İSLÀMİ
FETİHLERİN YERLEŞMESİ
Müslümanlar bir çok
ülkeler fethedip, oralara İslâm ile hükmettiler. Fethedilen
yerlerde yönetimi ellerine almalarını ve liderliği ellerinde
bulundurmalarını İslâm onlara farz kılmıştır. Müslümanların
gayri müslimler tarafından yönetilmeleri caiz değildir. Nitekim
Allah Nisa Suresi'nde şöyle buyurdu:
"Allah, kesinlikle
kâfirler için mü'minler üzerine bir yol kılmaz. (Yani Allah,
hiç bir şekilde kâfirlerin mü'minler üzerine hakim olmalarını
kabul etmez.)" (Nisa 141)
Yine Allahu Teâlâ, izzetin
mü'minlere ait bir sıfat olduğunu belirterek, Münafikun Suresi'nde
şöyle buyurmuştur:
"İzzet ancak Allah,
Resulü ve mü'minlere aittir. Fakat münafıklar bilmezler."
(Münafikun 8)
Fakat Allah, onlarda yönetimi
sadece İslâm'ın tatbik edilmesi ve Davetinin taşınması için ele
alan bir İslâmî nefsiyet oluşmadıkça, bir de onlarda yönetimin
manasını anlayacak ve Allah katındaki mesuliyetini idrak edecek bir
İslâmî aklîyet/zihniyet oluşmadıkça, mü'minlere bu izzeti,
yönetimi ve liderliği vermemiştir... Nitekim İslâm'ın nuru işte
böylesi yöneticilerin amellerinde ve sözlerinde açığa çıkmıştır.
Aynı şekilde bu nur, onların yönettikleri insanlar üzerinde İslâm'ın
hükümlerinin tatbik edilmesinde açığa çıkmıştır. Nitekim
İslâm hükümlerinin insanlar üzerinde tatbik edilmesinden dolayı
insanlar Allah'ın Dinine guruplar halinde girmişler, İslâm
Akidesine itikad etmişler, izzet, liderlik ve yönetime sahip
müslümanlar olmuşlardır. Ülkeleri İslâm ülkesi ve İslâm
beldeleri oldu. Böylece İslâm'la yönetilmeleriyle daha sonra da
halklarının yeni dine girmeleriyle İslâmî fetihler yerleşmiş
oldu. Hatta müslümanların herhangi bir beldeyi feth etmeleri
Kıyamet'e kadar ebedî bir fetih idi.
İslâm hakimiyetine giren bu
yerler ve halkı, ilk hallerinden sıyrılıp ikinici hale bürünüyorlardı.
Diyarları küfür diyarı olmaktan Dâr-ül İslâm'a dönüştüğü
gibi halkları da kâfirlikten müslümanlığa yöneldi. İslâm
yönetimi oradan kalkıncaya kadar bu yerler İslâm ülkeleri olarak
devam etti. Fakat İslâm hükümlerinin kalktığı yerlerin halkı,
müslüman olarak kaldılar. İslâm Devleti her ne kadar ortadan
kalkmış olsa bile, müslümanların fethettikleri yerler İslâmî
beldeler, halkları da müslüman olarak kalmaya devam ettiler. Bu
beldeler, İslâmî yönetimin kendilerine döneceği İslâm
Devleti'nin otoritesinin yayılması için uygun sahalar olmaya devam
etmektedirler.
İslâmî fetihleri kökleştiren
ve İslâm'ın fethettiği topraklarda Kıyamet'e kadar sabit
kalmasını temin eden unsurlar şunlardır :
a-)
Yasama gibi ilk günden itibaren bu beldelerin hepsinde yönetimi
kolaylaştıran husus.
b-)
İdarecilerin davranışları ve yönetim yolu gibi, o beldelerin
halklarını İslâm'a girmeye hazırlayan husus.
c-)
İslâm akidesi ve hükümlerinin benimsenmesi gibi, müslüman
olanların nefislerinde İslâm'ı köklü bir şekilde sürekli yerleştiren
husus.
Bu maddeleri bir kaç nokta
içerisinde özetlemek mümkündür:
1-
İslâm, akidesinde aklî olduğu gibi, rey ve hükümlerinde de
fikrîdir. İslâm, kendisini kabul edenlere ona akıl yolu ile
inanmasını, hükümlerini de yine akıl ile anlamaya çalışmasını
emreder. Onun için İslâm, sadece İslâm'ı benimsemek ile insanı
düşünen insana dönüştürür. Zira İslâm, insanı düşünmeye
sevkeder. Yaratıcının varlığını idrak etmesi için dikkatleri
Allah'ın yaratıklarına çekerken, istinbat etmek ve karşılaşılan
problemlere çare/çözüm aramak için de şerî hükümleri araştırmaya
aklı uyarırken insanı düşünür hale getirir. Böylece insan,
İslâm'a kesin bir şekilde itikad edip, hükümlerini anlayıp
tatbik edince, İslâm onun nefsinde ebediyyen yerleşmiş olur.
2-
İslâm, Kendisini kabul edenlere okuyup araştırmayı emrediyor.
Sadece Şehadet kelimelerini söylemek bir müslümana kafi gelmediği
için, onun İslâm'ı öğrenip anlaması gerekir. Ta ki onun İslâm'ı
öğrenmesi ve kültürü ile kültürlenmesi, derin, köklü, aydın
ve uyanık fikirli olması gerekir. Bu öğrenme onun ufkunu
genişletecek, bilgisini çoğaltacaktır, zihniyetini verimli hale
getirip başkasına öğretmenlik yapma seviyesine ulaştıracaktır.
3-
İslâm ideolojisinin ve şerî hükümlerinin karakteri öğrenme
metodunun onu öğrenen kişi üzerinde ve onun içinde yaşadığı
ortamda etkili ve yükseltici olmasını gerektirir. Onun için
müslümanlar, İslâm'ı amel etmek maksadıyla öğreniyorlardı.
İslâm'ın ahkâmını fikrî bir kavrayış içerisinde anlıyorlardı.
Bu kavrayış onların duygu ve anlayışlarında etkili oluyordu.
Bunun için onların hayat anlayışı ve kavrayışları etkili olan
bir düşünceden kaynaklanıyordu. Müslümanlarda görülen ve müşahada
edilen İslâmî gayret, cesaret, fikir bakımından ulaştıkları
geniş anlayış, İslâm'ı olduğu gibi anlamalarının neticesiydi.
Çünkü İslâm akidesi, onların nefislerinde ağacını dikmiş ve
kalblerinde kök salmıştı. Çünkü onlar İslâm'ın fikir, görüş
ve hükümlerini derinlemesine araştırdıktan sonra almışlardı.
Bunun için onlarda ameli yön hakim hale gelmişti.
Evet onlar sırf ilim öğrenmek
için İslâm'ı öğrenmiyorlardı. Eğer onlar sadece ilim öğrenmek
için İslâm'ı öğrenmiş olsalardı, İslâm'dan bahseden
bilgilere havi kitaplardan farkları olmazdı. Onlar, va'z ve
nasihatları sadece dinlemekle iktifa etmiş olsalardı, imanın
vereceği harareti duymayıp sathi insanlar olarak kalırlardı. Daha
doğrusu onlar şu iki tehlikeli husustan kaçındılar :
a-)
İslâmî hakikatları sırf ilim için öğrenmek,
b-)
İslâm'ı, sırf va'z ve nasihatlar olarak almak.
Onlar, mefhum ve hükümlerin alınmasının
metodunu İslâm'ın metodu ile sınırladılar. İslâm'ın bu
metodu, İslâm'ı derinlemesine, anlayarak ve vazıh bir şekilde
hayat sahasında fiilen tatbik için almayı gerektiren metoddur.
4-
İslâm, ileriye götüren bir sistemdir. Kendisini kabul edenlerin
elinden tutarak kemal ve olgunluk yoluna götürür. O, müslümana
muayyen işler yükler. Bu muayyen amelleri yerine getirmek, insanı
olgunlukta yükseklere götürür. Bu makamda mü'min, ruhi
üstünlük, nefsi güven ve gerçek saadeti tadar. Bu yüceliğe
ermiş olan insan, artık oradan aşağı inmemek üzere orada sabit
kalır. Her ne kadar kemal ve olgunluk yolunda yüce makama yükselmek
zor olsa da oraya çıktıktan sonra orada kalabilmek daha zordur.
Bunun için bu işler geçici değil daimidir. Ta ki insan
tırmandığı yücelik ve üstünlüğünde devam etsin.
Bu işler de ibadetlerdir.
Bunların bir kısmı farzdır. Bir kısmı ise farzların daha
üstündedir. Farzların herkes tarafından yapılması yücelmede müşterek
bir sınırı gerçekleştirir mutlaka. Farzların üstünde olan
hususları yerine getirme işi ise, insanı kemal yolunda daha ileriye
doğru sevkeder...
Bu ibadetleri yerine getirmek,
zor bir iş olmadığı gibi, insanın gücünün yetmeyeceği bir
şey de değildir. İbadetleri yaparken dünya nimetlerinden ve
lezzetlerinden mahrumiyet söz konusu değildir. İslâm'ın
emrettiği ibadetleri icra etmek, dünyanın güzel nimetlerinden yüz
çevirmek, insan tabiatında mevcut arzulara karşı çıkıp,
onlardan yüz çevirmek değildir. İradesi ve gücü ne olursa olsun
her insan için farz ibadetleri yapmak kolay bir iştir. İbadetler hiç
bir zaman insanın dünya zinetini kazanmasına engel değildir.
Farzlardan başka ibadetler ise, daha çok ibadet yapmak için
müslümanların istek ve şevk ile yöneldiği mendup ibadetlerdir.
Bunları da yerine getirebilen müslümanlar kendilerini Allah'ın
rızasına kavuşmak gibi bir nimetin içerisinde olduklarını
hissederler.
5-
Müslümanlar, ülkeleri fethederken İslâmî Daveti oralara
götürmek ve oralarda yayılmasını sağlamak gayesini gütmüşlerdir.
Bunun için her zaman müslümanlar kendilerinin yeryüzünde rahmet
ve hidayet elçileri olduklarını hissediyorlardı. Böylece
girdikleri ülkelerde İslâm ile hükmediyorlardı. Fethedilen
yerlerin halkı sadece zimmeti kabul etmekle müslümanların istifade
ettikleri hak ve vazifelerden yararlanma imkanını elde ediyorlardı.
Feth olunan bu beldeler İslâm Devleti içinde diğer halkı müslüman
olan beldelerden herhangi birisinin sahip olduğu mesuliyetlere ve
haklara sahip oluyor ve İslâm Devleti'nin ülkesinden bir parça
haline geliyordu. Çünkü yönetim nizamı, vahdet nizamı idi.
Bundan dolayı fethedilen beldelerin halkı hiç bir zaman kendilerini
müstemleke/sömürge olarak görmemiş, hiç bir zaman
müstemlekelerin kokusunu duymamıştır. Bunun için müslümanların
kendisiyle hükmettiği İslâmî hakikatı pratik olarak gören
insanların İslâm'a yönelip, onu kabul etmeleri hiç bir zaman yadırganmamalıdır.
6-
İslâm ideolojisi ve hükümleri, bütün insanlar içindir. Onu öğrenmek
de yine bütün insanlara serbesttir. Hatta İslâm'ın hakikatını
anlamak, onun tadına varabilmek için onu öğrenmek bütün
insanlara farzdır. Rasul (sas) valiler, yöneticiler ve öğreticiler
gönderiyordu. Onlar insanları İslâm ile yönetiyorlar ve onlara
İslâm’ın hükümlerini öğretiyorlardı. Aynı şekilde
Resulullah'tan sonra da müslümanlar ülkeler fethediyor, oralarda
yönetici ve öğreticiler bulunduruyorlardı. Bunlar, halka İslâm'ı
anlatıyor ve Kur'an ahkâmını öğretiyorlardı. Böylece az zaman
içerisinde o beldelerin halkı İslâmî bilgilere yöneliyor, İslâm
kültürü alıyorlardı. Hatta bu kültürden İslâm'ı kabul
etmeyenler bile nasiblerini alıyorlardı.
7-
İslâm Şeriatı olgun, kapsamlı, evrensel bir şeriattır. Bunun için
ülkeleri fetheden müslümanlar, oraların halkına ait kanun ve
nizamlarını öğrenmek ihtiyacını duymadıkları gibi, hayatın
problemlerine çare getirmek için mahallî kanunlar ile götürüp
tebliğ ettikleri İslâmî kanunlardan bir sentez yapmazlardı. Onlar
bir ülkeyi beraberlerinde kâmil şeriat olduğu halde
fethediyorlardı. Fethettikleri ülkelerde ilk günden itibaren hemen
İslâm'ı tatbik ediyorlardı. Tatbikatta müslümanların metodu
inkilabi idi. Oralarda herhangi sentez, tedricilik (aşama aşama
uygulamak) veya yamalama söz konusu değildi. Girdikleri yerlerin
mevcut statüsüne hiç bir zaman bakmazlardı. Çünkü onlar, mevcut
fasit düzeni yıkıp yerine İslâm'ı getirmek ve tebliğ etmek için
ülkeleri fethediyorlardı. Bu da ancak eski düzeni kaldırıp,
yerine kapsamlı yeni düzeni koymakla gerçekleşirdi. Bunun için
ilk günden itibaren fethettikleri ülkeleri yönetmek, onlara kolay
gelirdi. Otoriteleri tam olarak gerçekleşiyordu. Onlar oralarda ne
bir intikal devresi ne de bir kanun problemiyle karşılaşmazlardı.
Çünkü müslümanlar, girdikleri yerlere kanun, nizam ve
hükümlerin kaynağı olan akideye dayalı davetlerini beraberlerinde
taşıyorlardı. Bu da; her zaman, her mekan ve her insana
uygulanabilecek bir şeriattır.
|