MASLAHAT GEREKÇESİYLE HARAMI HELÂL KILMAK


Şeriat bazı işleri farz bazılarını da haram kılmıştır. İnsanların bundan sapmalarına, bunları değiştirmelerine ve tahrif etmelerine izin vermemiştir. Ayrıca insanların ihtiyaç duydukları şeyi çok iyi bilen hikmet sahibi şari' onlara bazı ruhsatlar da vermiştir. Ruhsat vermediği durumlarda heva ve hevesleri, şeytanları güzel gösterse de Allah'ın hükmünden dışarı çıkmalarına izin vermemiştir. Allah'ın hükmünün dışına çıktıklarında bir menfaat veya bir maslahat elde etmeleri bir şeyi değiştirmez. Öyle ki kim, Allah'ın farz kıldığını terk etmeyi ve haram kıldığını işlemeyi Allah'tan bir ruhsat olmaksızın mübah kılarsa o, ya kafirdir ya da pek günahkar bir fasıktır, cahildir.

Ne yazık ki maslahat gerekçesiyle küfür ile yönetmeyi caiz gösterdiler.

Kaldı ki maslahatın tarifi şöyle yapılmıştır: "Sayesinde daimi veya çoğu kez çoğunluğa veya fertlere bir salahın yani faydanın ortaya çıktığı fiilin vasfıdır." Deniliyor ki, "Alimler şeriatı tedkik etmişler, bu tedkikleri onları, şeriatın kulların dünya ve Ahirete ait maslahatlarının temini için vazedildiği sonucuna ulaştırmışlardır."

Ayrıca mesalihi mürseleyi ve ona ilişkin olan durumları da ortaya koymaktadırlar. Fakat diyorlar ki: "Yönetimde ortaklık hadisesi mesalihi mürsele kabilinden değildir. Çünkü manası açık olan ayetler cahiliye hükümleriyle hükmetmeye iştirak etmeyi kesin bir şekilde haram olarak ilan ediyor. Burada delil olarak gösterilecek olan şey iki hayırdan veya şerden birinin tercih edilme kategorisine girmektedir. Nasıl iki maslahattan   en faydalısının ve iki şerden en az zarar getirenin tercih edilmesi söz konusu ise, cahiliye hükümleriyle hükmetmeye iştirak etmenin delili de böyledir."

Devamla diyorlar ki: Bu, şeriatın tuttuğu bilinen apaçık yoldur. Zira İslâm; içki ve kumarı yasaklarken onlarda bir faydanın bulunduğunu ancak zararlarının faydasından çok olduğunu dolayısıyla haram kılınmasının bir fayda ve zarar mukayesesi üzerine bina edildiği görülmektedir.

Bunun gibi şeriat, mü'minlerin nefislerine ağır gelse de, bir kısım malları harcanmış olsa da savaşı farz kılmıştır. Çünkü esasen savaşta mü'minler için hoşlanacakları çok büyük maslahatlar vardır. Onun için Cenab-ı Allah bunu farz kılmıştır.

İslâm tarihi boyunca düşünürler ve alimler İslâm’la ilgili hareketlerinde hep bu metodu gözetmişlerdir. Hatta Rasul (s.a.v.) Kâbe'yi yıkıp İbrahim (a.s.)'ın ilk başta kurduğu temel üzere yeniden bina etmeyi düşünmüş. Fakat Kâbe'yi yıkmanın vereceği zarar, yeniden yapmanın vereceği faydadan daha çok olduğu gerekçesiyle bundan vazgeçmiştir. Zira Hz. Aişe (r.anha)'a şöyle demiştir: "Eğer kavmim cahilce sözler söylemeyecek olmasaydı, Kâbe'yi yıkar, yeniden yapar ve onda iki kapı bırakırdım." İşte buna benzer daha bir çok şey söylüyorlar.

Yine bu mantıkla şöyle diyorlar: Evet gerçekten küfür hükümleriyle hükmetmeye iştirak etmekte büyük bir zarar vardır. Bu hükümetler belli ki tağutun hükmüyle hükmediyorlar. Allah'ın işine karışıp haddini aşıyorlar. Kaldı ki Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:

“Hüküm ancak Allah’ındır.”

“O hiç bir kimseyi hükmüne ortak yapmaz.”

Bütün bunlara rağmen şöyle demekten de kendilerini alamıyorlar: "Küfür ile yönetimde ortak olmak bazı hallerde Müslümanlar ve İslâmi hareketler için gerçekten pek büyük faydalar sağlamaktadır. Hatta bazen tağutu ortadan kaldırarak hakkı gerçekten ikame edecek neticelere bile götürebilir. Görüşlerinin iç yüzünü ve tuttukları yolun şer'i düşünme metodundan ne kadar uzak olduğunu daha iyi kavramak için onlara ait bazı sözleri aşağıya sıralayalım:

- Müslümanların cahiliye yöntemlerine iştirak etmesi büyük bir çelişkidir. Müslümanlardan tağut olan devletlerle savaşması istenmiş iken nasıl olur da bu tağuti hükümleri ikame ederler? Zira Allahu Teâla inandığını iddia edip de ardından tağutta muhakeme olmak üzere gidenlerin durumuna şaşmaktadır.

“Sana ve senden önce indirilene inandığını iddia edenleri görmedin mi! İnkar etmekle emrolundukları halde tağuta gidip muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları büsbütün saptırmak istiyor.”

- Tağutun yasalarına itaat etmek, Allah'ın emrine muhaliftir. Çünkü onlar Rab edinilmiş olmaktadırlar. Ehli kitabın durumunu açıklarken Cenabı Allah şöyle buyurmaktadır:

“Allah'tan başka ahbarlarını ve ruhbanlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Rabler edindiler. Kaldı ki yalnız Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı.” Ayette geçen “Rab edindiler” ifadesinin ne anlama geldiğini soran Adiy b. Hatem'e Rasul (s.a.v.) bunun, haramı helâl, helalı haram kıldıklarından onlara itaat etme manasında olduğunu beyan etmiştir.

- Çağımızın küfür yönetimleri, salih müslümanlar ile, çirkin ve bozuk hükümlerini süsleyip bir ziynet eşyası olarak kullanmaktadırlar. Onları daima delil olarak göstererek diyorlar ki; Eğer biz batıl üzerinde olsaydık bunlar yönetimde bize iştirak etmezlerdi.

- Müslüman bakanların yetkileriyle haksız zorba ve zalim kanunlar icra edilince durum daha da vahim bir bataklık haline gelmektedir. Müslüman bakanlarla hedeflerine ulaştıktan sonra da onları çekirdek kabuğu gibi arkalarına atmaktadırlar.

- Yönetime iştirak etmek zalimlere meyletmek demektir. Allah (C.C.) bizi bundan sakındırmaktadır.

“Zalimlere destek olmayınız, yoksa size ateş dokunur.” diye buyurmaktadır.

Diğer taraftan yönetime iştirak cahiliye yönetiminin ömrünü uzatır.

- Yönetime iştirak etmenin Allahu Teâla'nın haklarında;

“Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”

“Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.”

“Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler fasıkların ta kendileridir.” ayetlerin kapsamına girerler.

İşte bütün bunlar, hareketler ve davetçiler hakkında gizli olmayan hususlardır. Ayetlerin delaletleri ve sarahatları dikkatlice inceleyen kimse için açık ve nettir.

Şunu da ekliyorlar: İslâmi hareketlerin bazı hallerde yönetime iştirak etmeleri müslümanlara ve İslâmi hareketlere büyük menfaatlar sağlayacağı muhakkaktır. Hatta tağutun çarçabuk izalesi ve hakkın ikamesine götürebilir. Bunun için İslâmi hareketlerin yönetime iştirak etmeleri neticesinde ortaya çıkacak maslahatları elde etmemiz mümkündür. Ortaya çıkacak bu maslahatları maddeler halinde sıralayalım.

1- İslâmi hareketi sonuçsuz bırakacak ve dağıtacak gizliden gizliye faaliyet sahasına konulan tuzakların farkına varılmasını sağlayacaktır.

2- Topluma, İslâmi hareketi oluşturan insanların dervişlerden müteşekkil olmadığını insanları yönetecek bilgi ve beceriye sahip oldukları güven ve itminanı verir.

3- İslâm'ın hayatla alakalı işleri tanzim edecek bir niteliğe sahip olduğunu göstermeye yarar. Dolayısıyla bu hususta İslâm'a olan güveni artırır.

4- İslâmi hareketi yönetime dair işler nasıl yürütüldüğünden haberdar eder.

5- Mevcut olan nizamdan tam manasıyla haberdar oldukça onun şerrinden korunabilme imkanına kavuşturur.

6- Bakan olma yoluyla Müslüman kadrolar bakanlıkta yaptığı düzenlemeler hususunda deneyim ve tecrübe kazanırlar.

7- İslâmi harekete mensup kişiler, halkın sevdiği insanlar durumuna gelmiş olurlar. Çünkü bu gibi yönetimde görev alan insanlar çoğu kez toplum ve bireyler için birer sembol olurlar.

8- İslâm hareketinin küfre karşı koyma direnci artar.

9- Müslüman kadrolar siyaset hususunda deneyim kazanır ve eksikliklerini giderirler.

10- İslâmi hareketin maslahatı için otoritenin heybetinden faydalanır.

11- Eğer İslâmi hareket bir cemaat olarak yönetime iştirak etmezse, devletin elindeki bütün imkanlar, İslâmi hareketle savaşmak veya İslâm’ı ve müslümanları yok etmek için çalışan düşmanların eline geçer.

Onların görüşlerini reddetmek durumunda olduğumuz halde görüşlerinin esas mahiyeti hakkında tam bir kavrayışa sahip olmak için ayrıntılı bir şekilde bir kısım görüşlerini buraya aldık. Böylece yer ve göklerin Rabbı olan Allah'ın gadabına neden olan fetvaların hangi kaynaklardan çıktığını ve bu fetvaları verenlerin ne kadar insafsız ve cüretkar davrandıklarını, Allah'ın emirleriyle kayıtlı olmaksızın mü'minlerin aykırı hareketlerin tozu dumanı içinde kaldıklarını göstermiş olalım. Ayrıca müslümanlara, bu fetvaların sabit şer'i ahkâmla nasıl çeliştiğini İslâm'ın sahih olan hüküm çıkarma metodundan ne kadar uzak olduğunu, müslümanları batının düşünce metodunun etkisi altında bırakan, Müslümanların alçalma ve düşme çağlarını başlatan yeni metotlar icad ettiklerini ortaya koyduk ki bu sayede fikirlerini gerçek manada ayrıntılarıyla incelemiş ve düşünme metotlarının çürüklüğünü anlamış olalım.

Eğer şer'i hüküm delalet ve subut açısından katî bir delilden alınıyorsa içtihad yapmak caiz olmaz. Faizi haram kılan ayetlerde olduğu gibi. “Allah, alış-verişi helâl faizi haram kıldı” ayetin de faizin haram kılınışı açık ve kesindir. Bir başka ayette de; “Allah, faizle malı imha eder, zekat ile artırır.” diyerek faizli işlemleri kesinlikle kötülemektedir. Bununla beraber: “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve eğer inanıyorsanız sermayenizden faiz olarak arta kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, Allah ve Rasulü'ne harp ilan etmiş olursunuz.” buyurarak Müslümanları faiz yemekten sakındırmıştır. Hatta ve hatta faiz yiyenleri şu şekilde vasıflandırmıştır: “Faiz yiyenler (Kıyamet gününde) ancak şeytanın kendisini çarpmış olduğu insanlar gibi (kabirlerinden) kalkarlar.” Rasul (s.a.v.) de faizi yedi büyük günahtan sayarak onu Allah'a ortak koşmaya yakın kılmıştır. Şöyle buyurmuştur:

“Yedi büyük günahtan sakının. Dediler ki: Onlar hangileridir, ya Rasulullah? Dedi ki: Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, seferberlik zamanında savaştan kaçmak, suçsuz mü'min kadınlara iftira atmaktır.”

Bu kadar katî nastan haberdar oldukları halde, bozuk istinbat metotlarıyla faiz almayı caiz saydıkları görülmektedir. Sübutu ve manayı delaleti katî naslarla haram olmasına ne oldu? Allah'ın o denli ikaz ve tehdidi kimin içindi? Onlar bu metotlarıyla Allah'ın dinine yaklaşırlarsa hükümlerini değiştirip şeriat ahkâmını daha çok sulandırıp tahrif edecekler. Din ahkâmını hafife almayı tabii bir iş olarak görüp onunla dalkavukluk yapmaya devam edecekler.

Aynen bunun gibi Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin, hükümde Allah'ı birlemenin farz olduğuna onlar da şahittirler. Bununla beraber -bidatçı metodları- sayesinde müslümanın tağut ile yönetmesinin caiz olduğunu söyleyebilmektedirler. Kendilerini İslâmi hareketin öncüleri olarak sundukları halde doğrularla ne kadar çeliştiklerini görmek için yukarıda onlara ait naklettiklerimiz yeter de artar. Halbuki öncüler ve önderler kendilerine tabi olanlara yalan söylemezler. Şöyle dediklerini hatırlıyoruz:

- Cahiliye yönetimine iştirak etmek büyük bir fesattır. Çünkü bu yönetimler haddini aşanların hükümlerini ikame ediyorlar. Hüküm hususunda Allah'a karşı gelerek O'nunla tartışıyorlar.

- Müslümanın küfür yönetiminde bulunması büyük bir çelişkidir. Müslümanın, tağuti devletlerle savaşması istenmişken nasıl olur da tağutu uygular?

- Allah'ın emirlerine muhalif olarak koydukları kanunlarda tağuta itaat, Allah'tan başkalarının rablar edinilmesi demektir.

- Çağdaş yönetimler salih Müslüman şahsiyetleri kendilerine bakan yaparak onları yönetimlerinin süs eşyası olarak kullanmaktadırlar.

- Çağdaş yöneticiler Müslüman bakanların yetkileriyle zorba ve zalim kanunlarını icra etmektedirler.

- Günümüz yöneticileri, çirkin, zararlı hedeflerine Müslüman bakanlar sayesinde ulaştıktan sonra onları çekirdek kabuğu gibi arkalarına atmaktadırlar.

- Cahiliye yönetimlerine iştirak etmek, zalimlere yönelmek demektir.

- Cahiliye yönetimlerine iştirak etmek, cahiliye yönetimlerin ömrünü uzatır.

- Allah'ın indirmediği hükümlerle hükmetmek, insanı; Allah'ın "kâfirler", "zalimler", "fasıklar" diye nitelediği sınıflardan birine dahil eder.

Bütün bu dedikleri şeylere rağmen hala kim Allah'ın bunca emirlerine muhalif şeyleri söylemeye cesaret edebilir? Allah'ın dinine karşı kim bu kadar cüretkar davranabilir? Esasen işi daha da batak bir hale getiren Allah'ın emirlerine muhalif davranışlarda bulunmaları değil, bilakis Allah'ın emirlerine muhalif davranmaya davet etmeleridir. Bunda elbette ki çok büyük günah vardır.

Şeriata aykırı düşen bunca noktaları ortaya koyduktan sonra soruyoruz: Onları yönetime iştirak etmeye sevk eden nedir ki kendini bundan alamıyorlar? Zannedersek onları iştirak etmekten sakındıran bu kadar delile rağmen şeriatın fark edemediği büyük bir maslahatı akıllarınca keşfetmişlerdir. Onların mantıklarına göre söz konusu maslahatın gereğini yapmak kaçınılmazdır. Böylesine derin düşünme metodları, şeriata muhalif bir metoddur. Allah'ın düşmanlarına yardım etmektir. Bu hususta yasama için edindikleri merci ve merkez şeriata uygun düşmeyen söz ve aykırı bir hüküm doğurmuştur. İstinbat ve yasama metodu müslümanları davetin ve nasihatın vermediği bir duruma getirdi. Müslümanları hakka yaklaştırmadı, aksine uzaklaştırdı. Neticede Allah'ın yardımından ve zaferinden uzaklaştılar. Mevcut vakıayı da değiştiremediler. Aslında şu andaki mevcut olan vakıa onların aleyhine şehadet etmektedir.

Yukarıda geçtiği gibi on bir madde halinde sıralayıp onları büyük maslahatlar diye nitelendirmişlerdi. Cahiliye yönetimine ortak olduklarında onları elde edeceklerdi. Allah aşkına hele bir bakın ve düşünün! Elde ettikleri basit ve değersiz şeyler ile kazandıkları büyük günahları bir nebze karşılaştıralım. Şimdi bunları bazı yorumlarla size sunacağız.

- Yönetimde bulunmakla cemaatın tecrübesi ve deneyimi artacak,

- İslâmi kadrolar, siyaset ile alakalı meselelerde yetişmiş olacaklar

- Bakanlık yaparak İslâmi kadrolar bakanlıklarına ait işlerin yürütülmesinde uzman olacaklardır.

Esasen bu üç madde tek bir konu ile alakalıdır. Zaten birinci madde bunu ifade etmektedir. Tabi eğer çok sözcük kullanılarak maddeler çoğaltılmak isteniyorsa o başka! Kaldı ki önemli olan laf kalabalığı değil, sözün doğruluğudur. Maddeler halinde sayılan bu kadar gerekçe Müslüman kişinin Rabbısının emirlerine uymamak için mazeret olabilir mi? İslâmi kadroların deneyim ve tecrübelerini artıracak Allah'ın gadabına değil de rızasına vesile olacak başka bir yol yok mudur acaba?! Müslüman gençleri yetiştirecek şer'i bir yol ve metot yok mudur? İslâmi hareketin siyasi çalışmayı gerektirdiği doğrudur. Fakat bunun Rasul (s.a.v.)'in metodu üzere yapılması gerekir. Zira Rasul (s.a.v.) de ashabını yönetim vakıasına ve kâfir devletlerle olan irtibatına ait hususlarda bilgilendiriyordu. Ayrıca müşriklerin ve ehli kitabın İslâm hareketine yönelik tuzaklarını haber veriyordu. İslâm davetçisinin, içki içenleri içmekten alıkoyamadıkları meyhaneye girip onları ikna etmek için önce bir kaç kadeh içip sonra onları ondan vazgeçirmeye çalışması nasıl düşünülebilir! Allah için söyleyin bu akılla bu fikirle nereye varılabilir? Allah'ın şeriatını değiştirmeye nasıl cesaret ediyorlar?

Öne sürdükleri son üç maddeye baktığımızda da durum değişmeyecektir:

- İslâmi hareket mevcut düzen hakkında iyi bir bilgi sahibi olur ve onun şerrinden kendini korur.

- İslâm hareket aleyhine gizliden gizliye yürütülen tuzaklar fark edilir ve dağıtılır.

- Eğer İslâmi hareket yönetime katılmayı reddederse, devlet imkanlarını İslâm hareketinin aleyhine kullanacak düşmanlar onun yerine geçer. Belki de böylece İslâmi hareketleri dağıtıp yok ederler.

Bu son üç madde de tek bir maddede özetlenebilir. O da şudur: "Düzenin şerrinden ve tuzaklarından İslâm'ı ve müslümanları korumak." Gerçekte içinde yaşadığımız vakıa bilfiil onları haklı çıkaracak bir özellikte midir? Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerle yönetimde ortak olmaları gerçekten onlardan veya ümmetten bir tehlikeyi bertaraf edip uzaklaştırdı mı? Kaldı ki bizzat kendileri Müslüman yönetimlerine iştirak etmeleri durumunda sistemlerinin ömrünü uzatacağını itiraf etmektedirler. Zira onlar böyle yapmakla ümmete şirin göründüklerini müslümanlara ihtiyaçları kalmayınca da onları müsvedde kağıdı gibi çöpe atacaklarını dilleriyle ifade ediyorlar. Şerlerinden kurtulmak ve tuzaklarını boşa çıkarmak iddiası nerede kaldı?! Müslümanların yönetime iştirak etmeleriyle cahiliye nizamlarının gerçek yüzleri daha iyi ortaya çıkmıyor, aksine daha da gizlenmiş oluyor ve anlaşılmaz bir hal alıyor.

Söz konusu ettikleri son iki maddeye bir göz attığımızda esasen birinci madde ile ikinci maddede de ifade edilmiş olduğuna şahit oluyoruz. Şimdi şu iki maddeyi tahlil edelim:

- İslâmî cemaatın insanlara liderlik yapabilecek güçte olduklarını göstermek.

- İslâm’ın hayatla alakalı genel ve özel işleri düzenleyebileceğine dair insanlara güvence vermek.

Gerçek şu ki yukarıda sayılan güvenceleri vermek bir cemaatın güç yetireceği şeyler değildir. Aksine böyle bir girişim İslâm'ın ve Müslümanların hakketmedikleri kötü örnekler sergileyecektir. Şu anda yaşadığımız durum bunun en büyük delilidir. Eğer ortada bu türden çağrılara karşı duran, yaptıkları açıklamalarla, batıl düzenleri desteklemede ve onlarla yardımlaşan, takındıkları tavırlar ve önerilerle, müslümanların nefislerinden İslâm’ı uzaklaştırmak için gayret gösteren müslüman alimlere karşı duran samimi, şuurlu ve uyanık İslâmi hareketler olmasaydı durum daha da vahim olurdu. Şimdi söyleyin Allah aşkına, Allah katında ve ümmet nezdinde sistem sahiplerinin korkuları ile kalpleri çarpan, sistemin sağladığı uyuşuk atmosfer içinde göğüslerini fasid ve bozuk sisteme övgülerle dolduran İslâmi hareketler ve alimler ile; hakkı korkmadan dobra dobra söyleyip gereğini yapan, Allah için kınayıcının kınamasından çekinmeden ötekilerin ortak oldukları yöneticilerin zindanlarına girme pahasına dini ikame etmede tavizsiz davranan İslâmi hareketler ve alimler arasında ne kadar derin farklar vardır! Halbuki küfür hükümlerine iştirak etmeyen alimler ve hareketlerin mensupları Allah'ın şu sözlerini kendilerine örnek edinmişlerdir:

“Rasullerden büyük gayret ve azim sahibi olanların sabrettikleri gibi sabret.”

“Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen gözlerimizin önündesin..”

“Sabret, şüphesiz ki Allah'ın vaadi gerçektir.”

Bu iki farklı anlayış ve davranış sahibi grup hiç musavi olur mu?!

Tıpkı bunlar gibi tek bir cümlede ifade edilebilecek son üç noktaya gelince, diyorlardı ki:

- İslâm hareketinin bazı üyelerini halkın teveccüh ettiği makam mevki sahibi kılmakla cemaata ve fertlerine ait bir çok iş kolayca halledilmiş olur.

- Kâfirlerin baskılarına karşı İslâmi hareketin mukavemetini artırmak

- Cemaatın maslahatı hesabına yönetimin gücünden istifade etmek.

Bu ve benzeri şeyler, bunları ifade edenlerin şaşkın düşlerinden ibarettir. Allah'ın; zalimlerin, fasıkların ve zalimlerin yardımcıları sıfatları ile nitelediği bu ve bunlara benzer tehlikeli ve sakıncalı sonuçlarla, Allah'ın rızası kazanılabilir mi? Halbuki İslâmi hareket, gücünün yettiğini bu fasid duruma düşmeden yapmalıdır. Bir hareket eğer Allah'a isyan ile, cahiliye hükümleriyle hükmetmeye iştirak etmekle yukarıda adı geçen neticeleri elde edecekse biz bu duruma düşenleri onaylamıyoruz. Uygun bulmuyoruz. Aksine bunları İslâmi hareketin amacına, davetin istikametine ve İslâm'a büsbütün zıt, aykırı ve merdud buluyoruz. Zira dinen merdud olan şey harekete de, davete de, İslâm'a da aykırı düşer.

Eğer bu aykırı tez sahipleri İslâm'a muhalif bu tarzdaki tasarruflarına on bir sebep bulup bunu savunma pozisyonuna giriyorlarsa esasen dinen caiz olmayan düşünce metotlarıyla bile onların hiç te haklı olmadıklarını ortaya koyabiliriz. Böyle bir tasarrufta bulunduklarında ortaya çıkacak yüzlerce sakınılması gereken tehlike ve engel vardır. Bazıları şunlardır:

- Bu metotla hareketin sorumluları ve gençleri en başta iki yüzlülüğü, münafıklığı öğrenirler. Zira onlar kendilerini yönetimde ortak kabul eden sistemin sahipleriyle baş başa kaldıklarında onları razı edecek şeyler söylerler. Fakat insanlarla, ümmetle bir araya geldiklerinde de başka şeyler söylerler. Yönetimin işlerini ve yönetimi çarçabuk ele geçirmek için yönetime iştirak ettikleri ve bunun için yöneticilere yakın bulundukları hususunda insanları ikna etmeye çabalayıp dururlar.

- Cemaatın tezleri, önerileri devamlı sulandırılmış, engin, belirsiz olmak zorundadır. Zira o köklü bir değişimden bahsedemez. Ancak ufak tefek ıslahatlardan bahseder.

- Kurulu mevcut sistem, İslâm hareketinin ve fertlerinin nefeslerini hissedecek duruma gelir. Tabiri yerinde ise nabzını tutar ve ateşini ölçer. En mahrem sırrına muttali olur. Hareket içinde bazı ihtilaflar, ayrılıklar meydana getirir ve onları besler. İplerini eline geçirerek onu büyütür, geliştirir, gerektiğinde onu yerinden koparıp ayırır.

- Yönetime iştirak eden cemaatın daveti sistem için tehlike arz etmeyen şer'î hükümlerle sınırlı kılar. Ülkenin yöneticileri hakkında gerçekleri söylemeyip susarlar. İslâm'a ve davete bambaşka bir çehre kazandırırlar.

- Mevcut sistem onlara çevresinde çalışacakları bir takım kurum ve kuruluşlara izin verince hemen bunları kurup oraya üşüşürler. Ancak ne zaman kapatılacakları korkusu onların yüreklerinden hiç çıkmaz. Sistemin endişe ve korkusuyla yasal olmayan hiç bir şey yapamazlar. Esasen sistemin izin vermediği şeyi düşünemezler bile. Müsamaha gösterilen daireden çıkmayı akıllarına bile getiremezler.

- İslâmi hareket cahili hükümleriyle hükmetmeye iştirak edince Rasul (s.a.v.)'in metodu üzere çalışıp toplumu değiştirmek isteyen müslümanlara vurulan darbeler ve yapılan baskıları haklı görmeye başlar. Zira onlara göre bunlar aşırı gidenlerdir. Bu darbeleri haketmektedirler. Mutedil ve aydın olanlar onlara destek verirler. Ne gariptir ki kendilerini engin ve müsamahalı görüş sahibi olarak takdim edip küfür düzenleriyle bile ortak çalışmayı kabul edenler Rasul (s.a.v.)'in metoduyla hareket edenlere karşı aynı müsamahayı göstermeyip hücum ederler. Zira onlara bu ortaklık hususunda yardım etmeyenler şiddete baş vuranlardır.

- Diğer taraftan bu hareketin kavramları dahi gayri meşru konumlarıyla uyumlu bir nitelik kazanarak değişir. Mesela; zimmet ehlinden cizye alınmaması hatta bunlara zimmet ehli demenin onur kırıcı bir şey olduğunu, bundan vazgeçilebileceğini savunurlar. Ayrıca demokrasinin onların yitik malı olduğunu, bugün ona kavuştuklarını da söylerler. Faiz ile muamelenin caiz olduğunu söylemekten de geri durmazlar. Zira onlar Allah'ın indirdiklerinin dışındaki hükümlerle hükmetmeye iştirak etmelerine bile cevaz vermişlerdir.

- Yönetime iştirak sistemin ömrünü uzattığı bir gerçektir.

- Bununla beraber küfür yönetimini halka güzel ve sevimli göstermeye yaramaktadır.

- İslâm’ın, bu sistem içerisinde kendilerine herhangi bir şey vermediğini gördüklerinde İslâm insanların nefislerindeki etkisini kaybeder. Özellikle yönetime iştirak edenlerin mevcut sistem içinde halka, akla hayale gelmeyen müreffeh bir hayatı, kudret helvası ve bıldırcın etini vaad edince İslâm onlara tesir etmez hale gelir. Kendilerinin dışındakilerin sorunlara çözüm üretmeye muktedir olmadıklarını söylerler. İslâm’ı temsil etmede kötü örnek olmalarına rağmen kendilerinin dört dörtlük bir nümune olduklarını ısrarla vurgularlar.

- Gençlere, davet adına en önemli işlerinin yönetime iştirak etme hususunda yaptıkları tercihlerini savunmak ve müdafaa etmek olduğunu anlatmakla en büyük kötülüğü yapmış olurlar. Bunu ispatlayacak delilleri olmasa da fark etmez.

- Cahili yönetimlerin İslâm davasını yüklenen diğer cemaatlara indirdiği darbelere karşı susarlar. Hatta onlara da katkıda bulunurlar. Yöneticilerin rızasını kazanmak, ya da onların bu yöndeki talebine cevap vermek için Müslüman hareketlere saldırmaktan geri durmazlar. Son zamanlarlarda Mısır'da buna benzer durumlara sıkça rastlanmaktadır.

- Böyle bir bakış açısı; şer’î hükümleri değil, maslahatı, kâr-zarar hesabını amellerin ölçüsü haline getirir. Maslahatı gerçekleştiren her ne ise şer’î ahkâma taban tabana zıt olsa da gereği yapılır. Öyle olur ki Müslümanların nazarında kâr-zarar hesabı şeriattan daha üstün bir konuma gelir. İşte dine ve davete bu ve benzer metotlarla yaklaşanlar sonunda dini ve daveti tanınmaz bir hale getirdiler.

- Buraya kadar ele aldıklarımız vakıayı tahlil etme açısındandı. Şer'i deliller açısından değildi. Onların vakıadan çıkardıkları delilleri çürütmek içindi. Onların düşünce metotlarının ve tutumlarının İslâm'a ve davete çirkin ve yabancı unsurlardan başka bir şey kazandırmadıklarını anlamak içindi.

Esasen ne vakıadan iddia edilen fikrin yanlışlığını ortaya koymak için ne de şer’î hükmü reddetmek için aklî delil ve gerekçeleri kullanmak bizim adetimiz değildir. Zira şeriat bize böyle bir usûl ve tarzı öğretmedi. Eğer söze onların metoduyla başlarsak onların durumuna düşeriz. Onların ölçüleriyle onların düştükleri hataya düşeriz. İlmiyle ihlaslı bir şekilde amel eden anlayış sahibi her Müslüman gibi biz de biliyoruz ki bir amelin kabul ve reddedilme ölçüsü ancak ve ancak tek başına şeriattır. Durum böyle olunca aklî delil ve gerekçelerle hareket edenlerin anlayışlarının ve gidişatlarının yanlış olduğu dikkatli bakan herkese kolayca görünür. Aklî delile dayanan gerekçelerle hareket edenlerin söyleyecekleri çok sözleri olabilir. Ancak söz konusu mesele laf kalabalığı değil düşünce metoduyla alakalıdır.

Ne acıdır ki onların, bunu anladıklarını ve şer’î ahkâma bu yönde bir ihtiyaç duyduklarına dair tek sözlerini duymadık. Bunun farkında olmalarına rağmen ileri sürdükleri bir takım sebeplerden dolayı şer’î ahkâmı terk etmektedirler. Halbuki bu asla caiz değildir. Hatta sahih ve kesin şer’î ahkâmı hafife alarak dine karşı çıkma küstahlığını göstermektedirler. Kendi düşüncelerini desteklemek için bazı alimlerin sözlerini örnek vermeleri esasen bir kabalık ve gereksizliktir. Çünkü vakıaya uygun ve mutabık düşmemektedir. Zira kişilerin sözleri şer’î delil ve hüccet değildir. Burada itibar edilecek şey delilin kendisi ve onun şer’î kaynaktan çıkarılma keyfiyetidir. Eğer onlar, "falanca alim şöyle diyor" diyorlarsa biz de onlara, "Allah ve Rasulü de şöyle diyor" diyeceğiz. Hem de doğru, sahih, katî ve apaçık olarak! Şöyle veya böyle bir adamın sözüyle Allah (C.C.) ve Rasul (s.a.v.)'in sözlerini neshedebilir miyiz? Gerçek şu ki maslahat yani kâr-zarar düşüncesi bugüne sahip olanlara galip gelmiş ve onları etkisi altına almıştır. Öyle ki onlar davanın tüccarı olmuşlardır. Ancak tüccar bile kazanmak için ticaret eder. Bunlar gibi kaybetmek için değil!

Düşüncelerinin bozukluğu başka bir açıdan ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: onlar şer’î olmayan bir kıyas metoduna dayanarak şer’î nasları ele aldıklarında aslında naslar hakkındaki düşünce tarzını aklî düşünce üzerine kurmuş olmaktadırlar. Bu da onları maslahatı tercih etme sonucuna götürmektedir. Neticede İslâm ümmetinin hiç bir zaman geçerli saymadığı yeni bir hüküm çıkarma (istinbat) metodu icad etmiş olmaktadırlar. Zira bu ümmetin alimleri böyle bir istinbat metodunu asla kullanmadılar. Böylece onlar Rasul (s.a.v.)'in öğrettiği ve salihi selef ulemanın ve onlara güzelce tabi olanların kullandıkları sahih şer’î kıyas metodunu kullanmayı terk ettiler. Zira bu sahih, mazbut, şer’î kıyas metodu onların söz konusu ettikleri her türlü etkiden uzaktır. Fakat onlar batının kullandığı aklî kıyas metodu üzerine yürüyerek maslahatı tercih etme hatasına düştüler. Rasul (s.a.v.)'in onlar hakkındaki sözünün isabetine bakın:

“Sizden ömrü uzun olanlar çok ihtilafa şahit olacaklar. Sonradan çıkan (dine sokuşturulan) amellerden (bid'attan) sakının. Gerçek şu ki sonradan ortaya çıkan her şey bid'atttır. Tüm bid'atlar ateştedir.”

Düşünce metotlarına maslahatı ölçü yapanlar diyorlar ki: İslâm, içki ve kumarın insanlara faydalı olduğunu ancak zararlarının faydalarından çok olduğunu göz önüne alarak haram kıldığını nas ile bildirmiştir. Ayrıca Müslümanların mallarını ve canlarını telef etmesine rağmen cihadı farz kılmıştır. Çünkü cihadın Allah katında büyük bir makbuliyeti vardır. Bununla beraber Müslümanların onda çok büyük maslahatları mevcuttur. Diğer taraftan Rasul (s.a.v.) Kâbe'yi yıkıp İbrahim (s.a.v.)'ın attığı temeller üzerinde yeniden inşa etmeyi düşündüğü ve dini bir maslahat olduğu halde bunu yapmamıştır. Böyle bir girişimin doğuracağı zararın faydasından çok olacağını düşünüp bundan vazgeçmiştir.

Bunları öne sürerek şöyle diyorlar: Küfür ile yönetimde ortak olmakta hiç şüphesiz çok büyük zararlar vardır. Fakat içinde bulunduğumuz İslâmî hareket, yönetime iştirak etme olayında İslâm’a, müslümanlara ve İslâmî hareketlere çok büyük faydaların tahakkuk edeceğini tespit etmiştir. Hatta bu iştirak, tağutun çarçabuk sökülüp atılmasını ve hakkın ikamesini de sağlayacaktır.

Bu düşünce metodunun yapılarına ve şahsiyetlerine uygun düştüğünü de ifade etmekten geri durmazlar. Bu hususu da tezlerine delil olarak göstermeyi ihmal etmezler.

Onların nasları bu şekilde kavrayarak naslardan İslâm'la çelişen hükümler çıkarmaları gerçekten pek acıdır. Günümüzde batı kültürünün etkisinde kalarak kâr-zarar hesabını ölçü alan faydacı pragmatik görüşün güçlendiğini görmekteyiz. Bunların yanında ilk dönem alimlerimiz, İslâm tabiatının farz kıldığı, disipline edilmiş İslâmî usûle göre hareket etmişlerdir. Kanun koymada insanın iradesinin müdahalesine meydan vermeyecek bir tarzda her hususta kendilerini Allah'ın şeriatıyla kayıtlı kılmışlardır. Allah'ın izniyle ilerde bu hususu beyan edeceğiz. Şer'i kıyas metoduna bağlı kalmayarak, eşi benzeri olmayan yeni metotlarla yürüyen bir kısım müslümanları görüyoruz ki hüküm koymaya müdahale edebilmek için kendilerine bazı kapılar açmışlar, oradan girip şeriata müdahale ediyorlar. Diledikleri gibi davranmaları için neyin faydalı neyin zararlı olduğuna heva ve heveslerinin karar vermesine müsamaha göstermektedirler. Akılları bir şeyin faydasının zararından çok olduğuna karar verdi mi artık o amelin işlenmesi gerekli olur. Yok eğer akılları adı geçen zararın daha çok olduğuna hükmederse, onun da terk edilmesi gerekli olur. Müslümanı heva ve hevesiyle, aklıyla maslahatını takdir etmede yetkili bir konuma getiren bu yeni metot aslında onu hüküm koyucu mevkiine getirmiş olmaktadır. Böylece Müslüman kendi hakkında yine kendisi hüküm koymuş olmaktadır.

Bu düşünce sistemiyle naslara yaklaşan, neticede fiiller hakkında da hükmünü vermeye başlar. İşte bu, bizzat batının düşünce sistemidir. Batı dünyasında geçerli olan düşünce sistemi budur. Batı, bu türden zihniyeti kabul etmektedir.

Bu düşünce metodu Allah'ın emrini değil, maslahatı Müslümana ibadet haline getirmektedir. Çünkü buna göre delaleti açık ve katî olan şer’î delil maslahat ile çatıştığı zaman, şer’î hüküm terk edilerek yerini maslahata dayalı olarak benimsenen hüküm alır.

Şüphesiz şer’î nasları ele alış tarzları ve usûlleri sınırlıdır. Müslüman Allah'ın kuludur. O'nun emirlerine itaat etmek durumundadır. Bunun için de nasların gösterdiği hal üzere hareket etmek zorundadır. İşte Müslüman budur. Ayrıca sahih istinbat metoduyla naslardan çıkarılan şer’î hükümler de Allah'ın hükümleridirler. Fakat şer’î kıyas, şer’î naslarda belirtilen bir illet varsa kullanılır. Şari‘in bir illete bağlı olmadan vazettiği hükümlerde yapmacık illetler icad edilemez.

Hayrı ve şerri, güzeli ve çirkini, helâlı ve haramı belirleyecek olan yalnız başına Allah'tır. Bunlar asla ve asla insana bırakılmamışlardır. Eğer bunları belirleme yetkisi insana verilmiş olsaydı, daha işin başında hüküm koyma yetkisi insana verilmiş olur ve şeriat tafsilatlı meselelerde müdahale etmezdi. Lakin müslüman, yegane yaratıcı olan Allah'a inanmakla mükellef olduğu gibi, Allah'ın, hayatında bağlı kalacağı nizamı da vazettiğine ve her problemi için çözüm gösterdiğine de inanmakla mükelleftir.

İlk fukahanın kendisiyle her problemi halletmeye imkan buldukları naslardan şer’î hüküm çıkarma metotlarını anlatan binlerce kitap Müslümanların hükmettikleri çağlarda telif edilmiştir. Bu kitaplarda şer’î usûle bağlı kalarak hareket eden alimlerin metotları mevcuttur.

Maslahatı esas ölçü alanların apaçık şer’î ahkâma muhalif ve zıt hükümlere varmış olmaları, metotlarının bozukluğunu göstermeye yetecek bir delildir. Eğer metotları sahih olsaydı çıkardıkları maslahat eksenli hükümleri şeriat hükümlerine ters düşmezdi. Demek ki tuttukları metot haddi zatında hatalıdır. Onu ortaya çıkaran esas faktör bakımından hatalıdır. Zira böyle bir metodun icad edilmesinde esas faktör Allah'ın rızası değil maslahat olmuştur. Konunun daha iyi anlaşılması için bazı örnekler vermek yerinde olur.

Şeriatın emrettiği şekilde daveti yüklenmek, yere ve zamana, doğuracağı sancıya bakmaksızın fikir bazında net ve açık olmayı, kuvvetli ve cesaretli olmayı, İslâm'a muhalif olan her şeye, çirkinliklerini açıklamak için cephe almayı gerektirir. Ayrıca çoğunluğunun görüşüne uygun düşüp düşmediğine bakılmaksızın temel ölçünün İslâmi esaslar olması gerekir. Halkın örf ve adetine uymuş veya uymamış, halk onu beğenmiş veya beğenmemiş bir şeyi değiştirmez. Daveti yüklenen kişi insanlara yaltaklık edip işleri ellerinde tutan kişilere boyun eğmez. İşte Rasul (s.a.v.)'in insanları çağırdığı hakka inanarak, bütün dünyayı karşısına alması böyledir. Mevcut adetleri, taklîtçiliği, bozuk akideleri ve dinleri hatta yöneticileri hesaba almıyordu. Hesabını bunlara göre yapmıyordu. İslâm risaletinden başka hiç bir şeye iltifat etmiyordu. Bu konuda İbni Hişam'in zikrettiklerine göre Rasul (s.a.v.) Kureyş'i fikirlerinin düşüklüğüyle suçlayıp, atalarını ayıplayınca, dinlerinin bir takım düşlerden ibaret olduğunu ve atalarının dalalette olduğunu vurgulayınca, Kureyş onu kötüledi. Ona düşman olmakta birleştiler. Günümüzde de Rasul (s.a.v.)'i izlemek isteyenlerin de böyle yapması gerekmektedir. Allah'ın şu sözünü örnek almalıdırlar:

“De ki, İşte benim yolum! Ben ve bana tabi olanlar bu metot üzere Allah'a davet ediyoruz.”

Allah Rasulü'nün şu sözünü de örnek almalıdır:

“Size iki şeyi bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu asla kaybetmezsiniz. Bunlar Allah'ın Kitabı ve Peygamberin Sünnetidir.”

Ayrıca selefi salihin yolunu kendine örnek almalıdırlar. Onlar şöyle demişlerdir: "Bu işin başında düzelten ne ise sonunu da   o düzeltecektir."

İslâm’ın onaylamadığı, eşine rastlanmayan bid'ata dayalı metotla düşünenlerin günümüzde şöyle dediklerine şahit olmaktayız: "Tercih edilme niteliğinde olan maslahat en uygun ve en yararlı olduğunu gösterir. Öyle ise işleri hikmetleri açısından ele alıp insanları en yararlı ve faydalı olanına davet etmek durumundayız." Ne var ki bu yaklaşım tarzı onların metotları gereğidir, yoksa şeriatın gereği değildir.! Devamla diyorlar ki: "Davetin menfaatına aykırı düşen her şeye karşı çıkmak gerekmez mi? Biz insanların kalplerini fethetmeyeceğiz de onları olumsuz yönde etkileyip uzaklaştıracak mıyız? Neden biz de davamızı başkalarının davalarını esaslı bir şekilde sundukları gibi sunmayalım? Onların kalp ve akıllarına tesir etmemizi sağlayacak hususlarda onlarla beraber, hem fikir olduğumuzu söylememiz daha uygun ve yararlı değil midir? Özellikle onlarla aramızda büyük ihtilafların, ayrılıkların bulunmadığı hususlarda onlarla beraber olduğumuzu söylememiz, onları kazanmamız açısından daha münasip değil mi? Yöneticilere yönelip onların şeriata muhalif işlerini ve hatalarını ümmete açıklamanın davete bir yararı olacak mı? Biz onların nefretlerini mi yoksa sevgi ve muhabbetlerini mi kazanmak durumundayız? Kaldı ki onlara yakın olursak, davete nice faydalar verecek bazı kilit noktalara gelmemiz mümkün olacaktır. Kim bilir belki bu metotla yönetimi de ele geçiririz. Bunun için onları, bizden korkmamaları gerektiğine ikna etmeliyiz. Bizim de onlara yakın olmamızda korkulacak bir şey yoktur." İşte burada şer’î ve hak metottan sapıyorlar. Yöneticileri memnun etmek için onları ve yaptıkları hakkında yalancı şahit olmayı uygun buluyorlar. Batıl karşısında susup yöneticileri etkilemeyen ufak tefek işlerle ve sözlerle uğraşmayı hakka muvafık görüyorlar. Ümmetin uyarılmasını gerektiren ülke meseleleri v.b. hayati meseleleri göz ardı ediyorlar. Ve daha yapılması ve söylenmesi muhakkak surette gerekli nice iş ve sözü görmemezlikten geliyorlar. İşte bütün bu yanlış tavır ve tutumların arkasında yanlış düşünce metodu yatmaktadır. Şöyle ki:

- Allah'ın, Rasul (s.a.v.)'den ilmi miras olarak alan alimler üzerindeki hakkı, ilimlerinin gereğini yaparak hakkı haykıran mücahitlere öncü ve önder olmaktır. Ayrıca bunun için ne gerekiyorsa onu yapıp yönetimi elinde tutanların İslâm'a aykırı işlerini ortaya çıkarmak teşhir etmektir. Yani küfür ile olan mücadelede İmam ve önder olmaktır. İşte geçmiş salih ulemanın tuttukları yol budur. Bundan sonra icad olunmuş metottan ilk müçtehit ulemanın bize sunduğu anlayıştan uzak birtakım fikir ve hükümlerin doğduğunu görmekteyiz. Şu sözleri anlayışlarına güzel bir örnektir: "Alimler, hak sözü söylediklerinde ya tutuklanıyorlar, ya da öldürülüyorlar. Böylece ümmete dokunan zarar hak sözü söylemekle elde edilen kazançtan daha büyük olmaktadır. Neden ümmet böyle bir alimin sağlayacağı hayırdan mahrum edilsin?"

- Aynı düşünme metoduyla milletvekili seçimlerine katılmanın caiz olduğunu söylüyorlar. Ancak bazı şartları vardır. Eğer söz konusu olay İslâm hükümlerine bağlı, küfür yasalarını reddedip şer’î ahkâmı savunuyorsa oy verilebilir. Müslüman olmayan veya İslâm dışı esaslarla hükmedecek ise seçilmesi caiz değildir. İslâmi esaslar üzerine kurulu olmadığından dolayı mevcut hükümetin desteklenmesi caiz değildir. Aksine ona engel olmak gerekir. İşte bunlar birer apaçık şer’î hükümdür.

Fakat takip ettikleri yeni icad metotları gereği yasamada, yürütmede ve yargıda şeriata bağlı kalmayan adayların seçilmesine cevaz verdiklerini görmekteyiz. Hatta yasaların her seçim bölgesinde belli sayıda Hıristiyan adaya kontenjan verdiği için Hıristiyanların seçildiği bir seçime iştirak etmeyi dahi caiz görmektedirler. Müslümanlar seçse de seçmese de Hıristiyan adayların muhakkak surette seçileceklerini biliyorlar. Diyorlar ki; "Madem böyledir öyle ise bize göre iyi olanları seçmek en iyi olanıdır. Zira onlar bizim için en kötü olanı seçmek isteyecekler. Biz oylarımızla buna engel olabiliriz."

İşte bu aklî tez ve teorilerin sahipleri gerekçelerini artırdıkça haktan daha da uzaklaşıyorlar.

Sonradan çıkma yeni icad akıl yürütme tarzının ve İslâm’ın sahih anlayışından uzak tez ve görüşlerin sahipleri şunu iyi bilsinler ki bu düşünce metotlarının ilgili tez ve önerilerinin İslâm’la hiç mi hiç ilgisi yoktur. Doğrusu yapa geldikleri şeylerden dolayı samimi bir şekilde tevbe etmeleri gerekir. Evet İslâm’a davet ameliyesinin onlara ihtiyacı vardır. Ancak bu düşünce metotlarıyla değil, İslâmi düşünme metoduyla hareket etsinler ki Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen sistemlere değil de İslâm'a destek olsunlar.

Unutmayalım ki neyin zararlı neyin faydalı olduğu, yalnızca alemlerin Rabbi tarafından belirlenir. Neyin bize fayda getireceğini neyin de zarar getireceğini ancak ve ancak Allah bilir. Eğer insan bunu takdir edebilseydi, hüküm koyucu olurdu. O zaman da insanların hayatla ilgili işlerini düzene sokmak için gösterilen dine de ihtiyaç kalmazdı. İşte bunun içindir ki Müslümana düşen Rabbinin şeriatıyla mukayyed olmasıdır. Şeriat kendisinden ne istiyorsa onun için maslahat odur, onu yapacak; neyi men ediyorsa onun için o zararlıdır, ondan da uzaklaşacaktır. Şeriatın o şey hakkındaki hükmü anlaşılmadan bu zararlıdır, bu faydalıdır diyemeyiz. Biz buna muktedir değiliz. Akıl neyin güzel neyin çirkin neyin şer neyin hayır olduğunun ölçüsü olamaz. Bakın şu şer’î kaide ne diyor:

"Şeriat nerede ise maslahat oradadır." İşte esas hata bu kaidenin "maslahat nerede ise şeriat oradadır" şeklinde değiştirilip işlenmesidir. Bu, ayeti kerimenin bize irşat ettiği tutum değildir.

“Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Umulur ki bir şey hoşunuza gitmediği halde hakkınızda hayırlı olur. Yine umulur ki seversiniz de o sizin hakkınızda şer olur. Zira Allah bilir siz bilmezsiniz.”

İşte bu düşünüş biçimiyle Allah'ın mübarek sözlerini kavrayabiliriz.

“...Güzel şeyleri onlara helâl, kötü şeyleri onlara haram kılar.” Güzel olan Allah'ın helâl kıldığı şeydir. Allah (C.C.) helâl kılmadıkça onun güzel olduğunu asla bilecek değiliz. Kötü de Allah'ın haram kıldığı şeydir. Allah bize haram kılmadıkça onun kötü olduğunu asla bilecek değiliz. Bu demek değildir ki aklımız kötü olanı belirleyip haram kılamaz, fakat iyi olanı belirleyip helâl kılabilir.

Bu onların, "İki hayırdan veya iki şerden birini tercih etmek yani iki hayırdan en hayırlısını tercih etmek veya iki şerden en az zararlısını tercih etmek gerekir" tarzındaki sözleriyle ifade ettikleri düşüncelerinin bir ürünüdür. Şeriatın aleyhine sarf edilen hatalı bir sözdür. Mesalihi Mürsele deyimiyle ifade edilmesi onu daha da tehlikeli kılmaktadır. Yani vakıa hakkında şer’î nas mevcut değilse maslahatın gereği ne ise öyle yapılır. Böyle denilmekle esasen Allah'ın ahkâmını değiştirmek içini kendilerine bir fırsat oluşturdukları gözden kaçmamalı. Bu fırsattan istifade ederek haramı helâl, helalı haram kılıyorlar. Bu, dinin kuşatıcılığını kırpan cidden çok tehlikeli bir metottur. İşte bu, hakka uygun düşmekten oldukça uzak olan görüşlerinin esas sebebidir.

Bütün bu arz ettiğimiz konular göz önüne alındığında, bunların usûl ve kaidelerinin şeriata müdahale etme karakterinde birleştiklerine şahit olmaktayız. Akıllarına ve arzularına şeriata aykırı kaideler vazetmeye izin verdiklerinde ve şer’î olmayan, aklı esas alan düşünce metoduyla hareket ettiklerinde bu tutum onları istedikleri hükümlere ulaştırır. Fakat şeriatın istediği hükümlere ulaştırmaz. Bunun içindir ki temeli maslahat olan aklî kıyas onların her konudaki değişmez kılavuzlarıdır. Halbuki şari‘in müslümanlara yasakladığı önemli hususlardan biri de aklî kıyastır. Zira onda Allah'a karşı gelme ve yasamada O'na ortak koşma olgusu vardır. Ayrıca onda haktan ve doğrudan kaçma, heva ve hevese tabi olma olayı vardır. Onların bu yöndeki çabaları, inkâr etmekle emir olundukları tağutun sağlama alınmasına yaramaktadır. Zira tağut bizatihi Allah'ın indirmediği hükümlerle hükmetme hadisesidir.

Konunun nihayetine gelmişken aklî kıyas ile şer’î kıyasın arasındaki farkı ortaya koymamız gerekmektedir. Böylece aklî kıyasın bozukluğunu ve şer’î kıyasın ehemmiyetini göstermiş oluruz. Bu sayede ümmet aklî kıyasın faydasından kurtulmuş olur.

Maslahat icabı aklî kıyasla hareket eden bu tip Müslümanlar şer’î hükme de bu açıdan yaklaştılar. Metotları olan aklî kıyas ile şer’î hükmün onlara sağladığı faydayı aynı şekilde değerlendirdiler. Şer'i hükme uyulmadığında ortaya çıkan zararı da aynı değerlendirmeye tabi tuttular. Neticede herhangi bir meselede Allah'ın hükmü olan şer’î hükmün akıllarınca zararı faydasından çok olduğunu tespit ettiklerinde onu terk ettiler. Yine faydası daha çok olan aklî hükmü aldılar. Fakat şer’î hükmün faydasının daha çok olduğunu gördüklerinde; Allah'ın emri olduğu için değil akıllarına uygun olduğu için şer’î hükme tabi oldular. İşte bu tutum, karşısında susmanın caiz olmadığı tehlikeli bir tutumdur. Çünkü aklı ve hevayı şer’î hükme üstün kılmaktadır. Akla, Allah'ın şeriatı üzerinde hüküm koyma rolünü tanımaktadır. Hatta aklı şer’î hükmün üstünde görmektedir. Bu tutum bizzat kanun koymaktır. İşte bu vaziyet, -özellikle bu konumuzdan sonra- görüşlerinin, tezlerinin, şeriata neden aykırı düştüğünü açıklamaktadır. Bu nedenle; Allah'ın indirdiklerinin dışındaki kanunlarla hükmeden bir yönetime katılmak caiz midir değil midir konusunda görüş ayrılığına düşmek mümkün değildir. Esasen Allah'ın indirmedikleriyle hükmeden bir yönetime iştirak etmenin hükmünde bir ihtilaf mevcut değildir. İhtilaf düşünme metodunda vardır. Esas problem onları şer’î hükümden alıp gayri şer’î hükme götüren, Allah'ın indirmediği, inkâr etmekle emir olundukları tağutun hükümleriyle hükmetmelerine sebep olan düşünce metotlarındadır.

Bu nedenle diyoruz ki, adı geçen düşünce metodu sahih bir kavrayışa gölge düşürdüğü gibi ona karşıdır da. Görüldüğü üzere vakıası onun bozukluğuna, itimat edilmeye ve amel edilmeye değer olmadığına delildir. Zira neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu belirleyecek tek merci alemlerin Rabbı olan Allah'tır. Neyin bize bir yarar sağladığını neyin bizden zararı savacağını ancak Allah bilir. Fakat bu zarar ve faydayı tespit ve takdir yetkisi insana verildiğinde insan kanun koyucu vaziyetini almaktadır. Kaldı ki insanların hayatla ilgili işlerinin düzenlenmesi için ilahi bir dine ihtiyaç vardır. İslâm da, Müslümanlardan hayata ait işlerin düzenlenmesi hususunda Rabbından gelen şeriatla kayıtlı olmasını istemektedir. Bunun içindir ki şeriatın yapmamızı bizden istediği şeyde maslahat, terk etmemizi bizden istediği şeyde zarar vardır. Şeriatın hükmü olmadan bir şeyin maslahat mı zarar mı olduğunu bilecek durumda değiliz. Bunu belirleme kudretine de sahip değiliz.

Gerçek şu insan kanun koyduğunda aklî kıyas metodu üzere hareket eder. Bu da birbirine benzeyen şeylerin aynı kategoriye sokulup hakkında aynı hükmü vermeyi gerektirir. Yine bunun gibi birbirinden farklı şeylerin arasını ayırarak haklarında ayrı ayrı hükümleri vermeyi gerektirir. Halbuki Alim ve Habir olan Allahu Teâla'nın vazettiği İslâm şeriatına baktığımızda birbirine benzeyen bir çok şey hakkında ayrı ayrı hükümler koymuştur. Tıpkı bunun gibi birbirinden farklı bir çok şey hakkında da benzer hükümler koymuştur. İşte bu aklî kıyasa aykırıdır. Ayrıca şeriat, aklen kavranması mümkün olmayan konularda hükümler belirlemiştir. Tek başına bu hakikat, bidat ehli olan bu kişilerin bidatçı metodlarını çürütmek için yeterli bir delildir.