İKİNCİ
AKABE BİATI
Birinci Akabe biatı
hayırlı ve bereketli oldu. Zira sayıları çok az olan
müslümanlarla Resulullah (sas)'in ashabından bir şahıs olan
Mus'ab Medine'yi değiştirmek için yeterli oluyordu. O, Medine
toplumundaki mevcud duyguları ve fikirleri köklü bir değişikliğe
uğratıyordu.
Mekke'de müslüman olanlar çok
olmasına rağmen,Medine'ye nisbeten insanların büyük çoğunluğu
onlardan ayrı, uzak duruyorlardı. Çünkü topluluklar iman etmiyor,
İslâmî fikir ve duygular topluma tesir etmiyordu. Fakat Medine'de
insanlar topluluklar halinde İslâm'a girdiler. Orada toplum, İslâm'la
etkileniyor, İslâm'ın fikir ve duyguları etkili oluyordu.
Bu da şuna açıkca delâlet
etmektedir ki, toplumdan ve topluluklardan kopuk fertlerin imanı,
toplumda veya herhangi bir toplulukta bir tesir oluşturmamaktadır.
Hatta o fertler, kuvvetli de olsalar durum değişmemektedir.
İnsanlar arasındaki kaim olan alâkalar, fikir ve duyguların tesiri
ile etkilenirse, o zaman toplumda daveti taşıyanların sayıları az
da olsa, o toplumda değişiklik ve inkilâb vukuu bulur.
İslâmî fikirlerin ve duyguların
Mekke'de etkili olmayışı şuna da delâlet etmektedir : Belli bir
fikir üzerinde donup kalan bir toplum (Mekke toplumu gibi bir toplum)
içerisinde her ne kadar fasid fikirler olsa da, o fasid fikirlerin
tahakküm sürmediği (Medine toplumu gibi) bir toplumdan çok daha
zor ve güç bir toplumdur. Onun için Medine'deki toplum Mekke'deki
toplumdan daha çok İslâm'dan etkilendi.
Nitekim Medine'deki insanlar, taşıdıkları
fikirlerin hatalı olduğunu hissediyorlardı ve hayatları için başka
fikir ve nizamları araştırıyorlardı. Diğer yanda Mekke toplumu
ise, üzerinde bulundukları durumdan memnun ve özellikle küfrün başları
(örneğin; Ebu Leheb, Ebu Cehil, Ebu Sûfyân olmak üzere) içinde
bulundukları durumun devam etmesine hâris olan (çok düşkün olan)
bir toplumdu.
Onun için Mus'ab, Medine'de kısa
bir süre geçmeden İslâm Davetine yöneliş buldu. Hemen insanları
İslâm'a davet etmeye, onları İslâm'ın fikirleri ve hükümleriyle
kültürleştirmeye başladı. Bunun karşılığını hemen görmek
istiyordu. Ve insanların İslâm'a ve İslâm'ın hükümlerini
anlamaya yönelişlerini, meyillerini görünce çok sevindi.
Müslümanların sayısının ve İslâm'ın etkinliğinin Medine'de
artmakta olduğunu görüyordu. Ondan dolayı mutlu oluyordu. Tâlim/eğitim
ve davetin yayılması hakkındaki faaliyetlerini artırdı. Ta ki,
hacc mevsimi gelinceye kadar. Hacc mevsimi gelince Mekek'ye geri döndü.
Ve Resulullah (sas)'e; müslümanların durumunu ve kuvvetlerini, İslâm'ın
durumunu ve onun yayılışının artışını, Medine'deki toplumun
İslâm'a yönelişini, böylelikle toplumda sadece Resulullah hakkında
konuşulmaya başlandığını, toplumun atmosferinde İslâm'dan başka
bir şeyin olmadığını (yani toplumda İslâmî havanın
oluştuğunu) ve İslâm'ın oluşturduğu her şeyin üzerine galip
gelen tesir ile müslümanların orada kuvvet ve izzetlerinin
olduğunu, bu sene müslümanların bazılarının hazır
olacağını, o müslümanların Allah'a kuvvetli iman ettiklerini,
Allah'ın risaletini taşımaya ve Allah'ın Dinini müdafaya hazır
olduklarını anlattı...
Ve Resulullah (sas), Mus'ab'ın
haberinden dolayı çok sevindi. Durumu uzunca düşündü. Mekke
toplumu ile Medine toplumu arasında mukayese, değerlendirme yaptı.
O Mekke ki orada Allah'a davette bulunarak arda arda 13 sene geçirmişti.
Daveti için çalışabileceği kadar çalıştı. Hiç bir fırsatı
takatından yettiğince değerlendirmeye çalışmaktan geri durmadı.
Her çeşit ezaya katlandı.
Fakat toplum taşlaşmıştı.
Davet, ona işlemiyordu, onda yol bulamıyordu. Mekke ehlenin kalbleri
ise adeta taşlaşmıştı. Akılları geçmiş üzerinde donup kalmıştı.
Akıllarını işletmiyorlardı. Ondan dolayı Mekke toplumu zordu.
Davet için çok az meyilliydi. Mekke'nin kendisinin baş merkez
olduğu şirk putperestliği Mekke toplumunun fertlerinin nefislerine
iyice yerleşmişti.
Medine toplumuna gelince; Hazreç'ten
bir topluluğun (rivayetlere göre beş altı kişilik bir topluluk) müslüman
olmasından bir sene geçtikten sonra 12 erkek kişinin biatı gerçekleşmişti.
Mus'ab b. Umeyr, bir sene daha gayret sarfetti. Bu faaliyet ve
gayretler Medine'de İslâmî havanın oluşmasına yeterli oldu.
İnsanlar müthiş surette Allah'ın Dinine giriyorlardı.
Mekke'de müslüman olanların
sayısının sınırlı kalmasıyla Allah'ın risaleti
duraklamıştı. Bununla beraber orada, müslümanlar Kureyş'in
eziyet ve kötülükleriyle karşılaşıyorlardı. Fakat Medine'de
ise; Allah'ın risaleti süratli bir şekilde yayılmaya başladı ve
müslümanlar orada Yahudi ve müşriklerden hiç bir eziyet
görmüyorlardı. İslâm, nefislerinde yerleşebiliyor, müslümanların
önünde yol açılıyordu.
Bundan dolayı Resulullah için
iyice açığa çıkmıştı ki; İslâm'a davet için Medine
Mekke'den daha müsaid ve Medine toplumu, İslâm'ın nurunun etrafa
yayıcısı olmaya Mekke'den daha çok kabiliyetli ve meyilliydi.
Bunun için Resulullah (sas),
Medine'ye hicret etmeyi ve ashabının oradaki müslüman kardeşlerine
hicret etmelerini düşündü. Çünkü onlar orada emniyet bulurlar
ve Kureyş'in eziyetlerinden kurtulurlar ve sadece davet için çalışırlar.
Böylece davet ile birlikte davetin ameli/pratik merhalesi olan İslâm'ı
tatbik etmek, devlet kuvveti ve otoritesiyle İslâm risaletini taşımak
merhalesine geçerlerdi. Medine'ye hicretin sebebi işte budur,
başkası değil...
Şuna kesinlikle dikkat
edilmelidirki; Resulullah (sas), sadece davetin önünde zorluklarla
karşılaşması ve onlara sabretmeyişinden dolayı Mekke'den hicret
etmeyi düşünmedi... O (sas), muhakkak ki bu zorlukları ortadan
kaldırmak için uğraştı. Ve o (sas) Mekke'de fikrinden vaz geçmeden
ve değiştirmeden 10 sene sabretti. O ve ona tabi olanlar davet
yolunda şiddetle, terörle karşılaşıyordu. Fakat o yolda devam
ediyordu. Kureyş'in kötülükleri onun nefsinde herhangi bir
zaafiyet oluşturmadı. Kureyş'in karşı koyuşu onun azmini
gevşetmedi. Bilâkis Rabbisinden izzetle gelen İslâm Davetine imanı,
Allah'ın yardımından şüphesinin olmayışındaki sebat ve kesin
idraki daha da arttı.
Fakat Resulullah (sas), bu tecrübelerden
sonra Mekke'deki toplumun katılığı, bu toplumdaki fikrî seviyenin
çok düşüklüğü, toplumdaki katı yüreklilik ve dalâlet/sapıklık,
o toplum hakkındaki umudu zayıflattığını ve davet için
tecrübelerin devamı için gösterilen gayretleri boşa çıkardığını
gördü. Onun için kesinlikle bu toplumdan başka bir topluma geçişin
olması gerekiyordu. Mekke'den hicret etmeyi düşündü. Resulullah (sas)'i
Medine'ye hicret etmeyi düşünmeye iten şey işte bu idi. Yoksa
sadece kendisini ve ashabını eziyetten kurtarmak değildi...
Evet Resulullah (sas),
ashabını dinleri ile birlikte kaçarak Habeş'e hicret etmelerini
emretmiştir. Sebebi şudur : Her ne kadar eza iman ateşini
parlatıyor, işkence ve zulüm ihlâs ateşini alevlendiriyor;
direniş, karşı koyuş azimleri, kararlılığı kesinleştiriyor
idiyse de iman sahibini her şeyi küçük, hafif görmeye, yolunda
malı, makamı, rahatı ve hayatı kurban etmeye iter ise de; evet
muhakkak ki her ne kadar Allah'a iman, mü'mini, nefsini memnuniyetle
Allah yolunda takdim ettirse de; lâkin ezânın sürekli, işkencenin
devamlı olması, mü'mini ezâya sabırla işkencelere kurban
gitmesiyle meşgul kılar. Bu meşguliyet mü'minin ufkunu genişletmesini,
Hakkı derin ve kuvvetlice idrakinin artmasını sağlıyan ince düşünceden,
tefekkürden, umuttan alıkoyar. Onun için mü'minlerin fitne
vatanlarından, yurtlarından hicret etmeleri gerekirdi. İşte bu müslümanların
Habeş'e hicretlerine uygun düşmektedir.
Fakat müslümanların Medine'ye
hicretleri ise; müslümanları risaletiyle birlikte yeryüzünde
Allah'ın Kelimesini yükseltecek olan yeni toplumlarını süratle
oluşturabilecek bir konuma getirmiştir.
Buradan hareketle; İslâm oraya
girip bu şekilde yayıldıktan sonra Resulullah (sas) ashabına
Medine'ye hicret etmelerini emretmeyi düşündü. Resulullah (sas),
ashabını Yesrib'e (Medine'ye) hicret etmelerini emretmeden ve
kendisi oraya hicret etmeye karar vermeden önce; muhakkak ki
Medine'den hacc için gelen Medine ehli ve müslümanları, onların
davetinin himayesi ve Allah yolunda işkenceler için yeterli
uygunlukta oluşlarını, onların harb üzerine biat etmeye hazır
oluşlarını ve kendisiyle biat etmeyi istediklerini gördü. İşte
o "kıtal biatı" (harb biatı) İslâm Devleti'nin temel taşı
olacaktı.
Ve hacc mevsiminin gelmesini
bekledi. Bu bi'setin 12. senesi (622 milâdî yılı) idi. Medine'den
gelen hacılar gerçekten çok idiler. Aralarında 75 müslüman vardı.
Bunların 73'ü erkek ve ikisi kadın idi. O iki kadın müslüman
ise; Nüseybe b. Kâb Ümm-i Amâre (ki bu, Benî Mâzin binti Neccar'ın
kadınlarından birisidir) ve Esmâ bint-i Amr b. Adiyy (ki bu da
Benî Seleme'nin kadınlarından birisidir. Bu kadın Ümm-i Meni'dir).
Resulullah (sas), onlarla
gizlice buluştu. Ve onlarla ikinci biat hakkında konuştu. Anlattı
ki; bu biatla sadece davette bulunup ezaya sabretmekle kalınmayacak.
Bilâkis o noktayı aşıp müslümanların kendi nefislerini kuvvetle
müdafa edebilecekleri bir noktaya ulaşılacak ki o, İslâm
Devleti'nin kuruluşunda köşe taşı ve ilk sütun oluşturacak bir
nüveyi icad edecektir. O İslâm Devleti'dir ki; toplumda İslâm'ı
tatbik edecek, cihanşumül bir davet olarak İslâm'ı bütün
insanlara taşıyacak, İslâm'ı himaye edecek, İslâm'ın
yayılmasına mani olan yolundaki engeli ortadan kaldıracak, İslâm'ı
tatbik edecek kuvveti de beraber taşıyacaktır.
Resulullah (sas), işte bunları
onlara anlattı. Onların hüsnü kabüllerini, bu işe hazır
oluşlarını gördü, idrak etti. Ve onlarla Bayram günlerinin ortasında
gecenin son üçte birinde Akabe'de buluşmak üzere sözleşti. Ve
onlara dedi ki:
"Uyuyanı
uyandırmayın, gaibi de beklemeyin."
Belirlenen buluşma gününde
gecenin üçte biri geçtikten sonra onlar bulundukları yerlerinden
(kamplarından) işlerinin keşfedilmesinden korkarak gizlice çıktılar.
Akabe'ye gittiler, toptan dağa tırmandılar. Beraberlerinde o iki
kadın da vardı. Hepsi Akabe'deki boğazda toplandılar ve Resulullah
beraberinde amcası Abbas b. Abdulmuttalib olduğu halde geldi. Abbas,
o zaman henüz müslüman olmamıştı. Ancak yeğenini güvence altına
almayı arzu ediyordu. İlk konuşan o oldu. Ve şöyle dedi:
"Ey Hazreç topluluğu! Şüphesiz
bildiğiniz gibi Muhammed bizdendir. Ve biz onu kavmimizden
korumuşuzdur. O kavmi ve memleketinde izzet ve kuvvet içindedir.
Ancak o size katılmak istiyor. Eğer siz onu kendisine davet
ettiğiniz şeyle ona vefalı olacağınıza aklınız kesiyorsa, size
ve yüklendiğinize diyecek yok. Eğer onu yanınıza götürdükten
sonra yardımsız kendisi ile başbaşa bırakacaksanız şimdiden onu
bırakın."
Abbas'ın sözünü onlar
dinledikten sonra ona dediler ki: "Senin söylediklerini
dinledik." Sonra Resulullah'a yönelerek; "Sen anlat
ya Resulullah, kendin için ve Rabbin için istediğin sözü al"
dediler. Resulullah (sas) Kur'an okuyup İslâm'a teşvik ve rağbet
ettikten sonra şöyle cevab verdi:
"Kadınlarınızı ve
çocuklarınızı kendisinden koruduğunuz şeylerden beni korumanız
üzere beyatlaşıyor musunuz?"
Berâ b. Marur onun üzerine
biatlaşmak üzere elini uzattı ve dedi ki: "Evet ya
Resulullah, seninle biatlaşıyoruz. Biz vallahi
harb ehliyiz ve silah sahipleriyiz. Bunlar ecdadımızdan bize miras
kalmıştır."
Berâ, Resulullah (sas) ile konuşmasını
bitirmeden Ebu Heysem b. Tayyihan sözün arasına girdi ve şöyle
dedi: "Ya Resulullah, bizimle bazı adamlar (Yahudiler)
arasında akidler/bağlar vardır. Biz o bağları keseceğiz. Eğer
bunu yaparsak sonra Allah seni galib kılarsa kavmine dönmeni ve bizi
terketmeni umar mısınız?" Bunun üzerine Resulullah (sas)
tebessüm etti ve sonra şöyle dedi:
"Hayır. Bilâkis, kanınız
kanımdır. Hedmim hedminizdir. (Yani hürmet kast olunarak benim
zimmetim sizin zimmetinizdir.) Ben sizdenim siz de bendensiniz. Düşmanlarınızla
savaşır barış yaptıklarınızla barış yaparım."
Onlar Resulullah'a (sas) biat için
toplandığında Abbas b. Ubade araya girerek şöyle dedi: "Ey
Hazreç topluluğu, hangi hususlarda bu zata biat ettiğinizi biliyor
musunuz?" Onlar da, "Evet" dediler. Sonra
Abbas b. Ubade; "Şu halde siz, siyahı ve beyazı ile bütün
insanlarla savaşı göze almak üzere ona biat ediyorsunuz. Eğer siz
mallarınızın telef olduğunu ve büyüklerinizin öldürüldüğünü
görünce, onu düşmanlarınızın eline bırakmayı düşünüyorsanız,
biliniz ki vallahi bu sizin için dünya ve Ahiret'te yüz karasıdır.
O halde onu şimdiden terk ediniz. Şayet mallarınızın tamamen yok
olması ve ileri gelenlerinizin öldürülmesine rağmen taahhütlerinizi
(sözlerinizi) yerine getirmeyi kabul ediyorsanız, o zaman onu alıp
götürünüz. Allah'a yemin ederim ki, dünya ve Ahiret için hayırlı
olan da budur." dedi.
Ensar cevaben dediler ki: "Mallarımızın
telef olmasına ve eşrafımızın öldürülmesine rağmen biz onu
muhakkak ki alıp götüreceğiz." Sonra da Resulullah'a yönelerek;
"Ey Allah'ın Resulü! Biz bunları yerine getirdiğimiz
takdirde karşılığında bize ne var?" dediler. Resulullah
(sas) de, nefsinden emin olarak cevaben dedi ki: "Cennet
var."
Ve onlar ellerini ona
uzattılar. Resulullah (sas) de elini uzattı. Şöyle diyerek biat
ettiler:
"Darda ve ferahta,
sevinçte ve kederde, dinleme ve itaat etme üzerinde, nerede olursa
olsun Hakkı söylememize, Allah yolunda hiç bir laimin levminden (kınayanın
kınamasından) korkmamaya biat ediyoruz."
Biat işi tamamlanınca Nebî (sas)
dedi ki:
"Siz bana içinizden 12
nakip çıkarınınız ki, kavimlerinin üzerine kefil (hakim)
olsunlar."
Onlar da aralarından 12 nakip
çıkardılar. Dokuzu Hazreç'ten üçü de Evs'den.
Resulullah (sas), nakiplere şöyle
dedi:
"Siz, kavminizin
kefillerisiniz. Havarilerin İsa b. Meryem için kefillikleri gibi.
Ben de, kavmimin (yani müslümanların)
üzerine kefilim."
Onlar kabul ettiler ve daha
sonra yerlerine geri döndüler. Göçlerini toplayıp Medine'ye geri
döndüler.
Ondan sonra Resulullah (sas),
müslümanların Medine'ye hicret etmelerini ve onların ufak
topluluklar halinde çıkmalarını emretti. Müslümanlar, fert fert
ya da üç beş kişilik ufak topluluklar halinde hicret etmeye
başladılar. Kureyş, biat işinden haberdar olmuştu. Onun için
hicrete muktedir olanları Mekke'ye geri getirmeye çalıştılar.
Hatta karı ile kocayı bile birbirinden ayırdılar. Fakat bütün
bunlar, hicrete engel olamadı. Müslümanların hicreti devam etti.
Resulullah, bu esnada Mekke'de kalıyor, kimse onun Medine'ye mi
hicret etmeye yoksa Mekke'de mi kalmaya karar verdiğini bilmiyordu.
Lâkin sadece bir kişiye
Medine'ye hicret etmek istediğini açıklamıştı o da, Ebu Bekir (ra)
idi. Nitekim Ebu Bekir ondan Medine'ye hicret etmesi için izin
isteyince ona şöyle demişti: "Acele
etme. Umulur ki, Allah senin için bir arkadaş kılar."
Böylece Ebu Bekir (ra) onun
hicret etmek istediğini anlamıştı.
Kureyş, müslümanların
Medine'de artmasının orada onları büyük bir kuvvet sahibi kıldığını
ve Mekke'de hicret edenlerle bu kuvvetin daha da arttığını, müslümanlar
Medine'de kuvvete sahipken Nebî (sas)'in onlara katılmasının
kendileri için (Kureyş için) helâk oluş, yok oluş demek
olduğunu görüp bin bir kuruntu ile hesap edip değerlendirmeler ve
muhasebe yaptılar.
Bunun için Resulullah'ın
Medine'ye hicret etmesine mani olmayı düşündüler. Fakat aynı
zamanda onun Mekke'de kalmasından da korkuyorlardı. Çünkü düşünüyorlardı
ki; onu Mekke'de alıkoyarak Medine'deki müslümanlara eziyet
yaparlarsa o zaman onlar o kuvveti oluşturduktan sonra kuvvetleri
daha da artar da kendisine iman ettikleri Allah'ın Resulü'nü
müdafa için Mekke'ye gelirler.
Onun için Resulullah'ı
öldürmeyi düşündüler ki o, Medine'deki müslümanlara katılmasın.
Böylece müslümanların Medine ehli ile birleşmelerine sebeb
oluşturan İslâm'ın ve Muhammed'in etkisi yok olsun.
Nitekim Siret (Peygamberin
hayatı) kitaplarında geçmektedir ki, Aişe ve Ebî Umame b. Sehm'in
hadisinde rivayet edilmiştir ki: "Resulullah
(sas)'in yanında yetmiş kişi (İkinci Akabe biatındaki yetmiş
kişi kasdadiliyor.) vukuu bulunca, Resulullah'ın nefsi sürur duydu,
ferahlandı. Nitekim Allahu Teâlâ, ona harb ehlinin kuvvetini ve
yardımını vermişti. Akabe biatıyla ilgili hadise duyulunca, müşriklerin
müslümanlara eziyet ve musibetleri şiddetlenmeye başladı.
Resulullah'ın ashabını sıkıştırıyor, onlara zahmet
çektiriyorlar, yapabildikleri en ağır eziyet ve küfürle onlara
sövüyorlar, hakaret ediyorlardı. Müslümanlar Nebî (sas)'e
şikayette bulundular. O da, dedi ki:
"Ey müslümanlar! Sizin
hicret edeceğiniz yer, iki kara taşlık arasında, hurmaları
bulunan bir yer olarak bana gösterildi."
Daha sonra bir kaç gün
bekledi. Sonra da sevinçli olarak dışarı çıktı ve dedi ki:
"Bana, hicret edeceğiniz
yer bildirildi. Orası Yesrib'tir. Sizden kim oraya gitmek isterse
gitsin."
Müslümanlar yolculuk için hazırlıklarını
yaptılar. Yolculuk arkadaşlarını tesbit ettiler. Vasiyetlerini
yaptılar. Hafif yüklerle Mekke'den çıkmaya başladılar. Onlar,
Mekke'den fertler ya da ayrı ayrı küçük gurublar halinde dışarı
çıktılar. Resulullah (sas) ise, Allah'tan kendisi için hicret izni
vermesini bekleyerek Mekke'de kaldı. Arkadaşı (Ebu Bekir) ise, müslümanlar
Medine'ye hicret etmeye başlayınca kendisinin de oraya hicret
etmesine izin vermesi için Resulullah'a başvuruyordu. Fakat
Resulullah ona; "Acele etme. Umulur ki, Allah senin için
bir arkadaş kılar." diyordu. Ebu bekir de o arkadaşın
Resulullah'ın kendisi olmasını umuyor ve çok arzu ediyordu.
Kureyş, sahabenin hicretini görüce;
onların kendileriyle harb etmek için Medine'de toplandıklarını
anladılar. Bunun üzerine Dâr'un-Nedve'de toplandılar. Resulullah (sas)'in
durumu hakkında ne yapacaklarını tartıştılar. Tartışma sonunda
onun katledilmesi fikri üzerinde ittifak edip dağıldılar, sonra
Cebrail (sas) gelip Nebî (sas)'e devamlı yatmakta olduğu
yatağında yatmamasını emr edip kavminin hilesini ona bildirdi.
Resulullah (sas), o geceyi evinde geçirmedi. Onunla birlikte Allah
kendisine hicret izni verdi.
Böylece Medine'de İslâmî
kuvvetin oluşması, Medine'nin Resulullah'ı karşılamaya ve orada
İslâm Devleti'nin kurulmasına hazırlanmış olması Resulullah (sas)'i
hicrete götürmüştü. İşte bu hicret için en doğru sebebtir.
Onun için Muhammed (sas)'in, Kureyş'in kendisini öldürmesinden
korkarak Mekke'den hicret ettiğini, oradan kaçtığını zanneden
herkes yanılıyor, hata ediyor.
Muhakkak ki Resul (sas), hiç
bir şekilde eziyeti hesaba katmadı. İslâm'a davet yolunda hiç bir
şekilde ölümü nazara almadı ya da itibar etmedi. Nefsi ve hayatı
için meşgul olmadı. Medine'ye hicreti sadece İslâm Daveti ve İslâm
Devleti'nin kurulması içindir.
Her ne kadar Kureyş, Resulullah
(sas)'in Medine'ye hicret etmesinden korkarak onu öldürmeyi
emrettilerse ve onun hicret etmesini gözlerine çok büyütüyorlarsa
da o (sas), Kureyş'e karşı muvaffak oldu ve Kureyş'in karşı
koymasına rağmen Medine'ye hicret etti. Onu öldürmeye karar vermiş
olmalarına rağmen hicretine mani olamadılar.
Hicret;
İslâmî bir toplum ve İslâm'la hükmeden, İslâm'ı tatbik eden açık
ve kesin delille İslâm'a davet eden, şer ve tağutî güçlerden bu
daveti kuvvetle koruyan bir devletin kurulması ile İslâm'a davet
arasında bir dönüm noktasıdır...
|