MİSYONERLİK
SALDIRILARI
Avrupa, "ilim"
ismi altında İslâm dünyasına karşı misyonerlik saldırısına
başladı. Bunun için büyük ve kabarık bütçeler hazırladı.
Başka bir ifade ile, "ilim" ve "insanlık" namı
altında misyonerlik yolu ile sömürgecilik saldırısına başladı.
İslâm ülkesinde belli merkezlerde kültür sömürgeciliği ve
siyasî istihbarat dairelerini yerleştirme imkânını elde etti. Böylece
bunlar Batı sömürgeciliğinin öncü kolları oldu. Bununla Batı sömürgeciliği
için yol açılmıştı. Artık sömürü için meydanlar genişlemiş,
İslâm dünyasının kapısı sonuna kadar açılmış bulunuyordu.
İslâm beldelerinin bir çoğunda
misyonerlik cemiyetleri/dernekleri yayılmıştı. Bu cemiyetlerin
başında İngiliz, Fransız ve Amerika'ya ait cemiyetler bulunuyordu.
Fransa ve İngiltere'nin İslâm alemine nüfuzu bu cemiyetler yolu
ile etkin hale geldi. Zamanla bu cemiyetler, milliyetçilik akımlarını
da yönlendirir oldular. Ve bu akımlar, müslüman öğrencileri ya Türk
milliyetçiliğine ya da Arab milliyetçiliğine yönlendirir oldular.
Bunu şu iki ana gaye için yaptılar :
a-)
Arapları müslüman Osmanlı Devleti'nden ayırıp, İslâm
Devleti'ni parçalamak ve bu devlette milliyetçiliği yaymak için
ona Türkiye ismini vermek.
b-)
Müslümanları tek bildikleri ve tanıdıkları hakiki rabıta/bağ
olan İslâm rabıtasından/bağından uzaklaştırmak.
Nitekim Batı birinci gayeye
ulaştı. İkinci gaye canlı olarak kaldı. Onun için Türk, Arab ve
diğer kavimlerin yanında propagandasını milliyetçilik kavramı
etrafında devam ettiriyor. Bu ise, İslâm birliğini parçalayarak
müslümanları kendi ideolojilerinden habersiz hale getiriyor. Bu
misyonerlik cemiyetleri birçok devirler geçirmiş ve İslâm
aleminde kötü tesirler meydana getirdikleri açıkca görülmüştür.
Bunun sonucu olarak bugün İslâm aleminde gördüğümüz zaaf ve
çöküntü başlamıştır. Çünkü kavmiyetçilik fikri
sömürgeciliğin, bizimle kalkınmamız arasına bina ettiği duvara
konan ilk harçtır. Bu duvar, bizimle bağlı bulunduğumuz İslâm
ideolojisi arasına girmiş bulunmaktadır.
Avrupalıları İslâm aleminde
misyoner cemiyetlerin kurulmasına sevk eden faktör, haçlı
savaşlarında gördükleri müslümanların sertliği ve onların
cihada karşı olan sabırlarıdır. Batılılar savaş meydanlarında
müslümanlarla karşılaştıkları zaman kendi reylerine göre iki
hususa dayanıyorlardı. Tam olarak İslâm'ı ve müslümanları
ortadan kaldırmak için şu iki hususa büyük önem veriyorlardı:
Birincisi;
İslâm aleminde yaşayan Hristiyanlara dayanmak. Zira İslâm
beldelerinde bir çok Hristiyan bulunuyordu. Özellikle Şam
beldelerinde bu sayı oldukça fazla idi. Onlar, dinlerine bağlı
Hristiyanlardı. Avrupalılar onları dinde kardeş kabul
ediyorlardı. Bundan dolayı içerden müslümanları yıkacaklarını
ve onları kontrol altına alacaklarını sanıyorlardı. Onlara göre
bu savaş, dinî olduğu için dünyanın her tarafında yaşayan
Hristiyanların buna iştirak etmeleri gerekiyordu.
İkincisi;
müslümanların birbirlerine sırt çevirip ilişkilerini kestikleri
bir sırada Hristiyanlar, sayılarının çokluğuna ve güçlerinin
büyüklüğüne güveniyorlardı. Müslümanların siyasî varlıklarında
(devletlerinde) çözülmelerin başladığını gören Hristiyanlar,
onları bir defa mağlup edebilirlerse sonuna kadar kendilerine boyun
eğdireceklerini, dinlerini ve kendilerini kolayca ortadan
kaldıracaklarını zannediyorlardı.
Fakat onların hayali boşa çıkmış
ve tahminleri doğru çıkmamıştı. Harp esnasında Hristiyan
Arapların müslümanların saflarına geçip, tüm propagandalarına
rağmen müslümanlarla beraber savaşa katıldıklarını gördüklerinde
haçlılar dehşete kapılmışlardı. Çünkü Hristiyan Araplar,
Dâr-ül İslâm'da yaşıyor, onlara İslâm nizamı uygulanıyordu.
Müslümanların sahip oldukları hak ve görevlere onlar da sahip
bulunuyorlardı. Müslümanlar Hristiyanlarla bir arada yaşıyor,
yemeklerini yiyorlar, kadınlarıyla evleniyor ve akraba oluyorlardı.
Hayat sahasında beraber hareket ediyorlardı. Çünkü İslâm, onların
bütün haklarını garanti altına almıştı. Bütün halifeler ve
yöneticiler, İslâm Devleti'nde bu yolu takip etmişlerdi. İbni
Hazm şöyle demektedir: "Düşmanlar,
ülkelerimize saldırıp içimizdeki Hristiyanları yok etmek
istediklerinde zımmilerin bizim ülkemizdeki hakkı, onları savanmak
hususunda gerekirse ölmemizdir. Bu konuda her eksik davranış zimmet
haklarını ihmal olur."
El-Karrafi ise şöyle
demektedir: "Zımmilere karşı müslümanların
görevi; zayıflarına acımak, fakirlerini giydirmek, açlarını
doyurmak, çıplak olanlarını giydirmek, onlara karşı yumuşak sözlü
olmak, onlardan eziyeti kaldırmak, onlara karşı korkmayarak ve yüceltmeyerek
merhametle muamele etmek. Mallarını, çoluk ve çocuklarını, ırz
ve namuslarını ve bütün hukuk ve menfaatlerini korumak, onlarla
güzel ahlâk ölçüleri içerisinde yaşamaktır."
İşte bunların hepsi
Hristiyanların müslümanlarla beraber haçlı ordularına karşı
birleşmesini sağladı. Evet zanlarının gerçekleşmediğini gördükleri
zaman büyük bir dehşete düştüler.
Şam beldelerini istila idip müslümanları
yenilgiye uğrattıktan sonra en çirkin, iğrenç rezaletlerini işlemişlerdi.
Müslümanlara yaptıkları ilk iş, onları ülkelerinden çıkartıp
uzaklaştırmaktı. Hristiyanlar, müslümanlarla yaptıkları bütün
savaşlarda bu yol üzerinde seyr ettiler. Bu durum, Filistin'de olduğu
gibi şimdiye kadar devam etmiştir.
Haçlılar, Şam ülkelerini
istila edince işin bittiğini, müslümanların bir daha oraya
gelemiyeceklerini zannediyorlardı. Fakat müslümanlar, haçlıları
kendi yurtlarından çıkarmaya kesin olarak kararlıydılar. Şam
beldelerinde iki asra yakın durmalarına, bir çok emirlik ve krallıklar
kurmalarına rağmen sonunda müslümanlar haçlılara karşı kesin
zafer elde ederek onları memleketlerinden çıkarıp attılar.
Haçlılar bütün bunlardaki sırrı
araştırdılar ve onu İslâm'da buldular. Zira İslâm'ın akidesi müslümanlardaki
bu büyük kuvvetin kaynağını meydana getiriyordu. İslâm'ın hükümleri
-müslüman olmayanlar bakımından- onların haklarını onlar için
garanti ediyordu. Bu ise idare edilenler arasında kaynaşmayı
sağlamıştı. Bunun için emperyalist kâfir İslâm dünyasına
saldırmanın metodu üzerinde uzun uzun düşündü. En iyi metodun
misyonerlik yoluyla kültürel saldırı olduğunu gördü. Bundan
gaye, Hristiyanları kendi tarafına çekmek, müslümanları dinleri
hakkında şüpheye düşürmek ve akidelerini sarsmaktı. Böylece
İslâm Devleti'nin tebaları olan müslimlerle gayri müslimler arasında
ayırım meydana getirecek ve müslümanların gücünü zaafa uğratacaklardı.
Bu metodu bilfiil uygulamaya
koymak için Miladî 16. asrın sonlarında Malta'da misyoner
faaliyetleri için büyük bir merkez kurdular. Bütün İslâm
dünyasında misyoner propagandalar buradan yönetiliyordu. Bir
müddet burada yerleşip faaliyetlerini devam ettirdiler. Fakat daha
sonra faaliyetlerini geliştirme ihtiyacını duydular. Bundan dolayı
Miladî 1625 senesinde Şam beldelerine geçtiler. Oralarda misyoner
hareketler oluşturmaya çalıştılar. Fakat bir kaç küçük okulun
açılması ile bir kaç dinî kitabın yayınlanmasından başka pek
fazla bir çalışmaları olmadı. Bu yerlerde toplumun karşı
koymasından dolayı büyük sıkıntılara maruz kaldılar. Fakat
onlar Milâdî 1773 senesine kadar sebat ettiler.
Çalışmaları 1773 yılında
Hristiyanlık propagandası yapan İsevî cemiyetlerin hepsinin lağvedilerek
kapatılmasıyla son buldu. Azurlar Cemiyeti gibi küçük bir kaç
cemiyet dışında bütün misyonerlik cemiyetleri kapatıldı. Bazı
küçük cemiyetlerin varlığına rağmen, misyonerlik
faaliyetlerinin tesiri kesintiye uğradı. Malta hariç 1820 senesine
kadar bir varlık gösteremediler. O sene Beyrut'ta ilk misyonerlik
merkezi kuruldu. Orada faaliyetlerine başladılar. Bir çok
zorluklarla karşılaştılar. Bütün bu zorluklara rağmen işlerine
devam ettiler. Bütün çalışmaları dinî propaganda ve dinî
kültüre yönelik idi. Eğitim sahasında pek fazla bir faaliyetleri
göze çarpmıyordu.
1834 yılında misyonerlik
faaliyetleri Şam beldelerinin diğer yerlerinde yayıldı. Lübnan'ın
Antura köyünde bir fakülte açıldı. Kitap ve yayınlarının
basımı için Amerikan misyonerleri matbaalarını Malta'dan Beyrut'a
taşıdılar. Amerikalı meşhur misyoner İli Simit, etkin bir çalışma
sürdürüyordu. Bu misyoner Malta'da gönüllü olarak propaganda işleriyle
meşgul oluyor ve haberleşme işini yüklenmiş bulunuyordu. 1827
senesinde Beyrut'a geldi. Fakat Beyrut'ta bir sene geçmeden kendisine
korku ve bıkkınlık hakim oldu. Sabredemiyerek tekrar Malta'ya döndü.
1834 yılında tekrar Beyrut'a döndü. Hanımı ile birlikte
kadınlar için bir okul açtı. Her gün biraz daha çalışma
sahası genişledi. Özel olarak Beyrut'ta, umumi olarak da Şam
beldelerinde hayatını çalışmaya vakfetti.
İşte bu çalışmaların
hepsinin misyonerlik hareketinin yeniden dirilmesinde büyük etkisi
oldu. Fransa'da alınıp Mısır'da uygulanan eğitim progrmalarından
ilham ile Suriye'de ilkokullara aynı programı tatbikata kalkışan
İbrahim Paşa'nın hareketi mevcud misyonerlere fırsat hazırladı.
Bu fırsatı ganimet bilen misyonerler propaganda yapmak için
İbrahim Paşa'nın başlattığı bu eğitim hareketine katıldılar.
Daha sonra bu hareketi basına da yaydılar. Böylece misyoner
hareketi gelişti. Eğitim hareketine açık olarak katıldılar. Bu
faaliyetleriyle "dinî hürriyet" ismi altında İslâm
Devleti'nin tebası arasında düşmanlık ve kin tohumlarını
yaymayı başardılar. Müslüman, Hristiyan ve Dürzîler arasında
akideye taalluk eden bir dinî faaliyet ortaya koydular.
1840 tarihinde İbrahim Paşa
Şam'dan çekilince, orada sıkıntı, anarşi ve ızdırap başladı.
Halk çeşitli guruplara ayrıldı. Yabancılar, özellikle Hristiyan
misyonerler ülkede Osmanlı Devleti'nin nüfuzunun zayıfladığını
anladıkları için fitne ateşini yakmaya başladılar. Bir sene
sonra yani 1841 yılında Lübnan dağlarında Hristiyanlar ile Dürzîler
arasında büyük çatışmalar başladı. Yabancı devletlerin
baskısıyla Osmanlı Devleti, Lübnan'ı ikiye ayıran planı tatbik
etmek mecburiyetinde kaldı. Bu planda Lübnan'ın bir kısmına
Hristiyanlar, bir kısmına da Dürzîler hakim olup iki kısım için
bir başkan tayin edilecekti. Osmanlı Devleti'nin bundan gayesi, iki
etnik gurubun birbirleriyle çatışmasını engellemekti. Ancak bu
plan tabiî olmadığı için başarılı olamadı. Bu
anlaşmazlıkları bahane ederek İngiltere ve Fransa müdahale etti.
Bu ateşi söndürmeye kalkışanlara karşı fitne ateşini durmadan
yakıyorlardı. İngiltere ve Fransa, Lübnan'ın işlerine karışmak
için gurublar arasındaki bu sürtüşmeyi vesile kıldılar.
Fransızlar Maruniler tarafını, İngilizler de Dürzîlerin tarafını
tuttular.
1845 senesinde kargaşalar feci
bir şekilde yeniden çıktı. Kilise ve mabedlere saldırılarda
bulunuldu. Yağma ve öldürmeler her tarafa yayıldı. Osmanlı yönetimi,
Lübnan'da sahip olduğu mutlak yetkiye dayanarak, gurupları bir
araya getirmek için bir hariciye müfettişi gönderdi. Fakat yanan
ateşi biraz söndürmeye muvaffak olmasına rağmen, ehemmiyetli
denebilecek bir iş yapamadı.
Bu arada misyonerler boş
durmayarak faaliyetlerini geliştiriyorlardı. 1857 senesinde Maruni
gurubu arasında devrim ve silahlı çatışma fikri ortaya çıktı.
Nitekim Maruni din adamları çiftçileri toprak sahiplerine karşı
ayaklanmaya teşvik ettiler. Kuzey Lübnan'da toprak sahiplerine karşı
şiddetli hücumlara giriştiler. Devrim ateşi orada bunların
elleriyle yakılarak güneye doğru uzandı. Hristiyan çiftçiler,
Dürzî olan toprak sahıplerine saldırmaya başladılar. İngiltere
ve Fransa'dan her biri kendi cemaatlarını destekliyorlardı.
İngilizler Dürzîleri, Fransızlar da Hristiyanları
destekliyorlardı. Bundan dolayı fitne genişleyerek Lübnan'ın her
tarafına yayıldı. Dürzîler, Hristiyanlardan din adamı,
çoluk-çocuk demeden herkesi öldürmeye başladılar. Bu merhamet
tanımaz çılgınca tecavüzlerde binlerce Hristiyan hunharca
öldürüldü.
Bu çarpışmaların dalgası
Şam beldelerinin diğer yerlerine de yayıldı. Şam'da müslümanlarla
Hristiyanlar arasında şiddetli öfke dalgaları esmeye başladı.
Miladî 1860 yılının Temmuz ayında müslümanlar, Hristiyanların
bulundukları bölgelere hücum ettiler. Büyük bir öldürme
hareketine giriştiler. Bu katliamlarla birlikte her tarafı yıkıp
yaktılar. Devlet, bu fitneyi güç kullanarak durdurmak
mecburiyetinde kaldı. Bütün bu sıkıntı ve kargaşalıklar sona
ermek üzere iken, Batı devletleri bu durumu Şam beldelerine girmek
için bir fırsat bildi. Savaş gemilerini Lübnan sahillerine
gönderdi. Aynı senenin Eylül ayında Fransa, bir Fransız kara
birliğini Beyrut'a gönderdi. Devrimi bastırmaya çalışmaya
başladı.
Batılı devletlerin Osmanlı
Devleti için Suriye'de ateşledikleri fitne işte böyle hasıl oldu.
Batılılar, bu fitneyi oraya müdahale etmek için çıkarmışlardı.
Böylece oraya müdahale ederek Osmanlı Devleti'ni Suriye için hazırladıkları
yeni statüyü kabul etmeye zorladılar. Bu statüye göre Suriye, iki
vilâyete ayrılacaktı. Lübnan'a özel imtiyazlar verilecekti.
Böylece Lübnan, diğer Şam beldelerinden ayrılarak özerkliğe
kavuşturuldu. Başında bir Hristiyan yönetici bulunacak halkı
temsil eden bir idari meclis de o yöneticiye yardım edecekti. İşte
bundan itibaren Lübnan'ın yönetimi yabancı devletlerin eline geçmiş
bulunuyordu. Yabancı devletler burayı kendileri için merkez haline
getirdiler. Böylece Lübnan, yabancıların Osmanlı Devleti'nin ve
İslâm beldelerinin kalbine nüfuz ettikleri bir köprübaşı
durumuna geldi.
Bu sırada misyoner faaliyetleri
daha önce görülmemiş bir şekilde genişleyerek ülkenin her tarafına
yayılıyordu. Okul, propaganda ve yazı ile hareketlerini kafi görmeyerek
bir çok cemiyetler tesis ettiler. 1842 senesinde Amerikan
misyonerleri idaresi altında onun programlarına göre ilmî bir
cemiyet tesisi için bir heyet kuruldu. Bu heyet 5 sene çalıştıktan
sonra 1847 senesinde Fen ve İlimler Cemiyeti adı altında bir
cemiyet kuruldu. Bu cemiyetin üyelerinden olmak üzere Lübnan
Hristiyanlarından Nasif Yazıcı ve Butros el-Bostani ile Amerikalı
İli Simit ve Kornilyos va Bedak, İngiliz Kolonil Çorçil isimlerini
verebiliriz. İlk zamanlarda bu cemiyetin hedefleri kapalı idi. Ancak
okullarda küçük çocuklar arasında ilimler yayıldığı gibi büyükler
arasında ilim yayıldıkça bu cemiyetin hedefleri de meydana çıkıyordu.
Çocuklar Batı kültürü ile kültürlenmeye götürüldükleri gibi
büyükler de misyonerlerin planına uygun özel bir şekilde yönlendirildiler.
Bu cemiyetin adamlarının fevkalâde çalışmasına rağmen iki sene
içerisinde bütün Şam beldelerinden ancak 50 tane aktif üye oraya
intisab etti. Bunların hepsi Hristiyandı ve çoğu Beyrut'ta
oturuyordu.
Bu cemiyete ne müslümanlar ne
Dürzîler üye olmadı. Cemiyetin gösterdiği bütün çabalarına
rağmen arzu edilen ürünü verememişti. Beş sene sonra bu cemiyet
yok olup gitti. Arkasından bıraktığı tek şey, misyonerlerin
cemiyet kurmaktaki istekleri olmuştur.
Bundan dolayı 1850 senesinde
Fransız Papa Yesu’i Henry Dobronir'in idaresi altında Yesu’iyyun’un
kurdukları ve ismine Şark Cemiyeti dedikleri bir cemiyet
kurulmuştur. Bu cemiyetin tüm üyeleri Hristiyandı. Bu da Bilim ve
Fen cemiyetinin programını uyguluyordu. Fakat pek uzun yaşamadı.
Az sonra birinci cemiyet gibi o da yok olup gitti. Daha sonra bir çok
cemiyetler kuruldu, fakat hepsi de yok olup gitti.
Miladî 1857 yılında yeni bir
üslup ile bir cemiyet kuruldu. Bu cemiyete yabancılardan hiç bir
kimse giremiyecekti. Bunu kuranların hepsi Araplardı. Bu sebeble müslüman
ve Dürzîlere bu cemiyete katılma fırsatı verilmiş bulunuyordu.
Suriye İlim Cemiyeti adı altında kurulan bu cemiyet, Araplardan
başka hiç bir yabancıyı kabul etmediği için Araplar arasında büyük
gelişmeler kaydetti. Bu özelliğinden dolayı halk üzerinde etkisi
olduğu için üye sayısı yüzelliye ulaştı. Cemiyetin idare
heyetinde Araplardan ileri gelen şahsiyetler de var idi. Bunlar
arasında Dürzîlerden Mehmed Arslan, müslümanlardan Hüseyin Bihim
sayılabilir. Ayrıca Arap Hristiyanların her gurubundan da bu
cemiyete katılanlar oldu. Bunlar en meşhur olanlardan İbrahim
Yazıcı ve Butros Bustani'nin oğlu da vardı.
Lübnan'da kurulan cemiyetlerin
hepsinden daha fazla yaşayan bu cemiyetin programı, mevcud bütün
gurubları bir çatı altında toplayabilmek hedefini güdüyordu. Bu
cemiyet Arap milliyetçiliğini körükledi. Fakat onun asıl ve gizli
hedefi “ilim” adı altında misyonerlik ve sömürgecilik idi.
Zaman zaman batı kültürü ve hadareti misyonu ile bu gayesi meydana
çıkıyordu.
Daha sonra 1875 senesinde
Beyrut'ta bir gizli cemiyet kuruldu. Bu cemiyet, siyasî bir fikir
üzerine kuruldu. Durmadan Arap milliyetçiliği fikrini yaymaya
başladı. Bu cemiyet, Beyrut'ta bulunan Protestan okulunda tahsil
yapmış beş genç tarafından kuruldu. Bunların hepsi misyoner
faaliyetlerin tesir edebildiği Hristiyanlardandı. Bu cemiyeti bu gençler
kurdular. Belli bir zaman sonra az bir gurub daha onlara katıldı. Bu
cemiyet, söz ve yayınlarıyla Arap milliyetçiliğinin ve Arapların
siyasî bağımsızlığının özellikle Suriye'de ve Lübnan'da
savunuculuğunu yapıyordu. Ancak cemiyetin gerek çalışması
gerekse programı ve cemiyetten gelen haberlere göre onun bir takım
kapalı istekler ile meçhul emeller arkasında koştuğu
anlaşılıyordu. Cemiyet, Arap milliyetçiliğini ve Araplığı
savunurken Osmanlı Devleti'ne karşı dümanlığı durmadan körüklüyordu.
Osmanlı Devleti'ne "Türkiye" ismini vererek kavmiyetçilik
propagandası yapıyordu.
Arap milliyetçiliğini esas
kabul edip, dini devletten ayırmaya çalışıyordu. Cemiyet, Arapçılık
elbisesine bürünerek kendi ifadelerine göre
"Türkiye'nin" İslâm Hilâfetini Araplardan zorla aldığını,
İslâm Şeriatına tecavüz ettiğini, Türkiye'nin dini ihmal ettiğini
ifade eden ve gayelerini ortaya çıkaran propagandaları durmadan
yayıyorlardı. Bu faaliyetleri ile bu cemiyetin asıl gayesinin, İslâm
Devleti'ne karşı sıkıntılar meydana getirmek ve din hususunda
insanları şüpheye düşürmek, İslâm'dan başka esaslara dayalı
siyasî hareketler oluşturmak ve Osmanlı Devleti'ne karşı halkı
kışkırtmaktan ibaret olduğu açığa çıkıyordu.
Bu hareketlerin tarihi
araştırıldığı zaman, onların Batılılar tarafından sahneye
konulduğu, Batılıların kontrolunda cereyan ettiği, batılıların
onlara önem verip haklarında raporlar yazdıkları açığa çıkmaktadır.
Nitekim İngiltere'nin Beyrut Konsolosu 28 Temmuz 1880 tarihinde hükümetine
gönderdiği bir telgrafta şöyle diyordu: "Devrime ait yayınlar
çıkıyor. Mithat'ın bu yayınların kaynağı olması şüphelidir.
Durum sakindir. Detaylar posta ile gelecek." Bu telgrafın
çekilişi, adı geçen cemiyetin sokaklarda kendi broşürlerini dağıtıp,
onları Beyrut sokaklarında duvarlara yapıştırılmasından hemen
sonra olmuştur. Bu telgraftan hemen sonra Beyrut ve Şam'daki
İngiliz Konsoloslukları tarafından bir kaç tane mektup
gönderildi. Bu mektuplar, cemiyetin dağıttığı yayınlarla
birlikte idi. Bunlar, Protestan okulunda oluşup Şam beldelerinde
faaliyete başlayan bu hareketler hakkında birer rapor mesabesinde
idiler. Bu faaliyet, bir çok Arap beldesinde devam etmekle beraber,
Şam beldelerinde daha bariz idi. Burada delâlet eden de şudur:
Britanya'nın Cidde'deki mütemedi (elçisi) 1882 yılında Arap
milliyetçiliği hareketi hakkında bir mektubu hükümetine
gönderdi. O mektupda mütemed şöyle diyordu: "Ancak
şunu ifade edeyim ki, bana ulaşan haberlere göre bizzat Mekke'de
bazı zihinler "hürriyet" fikriyle hareket etmeye başlamıştır.
Bu haberlerden anladığıma göre orada, Necd bölgesi ile Irak'ın güneyini
birleştirmeye yönelik sistemli bir program mevcuttur. Bu plan,
Mansur Paşa'nın oraya tayinini, Asir bölgesinin Yemen'le birleştirilip
Ali b. Abid'in oraya tayinini de içermektedir."
Bu işe İngiltere gerekli
ehemmiyeti verdiği gibi, Fransa da bu hususa ilgi göstermiştir.
Fransa'nın bu işe ne derece ehemmiyet verdiğini 1882 senesinde
Beyrut'ta bulunan Fransızlardan birinin ağzından dinleyelim: "Bağımsızlık
ruhu geniş bir şekilde yayılıyor. Beyrut'ta bulunduğum sırada
okul ve hastaneler tesisi ile ülkenin kalkındırılması için
müslüman gençlerin bir takım faal cemiyetler kurmaya çok düşkün
olduklarını gördüm. Bu harekette en fazla dikkati çeken husus bu
gençlerin etnik gurupçuluğun tesirlerinden uzakta kalmış
olmalarıdır. Zira bu cemiyet, kendi üyeleri arasında
Hristiyanların da kabul edilmesini ve milliyetçilik çalışmalarında
Hristiyanlarla yardımlaşmaya dayanmayı gaye ediniyor."
Bağdat'ta bulunan bir Fransız
ise şöyle yazıyordu: "Anladığım
kadarıyla gezdiğim her yerde "Türk nefreti" kamuoyunda
yerleşmiş bulunuyor. Bu öfkenin gereğini yerine getirmek hususunda
ortak bir davranış içerisine girme fikri henüz oluşum
safhasındadır. Yeni doğmuş bulunan Arap milliyetçiliği
hareketinin şiddetli öfke dalgası uzak ufuklarda görünüyor.
Şimdiye kadar daima mağlup olmuş olan bu halk, İslâm dünyasında
ve onun geleceğinin yönlendirilmesindeki tabiî merkezine yakınlığından
doğan hakkını istemeye kalkışacaktır."
Din ve ilim adı altında yürütülen
misyoner saldırılarına sadece Amerika, Fransa ve İngiltere
girmedi. Bu savaşa İslâmî olmayan bir çok devletler iştirak
etti. Meselâ; Çarlık Rusyası da onlardan birisi idi. Nitekim Çarlık
Rusyası, etrafa bir çok misyoner gönderdiği gibi, Prusya (Almanya)
devleti de Şam beldelerine rahibelerden meydana gelmiş bir misyoner
heyeti göndermişti. Bu heyet de diğer misyoner heyetleri arasına
katılmıştı.
Misyoner heyetleri arasında ve
Batı devletlerinin heyetleri arasında her ne kadar devletler arası
menfaatları itibarı ile programları bakımından siyasî bakış açıları
farklı olsa da gayede müttefik idiler. O gaye; Hristiyanlık dinini
yaymak, doğuda batı kültürünü diriltmek, müslümanları kendi
dinleri hususunda şüpheye düşürmek, ondan nefret etmeye sevketmek,
tarihlerini horlayarak Batı ve Batının kültürünü yüceltmekten
ibaret idi. Bütün bunlar İslâm ve müslümanlara karşı şiddetli
kin ve nefret, onları hor görmek, onları barbar ve gerici olarak görmek
duygularıyla beraber oluyordu. Yine bu, her Avrupalının görüşü
idi. Nitekim bunda da muvaffak olduklarını söyleyebiliriz. İşte küfrün
ve sömürgeciliğin İslâm dünyasına yerleşmesine sebeb de budur.
|