ÇAĞDAŞ BATI DÜŞÜNCESİNDE KALKINMA FELSEFESİ |
|
Çağdaş tarihte batılı düşünürlerin
bir çoğu -ki onların teorileri, Avrupa kalkınma çağı düşüncelerinin
kısmi olarak devamı niteliğindedir- proplematiğin,
insanoğlunun kullanacağı özgürlük noktasında
odaklandığını düşündüler. Onlara göre insan özgür
olduğu oranda üretebilir, yeni fırsatlar açabilir ve bu da
kesinlikle onun gelişme ve kalkınmasını sağlayacaktır.
Tersine bir durum yani, insanın kayıt altına alınması, bir
şekilde boyun eğmesi onu kısır döngü içerisine alacak,
yeteneklerini törpüleyecek ve üretken olmasını
engelleyecek, böylece insan kesin olarak geri kalacak, çöküşe
sürüklenecektir.
Bu noktada; yani insan ile hareket ve aksiyon
özgürlüğü arasında yer alan unsuru, algılanabilir olmayan
ruhani hayat şeklinde tanımlanan gaybi mitolojilere olan
bağlılığı gördüler. Onlara göre toplumun bilincine dini
düşünme; hayatı, devleti ve toplumuna ruhsal refleks egemen
olduğunda o toplum algılanabilir/rasyonal vakıa ile ilişiği
kesilir. Maddenin, evren ve hayatın ardına kilitlenir,
kendisinin hareket, üretme ve yeteneklerini ortaya koyup fırsatlar
açmasının önünde duran mitoloji ve dini
mefhumlar/kavramlara esir olur. Böylece bu durum, onu, hayatın
vakıası/reel yönünü önemsememe ve dolayısıyla geri
kalmaya iter.
Söz konusu teorilerine tanık olarak da
Avrupa tarihini gösterdiler. Şöyle ki: Ortaçağ ruhaniyet ve
dinsel dönemlerdi. Mütedeyyin bir Avrupalı kalkınma ve din
arasında değişik bir ifadeyle madde ve ruh arasında bir çatışma
gördüğünde geri kalmaya paralel dini tutuculuğu küfür,
sapıklık bir yaşama paralel kalkınmaya tercih ediyordu.
Ancak bu bakış açısı insanın ruh ve
maddeden müteşekkil olduğu şeklindeki felsefeye
dayanıyordu. Yani insanda bir ruhsal yön bir de maddi yön
var. İnsanın oluşumundaki bu iki kutup birbirlerine zıtlık
göstermektedirler. Nitekim onlardan biri ancak diğeri
hesabına (diğerini ihmal ederek) doyumsanabilir. Şayet insan,
arınmak ve melekler sıfatına katılmak istiyorsa ruhunu
bedenine galip getirmesi gerekiyor. Bunu da dünya, nimet ve işlerinden
soyutlanıp kendisini ibadet ve bedene eziyete
yoğunlaştırması, metafizik ile ilgilenmesi ve ruhaniyete
sığınma ile başarabilir. Ancak insan dünya ve nimetlerini
ister, onun imar ve güzelliğine kapılır ise bu durumda
bedenini ruhuna galip getirmiş ve ruhtan, ruhani hayattan
ardından da nefsi arınmadan, melekler konumuna yükselmekten
uzaklaşmaya karar vermiştir. Böylece gaybi hayatı boş
vermiş ve ahireti hüsrana uğramıştır.
Weel Dourat ortaçağda mütedeyyinlerdeki
refleksi şu şekilde vasıflandırıyor. “Hıristiyanların
çoğu tüm dikkatlerini kirlerden arınmış bir şekilde o
korkunç hesap gününü karşılamaya yönelik çaba
göstermeye kilitlemişler idi. Bundan ötürü duyusal
zevklerden herhangi birisini şeytanın tuzaklarından bir tuzak
olarak görüyorlardı. Bu itibarla bedeni dünyalarını
sindirmeye yöneliyor, oruç ve bedeni bir çok işkence çeşitleri
ile şehvetleri bastırmaya yönelik çaba sarfediyorlardı.
Dolayısıyla müzik, beyaz ekmek, yabancı şarap, sıcak hamam
ve sakal kesmeyi endişe ile karşılıyorlardı. Bu tür davranışları
açık olarak Allah (cc)’ın iradesine karşı çıkma olarak
yorumluyorlardı.”
*
Bu yüzden, kendisini diğer yaratıklardan
farklılaştıran ve insan, hayat ve evrenin gerçeklerini tanımasını
sağlayan akıl; din adamları tarafından din ve inanç karşıtı
olduğu şeklinde birçok çeşit aşağılanma ve dışlanmaya
maruz kalmıştır. Genel olarak Avrupalılar Dourant’ın
ifade ettiği gibi “Din adamlarının endişelerini gideren
yanıtlarına inanma ihtiyacı hissediyorlardı. Şayet kilise
kimi zaman doğru kimi zaman yanlış yapabileceğini itiraf
etmiş olsaydı, ona olan güvenlerini kaybederlerdi. Böylece
Ortaçağ vakitlerin ve koşulların çoğunda akıl inanca
teslim olmuştu. Bugünün insanı bilim ve devlete nasıl güveniyor
ise Ortaçağ insanı da tüm güvenini kilise ve tanrıya
bağlamıştı.”
*
İşte Avrupa toplumlarının aklın etkisi
altında kaldıklarını fark ettikten sonra tüm çabasını
Ortaçağ ruhunun yeniden kazanılmasına yoğunlaştırmış ve
protestan mezhebini kuran dini reformculuğun önderi Martin
Luther şiddetle akla saldırıyor ve insanları onu ayakları
altına almaya çağırıyor. “Sen İncil ve aklı birlikte
kabul edemezsin. Biri diğerine yol vermelidir. Allah’ın bize
sunduğu Hıristiyanlık inancımızın ayetleri makul olana
terstir. Kuşkusuz akıl inancın en büyük düşmanıdır...
O, cüzzam ve uyum gibi atılması gereken şeytanın en iğrenç
işlerindendir. O ve hikmeti ayaklar altına alınmalı ve
tamamen ortadan kaldırılmalıdır.”
*
Çağdaş ve yeni tarihte batılı düşünürler
dini bu şekilde algılayınca -yani Ortaçağ Avrupasında
yaygın şekli ile- Ortaçağda toplumun geri kalmasında temel
etkenin devlet, toplum ve hayat üzerindeki dinin egemenliği
olduğu görüşüne sahip oldular. Bunun en önemli tanığı,
Avrupalıların Kral’a tanınan Tanrı adına var olma düşüncesinin
etkisi ile boyun büktükleri, jakoben uygulamaları ve zulümleri
ile tanınan feodal sistemdir. Dourant diyor ki: “Kral
Tanrıya bağlıydı, Tanrı adına yönetiyordu. Bir anlamda
Tanrı ona yönetme yetkisi vermişti.”
*
Böylece Avrupalı düşünler -sanki bütün
tarih onların tarihi imiş gibi- Avrupa tarihini ele alıyor,
kendilerince dine karşı tutumlarında deliller aramaya devam
ediyor ve onların ifadesi ile 15. yüzyılla başlayan yeni çağa
kadar ulaşıyor. Söz konusu yüzyıllarda kalkınma hamleleri
ile topluma, tamamen kendi kimliğini yansıtmaya yönelik baskı
kuran kilise ve bu baskıya karşı cephe alan devrimci ve
reformcular arasında bir ilişki kuruyorlar. Bu noktada ilk
reaksiyon; yani Avrupa kralları üzerindeki papanın
etkinliğinin kaldırılması talebini seslendiren her ne kadar
aklın ve bilginin aşağılanması ile bastırılmaya çalışılsa
da bu hareket Avrupa kralları ve emirlikleri üzerindeki kilise
egemenliğini ve çemberini kırmaya yetti. Hareket özellikle
papa ve kilisenin Avrupa kralları üzerindeki nüfuzunun kaldırılmasını
hedefliyordu. Protestan reformcuların ileri gelenlerinden
birinin gündeme getirdiği ve kuvvetle savunduğu fikir şu
idi: “Kilise şeklinde tanımlanan ruhi otoritenin, kutsal
kitaplarda ve Mesih’in talimatlarında olduğu temelsiz bir
iddiadır.”
*
Bunun yanında gerek dinin kökten inkarı düşüncesinde
gerek ise dinin devlet, toplum ve hayattan
ayrılması ve onun kilise ve eve hapsedilmesi talebinde bulunan
ve kilisenin egemenliği ve mitolojilerine karşı tutum alan
filozoflar ortaya çıktı. Bununla birlikte üretken olması,
yeteneklerini ortaya koyabilmesi ve kendini tanımlayacak
davranışlarda bulunabilmesi için insanın özgür kılınması
gerektiğini, herhangi bir toplumda kalkınmayı gerçekleştiren
unsurun da bu olduğunu söylüyorlardı.
İşte meşhur İtalyan düşünür
Macyewelli (ö. 1527); Hıristiyanlığın -en iyi dönemlerinde-
karışık faziletleri öğütlediğine inanıyordu. Ona göre
bu öğütler; bedenin yok sayılması, aşağılanması, boyun
eğdirilmesi ve lokmanın küçük bir parçasının sunulması
daha sonra da insanın hedefini, ölüm sonrasındaki mutluluk,
rahatlıkla sınırlandırmak idi. Macyewelli’nin
fazilet/erdemlilik düşüncesi Hıristiyan temsilcilerinkinin
tersi idi. O insanın mutluluğunu ve iyi yaşamı yeryüzü
merkezli buluyor, bunun da nefsin aşağılanması değil
bilakis onurlandırılması ve büyüklenmesi ile gerçekleşeceğine
inanıyordu. Çağdaşları ile karşılaştırıldığında o,
din ve dünyanın karıştırılması kabul edilemezdi. 16. yüzyılda
İtalya’da kiliseden dönemi açan bir diyanet olarak ayrıldıktan
sonra cumhuriyet modelini, eski romanın ruhu üzerinde yeni ve
asıl görevi duyguları canlı ve vatani üstünlükleri
sunacak “zamane diyanet” kurumları oluşturmayı hedef
ediniyordu.
* 16. yüzyılda benzer şekillerde Fransız
yazarlarının tümü Ortaçağ kültürüne karşı çıkmışlardır.
Daha sonra 17. yüzyılda Avrupalı filozof
ve yazarlarda insan ve evrenin tabiatının akılla
aydınlatılabileceği düşüncesi filiz verdi. Aynı zamanda
Mukaddes kitaplar yorumlanması ve dinlerin mukayese edilmesine
gösterilen ilgi resmi din anlayışının etkisini
zayıflattı. Bu bilim dönemi mucize ve ilahi vahyi inkara
götürdü. Kişinin inancını başka birine ve topluma
dayatmasının makul olmadığı düşüncesi aydınlanmacı
-dine karşı cephe alan filozoflar- düşünürlerin düşüncelerindeki
özelliklerinden biri idi. Çabaları dinleri ortak bir noktada
bütünleştirmeye dönüştü. O da; varlığın kaynağı
olması bakımından Tanrıya ve Tanrının dünyayı
yarattığı, onun gidişatı ve işini terk ettiğine inanç
idi.
18. yüzyılda aydınlanmacı filozoflar,
dinin devlet, toplum ve hayattan ayrılması/laisizim düşüncesini
kökleştirmek üzere yoğunlaştılar. İşte Montusco (ö.
1755) ataist olmasa da kilise ve din adamlarına kin kusuyordu.
*
Aynı şekilde tarihi eserlerinde İncil ve
Hıristiyanlığa yaklaşımı eleştiren ve insanlık tarihi
noktasında genel hatlar çizen Folter (ö. 1778). Onun felsefe
tarihi; toplumların Tanrı iradesinden bağımsızlaştıkça
göreceli olarak geliştirme ve ilerleme kazandığı esasına
dayanıyor. Kendi tanımlaması ile dini ütopyalar ve
mitolojilere karşı mücadele vermiştir. Gelişme önünde
duran en çetin engel olarak hedef seçtiği başlıca unsur
katolik kilisesi ve Hıristiyanlıktı.
*
Ve yine Fransız ihtilalinin bel kemiği ve
ihtilalden sonra da Fransız toplumun İncili pozisyonunu
kazanan “Toplum Sözleşmesi” kitabının yazarı Janjac
Rausse, Tanrıya inanmaya ama vahyi inkara daha sonra da dinin
hayattan ayrılmasına çağırıyordu. Ona göre, yasaları
koyanlar ve daha sonra idare eden kral ve yöneticiler yasaları,
toplumu karşı çıkmaktan alıkoysun ve bağlayıcı nitelik
kazansın diye Tanrıya dayandırıyorlardı. O şöyle ifade
ediyor: “Yasamayı yapan güç kullanma imkanı bulmayınca
kendisine bu imkanı sağlayacak başka bir otoriteye yönelmesi
gerekiyordu. İşte bütün zamanlarda toplumun boyun eğmesi için
yöneticiler Tanrıya ve göğün fonksiyonlarına
sığınmışlardır.”
*
Son olarak 1789 Fransız ihtilali gerçekleşti
ve kiliseyi devlet, toplum ve hayattan nihai olarak
uzaklaştırdı. Dourant diyor ki: “Daha önceki ihtilaller
ya devlet ya kiliseye karşı yapılıyordu. Her ikisine birden
karşı tutum almak çok nadir görülmüştür.... Fransız
ihtilali ise, Krallara ve kiliseye beraber karşı konum
almıştır.”
*
Bu şekilde batılı çağdaş düşünür ve
tarihçiler söz konusu koşulları canlı delil olarak kabul
ediyorlar. Nitekim genel olarak toplumun hayatında dinin ve
üzerindeki kilisenin nüfuzunun kırıldığı oranda Avrupa’da
büyük kalkınmanın yavaş yavaş sağlandığı inancını
taşımaktadırlar. Onların teorilerini doğrulayan Fransız
ihtilali nihayet gerçekleşti, kilisenin egemenliği ortadan
kaldırıldı ve Tanrı adına yönetim düşüncesi yıkıldı
ve ardından toplum genel özgürlüklere kavuşturuldu. Böylece
Avrupa kalkınma kulvarında hazırlıklarını tamamlamış
oldu ve batılıların bugüne kadar da övündükleri meyveleri vermeye başladı.
İşte batılı düşünürlerce batının
çağdaş tarihin başlamasından bu yana benimsediği düşüncelerin
temel kavramı/kaidesi haline getirdiği, toplumuna fikri
önderlik olarak sunduğu akli inancı/dünya görüşünün
ortaya çıkmasının ardında olan uygarlık teorisi; dinin
hayattan ayrılması/laikliktir.
Onlar en ufak bir kalkınma hareketini bu
teori çerçevesinde yorumladılar. Dolayısıyla komünist kalkınmayı
yorumlarken komünist toplumda dinin hayat üzerinde hiçbir
etkisinin olmayışına (nitekim komünizm, ataizm/materyalizm
üzerine kurulu olan ve dinin toplumları uyuşturan afyon
olduğunu söyler) dayandırıyorlar ve komünist toplumların
madde, hayat ve vakıasını rasyonel algılayışı ile
irtibatlandırırken, söz konusu düşüncenin ani çöküşünü
ise materyalizm ve dinsizliğe dayandırmamakta ve bunu sadece
özgürlüklerin olmayışı ile ifade etmektedirler. Gayba
kulluk ve din adamlarına boyun eğmekten kurtulmada insanın
hedeflediği özgürlüğü komünist sistem bu sefer devlete ve
egemen partiye boyun eğmeye dönüştürmüştür. Ve şimdi de
komünist devletten bağımsızlığını elde etme köşesinde
olan halkları, liberyalist batı hadaretinin egemenliğinin
boyunduruğu altına girmeyi istemek olarak suçlamaktadır.
Radikal liberyalist Fransız Fukuyama; “İkinci binin
sonlarına yaklaştığında insan, sosyalizm ve skolastizm
olmak üzere iki krizle karşılaşmıştır. Bu ikisini de gündemden
kaldıran; çok kapsamlı bir ideolojidir ki, o da halkın
egemenliği ve bireysel özgürlükler düşüncesi yani
liberyalist demokrasidir.”
*
İşte tarihte kalkınma ve çöküş
fenomenine ilişkin çağdaş batı mefhumunun özeti budur. Bu
tarihi geniş eleştirmede çok ayrıntıya dalmayacağız.
Çünkü bu teoriyi altına alıp, tarihin tanıklık ettiği
kalkınma modellerinden bir modeli sunacağız ve söz konusu
teorinin bütün kalkınma ve çöküş modellerini tanımlayıp
tanımlamadığını göreceğiz. Kalkınma felsefesinin özelliği
itibari ile başka bir deyişle “kalkınmanın tanımı”
şayet doğru ise bütün kalkınma hareketlerini kapsaması ve
tanımlayabilir olması gerekir. Yani tanım, cami/kaplayıcı ve
mani/engelleyici olması gerekir.
Ortaçağ dönemlerinde İslâm hadaretinin
gerçekleştirdiği kalkınmanın espirisini sorsak, söz konusu
teori sahipleri bu fenomeni izah etmekte güçlük çekecekler
ve teorilerini ispat için çok değişik yorumlara
gideceklerdir. Tarihin tanık olduğu en büyük kalkınma İslâm
hadareti dönemleri din ve ibadet/kulluk dönemleridir. Bilakis
İslâm hadareti -toplumu, devleti ve yasama biçimi- insanın dünya
hayatı öncesi ve sonrası ile ilişkisini kuran ruhani bir
akide üzerinde kurulu bir hadarettir.
İşte bu, batı teorisinin kalkınma ve
çöküş fenomenini yorumlamalarındaki yanlışlığın en
çarpıcı canlı bir delilidir. Bu düşüncenin doğruluğu
vakıaya uygun oluşu ile ölçülür. Yanlışlığı da
tıpkı bu teoride olduğu gibi vakıaya uygun olmayışı ile
ifade edilir.
Kalkınma felsefesinin bu felsefede olduğu gibi
öyle şüphe uyandıran, zanni bir teori ile açıklanması mümkün
değildir. Bilakis o, hissedilir gerçekliğe uygun ve kesinlik
kazandıran, her kalkınma ve çöküş hareketlerini
yorumlamada yetkin bir düşünce olması gerekir.
|