Alemlerin Rabbı olan Allah'a hamd, efendimiz
Muhammed (s.a.v)'e ailesine, ashabına ve kıyamete değin onun
çizgisini takip edip onun izinde olanlara salat ve selam olsun.
Peygamber (s.a.v) dönemi ile varlığını gündeme
getirmesinden bu yana İslâm ümmeti, devleti ve toplumu ile asırlar
boyu yaşamını sürdürmüş ve bu tarihi süreç içerisinde,
hadaretinde, kalkınmasında, kuvvetinde ve izzetinde hiçbir
topluma ya da ümmete boyun eğmemiştir. Rasulullah (s.a.v) döneminde,
Arap Yarımadası’nda kurulan İslâm Devleti’nin dönemin
iki büyük devleti olan, Bizans-Rum ve Fars imparatorluğu ile
ilk günden başlayan bir komşuluğu ve etkinliği olmuştur.
Raşid halifeler döneminde ise
mücahitler/akıncılar, İslâm’ın mesajını aleme
ulaştırmak ve ülkelerin diyar diyar İslâmlaşmaları (İslâm
diyarı bünyesine katılmaları) amacı ile Arap
Yarımadasının da dışına yayılmışlardır. Geçmişi çok
eskiye dayanan ve asırlar boyu varlığını sürdürmüş olan
Fars imparatorluğu o mübarek sahabelerin (r.anhum) ayakları
altında yer ile yeksan olmuş, Rum Bizans İmparatorluğu ise
Şam diyarı ve Kuzey Afrika'dan silinerek yüzlerce yıldır
bir nebze rahmetin özlemini çeken halkların içinde
bulundukları hiç de iç açıcı olmayan konumlarının
saygınlaştırılması adına, sahayı İslâm hadaretine bırakma
durumunda kalmışlardır.
Daha sonra Emevi Halifeleri döneminde, İslâm
Devleti doğuda, tüm dağları, ovaları ve nehirleri aşarak
Çin Setti’ne ve Hind diyarına uzanan ve Asya kıtasını içine
alan bir yelpaze oluşturmuş daha sonra gaziler atlarını
batıya doğru mahmuzlayarak tâ Atlas Okyanusu sahillerine,
daha sonra da İslâm Devleti’ni Fransa’ya güneyden komşu
yapacak olan Endülüs’e, Cebeli Tarık’a gitmişlerdir.
Bundan sonra Abbasi halifeleri döneminde;
İslâm, fetihlerinde yer yer aksama görülmüş ise de
genişleme sürecini sürdürmüştür. İşte, İslâm
kültürünün, fıkhî mezheplerinin, düşünce ekollerinin oluştuğu
ve geliştiği bu dönem; muazzam yapıtların, medeniyetin göz
kamaştırıcı harikalarının, bilim ve keşiflerin İslâm
toplumunu yeryüzünün gözdesi yapan ve diğer tüm toplumların
gözlerini kamaştıran dünya cenneti konumuna getirdiği dönemdir.
Allah (c.c) 5. asırda, coğrafi açıdan
çok önemli stratejik konuma haiz olan Anadolu’nun (Küçük
Asya) kapılarını Müslümanlara açar. Nitekim Selçuklu
mücahitleri Anadolu’yu Bizans etkinliğinin tüm kalıntılarından
temizler ve bölgeden Rumları defederek başkentleri olan
Konstantiniye'ye ulaşırlar.
İşte tam bu esnada 5. asrın sonlarında,
İslâm dünyasında ayrı ayrı devlet görünümlerinin oluşumu,
Müslümanların ayrılmışlığı ve bölünmüşlüğünü de
beraberinde getirmişti. Bunun ardından Allah (c.c), ortaçağın
karanlıkları ve barbarlıklarında beslenmiş olan ve batı
Avrupa’dan ayaklanan haçlı seferlerini Müslümanların
başına bela etmişti. Haçlı seferleri, Mescidi Aksa'ya
ulaşarak Şam sahillerini bütünü ile işgal etmeye matuf
emellerini Küçük Asya’dan yol bularak gerçekleştirmiştir.
Bu çirkin emellerine yönelik olarak Mescidi Aksa'da 100
binlerce Müslümanı doğramışlardır. İslâm coğrafyasını
haince kundaklama ve yok etmeye yönelik saldırılardan sonra
İslâm ordusu, yeniden bir dirilişle mü’minlerin saygınlığını
kazanmak, mukaddes toprakların kurtuluşu ve yapılanların
hesabını sormak üzere toparlanmıştır.
Çok geçmeden Müslümanlar Salahaddin v.b.
gibi yiğitleri elinde Şam diyarlarının bağımsızlığını
elde ederler etmesine ama, bu sefer de doğudan kadın erkek,
çoluk çocuk, büyük küçük demeden milyonlarca cana kıyan,
ne nesli ne de ekinleri düşünmeden yok eden, bu yönü ile geçmişleri
aratmayan Moğol istilaları İslâm aleminin karşılaştığı
en vahşi ve en soysuz saldırıların yaşandığı dönem
geldi. Hatta İslâm dünyasının ve hilafetin başkenti olan
Bağdat'a saldırarak (H.656) yöre halkını hunharca
katletmiş ve dönemin halifesinin canına kıymakla yetinmeyip
gözlerini oymuşlardır. Bununda ötesinde tarihin ilk defa
şahit olduğu en büyük kütüphaneyi yağmalamış,
kitaplarını Dicle Nehrine atmış adeta karşıdan karşıya köprü
kurmuşlardır. Dicle Nehri ise kitapların yoğun mürekkebi
ile renk vermiştir. Uzunca bir tarihi süreci, özellikle dahîlerin, düşünürlerin ve müctehid imamların ortaya
koyduğu birikim ve şairlerin methiyelerinin, Arap dilinin
edebiyatının ve belagatının aydınlattığı o tarihi
sayfalar kapanmıştır. İslâm ümmetinin bu döneminde İran,
Irak ve Şam diyarı, insan etine iştahı kabaran, kanına
susayan kefere ve fecerelerin otlağı halini almıştı. Tam 5
asır boyunca doğusu ve batısı ile kendisine boyun eğilmiş
bir ümmetin yaşamında şaşırtıcı bir gerileme, endişe
verici bir çöküntünün baş gösterdiği dönem olması
bakımından gerçekten bu dönem, kapkaranlık sayfaların
olduğu dönemdir.
Ancak, tarih bilincine sahip, meseleleri aydın/kapsamlı
düşünce yapısı içersinde tahlil edebilen kişi bu dönemde
İslâm toplumunun yaşadığı talihsiz serüvenini bir yıkılma,
çökmüşlük bağlamında değerlendirecek ise bu
değerlendirmeyi yaparken; diğer farklı toplumlarla bir
mukayesesini yaparak değil de İslâm (ümmeti) toplumunun o
günleri aşarak geldiği, kendine ait tarihi sürecini/serüvenini
göz önünde bulunduracaktır. Sebebi ise; Müslümanların o dönemlerde
olağanca hezimete ve yenilgiye uğramalarına rağmen hadaret
ve kalkınmalarında kendileri ile boy ölçüşebilecek bir
toplumun henüz yeryüzünde olmayışıdır. Tarih boyunca İslâm
düşmanlarının Müslüman halklara yönelik saldırıları;
tarihin de şahit olduğu üzere, Zülkarneyn döneminde
yeryüzünü bozguna uğratan ye'cüc ve me'cüc'ü anımsatır.
Bir ümmetin kendi içsel problemlerinin doğurduğu gaflet ve
zafiyet etmenlerinin gündeme geldiği bir dönemde, ansızın
yakalandıkları buhran esnasında yapılan acımasızca
saldırıların/kıyımların dışında hiçbir zaman İslâm
düşmanları Müslümanlarla hadaret (dünya görüşleri) düzleminde
boy ölçüşememişlerdir. Buna rağmen tarihe, utanç verici
bir tablo olarak geçecek olan İslâm’ın beşeriyeti
aydınlatan nurunu söndürme girişimleri duraksamamıştır.
İşte o, İslâm coğrafyasında iki yüz
seneye yakın bir zaman dilimince kalan ve istediklerini elde
edememelerinin alınlarında bıraktığı leke ve utançla, ama
yinede kendilerini evrensel İslâm adet ve geleneklerinin
etkinliğinden alıkoyamamıştır haçlı ordusu! işte yine
diyarlarından müşrikler ve puta tapanlar olarak hareket eden,
ama kuvvetlerini Mısır’da toplamış olan Memalik ordusu
karşısında ağır darbeler alıp bölük pörçük olan ve
memleketlerine dönüşlerinde, İslâm akidesine inanmış ve
adanmışlar olarak, fevc fevc Allah'ın dinine girmeleri ile
gelişleri ve gidişleri arasında böylesine büyük farklılıklar
oluşturarak geri dönme durumunda kalan Moğol ordusu!
İşte Memaliklerin, mü’minlerin
bütünlüğünü koruma, Şam, Mısır, Irak, Kuzey Afrika ve
diğer tüm Arap Yarımadası’ndaki mukaddesata ve ümmetin
dokunulmazlarına el süren tüm unsurları ve parazitleri
ortadan kaldırma gibi bir görevi yüklenmeleri, İslâm
toplumuna, yeniden izzet ve saygınlığını tazeleme imkanı
sağlamıştır. İşte bu aşamada Anadolu’da, bölgeyi
Bizans’ın son kalıntılarından nihai olarak temizlemek
üzere ataları Selçuklulardan sancağı devralan Osman
oğulları kabilesinin, Anadolu’yu Avrupa’ya açan kapı
olan, yüzyıllar boyu Bizans imparatorluğuna başkentlik
yapmış titreyen kalbi konumundaki ve Allah Rasulü (s.a.v)'in
müjdelediği Konstantiniye’yi fethetmesi (1453) ile, şehrin İslâm
diyarına dönüşünün bir belgesi anlamında "İSLÂMBOL"
oluşu, onunda ötesinde şehrin H. 923'de Osmanlıların
hilafeti gölgesinde hilafetin başkentliğini yapması.
Ve uzun yıllar geçer! İslâm coğrafyasının
sınırları Osmanlı Halifeliği döneminde doğu Avrupa’da
mukaddes (addedilen) Roma İmparatorluğunun kapılarına,
Viyana'ya kadar dayanır. Bu genişleme Avrupalıları
ürkütür. İşte o zamanlar batıda "doğu
tehlikesi" diye bir olgu ortaya çıkar. Mesele; İslâm
tehlikesinden nasıl kurtulunabilir meselesidir. O dönemlerde
Osmanlı halifeliği ile uzlaşmacı, barışçıl diplomatik
ilişkinin dışında bir seçenekleri olmayan Batı Avrupa, bu
barışçıl süreci, devletinin, toplumsal yapısının ve
hayatının üzerine bina edildiği temel dinamiklerinin/dünya
görüşünün bir durumsal değerlendirmesini yapma noktasında
fırsat bildi. Bu değerlendirmeden sonra Batı; iki toplum
-Batı ve İslâm toplumları- arasındaki cevheri ayrımın her
iki toplumun -sosyal, siyasal, ekonomik- yapılanmalarının
dinamiklerini oluşturan temel dünya görüşleri olduğunu ve
gerçek mücadelenin savaş değil hadaretler boyutunda ele
alınması gerektiğini gördüler. Ve gelişmemişliğinin gerçek
sebebinin ortaçağdan beri hayat standartlarını
dayandırdıkları hadaret (dünya görüşlerinin) olduğunu ve
bu hadaretin hiçbir şekilde tüm unsurları ile yerleşik
yapısal niteliğe sahip bir hadaret -dünya görüşü- karşısında
-ki o İslâm hadaretidir- duramayacağını keşfetmişlerdir.
İşte Bizans imparatorluğunun
yıkılmasını takip eden yıllar tarihçilerin "yeni
tarih" diye isimlendirdikleri düşünsel, kültürel açılımların
zorlama uygarlık ütopyalarının üretildiği tarihi süreç
bu şekilde idi. Bu dönemde, 18. asrın sonlarında, laiklik ve
Liberal kapitalizm temeline dayalı çağdaş Batı
hadaretinin/dünya görüşünün oluşumu ile Batı yeni bir sürecin
eşiğine gelmiştir.
Batının kendi açısından bir dünya
görüşü ve toplumunun niteliği noktasında yeni bir yapısal
reformun düşünüldüğü -bu paralelde bir hareketlenmenin yaşandığı-
esnada İslâm toplumunu düşüncede duraklama, Müslüman
zihinlerin beyinlerinde bir donma gibi, İslâm alemi açısından
kötü bir serüven takip etmekte idi. Müslümanlar bu süreçte,
geçmiş fukahanın, İslâm ulemasının bıraktığı miras
üzerine dinlerinden, sistemlerinden, yaşayış tarzlarından,
devletlerinin -uluslararası siyasi alandaki- etkinliğinden,
ordularının gücünden gurur duyarak yaşamalarını sürdürüyorlar
ve bu dönem içerisinde kendilerine meydan okuyacak ne bir
devlet ne de bir toplum tanıyorlardı. M. 19. asırda ise İslâm
ve batı dünyasının mücadelesi yeni bir nitelik kazanıyordu.
O da askeri güç.
Bu asır ise; Avrupa’da sanayi devriminin
yaşandığı ve milliyetçilik olgusu üzerine yapılanan ulus
devletçiklerin oluştuğu süreç. Sanayi alanındaki
devrim/gelişme Avrupa ordusuna, gelişmiş silah gücünü
kazandırırken; halkları, -başta İslâm dünyası olmak
üzere- sömürme noktasında kendisine büyük olanak sağlayacak
olan, deniz, kara, hava, ulaşım vasıtaları noktasında teknolojik
donanıma ulaştığı ve imkanlarının genişlediği gözlemlenirken;
Osmanlı, Devleti’nin uluslararası devletler politikasındaki
etkinliğinin giderek azaldığı, ekonomisinin parmak
ısırttıracak derecede bozulduğu ve skandalların Osmanlı
idari mekanizmasının tüm alanlarını sardığı acı bir
tarihi serüveni yaşamakta idi.
İslâm coğrafyasını teker teker işgal
etme ve Müslümanların saygınlığını giderme
doğrultusunda kültürel sömürü askeri açıdan jakoben
tavırlarını tüm İslâm beldelerinde -çıkarları
doğrultusunda- göstermekte idi. Bütünü ile talihsiz bir
sendromun karşısında hayrete düşen İslâm dünyası ve
alimleri aydın ve entelektüelleri de çözüm üretemez olmuşlardır.
İşte İslâm dünyasının tarihi süreci içerisinde yaşadığı
en büyük bela/musibet bu idi. Bu musibet askeri anlamdaki
yenilgi değil, İslâm coğrafyasından bir parçanın
kaybedilmesi değil, hele mü’minlerin binlercesinin canlarına
kıyılması hiç değil. Hayır! Hayır! Bütün bunların çok
da ötesinde, İslâm hadaretinin -bir anlamda-, Müslüman
bireyin kimlik bunalımı yaşaması ve ardından takip eden
-İslâm toplumunun- siyasal/toplumsal anlamda çözülmesi ve yıkılmasıdır..
büyük musibet!
İslâm’ın tarihsel serüveninde, hezimet,
zâfiyet ve yer yer çözülmelere rastlamak mümkün. Ancak
böylesine korkunç trajediyi yaşamamış, hiçbir gün bu asırda
karşılaştıkları zilletle karşılaşmamışlardır.
Öylesine acıdır ki, Peygamber (s.a.v)'in şu sözü o dönemin
koşullarını tam anlamı ile ifade etmektedir:
"Ümmetler, milletler, her yönden
vahşi hayvanların bir yiyeceğe saldırdıkları gibi
birbirlerini sizin üzerinize saldırmaya çağıracak
(kışkırtacaklar/üzerinize üşüşecekler)” Denildi
ki; "Ey Allah’ın Rasulü! O gün bizim azlığımızdan
mı olacak bu?" Allah Rasulü (s.a.v); "Hayır,
bilakis o gün çok olacaksınız. Yalnız o gün sizler; bir selin
önüne katıp götürdüğü çer çöp misali olacaksınız.
Allah düşmanlarınızın kalbinden size olan korkularını
kaldırarak sizin kalbinize vehen'i yerleştirecektir"
buyurdu. (Hadisi rivayet eden); "Vehen nedir Ey Allah’ın
Rasulü?” dedik. Allah Rasulü (s.a.v); "Dünya
sevgisi, ölümü kerih görmek."
* buyurdu.
Her ne kadar söz sahipleri ümmetin bu
çöküşünün nereye dayandığı noktasında görüş
farklılığına düşseler de ümmetin günden güne içine
gark olduğu ve sürekli teneffüs ettiği o çözülüş ve
çöküntü sürecini durduracak ciddi bir şahsiyete
rastlanmamıştır. Böylece kalkınma, değişim, ıslah,
çözülme vs. konuları, daha sonra yazarların düşünürlerin,
ister samimi ister jurnal kılıklı, ister duyarlı ister
duyarsız olsun tüm aydın ve entelektüellerinin gündemine
giren ve uğrunda uğraş verildiği, kalemlerin tüketildiği,
oturumların konusunu işgal ettiği en önemli mesele olarak
birinci sırada yerini almıştır.
Elbette batının İslâm dünyasına
karşın elde ettiği siyasal alanda ki kazanımlarının
zeminini oluşturduğu, düşence yapısı, kültür anlayışı
ve dünya görüşünün bu tür eğilimleri yönlendirme noktasında
büyük payının olduğu çok açıktır. Dünya görüşü ve
siyaset anlayışı, batı dünya görüşü ve siyaset anlayışı
ile özdeş olan tiplerin resmi yada, gayri resmi kurumlarda yönetici
veya kamuoyunu yönlendirici medyatik, kültürel, eğitim ve öğretim
kurumlarının kurucusu ve çalışanları konumuna getiren bu
tiplerin sahip oldukları imkanlarını, halka, batılı dünya
görüşü ve değerlerinin empoze edilmesi noktasında
kullanmalarının büyük payının olduğu açıktır. Bu
bağlamda ortaya atılan tezlerin bir çoğu, kalkınmaya
getirilen tanımlar, ve üzerinde yapılan felsefi
yaklaşımlar, kalkınmanın esasları ve ilerlemenin kriterleri
üzerinde yoğunlaşan tezlerden tutun da, insanlığın bu
ilerleme kulvarında ulaştığı aşama ve kendi kimliğimizi
oluşturan dünya görüşümüzle (hadaretimizle) batı
hadaretinin özdeşleştirilmesi ve manipüle edilmesi uğruna söz
konusu Batı hadaretini güzel yönlerini transfer etmeye
yönelik çağrılara, daha da ileri giderek, gelişmişliği
hadaretler (dünya görüşleri) arasında bir
homojenleştirmede gören propagandalara kadar, ortaya atılan tüm
tezler ve sahipleri şu veya bu şekilde batılı dünya görüşünden
etkilenmiştir.
Şüphesiz bu tezlerin en tehlikelisi İslâm’ın
Batı hadareti ile örtüşebileceği, bütünleşebileceği
yada en azından onunla ayrışmadığı, aralarında bir çelişkinin
olmadığı ve İslâm’ın, serüvenini, işlevini yitirmiş,
tarihi misyonunu tamamlamış bir din olduğu, varolan
uluslararası, siyasal dengeleri elinde bulunduran hadaretlerin
-özelikle de dinin hayattan ayrılması ilkesine dayalı Batı
hadaretinin-, egemenliği altında her halûkarda
şekillenebilecek tarzda ruhbansı, kilise dini niteliğinde
anlaşılması ve sunulmasıdır.
İşte bundan ötürü kalkınma meselesine,
felsefesine ve bu felsefenin üzerine bina edildiği temel
aygıtlarına, İslâm’ın söz konusu felsefe ile ilişkisi
ve bu temel üzerine bina etmek istediği dünya görüşünün
yapısal niteliğine şu veya buradan transfer edilmiş egemen
statik kültürün, heva ve heveslerin doğrultusundaki davetçilerin
konjektürel şartlar diye ifade ettikleri, sığındıkları
çağdaş, batı uygarlığı ve dünya görüşünden uzak,
özgün bir şekilde günümüz -İslâm dünyasının/ümmetinin-,
içinde bulunması gereken yaşam biçimi, onun dayandığı
temel dünya görüşü -hadareti- ve sisteminin neresinde olduğuna
ilişkin yeniden dopdolu bir bakış açısı ortaya konulması
kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu tahlil, salt akademik
araştırmanında ötesinde -İslâm dünyasının/ümmetinin-
Allah'ın son nebisi Muhammed (s.a.v)'e indirdiği ve o temelde
dünya görüşünü oluşturduğu İslâm’ın öğeleri ve
referansları ışığında yeniden kalkınmak, ileriye götürmek
ve bu bağlamda toplumunun değişimini gerçekleştirmek
amacıyla gerekli olan düzeyde aksiyonel çalışma sürecinin
yeniden başlaması için olacaktır.
“Muhakkak size Allah’tan bir nur ve apaçık
Kitap (Kur’an) geldi. Onunla Allah, Kendi yoluna uyanları
selamet yoluna eriştirir ve izniyle onları karanlıktan
aydınlığa çıkarıp dosdoğru yola iletir.”
*
|
TRABLUS ŞAM
H. 3 Rabiulevvel 1416
M. 31 Temmuz 1995
AHMED EL-KASAS |
|