DAVETİN
DİRENİŞİ
Resulullah (sas), İslâm'la
gönderildiğinde, insanlara İslâm'dan ve Davetinden haber vermeye,
anlatmaya başladı. Kureyş'in çok azı buna ilgi gösteriyordu.
Çünkü onlar, ilk önceleri önem verip onunla meşgul olmadılar.
Zannediyorlardı ki, onun (Muhammed'in) haberi ruhbanların,
filozofların ve kâhinlerin haberlerinden üstün olmayacak ve
insanlar babalarının, ecdadlarının dininde kalacaklar. Onun için
ne ondan ürktüler ne de onu ayıplayıp nehyettiler. Onlar
meclislerinde; "Bu Abdulmuttalib'in oğlu, gökyüzünden
bahsediyor" diye konuşarak bir müddet böyle devam edip
geçti. Ne zaman ki Resulullah'ın davetinden kısa bir müddet
geçtikten sonra; onlar bu davetin önemini, ciddiyetini hissetmeye başladılar.
Resulullah'a karşı olmak, ona düşmanlık yapmak ve onunla çarpışmak
üzere birleştiler.
Nitekim onu aşağılamak, nübüvvetini
yalanlamakla ona karşı muharebe etme fikrinde karar kıldılar. Daha
sonra ona yaklaşıp, risaletini ispatlayıcı mucizelerinden sormaya
başladılar. Ve diyorlardı ki: "Muhammed'e
ne oldu ki, Safâ ve Merve'yi altın kılmıyor. Onun kendisinden
haber vermiş olduğu Kitab, gökten yazılmış olarak ona inmiyor?
Muhammed'in bahsettiği haberi ona sunan Cibrîl, size niçin aşikâr
görünmüyor? O, ölüyü niçin diriltmiyor? O, niçin şu dağları
yürütmüyor ki Mekke aralarında hapis kalmasın?! O, beldesinden
halkının suya ihtiyacı olduğunu bildiği halde,niçin zemzemden
sular fışkırtan menbaalar açmıyor? Onun Rabbi niçin ona bizim
müstakbelde kazançlar sağlayacağımız değerli ticaret
eşyaları, hazineleri indirmiyor?..."
İşte böyle Resul (sas)'e ve
davetine incitici ve alay edici uslübla hücuma başladılar. Onlar,
düşmanlıkta inadla devam edip durdular. Fakat bu durum, Resulullah
(sas)'i davetinden vaz geçirmedi. Bilâkis o, insanları Allah'ın
dinine davet etmeye ve putları ayıplamaya ve kötülemeye, inkâr
etmeye, o putlara kulluk edenlerin akıllarını hafiflikle, putları
takdis edenlerin/mukaddes sayanların akıl ve idraklarını düşüklükle/sefiflikle
vasıflandırmaya devam etti. Bu durum, müşrikler üzerine zor ve
büyük gelmeye başladı. Resulullah'ı davetinden vazgeçirmek için
bütün vesileleri kullandılar. Fakat başaramadılar. Onların bu
davete karşı koymak için benimsedikleri vesilelerin en
önemlilerinden üçü şunlardır:
1-)
İşkence ve azab etmek,
2-)
Dahili ve harici karşı propaganda,
3-)
Boykot ve ambargo.
İşkence ve azaba gelince;
Nebî (sas)ve tüm müslümanlar kendi kavimlerinin himayelerinde
olmalarına rağmen işkencelere maruz kalıyorlardı. Nitekim müşrikler,
işkence çeşitlerini kullanmakta uzmanlaşmışlardı. İşkencenin
her çeşidini kullandılar. Nitekim dinlerini terketmeleri için
Yâsir ailesinin hepsine çok çeşitli azab ve işkence yaptılar.
Fakat bu, onların sebat ve imanlarını artırmaktan başka bir şey
yapmadı. Nitekim bir keresinde Resul (sas), onlarla karşılaştı.
Onlara azab, işkence ediliyordu. Resulullah (sas) onlara dedi ki:
"Sabredin Yâsir ailesi!
Muhakkak ki size Cennet vaad edilmiştir. Muhakkak ki ben, sizin için
Allah'tan bir şeye malik değilim."
Resulullah (sas) onlara, "Muhakkak ki size Cennet vaad
edilmiştir" deyince, Yâsir'in hanımı Sümeyye demiştir
ki: "Muhakkak ki ben onu açıkca görüyorum
ya Resulullah."
Kureyş, Nebî (sas)'e ve ashabına
azab ve işkenceyi işte böyle devam ettirdi.
Ne zaman ki Kureyş, bunun
kendilerine bir fayda sağlamadığını görünce hemen başka bir
silaha sarıldılar. Bu silah, İslâm'a ve müslümanlara karşı her
yerde; dahili olarak Mekke'de, harici olarak Habeşistan'da propaganda
silahıydı. Mücadele, münakaşa, yalanlamak, dedikodu ve
şayialarla hakikatı karalamak gibi şeyleri kapsayan her türlü
propaganda çeşitlerini kullandılar. İslâm akidesinin kendisine ve
akidenin sahiplerine karşı propaganda yaptılar. İslâm akidesi ve
onun sahiplerine ithamda bulundular. Resulullah (sas)'i yalanlamaya başladılar.
Mekke'nin içinde ve dışında Muhammed'e karşı propaganda yapmakta
söz birliği ile karar verdiler. Özellikle, hacc mevsiminde ona karşı
söz birliği içinde propaganda yapmaya karar verdiler.
Nitekim Kureyş, Resulullah (sas)'e
karşı propagandaya çok önem verdi. Kureyş'ten bir topluluk; hacc
mevsiminde Mekke'ye gelen Arap topluluklarına Muhammed'in durumu
hakkında ne diyebileceklerini görüşmek için Velid b. Mugire'nin
etrafında toplandılar. Onlardan bazıları düşünmeden Resulullah
hakkında hemen dediler ki: "O bir kâhindir, diyelim."
Velid, Muhammed'in söylediği şeylerin kâhinin ne bir haykırışı
ne mırıltısı ne de kâfiyeli nesir sözü (sec'i) olmadığını söyleyerek
bu görüşü red etti. Başka bir kısım da düşünmeden hemen
Muhammed'in mecnun (deli) olduğuna inandıklarını söylediler.
Velid; "Onda delirdiğini ispatlayacak her hangi bir alâmet
açığa çıkmamıştır" diyerek bu görüşü de red etti.
Diğerleri de Muhammed'i, sihirle töhmet altına almalarını söylediler.
Velid, Muhammed'in sihir işlerini yapmadığını, düğümlere
üfürmediğini söyleyerek bu görüşü de red etti.
Münakaşa ve cedelleşmelerden
sonra onlar, Muhammed'i sihirli söz söylemekle itham etmeye ittifak
ettiler ve dağıldılar. Sonra Arabın hacc heyetleri arasına
gittiler. Onları Muhammed'i dinlemekten sakındırıyorlardı.
Diyorlardı ki: "O,sihirli söz
söyleyendir. Onun söylediği şeyler; kişi ile babasının,
annesinin, kardeşinin, aşiretinin arasını açan bir sihirdir. Onu
dinleyen kimse kendisini sihirleyip kendisi ile ehli arasını
ayırmasından çok korkar."
Fakat bu propaganda fayda
vermedi. İslâm Daveti ile insanların arasını açamadı.
Kureyşliler, Nadr b. el-Haris'e gittiler. Onu Resulullah'a karşı
propagandaya götürdüler. Resulullah, ne zaman ki bir mecliste
oturup Allah'ın dinine davette bulunursa, arkasından hemen bu Nadr
geliyordu. Ve Fars krallarının haberlerinden, dinlerinden hikayeler
anlatmaya başlıyor ve diyordu ki: "Neden Muhammed benden
daha güzel haber verici olsun. Onun okuduğu, benim okuduğum gibi
eskilerin masallarından değil midir?" Kureyş, bu
hikayeleri alıyor ve insanların arasında yayıyorlardı. "Muhammed'in
söylediklerini ona ismi Cabir olan bir Hristiyan köle öğretiyor.
Onun söyledikleri, Allah'tan değil" sözünü yaydıkları
gibi. Bu şayia çok yayıldı. Hatta Allahu Teâlâ, onlara cevab
verdi. Dedi ki:
"Gerçekten biliyoruz
ki, kâfirler; Kur'an'ı muhakkak surette bir insan öğretiyor,
diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili
yabancıdır. Bu Kur'an ise açık Arapçadır." (Nahl
103)
İşte böyle Kureyş'in
propagandası, Arap yarımadasında devam etti. Kureyş, bununla
yetinmedi. Bilâkis müslümanların Habeşistan'a hicret ettiklerini
işitince, müslümanları ülkesinden çıkarması için Necaşi'nin
yanında müslümanlara karşı propagandada bulunması için iki
elçi gönderdiler. O iki elçi, Amr b. el-Ass ve Abdullah b. Rabia
idi.. O ikisi, Habeşistan'a vardılar ve müslümanların Mekke'ye
geri gönderilmesinde onlara yardımcı olmaları maksadı ile
Necaşi'nin patriklerine hediyeler sundular. Daha sonra Necaşi'nin
yanına gittiler ve ona dediler ki:
"Ey melik, sizin beldenize
bizden sefih (ayaktakımı) gençler sığınmışlardır. Onlar,
kavimlerinin dininden ayrılmışlar ve senin dinine de
girmemişlerdir. İcad ettikleri bir dine girmişler ki, onu ne biz
tanıyoruz ne de sen. Babaları, amcaları, aşiret ve kavimlerinin
eşrafı/ileri gelenleri bizi sana gönderdiler ki onları geri
veresin. Onlar onları daha iyi tanıyorlar ve ayıplarını daha iyi
biliyorlar."
Bunun üzerine Necaşi, bu
konuda müslümanların ne dediklerini kendilerinden dinlemek istedi
ve onları çağırttı. Onlar geldikleri zaman onlara sordu ki: "Kendisinden
dolayı kavminizden ayrılmış olduğunuz ve benim dinime ve şu
milletlerden birisinin dinine girmediğiniz o din nedir?"
Cafer b. Ebî Talib, ona cevab verdi. Cahiliyye günlerindeki
hallerini, o günlerdeki sıfatlarını açıkladı. Daha sonra İslâm'ın
getirdiği doğru yolu ve İslâm'dan sonraki hallerindeki değişikliği
açıkladı. Daha sonra kureyş'in kendilerine yapmış olduğu azab
ve işkenceleri açıkladı. Ve dedi ki: "Ne zaman ki,
kavmimiz bize zulüm, baskı, işkence ettiler, bizi dinimizden
saptırmak istediler; bizimle dinimizin arasına girdiler. İşte o
zaman senin memleketine çıktık. Seni tercih ettik. Senin
komşuluğunu istedik ve senin yanında zulme uğramıyacağımızı
umduk." Bunun üzerine Necaşi, Cafer'e dedi ki: "Sende
Peygamberinizin Allah'tan getirdiği şeylerden bir şey var mıdır?
Onu bana okur musun?" Cafer, "Evet" dedi ve
ona Meryem Suresinin başından, Allahu Teâlâ'nın şu sözüne
kadar okudu:
"Bunun üzerine Meryem (kendilerine
cevab vermek için) çocuğa işaret etti. Onlar; Biz beşikteki
çocukla nasıl konuşuruz? dediler. (Allah'ın bir mucisesi
olarak İsa) dedi ki; Ben gerçekten Allah'ın kuluyum. Allah bana
Kitab verdi ve beni bir Peygamber yaptı. Beni her nerede olsam mübarek
kıldı ve hayatta bulunduğum sürece, bana namazı ve zekatı
emretti. Beni, anneme ihsankâr kıldı. Ve beni, azgın bir zorba
yapmadı. Hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem diri olarak
kaldırılacağım gün selâmet benim üzerimedir." (Meryem
29-33)
Patrikler, bu sözü işitince
dediler ki: "Bu sözler, Efendimiz İsa Mesih'in sözlerinin
çıktığı kaynaktan çıkmıştır." Necaşi de; "Muhakkak
ki bu ve İsa'ya gelen şey elbette bir tek kaynaktandır"
dedi ve sonra Kureyş'in elçilerine yönelip onlara dedi ki: "Gidiniz;
Allah'a yemin olsun ki, onları size teslim etmiyorum."
Fakat o iki elçi, başka bir
yol düşünmeye başlıyarak Necaşi'nin meclisinden ayrıldılar.
İkinci gün geldiğinde; Amr b. el-Ass Necaşi'ye geri döndü ve ona
dedi ki: "Ey melik, müslümanlar İsa b. Meryem hakkında büyük
sözler söylüyorlar. Onlara adam gönder ve onlara İsa hakkında söylediklerini
sor." Necaşi, onlara adam gönderdi ki sorsun.
Müslümanlara sorulduğunda Cafer dedi ki: "Onun hakkında
Peygamberimize geleni diyoruz. O diyor ki : İsa, Allah'ın kuludur ve
Resulü'dür. Onun ruhudur ve al-Azra'ül-Betûl Meryem'e ilka etmiş
olduğu bir kelimesidir."
Bunun üzerine Necaşi bir ağaç
aldı ve onu yere vurdu ve Cafer'e dedi ki: "Muhakkak ki sizin
dininizle bizim dinimiz arasında bu hattan fazla bir şey
yoktur." Ve Kureyşli o iki elçiyi geri çevirdi. Bunun
üzerine o iki elçi mahrum, mahzun ve kovulmuş olarak geri döndüler.
İşte böyle propaganda
uslüpleri sönüp gitti. Resulullah (sas)'in kendisine davet ettiği
Hakk'ın kuvveti. Resulullah'ın lisanınında açığa çıkarak,
vazıh surette bütün propagandaların üstüne çıkmıştır. Ve
İslâm'ın nuru doğunca bütün şayiaları ve propagandaları
dağıtmıştır.
Bunun üzerine Kureyş
üçüncü silaha sarılmışlardır. Bu silah, boykot-amborga
silahıdır. Resulullah ve yakınlarına amborga yapmaya ittifak
ettiler. Bir yazı yazıp onda; Benî Haşim ve Benî Abdulmuttalib'e
tamamen bir boykot-amborga yapmak üzere birbirleriyle antlaştılar.
Antlaştılar ki; Benî Abdul Muttalib'e kız verilmeyecek ve onlardan
kız alınmayacak, onlara bir şey satılmayacak ve onlardan bir şey
satın alınmayacak. İşte bunun için toplandıklarında o
antlaşmayı bir sahifeye yazdılar. Sonra and içerek imzaladılar.
Sonra sahifeyi, manevî bir müeyyide olarak Kâ'be'ye astılar.
İnanıyorlardı ki, bu boykot siyaseti azab ve propaganda
bakımından çok tesirli bir rol oynayacaktır.
Bu muhasara/boykot
üzerinde iki veya üç sene devam ettiler. Bekliyorlardı ki; Benî
Haşim ve Benî Abdulmuttalib, Muhammed'i terkederler. Müslümanlar
da İslâm'ı terkederler. Böylece Muhammed, yalnız kalır veya
davetinden vaz geçer ya da davetinde durmaz yani Kureyş ve
Kureyş'in dini üzerindeki tehlike son bulur.
Fakat bu durum Resul (sas) için
Allah'ın ipine yapışmaktan, Allah'ın dinine sarılmaktan, Allah'a
davet yolunda cesaret ve mücadele etmekten başka bir şeyi
değiştirmedi. Onunla beraber inanmış olanların da kuvvet ve
şiddetlerini artırdı. İslâm davetinin Mekke'de ve Mekke'nin dışında
yayılmasının önüne geçemediler. Kureyş'in, Muhammed'i muhasara
altına almış olması haberi Mekke'nin dışındaki Arablara
ulaştı. Böylece Davetin durumu kabileler arasında yayıldı. İslâm'ın
zikri (şöhreti) Arab Yarımadası'nda yayıldı. Zira kabileler İslâm'dan
bahsediyorlardı.
Fakat şiddetli açlığın
olduğu ve Kureyş'in boykot üzerine antlaşma yaptıkları yazıyı
ihtiva eden sahife etkili olarak asılı kaldığı sürece boykot
devam etti. Resulullah (sas) ve ehli, Mekke'nin dışındaki vadiye
sığındılar. Onlar açlığın, fakirliğin ve yoksulluğun her çeşidinin
vermiş olduğu elemlere maruz kaldılar. Çoğu vakitler,
boğazlarından geçecek bir lokma yiyecek bulamıyorlardı. Öyle ki,
onlara, halkın arasına karışmalarına ve halkla konuşmalarına (hacc
mevsiminde) haram ayları dışında fırsat verilmiyordu.
Bu aylarda Resul (sas), Kâ'be'ye
iniyor ve Arapları Allah'ın Dinine davet ediyor, onları Allah'ın
sevabı, mükâfatı ile müjdeliyor, azabı cezası ile korkutuyor,
daha sonra da o vadiye geri dönüyordu. Bu durum, onlar üzerinde
Arabın sempatisini artırdı. Onlardan Resulullah'ın davetini kabul
edenler oldu. Onlara gizlice yiyecek ve içecek gönderenler oldu.
Nitekim Hişam b. Amr, yiyecek
ve buğday yüklenmiş olduğu halde bir genç deve ile gidiyordu.
Onunla gece sonunda Şi'be (Resulullah ve ehlinin kaldığı Mekke
dışındaki sahaya) varasıya kadar seyr ediyordu. Oraya varınca
devenin yularını çıkarıp yanına vuruyordu. Deve, yüküyle
birlikte Şi'be gidiyordu. Müslümanlar onu alıyor, onun getirdiği
ile ölmeyecek kadar gıdalanıyor, deveyi kesip etini yiyorlardı.
Bu sıkıntılı hal, kesintisiz
üç sene devam etti. Ta ki Allah, bu sıkıntıyı dağıtıp
kuşatmayı parçalasıya kadar dünya onlara dar geldi.
Kureyş'ten beş genç olan
Zuheyr b. Ebî Ümeyye, Hişam b. Amr, Mut'im b. Adiyy, Ebu'l-Bahterî
b. Hişam, Zem'e b. el-Esved toplanıp sahife (boykot kararı)
hakkında görüştüler. Onu kınadılar, eleştirdiler, bazıları
onun hakkında öfke ve gazablarını açığa çıkardı. Ve içlerinde
söz birliği edip sahife (boykot kararı) hakkında onu bozuncaya ve
yırtıp parçalayıncaya kadar kıyam üzerine antlaştılar. Ertesi
gün Kâ'be'ye gittiler. Züher geldi, Beyt'i yedi defa tavaf etti.
Sonra insanlara dönerek şöyle dedi: "Ey Mekke halkı; Benî
Haşim, kendilerine bir şey satılmaz ve onlardan bir şey satın
alınmaz vaziyette helâka yüz tutmuş oldukları haldeyken biz yemek
yiyip elbiseler giyebilir miyiz? And olsun ki, işte akrabaları
birbirinden ayıran bu zalim sahife yırtılıncaya kadar
oturmayacağım." O sırada mescidin bir yanında onu
dinlemekte olan Ebu Cehil, ona şöyle bağırdı: "Yalan
söyledin. Allah'a yemin ederim ki o yırtılmayacak,
bozulmayacak."
Mescidin bir kenarında Zem'e,
Bahterî, Mut'im, Hişam hepsi de bağırarak Ebu Cehil'i
yalanladılar. Ve Züher'i doğruladılar. Ebu Cehil anladı ki;
onların muhalefetleri, şiddetli bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Nefsinde bir korku hissetti ve geri çekildi. Sonra Mut'im onu yırtmak
için sahifeye doğru gitti, bir de gördü ki; "Ey Allah'ım
senin isminle" sözünden başka her tarafını güveler yemişti.
Bu hadiseden sonra artık
Resulullah ve ashabı Şi'b'den (o vadiden) Mekke'ye geri dönebilme
imkânını eldi ettiler. Onlar hakkındaki muhasara/boykot
kaldırıldı. Geri döndüler ve davet üzerine daha rahat bir ortam
oldu. Hatta müslümanların sayısı arttı.
İşte böylece Kureyş'in
işkence, karşı propaganda ve boykot vesileleri başarısızlığa
uğradı. Onlar, her engeli, zorluğu ortaya koymalarına rağmen müslümanları
dinlerinden caydırmaya ve Resulullah'ı davetinden vaz geçirmeye
muvaffak olamadılar. Ta ki Allah onu, tüm zorluk ve sıkıntılara
rağmen üstün kılıncaya kadar sebat ettiler.
|