yanında örtünmesi gerekli
yerler,
3- Yabancı (namahrem) erkeklerin yanında
örtünmesi gerekli yerler,
4- Müslüman kadınların yanında örtünmesi
gerekli yerler,
5- Kafir kadınların yanında örtünmesi gerekli
yerler.
Bu sınıflama sonucunda doğal olarak da kadının
kendi dışındakileri görmesine veya herhangi birinin kadını görmesine
mani olan mutlak bir örtüye davet ettiler. Kadının, hayatla ilgili
işlerini yapmasının engellenmesi gerektiğini söyledikleri gibi;
sosyal, ekonomi, yargı ve siyaset sahasında kadının görüş sahibi
olmasının, seçme ve seçilme hakkını kullanmasının engellenmesi
gerektiğini de söylediler. Kadınlarla hayat arasında duvar
ördüler. Hatta, Allah (c.c.)'ın bazı ayetlerinin kadınlara değil,
erkeklere hitap ettiğini, kadınları muhatap almadığını söylediler.
Biat sırasında kadınların Peygamber (s.a.v.) ile musafahalarını
anlatan hadisi tevil ettikleri gibi, kadınların mahrem yerleri ile
ilgili hadisleri ve Rasul (s.a.v.)'in hayatta iken kadınlarla ilgili
muamelesini anlatan hadisleri, şer'i hükümlerin gösterdiği şeklin
dışında kendi istedikleri biçime uyacak şekilde tevil ettiler.
İşte bütün bunlar, insanların şer'i hükümlerden
uzaklaşmalarına sebep olduğu gibi, Müslümanların ictimaî
yönlerinin körelmesine ve dumura uğramasına da sebep oldu. Bundan
dolayı bu insanların görüşleri, kendileriyle savaşan fikirler
karşısında durma gücüne sahip olamadı. Müslümanlar arasındaki
ictimaî yönün yükseltilmesine de en ufak bir tesiri olmadı. İslâm
ümmeti arasında, ilk müctehid ve mezheb sahiplerinden sayıca da,
ilim ve kültür bakımından da daha az olmayan birçok alimlerin
bulunmasına, Müslümanların elinde hiçbir toplumun sahip olamayacağı
kadar fikri ve teşrii servetin varlığına, genel ve özel
kütüphanelerde birçok değerli eser ve kitapların mevcudiyetine
rağmen; bütün bunca servet, yine taklit ve nakilcilerin düştükleri
karanlıklardan çıkmalarına yeterli olamadı. Kadın konusunda, kendi
görüşlerine muhalif olduğu için, Müctehidlerin sahih olarak
istinbat ettikleri İslâmî hükümlere uygun görüşleri bile onları
ikna etmede etkili olmadı. Çünkü bu mukallid ve kör taassubçular,
donuk fikirliler, alimler ve öğrenciler, düşünen insanlar niteliğinden
uzaklaştılar; vakıayı dolayısı ile karşı karşıya oldukları
vakıa hakkındaki Allah'ın hükmünü anlayamadılar. Şer'i hükümleri,
tam bir uygunlukla gerçekleştirecek, dakik bir tatbikatla olay
üzerine uygulayacak fikri bir kavrayışla kavrayamadılar. Bundan
dolayı, İslâmî beldelerde toplum; "taklid" ile "kuru
taassub"un egemen olduğu iki düşünce yapısı arasında
çalkalanıp durmaya devam etti. İslâm toplumunun ictimaî yönü sıkıntılar
geçirdi. Neticede, Müslüman kadın, bilerek veya bilmeyerek Batı
hadaratı ile İslâm hadaratı arasındaki çelişkileri bilmeden,
kendisine bile bir menfaat dokunmayan mevcudiyetinden Müslümanların
bir fayda sağlayamadığı, adeta yararsız ve mutaasıp
bir kadın olma arasında, şaşkın vaziyette, ne yapacağını
bilmeyen bir unsur haline geldi. Bunların hepsi; İslâm’ın fikri
olarak algılanamamasından ve İslâmın ictimaî nizamının tam
olarak anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.
Bunun için, İslâmın ictimaî nizamını kapsamlı
bir şekilde öğrenmek, araştırmak ve bu hususta derin bir çalışma
yapmak mecburiyetindeyiz. Ancak bu şekilde problemin; kadın ve
erkeğin bir arada bulunmaları ve bu birliktelikten kaynaklanan
ilişkiler ve bunların uzantıları olduğu kavranabilir. Öyleyse bu
birlikteliğe ve bundan kaynaklanan sorunlara çözüm aranmaktadır.
Ancak, bu çözüm aklın değil, şeriatın dikte ettireceği çözüm
olmalıdır. Aklın görevi ise ancak, önce problemi doğru bir
şekilde kavramak, ardından da bu probleme ilgili şer'i hükmü
uygulamaktır. Şeriatın ortaya koyacağı çözüm, muayyen bir
ölçü içerisinde yaşayan Müslüman kadın ve erkeğe, İslâmın
uygulamalarını farz kıldığı bir çözümdür. İslâmın farz
kıldığı bu yaşayış biçimine her ikisinin de bağlı kalması,
Batı ile ne derece ters düştüğüne, baba ve dedelerinin üzerinde
bulundukları örf ve adetlere uyup uymadığına bakmadan, Allah
(c.c.)'ın Kitapta ve Sünnette emrettiğine göre yaşamaktır.
|
|