Halifenin Şer'î Hükümler ve Üsluplar Benimsemesi Yani Kanunlar Koyması


Kanun” kelimesinin Arapçadaki manası; “asıl” demektir. Bu, Arapçalaştırılmış bir yabancı lafızdır. Yabancı ıstılahta “kanunun” manası; İnsanların, gereğince hareket etmeleri için sultanın/otorite sahibinin çıkarttığı emirdir.

Kanun” şöyle tarif edilmiştir: “Sultanın, insanları ilişkilerinde kendilerine uymaya zorunlu kıldığı kaideler topluluğudur.” Kanun iki kısımdır:

Birinci kısım: İlişkileri asıl olarak tanzim eden hükümler. Bu da iki çeşittir: 1- Kanuni esasidir yani anayasadır. 2- Anayasadan başka diğer kanunlardır.

İkinci kısım: Asıllarına ait genel bir hüküm olan ferî/detay fiilleri tanzim eden kanunlardır. Onlara has hüküm yoktur, onlar vesileleri tanzim ederler. Yani onlar kendileriyle haklarında genel hüküm olan aslî fiillere gidilen üsluplardır. Onların ferîlerine ait özel bir hüküm yoktur. Onlar idari teşkilatları tanzim ederler. Onlara “idari kanunlar” veya “idari nizamlar”, “yönetmelikler” v.b. denilir.

Mademki, kulların fiilleri ile alakalı olarak Şâri’in/Şer’iat Koyucunun hitabı kendisine bağlanma zorunluluğu ile gelmiştir. Onun için o fiillerin tanzim edilmeleri Allah Subhenehû ve Teala’dan gelmektedir. İslâm Şer’iatı insanların bütün fiilleri ve bütün ilişkiler ile alakalı olarak gelmiştir. İster bu ilişkiler; Allah Subhenehû ve Teala ile ilişkileri olsun, ister kendi nefisleriyle ilişkileri olsun, ister insanların birbirleri ile ilişkileri olsun fark etmez. İslâm Şer’iatı bunların hepsiyle alakalı olarak gelmiştir. Onun için ilişkilerini tanzim etmek için insanlar tarafından kanunların konulmasına İslâm’da yer yoktur. Zira insanlar Şer’i hükümler ile mukayyettirler.

Allah’u Teâlâ şöyle dedi:

وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ   “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimleridir.”[1] وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا    “Rasul size ne verdi ise, sizi neden nehyettiyse ondan sakının.”[2] وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ “Mü’min bir erkek ve kadın için Allah ve Rasulü bir işte hükmettiğinde o işlerden dolayı bir seçenek yoktur.”[3]

Müslim, Aişe’den Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etti: مَنْ عَمِلَ عَمَلاً لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ   “Kim hakkında emrimiz olmayan bir iş yaparsa o red olunur.”[4]

Dolayısıyla insanlar için hükümler koyan Allah Subhenehû ve Teala’dır, sultan değil. O, insanları ve sultanı ilişkilerinde o hükümlere tâbi olmaya zorunlu kılandır, onları o hükümlerle sınırlı kılandır, o hükümlerden başkasına tâbi olmaktan onları men edendir. Bunun için, insanların ilişkilerini tanzim etmek için birtakım hükümler koymakta beşere bir yer yoktur. İlişkilerini tanzim etmek hakkında beşerin koyduğu hükümler ve kurallara tâbi olmaya insanları zorlamak ya da serbest bırakmak hususunda sultana bir yer yoktur.

Ancak Şer’i hükümler, Şer’iat Koyucunun kulların fiilleri ile alakalı olarak Kur'an ve Sünnette gelen hitabıdır. Şer’iatın konuluşu bakımından ve Arap dili bakımından onlarda birkaç mana taşıyanları vardır. Dolayısıyla insanların onları anlamakta ihtilafa düşmeleri ve anlamaktaki bu ihtilafın kast edilen manadan farklı ve başka olması boyutuna ulaşması doğal ve kaçınılmazdır. Bundan dolayı, farklı ve çeşitli anlayışların olması kaçınılmazdır. Onun için bir tek hüküm hakkında birtakım farklı çeşitli görüşler olabilir.

- Nitekim Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Ahzâb Gazvesinde şöyle demişti: لا يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ الظُّهْرَ إِلا فِي بَنِي قُرَيْظَةَ “Kimse Kureyzaoğullarının mahalline varmadan ikindi namazını kılmasın."[5]

Birtakım kişiler Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in bu sözünden, acele etmenin kast edildiğini anlayıp yolda ikindi namazını kıldılar. Birtakım kimseler de cümlenin manasının kast edildiğini anlayarak ikindi namazını kılmadılar, Kureyzaoğullarının mahalline varasıya kadar tehir ettiler ve oraya varınca kıldılar. Bu durum Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e iletilince o her iki gurubu da anlayışlarında tasvip etti.

- Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ “Kitabın fatihası ile olmadıkça namaz yoktur.” [6]

Bir kısım insanlar bu sözden, sahih namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması, namazın rükünlerinden bir rükündür, onu okumayanın namazı bâtıl olur.’ dediler. İnsanların bir kısmı da, bu sözden kâmil namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması namazın rükünlerinden bir rükün değil, bilakis Kur'an’ın okunması bir rükündür. Onun için Kur'an’dan herhangi bir ayet okunup Fatiha okunmadığında namaz sahih olur.’ dediler.

- Aynı şekilde Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şu sözüne de ihtilaf ettiler: لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ   “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahdinde duran ahit sahibi de öldürülmez."[7]

Bir topluluk bunu şöyle anladılar: ‘Müslüman bir kâfiri öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülmez. Meselâ; hapsetmek gibi tâzir cezası verilir. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in; لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez.” sözü, mü’minin öldürülmemesi hususunda açıktır.’ Bir başka topluluk da şöyle anladılar: ‘Harbi kâfir ile zimmî kâfir birbirinden ayırt edilir. Zira bir Müslüman zimmî kâfir öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülür. Anlaşmalı kâfir, emân verilen kâfir de aynı konumdadır. Harbi kâfir ise, onu öldürdüğünde Müslüman ondan dolayı öldürülmez. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in aynı Hadisteki şu sözü buna delâlet etmektedir: وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ   “Ahdinde duran ahid sahibi de öldürülmez.” Bunun manası, bir Müslüman bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahid sahibi olan da bir kâfirden dolayı öldürülmez. “Ahid sahibi kâfir” ifadesindeki, “kâfir” kelimesinin “harbi” manasında olması kaçınılmaz olur. Yani ahid sahibi kâfir, harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Böylece Hadisin manası şöyle olmaktadır: Müslüman harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Bunun mefhumu şudur: Müslüman harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibi de harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibinin, bir kâfirden dolayı öldürülmemesi bakımından Müslüman gibi olması, Hadiste geçen “kâfir” kelimesinden kast olunanın, zimmî değil harbi kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Bunu Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’den rivayet edilen şu olay teyit etmektedir: Bir yahudiyi öldüren bir Müslüman Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e getirildi. O da onu öldürttü.

İşte, böyle anlayıştaki farklılık, bir tek hükümde görüş farklılığını oluşturmaktadır. Ayet ve Hadisler hakkında böyle farklı anlayış çokça mevcuttur. Bir tek hükümde görüşlerin farklılaşması, Müslüman’a onlardan bir görüşü almasını da kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü onların hepsi de Şer’î hükümdürler. Bir tek şahıs hakkında Allah’ın hükmü birden fazla olmaz. Ondan dolayı benimsemek için onlardan bir tek hükmün belirlenmesi kaçınılmazdır. Bundan dolayı Müslüman’ın bir amel yapmaya başladığında bir Şer’i hüküm benimsemesi, zorunlu bir husustur. İster farz, ister mendub, ister haram, ister mekruh ister ise mübah olsun, sadece bir tek hükümle amel etmenin vacip olması, belirli bir hükmün benimsenmesinin vacip olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun için her Müslüman’a, ister müçtehit olsun ister mukallit olsun, ister halife olsun ister halife olmasın, amel yapmak için Şer’î hükümleri alırken belirli bir Şer’î hükmü benimsemesi vacip olmaktadır. Belirli bir hükmü benimsediğinde, bu Şer’î hüküm onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Sadece onun gereğine göre amel etmesi, onu insanlara öğretmesi, İslâm’a ona göre davet etmesi zorunlu olur. Çünkü Müslüman’ın hükmü benimsemesinin manası; onunla amel etmesi, başkasına onu öğretmesi, İslâm’ın hükümlerine ve fikirlerine davet ederken ona davet etmesi demektir.

Müslüman belirli bir hüküm benimsediğinde, bu hükmün bizzat kendisi o Müslüman’ın hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmüdür. Şu dört durum dışında onu terk etmesi o Müslüman’a caiz olmaz:

Birincisi: O hükmün delilinden daha kuvvetli bir delilin ortaya çıkmasıyla, o hükmün delilinin zayıf oluşunun Müslüman’a belli olması. Bu durumda, Allah’ın hükmü kuvvetli delilin delâlet ettiği hüküm olur. İşte, o zaman benimsemiş olduğu o hükmü terk etmesi ve yeni görüşü benimsemesi o Müslüman’a vacip olur. Çünkü kendi hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü o yeni görüştür.

İkincisi: Yeni görüşü istinbat eden kimsenin istinbat ilminde kendisinden daha âlim olduğu, delil getirmede daha titiz olduğu veya Şer’iatı da çok kavradığına dair kendisinde bir zannı galibin oluşmasıdır. İşte o zaman benimsemiş olduğu hükmü, görüşü terk etmesi ve o şahısın benimsediği hükmü benimsemesi kendisine caiz olur. Çünkü Sahabelerin büyüklerinin kendi görüşlerini terk edip başkalarının görüşlerini aldıkları sabit olmuştur. Nitekim Ebu Bekir, kendi görüşünü terk ederek Ali’nin görüşünü almıştır. Ömer de kendi görüşünü terk ederek Ali’nin görüşünü almıştır.

Üçüncüsü: Müslümanların sözlerinin bir tek görüşte birleştirilmesinin kast edilmiş olmasıdır. Bu durumda Müslüman’a, benimsemiş olduğu görüşü terk edip Müslümanların sözlerinin üzerinde birleştirilmesi uygun görülen görüşü benimsemesi caiz olur. Zira Osman, insanların kendisine, Allah’ın Kitabı, Rasulü’nün Sünneti, Ebu Bekir ve Ömer’in görüşleri üzere hükmetmesi şartıyla biat etmelerini kabul etti. Sahabeler. Bu hususta onu tasvip ettiler. Bu ise, benimsediğini terk etmesi ve daha önce Ebu Bekir ve Ömer’in benimsediklerini benimsemesi demektir.

Dördüncüsü: Halifenin benimsediği hükmün, Müslüman’ın içtihadı ile elde ettiği hükme muhalif olmasıdır. Bu durumda Müslüman’a, içtihadı ile elde ettiği hüküm ile amel etmeyi terk etmesi ve imamın/halifenin benimsediği hükümle amel etmesi farz olur. Çünkü; “İmamın emri ihtilafı kaldırır”, “İmamın emri bütün Müslümanlara uygulanır” kaideleri hakkında sahabelerin icmaı oluşmuştur.

Bu dört durumda Müslüman benimsediği hükmü terk edip başka hükmü benimser. Bu dört durumun dışında Müslüman’a, benimsediği hükmü terk etmesi kesinlikle caiz olmaz. Çünkü bir fert, Şer’iatla muhataptır. Her Müslüman’ın içtihat ile veya taklit ile kendisine ulaştığı hükmü benimseme hakkı vardır. Benimsediğinde, Şer’î delille istisna edilmiş hallerin dışında, benimsediğine bağlı kalır.

Bu izahat, her ferdin ilişkilerini kendi başına tanzim etmesi ile alakalı idi. Ümmetin işlerinin halife tarafından gözetilip güdülmesi, sultan olma yükünü taşıması, Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerini insanlara hakim kılması bakımından ise şöyledir:

Halifenin, insanların işlerini gereğince gütmeye başladığında belirli hükümler benimsemesinin kaçınılmaz olduğunda bir şüphe yoktur. Yönetim ve otorite sahibi olma işlerinde Müslümanların tamamı için genel olan hususlarda; zekât, vergiler, haraç gibi ve dış ilişkiler gibi, devletin birliği ve yönetimin birliği ile alakalı her hususta belirli hükümler benimsemesi kaçınılmazdır.

Bu hallerde halife tarafından benimseme yapılması caiz değil, vaciptir. Çünkü yapmaya başladığı amel bakımından bütün amellerini kendi hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü olan belirli bir hükme göre yürütmek zorunda olan bir Müslüman sayılması, bu hususta özel amellerle genel ameller arasında bir farkın olmaması açısından bu vaciptir.

Yönetim ve sulta ile ilgili işlerden olması bakımından da vaciptir. Zira bu, işlerin güdülmesinden olan aslî amellere dâhildir. O amellerin belirli bir tek hükme göre yürümesi zorunludur.

Halifenin belirli bir hüküm benimsemesi, devletin vahdeti/birliği bakımından da vaciptir. Zira onun da belirli bir tek hükme göre yürümesi vaciptir. Çünkü devletin vahdeti farzdır. Ona götüren her amel de farzdır. Onun için, devletin vahdaniyeti ile alakalı her husus için bir tek hüküm benimsemek caiz değil, farzdır.

Bunların dışında, halifeye, insanları kendileri ile amel etmeye zorunlu kıldığı belirli hükümler benimsemesi caiz olur, benimsememesi de caiz olur. Bu hususta; Müslümanların menfaati için en yararlı, İslâm’ın yayılması ve hükümlerinin öğretilmesi için en kuvvetli, yönetimin adaleti ve otoritenin kuvveti için en uygun gördüğü ile amel eder.

Nitekim Ebu Bekir, birtakım Şer’î hükümler benimseyip, insanları onlara uymaya zorunlu kılmıştır. Ondan sonra Ömer, Osman ve Ali de hükümler benimseyip insanları onlarla amel etmeye zorunlu kılmışlardır. Sahabeler bütün dönemleri boyunca buna sükût etmişlerdir. Hükümlerin benimsenip insanları onlarla zorunlu kılması, benimsedikleri hükümlerle amel etmeyi terk etmeye zorunlu kılınması hakkında Sahabelerden herhangi bir inkârda bulunan bir kişinin çıktığı duyulmamıştır. Hâlbuki bu husus yani kendi haklarında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümleri olduğu halde insanları benimsedikleri hükümleri terk etmeye zorlamak, eleştirilen hususlardandır. Bunun için, Sahabelerin bu tutumu; halifenin belirli hükümler benimsemesi ve insanları o hükümlerle amel etmeye zorlaması hakkının olduğuna dair bir İcmaadır.

Bunun için halife, ister benimsemenin kendisine vacip olduğu husustan, ister ise caiz olduğu husustan olsun belirli hükümler benimsediğinde, tebaasından her Müslüman’a, o hükümle amel etmesi, daha önce benimsemiş olduğu hükümle amel etmeyi terk etmesi vacip olur. Çünkü halifenin benimsediği hüküm, amel etmesi bakımından onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Onun aksi ile amel etmesi Müslüman’a helal olmaz. Bilakis halifenin benimsediği hüküm, kendisinin uygun gördüğüne ters de olsa, kendi nazarında delili zayıf olsa da, Müslüman’ın sadece o hükümle amel etmesi vacip olur. Çünkü bu, Sahabenin bu husustaki icmaından dolayıdır. Zira imamın belirli hükümler benimseyip onlarla amel etmeyi emretmesi hakkının olduğu, Müslümanların da içtihatlarına ters düşse de o hükümlere itaat etmeleri gerektiği hususunda Sahabeler icmaa etmişlerdir.

Bu hususta meşhur Şer’î kaideler şunlardır: “Sultanın yeni çıkan sorunlar miktarınca yeni hükümler koyması hakkı vardır”, “İmamın emri, ihtilafı ortadan kaldırır”, “İmamın emri, açıkta ve gizlide uygulanandır.” Yani kişinin kendisi ile insanlar arasındaki hususlarda olsun, kişinin Allah Subhenehû ve Teala ile arasındaki hususlarda olsun, devlete itaat vardır. Çünkü imamın benimsediği husus, amel etmek bakımından onun hakkında Allah’ın hükmü olur.

Ancak insanların imamın emrine boyun bükmeleri, hükümlerden benimsediğine göre amel etmelerinin gerekliliği, kendi görüşleri ile ve benimsedikleri hususla amel etmeyi terk etmek zorunluluğu, imamın benimsediğini benimsemek sayılmaz. O sadece, imamın emrine boyun bükmektir, amel etmek yönünden imamın benimsediğini uygulamaktır, benimsediğini benimsemek değil.

Onun için herhangi bir Müslüman’ın, halifenin benimsediğine aykırı olsa da, hükümlerden kendi benimsediğini öğretmesi, İslâm için davet ederken onlara davet etmesi caizdir. Çünkü Sahabelerin İcmâsı, halifenin benimsediğine göre amel etmenin gerekliliği hakkındadır, onu öğretmek ve ona davet etmek gerekliliği hakkında değil. Zira o, amel hastır. Onun için şunu görmekteyiz: Ebu Bekir, kişilerin İslâm’a girmedeki önceliğine ve başka bir şeye bakmaksızın Müslümanlar arasında malı eşit şekilde dağıtıyordu. Ömer ise, öyle görmüyordu. Zira o, kişi ve İslâm’daki kıdemi, kişi ve kahramanlığına bakıyordu. Nitekim Ömer, o hususta Ebu Bekir ile tartıştı. Fakat Ebu Bekir’in benimsediğine boyun eğdi. Hilafet görevini üstlendiğinde, Ebu Bekir’in görüşü ile amel etmeyi ilga etti/geçersiz kıldı ve kendi görüşü ile amel etti.

Bunun için Müslüman’ın görüş benimsemesi ile halifenin benimsediğine boyun bükmek arasında bir fark vardır. Dolayısıyla halifenin benimsediğine boyun bükmek, sadece onunla amel etmek zorunluluğudur, ona davet etmek ve onu öğretmek zorunluluğu değil.

Görüş benimsemek ise; onu öğretmek, ona davet etmek ve onunla amel etmektir. Onun için, halifenin benimsediğine aykırı görüşler benimseyen siyasi kitlelerin varlığına, yani siyasi partilerin varlığına izin verilir. Fakat bunların hepsi de diğer Müslümanlar gibi, sadece amel etmek yönünden, başkasına değil halifenin benimsediğine göre amel etmeye zorlanırlar.

Ayrıca halife Şer’î hükümleri benimserken onu sadece Şer’î içtihat ile istinbat edilmiş Şer’î bir hüküm vasfı ile belirli bir görüş olarak seçmektedir. Halife, kendi katından bir hüküm koymamaktadır. Zira hüküm koyucu olan sadece Allah’tır. Bunun için halife, Şer’iatla ve Şer’î hükümlerle mukayyeddir. Çünkü ona biatın şartı, onun Kitap ve Sünnet ile amel etmek üzere olmasıdır. Çünkü o, halife olsa da, Müslüman vasfı ile Allah’ın emirleri ve nehiyleri ile mukayyeddir, Şer’î hükümlerin sınırında durmak zorundadır. Onun onları aşması, hiçbir şekilde caiz olmaz. Bir tek hüküm de olsa İslâm Şer’iatından başkasından bir hüküm ileri sürmesi ona helâl olmaz.

Zira Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in sözü sarihtir: مَنْ عَمِلَ عَمَلاً لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ    “Kim hakkında emrimiz olmayan bir iş yaparsa o red olunur.”[8]

Bunun için imama, bir helâlı haram kılması, bir haramı helal kılması, bir hükmü geçersiz kılması ya da bir hükümle amel etmeyi durdurması helal olmaz. Çünkü bu, her Müslüman’a haram olduğu gibi halifeye de haramdır.

Şöyle denilmez: ‘Müslümanların maslahatı, filan şeyi haram kılmayı, falan şeyi mübah kılmayı gerektirdi.’ Böyle denilmez. Çünkü Allah, Müslümanların maslahatını belirli hükümler ile belirlemiştir. Halife gelip bu hükümlerden başkasında bir maslahat gördüğünde, o hükümleri nesh etmiş olur ki bu da kesinlikle caiz değildir.

Onun için şöyle de denilmez: ‘Müslümanların işlerinin gözetilmesi, ona o işleri kendi içtihadıyla uygun gördüğüne göre yürütmesi hakkını vermiştir.’ Böyle denilmez. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala ona Müslümanların işlerini Kitap ve Sünnete göre yani Şer’î hükümlerle gözetmesi hakkını vermiştir ve ona bu çerçevede içtihat hakkı tanımıştır. Böylece o, kendileri hakkında bir nâs gelmeyip de asılları hakkında nâssın genel olarak geldiği feri ameller hakkında içtihat eder. O, en yararlı ve en uygun gördüğü hususların seçiminde içtihat eder. Hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünün geldiği hususlarda ise halifenin içtihadına yer yoktur. Zira o, herhangi bir değiştirme ve tahrif olmaksızın Şer’î hükmü olduğu gibi uygulamakla zorunludur.

Evet, halife Şer’iatın haram kıldığı bir harama kesinlikle götüren bir mübah ameli görebilir. Meselâ; kesin olarak insanların dinlerinde fitneye düşmesine yol açan ya da insanlar arasında fıskın yayılmasına yol açan belirli bir kitabın piyasalarda dolaştığını görebilir. Bu durumda onun yasaklanmasını emreder. Şer’iatın ortadan kaldırılmasını vacip kıldığı bir eziyete/sıkıntıya kesinlikle götüren bir mübah amel görebilir. Meselâ; yoldan geçmeyi engelleyecek ya da yoldan geçenlere sıkıntı verecek şekilde deponun önüne malın konulmasını görebilir. İşte o zaman o mübah yasaklanır ve bunu yapan herkes cezalandırılır.

Ancak bu, helâlı haram kılmak değildir. Bilakis o, istinbat ettiği bir Şer’î hükmü uygulamaktadır. O Şer’î hüküm ise şu kaidelerden çıkartılmıştır: “Harama vesile olan şey haramdır”, “Mübah bir ferde zarar verdiğinde ya da zarara yol açtığında o ferde, haram olur, o husus ise mübah olarak kalır.” Ya da o hükmü, başka bir delilden istinbat etmiş, benimsemiş ve uygulamıştır. Bu durumda ona bunu yapması vaciptir. Çünkü o, uygulanması vacip olan bir Şer’î hükümdür. Haram yasaklanmış olur, mübah değil.

Aynı şekilde de, asıllarının delilinin genel olarak geldiği, kendilerine has özel bir delillerinin olmadığı birçok feri amel ile yapılabilen bir hüküm yada husus var olduğunda, bu durumda o hüküm ve hususun vasıtaları ile yapılabildiği bütün ameller mübahlardan olur. Meselâ insanların halife hakkındaki görüşlerini, ya da şura meclisinde kendilerine vekil olacaklar hakkındaki görüşlerini öğrenebilmek için bugün “seçim kanunu” dedikleri bir husus gibidir. Bütün bu feri ameller mübahtır. Halifeye onlardan birsini emretmesi caizdir. Emrettiği zaman da ona itaat edilmesi vacip olur. Bu durumda da bir mübahı vacip kılıp bir başka mübahı yasaklamış olmaz. Bilakis bir hükmü benimsemek ve o hükmü yapmaya ulaştıran vesileyi benimsemek olur. O zaman onun hükmünden benimsediği ve o hükme ulaştıran amellerden benimsediği hususta halifeye itaat etmek vacip olur. Çünkü o ameller ve vesileler hükme tâbidirler. Tâbi olan ise, tâbi olunanın hükmünü alır.

Bütün idari kanunlar ve nizamlar bu cinstendir. Zira onlar, bir mübahı zorunlu kılmaktır. Çünkü o, halifenin benimsediği bir hükme tâbi olanları zorunlu kılmaktadır. Onu zorunlu kılmak, onun dışındakini terk etmeyi yani yasaklanmayı gerektirmektedir. O, fark etmeksizin halifenin hükümler benimsemesi gibidir. Bu hususta Şer’î hükümlerin dışına çıkılmış olmaz. Bir mübahı vacip kılmış, başka bir mübahı haram kılmış olmaz. Bilakis bu, Şer’iatın kendisine verdiği, hükümler ve hükümleri yapmaya ulaştıran hususları benimseme hakkını kullanmaktır. Yani;

- Harama ulaştıran hususu yasaklaması,

- Sıkıntıya ulaştıran hususu yasaklaması, 

- Çeşitli üsluplardan belirli bir üslubu zorunlu kılması durumlarında halife Şer’î hükümlerden dışarı çıkmış olmaz. Bunlardan her birisinin Şer’î delili vardır.

Buna binaen, halifeye maslahat bahanesi ile herhangi bir Şer’î hükmü değiştirmeyi caiz kılan herhangi bir haklı neden yoktur. Bilakis halifenin her hususta bütün Şer’î hükümlerle tamamen kayıtlı olması vaciptir.

Şöyle denilmez; ‘Rasul, Müslümanların işlerini gütmek babından birtakım mübahları yasaklayarak haram kılmıştır.’ Böyle denilmez. Zira bunda, imamın da Müslümanların işlerini gütmek babından aynısını yapma hakkının caiz olmasına dair bir delil yoktur. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Şer’iat koyucudur. Dolayısıyla o, bir mübah hükmü haram kıldığında veya haram hükmü mübah kıldığında, o hükmü nesh etmiş olur. Neshetmek ise, Kitap ve Sünnete yani Kur'an ve Hadise hastır. Rasul olmayanın kesinlikle nesh etme hakkı yoktur. Rasul’ün mübah olan belirli şeylerden yasakladığı husus, ya Allah’ın haram kılmış olduğu herhangi bir eziyete ulaştıran olur, ya da Allah’ın haram kıldığı belirli bir harama ulaştıran olur. Bu ise bizim için bir teşriidir/Şer’iat koymadır, işlerin güdülmesi cinsinden değildir. Dolayısıyla bu, imama; işlerin güdülmesi ya da maslahat bahanesi ile hükümleri değiştirme yetkisi vermeye dair delil olarak alınmaz. Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in bazı fiilleri incelediğinde bu gayet açık bir şekilde ortaya çıkar. Bunlardan birkaç örnek:

1- Tebük Gazvesi hakkında şu rivayet edildi: “Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Hicr denilen yere geldiğinde orada konakladı, insanlar oradaki bir kuyudan su aldılar. Yerlerine vardıklarında Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: ولا تشربوا من مائها شيئا ولا تتوضأوا منه للصلاة وما كان من عجين عجنتموه فاعلفوه الإبل ولا تـأكلوا منه شيأ ولا يخرجن أحد منكم الليلة إلا ومعه صاحب له   “O kuyunun suyundan hiç içmeyin. Ondan namaz için abdest almayın. O su ile yoğurduğunuz hamurları develere yem olarak verin, ondan hiç yemeyin. Bu gece hiç kimse yanında birisi olmaksızın dışarı çıkmasın.”[9]

Bu örnekten, Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in mübah bir şeyi kullanmayı nehyettiği, dolayısıyla bir mübahın haram kılınmış olduğu görüntüsü ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki olayın vakıası öyle değildir. Bilakis olayın vakıası şudur: Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in mübah olan belirli bir şeyi nehyetmesi, ne mübah hükmünü nehiydir, ne de mübah şeyi nehiydir. Bu belirli şey, içine düşülmenin haram kılınışı nâsla gelen bir zarara kesin olarak götürmektedir. Zira bu kuyunun suyundan içilmesinin, kesin bir zarara götüreceğini Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem öğrenmiştir. Dolayısıyla Rasul’ün yaptığı bir mübahı haram kılmak değildir. Bilâkis, Şer’iatın haram kıldığı bir zarara götüreni haram kılmaktır. O zarar ise, o durumda orduda sıkıntının doğmasıdır. Aynı şekilde Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in, yanında birisi olmaksızın bir kişinin dışarı çıkmasını yasaklaması, mübah fiilden belirli bir fiili yasaklamaktır. Bu belirli fiil, Şer’iatın haram kıldığı bir zarara kesin olarak götürmektedir. Buna delil, iki kişinin dışında Rasulullah’ın emrettiği insanların kendilerine emredileni yapmalarıdır. Saide oğullarından iki kişiden birisi ihtiyaç gidermek için çıktı diğeri de kendisine ait deveyi aramak için çıktı. İhtiyaç gidermek için çıkan gidiş yolunda cinnet geçirdi. Deveyi aramaya çıkan kişiyi ise, rüzgâr ıssız bir tepeye kadar sürükleyip attı. Bu durum Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e bildirildiğinde şöyle dedi:    ألم أنهكم أن يخرج منكم أحد إلا ومعه ًاحبه  “Ben sizi içinizden birisinin yanında birisi olmadan dışarı çıkmaktan nehyetmedim mi?” Sonra Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem gidiş yolunda hastalanan kişiye dua etti ve o iyileşti. Issız bir tepeye düşen diğer kişiyi ise, Rasul Medine’ye geldiğinde bir tay onu Rasulullah’a götürdü.

Buna bir delil de şudur: Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem Hicr denilen yerden geçerken örtüsünü yüzüne örttü. Binek devesinin yürüyüşünü hızlandırıp şöyle dedi: لا تدخلوا بيوت الذين ظلموا إلا وأنتم باكون خوفا أن يصيبكم مثل ما أصابهم  “Zulmedenlerin evlerine girmeyin. Aksi halde onlara isabet edenin size isabet etmesinden korkarak ağlarsınız.”

Burada şu göz önünde bulundurulmalıdır ki: mübah bir fiilden belirli bir fiilin haram kılınması ile mübah fiilin haram kılınması arasında, ya da mübah bir şeyden belirli bir şeyin haram kılınması ile mübah şeyin haram kılınması arasında fark vardır. Zira mübah bir fiilin haram kılınması şudur: Fiili Şer’iat mübah kılmış olur. Yönetici gelip onda eziyet vardır bahanesi ile haram kılıyorsa. Meselâ; Şer’iat dışarıdan mal ithal etmeyi mübah kılmıştır, yönetici ithalatın mübah oluşunun üreticilere sıkıntıya sebep olduğunu görüp haram kılarsa, bu mübah fiili haram kılmaktır. Bu yöneticiye kesinlikle caiz olmaz. Çünkü Şer’iat onu mübah kılarken onun zarar veren ya da fayda veren olduğunu bilir. Ona mübah hükmünü vermiştir, dolayısıyla haram kılınması doğru olmaz. Çünkü o, Şer’iatın hükmünü nesh etmek olur. Bu ise, kesin olarak batıldır. Mübah fiilden belirli bir fiili haram kılmak ise şöyledir: Bu mübahın hususlarından bir hususta Şer’iatın haram kılmış olduğu bir zarara götürdüğü aniden ortaya çıkmış olur. Yönetici de zararı ortadan kaldırmak için bu hususu haram kılmayı uygun görür. Meselâ; yönetici ülkede şeker fabrikalarının kapanmasına, iflas etmesine ve şeker ithalatında kâfirlere muhtaç kılacağına yol açtığını gördüğünde, işte o zaman yöneticinin ümmetin toplamından, zaruri ihtiyaçlarından olan ve kendisinde çok olmayan hususta kâfirlere muhtaç olma sıkıntısını gidermek için şeker ithalatını yasaklaması caiz olur. Bu durumda bu mübah hususu yasaklaması caiz olur. Ve bu ise, bir mübahı haram kılmak olmaz. Bilakis mübah –ki o ithalattır – olduğu gibi mübah olarak kalır. Fakat mübaha ait bir hususun haram kılınmasıdır ki o şeker ithal etmektir. Bu, içersinde zarar veren olduğunu bildiği belirli bir kuyudan Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in su içmeyi haram kılması gibidir. Zira Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem o haram kılması ile mübahı haram kılmadı. Yani suyu haram kılmadı. O sadece mübahtan belirli bir hususu yani o kuyudan su içmeyi haram kıldı. Onun için mübah fiilden belirli bir fiili haram kılmak caizdir, fakat mübah fiili haram kılmak kesinlikle caiz olmaz.

2- Rivayet edildi ki; Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Tebük’ten geri dönerken, kendisinden önce yoldaki bir suya varanların ondan içmelerini yasakladı. Münafıklardan bir topluluk oraya önceden varıp o sudan içtiler. Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem geldiğinde önceden oraya varanların suyu içmiş olduklarını görüp, oraya önce vararak o sudan içenlere lanet etti. Bu da mübah bir şeyden belirli bir şeyi yasaklamaktır. Fakat bu şey bir zarara götüren şeydir. Bu şey ise, çölde kendisine şiddetli ihtiyaç olmasına rağmen suyun bir kısmının askerlerin bekâsı için ayrılmasıdır. Onun için bu, işlerin güdülmesi bahanesi ile belirli bir şeyi haram kılmak olmaz.

3- Müslim, Amru b. Şer’id yoluyla babasından şöyle dediğini rivayet etti: “Sakif heyetinde Cüzzamlı bir adam vardı. Nebi SallAllah’u Aleyhi Vesellem ona şu haberi gönderdi: إِنَّا قَدْ بَايَعْنَاكَ فَارْجِعْ   “Biz senin biatını aldık. O halde geri dön."[10]

Onun insanlara karışmasını yasakladı. Dolayısıyla bu, bir mübahı haram kılmak değildir, sadece sıkıntıya götüren bir fiili haram kılmaktır. Bunun için başka bir Hadiste şöyle geçti:  فِرَّ مِنَ الْمَجْذُومِ فِرَارَكَ مِنَ الأسَدِ    “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç."[11]

Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in Hadisinden bu hususta kendisi ile delil getirilen hususların incelenmesinden açığa çıkıyor ki; onlarda mübah bir şeyi haram kılmak yoktur. Sadece mübah bir şeyden belirli bir şeyin haram kılınması vardır. Bu belirli şey, Şer’iatın haram kıldığı bir zarara götüren bir şeydir. Bunun için bu, Şer’iatın yasaklamış olduğu bir zarara yol açtığında mübah fiillerden belirli fiilleri ve mübah şeylerden belirli şeyleri imamın yasaklaması hakkının olduğuna dair bir delil ve teşriidir.

Sahabelerden rivayet edilen olaylara gelince; onların hepsi, incelendiğinde açıkça ortaya çıkıyor ki onlar, ya harama götüren ya da Şer’iatın yasaklamış olduğu bir zarara götüren bir mübahı haram kılmaktır. Onların bir kısmı; Şer’î bir hükmü ya da Şer’iatın emrettiği bir hususu uygulamak için bir fiili, üsluplarda benimseme yapmak cinsinden olmak üzere zorunlu kılıp başkasını yasaklamanın imama caiz olduğu hususlardandır. Ömer tarafından divanların oluşturulması, Osman tarafından bir tek mushafı zorunlu kılıp diğer bütün mushafların imha ettirilmesi gibi hususlardandır. Ömer’in Kur'an’la ilgilenmemelerinden dolayı Sahabeleri Hadisle fazla ilgilenmemeye zorlaması, insanların kendilerine olduğundan fazla tazimde bulunup fitneye düşmemeleri için, kendilerinin de dünya hakkında fitneye düşmemeleri için Sahabelerin büyüklerinin fethedilen bölgelere gitmek kastıyla Medine dışına çıkmalarını yasaklaması da bu cinstendir. Aynı şekilde, halifelerin, valilerin, yöneticilerin hamur yoğuranlara terlerinin hamura akmaması için alın bağı takmalarını, burunlarından hamura bir şey akmaması için burunlarına bir kumaş parçası koymalarını zorunlu kılmaları, koltuk altlarından hamura bir şey düşememesi için koltuk altı kıllarını tıraş etmeye zorunlu kılmaları v.b. fıkıh kitaplarında geçen hususların hepsi “harama vesile haramdır” ve “kesin olarak zarara yol açan belirli her şey haramdır” kaideleri kapsamına girer. Bunlarda, halifenin maslahat bahanesi ile ya da işleri gözetip gütme bahanesi ile bir mübahı haram kılması ve haramı mübah kılmasının caiz olduğuna delâlet eden bir şey yoktur.

Buna binaen, otorite sahibinin mutlak emri olması bakımından yabancıların mefhumu ile kanunlara itaat vacip değildir. Ancak halifenin Şer’î bir hükmü benimsemek ve hükme bağlanmak hususunda bir emri olduğunda itaat vacip olur. Dolayısıyla kanunlar halifenin Şer’î hükümlerden benimsediği hususlardır. Ancak halifenin, Şer’î hükümleri ya da Şer’iata göre gerekli amelleri ve hususları uygulamak için bir takım kurallardan uygun gördüğünü emretmesi hakkı vardır. Bunlar idari kanunlar ve idari sistemler gibi hususlardır. Bu, üslupları benimsemek sayılır. Bu da hükümleri benimsemeye tabidir. Bu kanunlara itaat da vacip olur. Çünkü bunları halife benimsemiştir ve bu Allah’u Teâlâ’nın şu sözünün kapsamındadır:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأمْرِ مِنْكُمْ   “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasule ve sizden olan yöneticilere itaat edin."[12]

Çünkü itaat, genel olarak gelmiştir. Dolayısıyla Şer’iatın yasaklamadığı her şeyi kapsamaktadır.


[1] Bakara: 229

[2] Haşr: 7

[3] Ahzab: 36

[4] Müslim, K. Akdiyye, 3243

[5] Müslim, K. Cihâd ve’s Seyr, 3317

[6] Dâremi, K. Salât

[7] İbni Mâce, K. Diyât, 2650

[8] Müslim, K. Akdiyye, 3243

[9]- Taberânî – Tarihinde

[10] Müslim, K. Selâm, 4138

[11] Ahmed b. Hanbel, B. Müs. Mükessirîn, 9345

[12] Nisa: 59