İSLÀM DEVLETİ'NİN
ZAYIFLAMA SEBEPLERİ
İslâm Devleti, İslâm
ideolojisi (akide ve nizamı) üzerine kurulur. Gücü, devamlılığı,
ilerlemesi, hepsi ona bağlıdır. Bunun için İslâm, kuvvetli
olarak yaşandığı zaman İslâm Devleti de güçlü idi. Bu sayede
ulaşım vasıtalarının sadece at ve deve olduğu, dil ve kalemden
başka hiç bir yaygın vasıta olmadığı halde, bir çok geniş bölgeleri
fethetmiştir. Az bir zaman içerisinde fethedilen yerlerin halk ve
ümmetleri İslâm'ı kabul etti. Bu süratli gelişmeyi gerçekleştiren
tek şey devleti güçlü hale getiren İslâm'ın kendisidir.
İslâm düşmanları bunu
anladılar. Müslümanların nefislerinde, anlayış ve
tatbikatlarında, İslâm'a bağlılıkları güçlü şekilde devam
ettiği müddetçe, İslâm Devleti'ni zayıflatmaya güçlerinin
yetmeyeceğini anladılar. Bunun için müslümanların
kavrayışlarını, onların İslâm hükümlerini tatbikatlarını
zayıflatan vesileler icad ettiler.
İslâm anlayışını
zayıflatmak için kullandıkları vasıtalar çoktur. Bunlardan bir kısmı
İslâmî nassları ilgilendiren, bir kısmı bu nasları ifade eden
lugatı ilgilendiren, bir kısmı hayat olaylarına intibakı
ilgilendiren vasıtalardır.
Nitekim Peygamber'in hadislerine
bir çok yalan hadisler sokarak, Resulullah (sas)'in söylemediği bir
çok yalanlar uydurdular. Bu sözleri süsleyerek İslâmî olmayan
manalar ve İslâm'la çatışan kavramları İslâmî prensipler
olarak takdim ettiler. Böylece müslümanların bunları alıp,
onlarla amel ederek İslâm'dan uzaklaşmalarının tuzağını
hazırladılar. Bilfiil hadisler arasına bir çok şeyleri hadis diye
Resulullah'a isnad edip halkın arasına yaydılar. Ancak müslümanlar,
bu zındıkları farkederek komplolarını yok ettiler. Alim ve
muhaddisler, hadisi toplamaya başladılar. Onu rivayet edenlerin
tarihçesini ve vasıflarını ortaya koydular. Sahih hadisi
uydurulmuş zayıf hadisten ayırdılar. Böylece hadis ilmi korunmuş
oldu. Hadis rivayetini Teba-i Tabiin'in, onların tabiinden, onların
da sahabelerden rivayetleri ile sınırlandırdılar. Bu sened
zincirinden başka herhangi bir rivayet kabul etmediler. Ravilerin
sayısını belirttikleri gibi, onları birer birer tanıttılar.
Hadis kitaplarının silsileleri izah edildi. Bu sayede müslüman araştırdığı
zaman, sahih hadisi zaıfından, onu da uydurulmuşundan ayırabilir
imkanını elde etmiş bulunuyor. Bunu, o hadisin senedi ve metnini
bilmek ile yapabilir.
Ayrıca İslâm Deveti, bu zındıkların
bir çoğunu demir yumruk ile cezalandırmıştı. Resulullah (sas)'e
yalan isnad etmenin cezası olarak bir çoklarını da öldürttü. Bu
tedbirlerle, icra edilen komploların hiç birinin hem İslâm'a hem
de Devlete fazlasıyla bir etkisi olmamıştır.
Bu defa bu zındıklar, çalışma
sahasını değiştirdiler, İslâm'ın kendisiyle ifade edildiği
dile yöneldiler. Arapçanın İslâm'dan ayrılması için çaba
gösterdiler. Fakat ilk dönemde buna güçleri yetmedi. Çünkü
müslümanlar, fethettikleri yerlere beraberlerinde Kitab ve Sünnet
ve Arap dilini götürüyorlardı. İnsanlara Kur'an ve Sünnet'i öğrettikleri
gibi Arapçayı da öğretiyorlardı. İslâm'ı kabul eden insanlar
Arapçayı çok iyi öğreniyorlardı. Bunlardan Ebu Hanife gibi müçtehid
imamlar da olmuştur. Bişar b. Berd gibileri de şair, İbnul-Mukaffa
gibi beliğ yazarlar da olmuştur. Müslümanlar Arapçayı öğrenmek
için şiddetli bir gayret gösteriyorlardı. İmam Şafi, Kur'an tercümesine
cevaz vermemişti. Arapçadan başka dil ile kılınan namazın caiz
olmayacağına kani idi. Ebu Hanife gibi Kur'an tercümesine cevaz
verenler bu tercümeye Kur'an ismini vermezlerdi. Böylece bütün
gayretler Arapça dilini öğrenmeye yönelmiş bulunuyordu.
Çünkü Arapça, İslâm'ın
özgün bir parçası, onda içtihad yapma şartlarından bir
şartıdır. İslâm kaynaklarını anlamak ve ondan hüküm çıkarmak
ancak Arap dilini anlamakla mümkündür. Fakat Arap diline karşı gösterilen
ehemmiyet, Arap dilinin değerini bilmeyen yöneticilerin, Hicrî altıncı
asrından sonra yönetimin başına geçmesiyle yavaş yavaş
değerini kaybetmeye başladı. Arap dili İslâm'dan ayrıldı, içtihad
durdu, devlet İslâmî hükümleri anlamakta sıkıntı çekmeye başladı.
Bunun neticesinde İslâm'ın tatbikatı da güçleşti. Bunun,
devletin zayıf düşmesinde büyük etkisi oldu. Devletin yeni
olaylara karşı anlayışı da zayıfladı. Devlet, ortaya çıkan
problemlere ya çare bulamadı veya bulduğu çareler sağlam ve
sıhhatli değildi. böylece devletin zayıf düşüp yıkılmasına
sebeb olan bir çok problemler, devletin önüne yığıldı. Bütün
bunlar, İslâmî nass ve nassın bilinmesine yardımcı olan Arapça
ile ilgili hususlardır.
Hayatı ilgilendiren olaylara,
İslâm'ın tatbikatına gelince; müslümanlar, daha ilk asırlarda
Hind felsefesi ile İslâm'ı bağdaştırmaya çalışmışlardı. Dünya
hakkındaki zühdü ve ahireti istemeyi miskinlik ve vücuda eziyet
etmek anlamıyla tefsir ettiler. Böylece bu anlayış çok insanı,
İslâmî davet sahasında ve müslümanların hayat mücadelesi
meydanında gayret ve çaba göstermeyen, hayatın güzelliklerinden
nasiblerini alamayan kimseler durumuna getirdi. Böylece devlet, İslâm
ümmetine ait bir çok insanının gayretini İslâmî davet sahasında
kullanabilme imkanını kaybetmiş bulunuyordu. Bir çok ümmet evladının
gayretleri, vücudlarına işkence çektirmekle boşa harcanmıştır.
Sonra batının müslümanlara
karşı açtığı kültür savaşı da İslâm hadaratıyla (hayat
hakkındaki mefhumların toplamıyla) çelişen bir çok şeyler
getiriyordu. Bu savaş, müslümanlarda İslâm ile çatışan kültürü
alıp İslâm ahkâmıyla bağdaştırılabileceği fikrini meydana
getirdi. Batının bu kültür savaşı şerî hükümlere ters düşen
bir çok kanunu İslâm'a muhalif değilmiş gibi, onlara kabul
ettirdi. Bunun müslümanlar üzerinde büyük ve olumsuz tesiri oldu.
Batı hadaratının müslümanlara
hakim olmasında bir sakınca görülmedi. Müslümanlar artık
hayatı maddî menfaatlerden ibaret gördüler. Bu anlayış, onları
Osmanlı yönetiminde batının bazı kanunlarıyla amel etmeye sevk
etti. Faizi te'vil ederek bankalar açtılar. Böylece batının
kanunlarını alarak, şerî hadleri ve şerî kanunları geçersiz kıldılar.
Batının ceza kanunlarını aldılar. Bu hareket devlete büyük bir
felâket getirdi. Her ne kadar bu işlerin yapılmasına cevaz veren
fetvalar ortaya konsa da. Bu felâket, devleti İslâm ile
yönetmekten uzaklaştırdı. Bundan sonra İslâm Devleti'nde iman
harareti zayıfladı. Tabiatıyla devlet doğru yolu ve gücünü
kaybetmeye sürüklendi.
Anlayış ve kavrayış açısından
durum bu idi. Tatbikat açısından baktığımızda, üst üste yığılmış
bir çok sebebler devletin hatalı ve kötü tatbikatını
hazırladı. Bunlardan bazıları şunlardır:
Mevcut siyasî partiler,
uygulanmasını gerekli gördükleri kendi görüşlerini yürürlüğe
koymak için yönetime ulaşmak maksadıyla savaş yapmayı metod
olarak almışlardı. Hiç biri iktidara ulaşmak için ümmet yolunu
ittihaz etmemişlerdi. Abbasiler bu görüşlerini uygulama safhasına
koymak için İran ve Irak'ı istila ettiler ve bu iki memleketi
tutunma noktası kabul edip yönetimin Haşim oğullarına geçmesi
için devleti de istila ettiler. Sonra Fatimiler, Mısır'ı alarak
orada şer'î hükümlere muhalif İsmailiyye düşüncesi üzerine
kurulmuş bir yönetimle, İslâm Devleti’ne hakim olmak üzere bir
devlet kurdular.
Birinci durumdaki iş, şok
etkisi yaparak içerde devleti meşgul etti ve fetihleri durdurdu.
İkinci durumda ise, müslümanların tek bir devlette yaşamaları
gerekirken aynı anda iki devlet halinde yaşamalarına ve ikisi
arasında çekişmenin var olmasına yol açtı.
Bu olaylar, devletin
zayıflamasına tesir ettiği gibi fetihlerin durmasına ve İslâm
Davetinin tebliğine de engel oldu. Ancak siyasî partilerin böyle
bir yolu tercih etmelerine sebeb olan unsur, Emevi halifelerinin
kendilerinden sonra veliahd tayin etmeleri ve sağlıklarında onlara
biat ettirmeleri olmuştur. Böyle bir yolun tatbikiyle biatın
iktidara ulaştırma özelliği kayboldu. Muaviye, oğlu Yezid'i tayin
ederek onun için biat aldı. Ondan sonra gelen halifeler de
sağlıklarında, gelecek halifeyi vasiyet etmeye başladılar. Halife
öldükten sonra halk onun gösterdiği kişiye biat ediyordu.
Bu vasiyet edilen kişilere müslümanların
biat etmeleri adet oldu. Vasiyet edilenlerden başkasına biat nadir
olaylardandı. İşte bu uygulama, siyasî partileri yönetime ulaşmak
için kuvvete baş vurmaya sevketti. Her ne kadar vasiyet edilenler,
Ebu Bekir'in Ömer için ittihaz ettiği bir yolla geldi ise de, bu
yolun yanlış ve kötü tatbikatı bu kötü neticelere sürekledi.
Zira Ebu Bekir (ra) kendisinden sonraki halife olacak kimse için
müslümanların görüşlerini almıştı. Hilâfete aday olabilecek
kimselerin de sadece Ali ve Ömer olabileceği yapılan müzakerelerden
sonra açığa çıkmıştı. Daha sonra da Ömer (ra) tavsiye olundu
ve seçildi. Ebu Bekir (ra) vefat ettikten sonra, Ömer (ra)'a biat
yapıldı. Bu şerî bir husustur. Ancak şu hususa işaret edelim ki;
kendilerinden sonra başkalarını vasiyet eden halifeler, bu yolu kötü
tatbik ettiler. Zira onlar çocuklarını veya kardeşlerini yahut
ailesinden herhangi birini kendi yerine vasiyet ettiler. Bazı
zamanlar bu tayin birden fazla kimseler için de olmuştur. Bu
yanlış ve kötü tatbikat, müslümanların istedikleri kimseye biat
etmekte mahrum olmalarına sebeb olmuştur. Bu devleti zayıf düşürmüştür.
Ancak bu tatbikat, devlet
güçlü iken pek fazla tesirli olamamıştır. Fakat devlet zayıf ve
güçsüz olduğu zamanlarda tesirini göstermiştir. Devlet yönetimindeki
bu kötü durum sadece halifeye biat ile sınırlı kalmayıp,
valilere de sirayet etmiştir. Nitekim Abbasi Devleti'nin, Endülüs'te
yönetimi Abdurrahman'a bırakıp, onun orada müstakil olarak hareket
etmesine göz yumması, orayı İslâm Devleti'nden bir parça olarak
koparmış, daha sonra kendilerine Emir-el Mü'minin ismini verdikleri
valiler tarafından idare edilir hale gelmişti. Endülüs, her ne
kadar İslâm Devleti'nin bünyesinden ayrılmamış, oradaki müslümanlar
da her ne kadar diğer müslümanlardan ayrılmamış İslâm
ümmetinden bir parça olarak varlıklarını devam ettirmişler ise
de, yönetim bakımından ayrılmış durumda idiler. Bu husus, Endülüs'ün
zayıf düşmesine sebeb olmuş, kâfirlerin orayı istila edip
almalarını kolaylaştırmıştı. Güçlü durumda olan İslâm
Devleti, sahip olduğu kuvvetine rağmen Endülüs'teki çözülmeden
dolayı düşmanın oraya olan saldırısını önleyememiştir.
Batıda durum bu di. Doğuda
ise, valilere verilen genel valilik (yöneticilik) ve geniş yetkiler
valilerde baş olma his ve tamahlarını kabartmıştır. İç işlerinde
bağımsız olmuşlardı. Halife de buna rıza göstermişti. Halife;
minberlerde kendi namına hutbe okunup ona dua edilmesini, halife
tarafından yapılan tayinlere ait beratların çıkartılmasını,
onun adına para basılmasını, kendisine harac gönderilmesini
yeterli bulmuştur. Böylelikle içişlerinde bağımsız olan vilâyetler
küçük devletler gibi bir görünüm almışlardı. Selçuklular,
Hamedanlılar v.b. de olduğu gibi. Bu da İslâm Devleti'nin zaif düşme
sebeblerindendir.
İşte bütün bu hususlar, İslâm
Devleti'nin zayıf düşmesine yol açan sebeblerdir. Ta ki Osmanlılar
gelinceye kadar. Onlar Hilâfet'i ellerine almaya çalıştılar.. Birçok
İslâm beldelerini otoritelerinin altına alıp birleştirdiler. İslâm
Davetini Avrupaya götürdüler. Fetihlere yeniden başladılar. Ancak
bu fetihlerin hepsi ilk Osmanlı halifelerinin sahip oldukları iman
kuvveti ile ordunun güçlü oluşuna dayanıyorlardı. Yoksa bu
fetihler, İslâm'ı sıhhatlı bir anlayış ve onun kamil anlamda
tatbik edilmiş olmasına dayanmıyordu. Bundan dolayı bu fetihler,
daha önceki fetihler gibi verimli olmamıştır. Bilindiği gibi,
İslâm ümmetinde kuvvet yalnız başına bir esas olmamıştır.
Bundan dolayı Osmanlı Devleti de çok sürmeden zayıfladı. Daha
sonra yıkılarak İslâmî devlet ortadan yok olup gitti. Onun gidişi
ancak hasıl olan bir çok faktörlerin tesiri ile İslâm düşmanlarının
senelerce İslâm Devleti'ne karşı kurdukları bir çok tuzaklar
neticesinde gerçekleşmiştir. İslâm Devleti'nin zayıflayıp,
yıkılmasına sebeb olan amilleri/faktörleri iki ana gurupta
özetleyebiliriz:
A-
İslâm'ı kavrayıştaki zaafiyet,
B-
Onun kötü tatbikatı.
Bunun için İslâm Devleti'ni
yeniden geri getirecek tek esas, onu sağlam olarak anlamak ve
kavramaktır. Devletin gücünü koruyan tek unsur ise, devletin İslâm
ile ilgili sağlam anlayış üzerine devam etmesi, içeride İslâm’ı
iyi tatbik etmesi, dışarıya da İslâm'ın Davetini
taşımasıdır.
|