MİSYONER
SALDIRILARIN ETKİLERİ
Bu saldırılar, İslâm
alemini kültürel bakımdan istila ettikten sonra, bu sefer de siyasî
bakımdan fethetmek maksadıyla batı sömürgeciliğin egemenliğini
temin etmek için gerekli yolu hazırlayan önbirliklerden ibaret idi.
Müslümanların İstanbul ve Balkanları fethedip İslâm'ın fikrî
liderliğini yüklenerek İslâm'ı Avrupaya götürmesinden sonra
İslâm beldeleri Batı için hedef oldu. Batı da kendi fikrini
oralara götürerek, hayatla ilgili mefhum ve hadaretini oralarda
sahneye koymaya başladı. Bu hususu çeşitli yol ve araçlarla
yapmaya çalıştı. Meselâ; “ilim”, “insanlık” ve “dinî
propaganda” gibi adlar altında bunları yaydı. Batı kendi
hadaretini ve mefhumlarını taşımakla yetinmeyerek İslâm
hadaretini, hayat hakkındaki İslâm'ın mefhumlarını da kötülemeye
koyuldu. Böylece İslâm'a karşı saldırılara yöneldi. Bu bir
çok okumuş insanı ve siyaset adamlarını, hatta İslâmî kültür
almış insanları ve halkı etkiledi.
Okumuş kültürlü kesime
gelince; sömürgeciler işgalden önce kendi özel misyonerlik
propagandasını yürüten okullarında, işgalden sonra da bütün
okullarda kendi felsefesine, hadaretine ve hayat hakkındaki özel
mefhumlarına dayalı kültür ve eğitim programlarını bizzat
kendileri hazırlayarak ortaya koydular.
Sonra Batı şahsiyeti, bizim
kendisi ile kültürleneceğimiz kültürün kendisinden çıktığı
esas kılındı. Batı tarihi, kalkınması ve sosyal yapısı,
akıllarımızı çelen asıl kaynak kabul edildi. Bununla da
yetinilmedi. Bilâkis Batının felsefe ve hadareti olan genel
ideolojiden ayrı kalmamak üzere batı kültür eğitim
programlarının tafsilatlarına hiç bir cüzü dışırda kalmayacak
şekilde dahil edildi. Öyle ki, bu prensipler her yeri etkisi altına
aldığı gibi, İslâm dini ve İslâm tarihi derslerine bile girdi.
Zira, artık İslâm dini ve İslâm tarihi batının düşüncesi
esasına dayandırıldığı gibi, batı mefhumlarına göre hazırlandı.
Bundan dolayı artık İslâm dini, İslâmî okullarda batının din
hakkındaki mefhumlarına göre ahlâkî ve ruhî bir madde olarak
okutulmaya başlandı. Bu ise İslâm'ın hayatla ilgili mefhumunun
gerçeğinden ve o hayattan büsbütün uzak idi. Nitekim Resul (u)'in
hayatı, Peygamberlik ve onun risaletinden insanımızı koparmak için
öğretilir oldu. Napolyon veya Bismark'ın hayatı nasıl okutuluyor
ise Resulullah'ın hayatı Peygamberlikten ve risaletinden uzak olarak
okutulmaya başlandı. Bundan dolayı onun hayatı okutulurken müslümanların
akıllarında herhangi bir fikir ve anlayış meydana getirmediği
gibi nefislerinde herhangi bir duygu da tahrik etmez oldu. Din
programının kapsamına giren ibadet ve ahlâkla ilgili dersler bile,
okullarda menfaat bakış açısından okutulur, böylece İslâm
dininin eğitimi bile, batı mefhumlarına uygun biçimde verilir olmuştur.
Yanlış anlayış ve kötü maksadın icadı olan bir çok
eksiklikler İslâm tarihi dersinde öğretilir ve İslâm tarihi
öyle gösterilir oldu.
“İlmî araştırma” ve “tarihi
saygınlık” ismi altında simsiyah bir tablo ortaya konulmaktadır.
Durum daha da kötüleşir ve müslümanların zihni bulandırılır
oldu. Bunun neticesinde kültürlü ve tarih bilen bir çok
müslüman, yazdıkları tarih kitablarını batı uslübu ve misyoner
metodu içerisinde yazar oldular.
Böylece bütün programlar, batı
felsefesi esasına ve batı metodlarına uygun bir şekilde ortaya
konur. Bununla bir çok tahsilli insan, Batı kültürünün çömezi
ve öğrencisi olurlar. Bu çömezler, Batı hadareti ve kültürüne
övgüler dizip, ona ilânı aşk ederler. Batı hadaretinin
kavramına uygun bir hayat yaşamaya çalışırlar. Hatta onlardan
bir çoğu Batı kültürü ile çelişen İslâmî kültür ve
kavramları bile kerih görüp inkâr ederler. Böylece Batının
hayat anlayışının hakim olduğu Batı kültürü ile yoğrulmuş
olurlar. Bunlar, bu Batı kültürüne ihlaslı bir şekilde
bağlanıp, yabancıları kusursuz kabul etmeye ve onların hadaretini
yaymaya çalışırlar. Bunların çoğu, bu kültür ve hadaretinin
kalıbı ve potasında eridiler. Batılı bir kimsenin İslâm ve İslâmî
kültüre beslediği insafsız düşmanlık gibi bunlar da İslâm ve
kültürüne insafsız düşmanlık beslediler. Batılının İslâm'a
karşı yaptığı haksız, çirkin düşmanlığı gibi bunlar da
İslâm ve kültürüne düşmanlık ettiler. Batılıların
kendilerine telkin ettikleri şekilde onlar da, müslümanların geri
kalış sebebinin İslâm ve İslâm kültürü olduğuna inanmaya
başladılar. İşte böylece misyoner saldırılar, müslümanlardan
kültürlü bir gurubun kendilerine katılması ve kendi saflarında
İslâm ve İslâmî kültüre karşı savaşmasıyla kesin olarak tam
bir başarı elde etmiş oldular.
Durum sadece Batıda ve yabancı
okullarda eğitim görmüş kültürlülerden İslâmî kültürü taşıyan
kişilere de sıçradı. Batı sömürgeciliğinin İslâm dinine ve
müslümanlara olan saldırıları, onları korkuttu. Bundan dolayı
bu saldırıları red hususunda doğru yanlış ellerine geçen her
türlü vasıtayı kullanarak onlara karşı koymaya koyuldular.
Yabancılar bizzat İslâm'ın öğünülecek hususlarını kötüledikleri
gibi, İslâm'a yalanlar isnat edip bu şekilde de İslâm'a saldırdılar.
Ancak o kültürlü müslümanlar, İslâm'a yapılan ithamları
reddetmeye ve cevaplar vermeye çalıştılar. Daha sonra İslâmî
nassları batı mefhumlarıyla bağdaşacak şekilde te'vil etmeye
yeltendiler. Böylece İslâm'a yapılan hücumlara karşı koymaları
da, İslâm'ı müdafaadan fazla misyoner savaşına yardımcı oldu.
Bundan daha kötüsü İslâm hadaretine ters düşen Batı
hadaretinin zamanla kabullendikleri mefhumlar haline gelmesi oldu.
Ayrıca bu mefhumları yalan ve iftira ile İslâm'a nisbet ettiler.
Onlardan bir çoğuna Batının kendi hadaretini İslâm ve
müslümanlardan aldığı vehmi galib geldi. Onlar batı hadareti ile
İslâm hadareti arasındaki kesin çelişkiye rağmen, İslâm
hükümlerini Batı hadaretine uyacak şekilde te'vil etmeye
başladılar. Bundan dolayı Batı hadaretini tam olarak kabul ettiler
ve akide ve hadaretlerinin Batı hadareti ile bağdaştığını ilân
ederek buna rıza gösterdiler. Bu, onların İslâm hadaretinden
vazgeçip Batı hadaretini kabul ettiklerini gösteriyordu. Zaten
sömürgeciliğin ya da Batının seferber ettiği misyoner ve sömürgeci
saldırılarında ulaşmak istediği hedef de budur. Yabancı kültürle
kültürlenmiş kişilerin ve kötü anlayış içinde İslâm
kültürü ile kültürlenmiş kişilerin varlığı ile artık
Batının hayat anlayışı hakkındaki mefhumları, müslümanlarca
da kabul edildi, müslümanların beldelerinde de mataryalist batı
hadareti egemen oldu. Toplumda hayat Batı hadaretine, Batının
mefhumlarına boyun eğer oldu. Müslüman halk, yönetimde demokrasi
nizamı ile ekonomide kapitalizm nizamının küfür nizamları
olduğunu anlamaz oldu. Yine müslüman halk, Allah'ın;
"Kim Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse/yönetmezse işte onlar kâfirlerin
ta kendileridir." (Maide 44) sözünün cahili olmadıkları
halde aralarında Allah'ın indirmediği hükümlerle hükmedildiğinde/yönetildiğinde
etkilenmez oldular. Bütün bunların sebebi dini devletten ayırma
esasına dayanan Batı hadaretinin onların toplumlarına hakim
olmasıdır. Bir de onların çevre ve atmosferlerine hükmeden şeyin
mataryalist batı mefhumları olmasıdır.
Bu atmosfer içinde yaşayanlar;
kendilerini dünya işlerinin istek ve şehvetlerine uygun olarak
sadece Allah'a inanıp namazlarını kılmakla dinî vecibelerini
yerine getirmiş olarak hissetmeye başladılar. Çünkü onlar, "Kayser'in
hakkını Kayser'e, Allah'ın hakknı Allah'a verin" diyen
batı mefhumlarının tesirinde kalmışlardır. Onlar Kayser'i ve
Kayser'e ait olanların hepsini Allah'a veren, namazı,
alış-verişi, icare, havale, yönetim, ilim öğrenmek gibi bütün
işleri Allah'ın emri ve nehiylerine göre olmasını isteyen İslâmî
mefhumların etkisinde kalmamışlardır. Evet onlar, bu mefhumlardan
etkilenmemişlerdir. Allahu Teâlâ'nın şu sözlerini okumalarına
rağmen;
"Onların arasında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet." (Maide
48)
"Belli bir zamana kadar
borçlandığınız zaman onu yazınız." (Bakara
282)
"Kendisine doğru yol gösterildikten
sonra Peygambere muhalefet edip, mü'minlerin yolundan başka yola
tabi olan kimseyi yöneldiğine dönderir ve onu Cehennem'e koyarız.
O ne kötü bir yerdir." (Nisa 115)
"Bütün mü'minler sefere
çıkacak değiller, dinde fıkıh sahibi olmak, kendileri geri döndükleri
zaman, belki çekinirler diye kavimlerini uyarmak için her fırkadan
bir gurub sefere çıkmalı değil mi."
(Tevbe 122)
Evet, onlar Kur'an ayetlerini
okusalar da, onlardaki bu mefhumlardan etkilenmezler. Çünkü onları
ancak Kur'an'dan ayetler olarak okurlar. Halbuki müslüman, Kur'an
ayetlerini hayat mücadelesinde kendisiyle amel etmek için okurken
onlar batı mefhumlarının kendilerine hakim olduğu bir ortam içerisinde
okuyorlar. Bu ayetlerin ruhatiyetinden etkilenseler bile, zihinleri
ile bu ayetlerin mefhum ve delaletleri arasında bir engel koyuyorlar.
Çünkü Batı hadareti onlara hükmetmektedir. Çünkü Batının
kavramları onlara ve onların hayatına egemendir. Bu izahat halkın
çoğunluğu ve İslâm kültürü ile ve yabancı kültürlerle
kültürlenenler bakımından idi.
Meseleyi siyaset adamlarına göre
ele aldığımız zaman felâket daha büyük, belâ daha genel olarak
karşımıza çıkıyor. Zira sömürgeciliğin onları bir araya
getirip, Osmanlı Devleti'ne karşı ayaklanmaları için teşvik
ettiği, kendilerine çeşitli mevki ve makamı vaadederek
kandırdığı gündem beri -halbuki şeytan onları kuruntular ve
boş vaadlerle kandırır- o siyasîler, bu yabancı kervanın içerisinde
yerlerini alıp onlarla beraber hareket etmişlerdir. Yabancıların
programlarına göre icrayı faaliyette bulunmuşlardır. Osmanlı
Devleti zamanında yabancılarla bir olup, kendi devletleri aleyhine
çalışmışlardır ki, bu İslâm'ın kesinlikle caiz görmediği
bir husustur. Fakat onlar bu cinayeti işlediler. Bu yaptıklarını
da her yıl bir bayram şeklinde kutlayıp anımsarlar.
Onlar böyle bir zamanda devleti
ıslah etmek için hakim guruba karşı savaş vereceğine, devletin düşmanı
olan kâfirlerin safına geçip devletin tamamına karşı
savaştılar. Ta ki kendi ülke ve beldelerini sömürgeci kâfirin
istilasıyla acı neticeler ortaya çıkıncaya kadar. Daha sonra da
bu siyasîler (yöneticiler) sömürgeci kâfire karşı savaşmak için
halk ile birleşip, ondan yardım isteyecekleri yerde, halka karşı kâfir
sömürgecilerden yardım istemeye başladılar. Onların emperyalist
kâfirden etkilenmeleri öyle bir hadde vardı ki, onlara İslâmî
şahsiyetlerini kaybettirdi. Onların siyasî ve felsefî görüşleri
de zehirlendi. Hayata ve cihada bakışları fesada uğradı. Bunun
neticesinde İslâmî ortam büsbütün bozulduğu gibi, hayatın
değişik sahaları hakkında fikrî kargaşa meydana geldi. Cihad
yerine anlaşmayı uygun gördüler. Ülkede yığın yığın
ordulardan daha fazla sömürgeciliğe yararlı olan "al ve
iste" prensibine inanarak, gözlerini sömürgeci kâfirlerin
yapacağı yardıma diktiler ve ona dayandılar. Sömürgeci kâfirden
istenecek her yardımın büyük bir günah olduğunu, aynı zamanda
siyasî bir intihar olduğunu anlamadılar. Dar bir bölge için çalışmaya
razı oldular. O dar bölgeyi siyasî çalışmalarının sahası
kıldılar. Bölge beldeleri ne kadar geniş olursa olsun bölgeciliğin
imkânsızlıklardan dolayı, bu bölgecilğin siyasî çalışmayı
sahih hayatın gerektirdiği, siyasî ve siyasî olmayan yükleri kaldırmak
bakımından verimsiz kılacağını anlayamadılar.
Bütün bu şeylerle
yetinmediler. Bilâkis onlar ferdî uyanışlarının merkezini ferdî
maslahatları olarak, umumi uyanışlarının merkezini de yabancı
devletler olarak kabul ettiler. Bundan dolayı -ideolojileri olan-
tabiî uyanış merkezini kaybettiler. Tabiî uyanış merkezini
kaybetmeleriyle ne kadar ihlaslı olurlarsa olsunlar, çaba
sarfederlerse etsinler çalışmalarının başarıya ulaşması
imkanını da kaybetmiş oldular. Bunun için bütün siyasî
hareketler kısır kaldıkları gibi ümmet içerisindeki her uyanış;
sessiz, umutsuz ve teslim olmakla sona eren bıçak altında can veren
bir hayvanın çelişkili, sıkıntılı çabalarına benzer oldu.
Çünkü siyasî haraketlerin liderleri tabiî uyanışlarının
merkezini kaybetmiş bulunuyorlardı. Ümmet de doğal olarak kendisi
için tabiî olan bu merkezi kaybetmiş oluyordu.
İşte böylece siyasî düşünceler
hatalı görüşlerle ve yabancı ideolojilerle zehirlenmiş oldu.
Çünkü İslâm ülkelerinde milliyetçilik ve sosyalizm, vatancılık
ve komünizm isimleri altında bir takım hareketler başladığı
gibi ruhî din ve ahlâk adıyla, irşad ve öğretim isimleri ile
bazı hareketler de cereyan etmeye başlamıştır. Bu hareketlerde
toplumun kötü durumunu daha da kötüleştirdiği gibi toplumun
altında kaldığı ağır sorunların düğümlerine eklenmiş bir düğüm
oldular. Bu hareketlerin neticesi; boşa çırpınış ve kendi
mihveri etrafında dönüp dolaşmak oldu. Çünkü, bu hareketler
misyoner savaşının etkisinde kalarak Batı hadaretinin
mefhumlarına uygun şekilde seyrettiler. Ümmet onların ipiyle
Batının hayat hakkındaki mefhumlarını kabule yöneltildi. Bir
faydası olmayan ve hayır getirmeyen hususlarda ümmetin alevlenmiş
duygularını söndürdüler. Sömürgecilik, ümmetin hayatî
noktalarına yerleşip orada kalma imkânını elde etti. Böylece
misyoner savaşının başarısı kesinlik kazanmış oldu.
|