TEFEKKÜR


TEFEKKÜR

Kesin ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde aklın tanımını yaptıktan sonra, düşünceye ulaşmak için aklın nasıl bir yol izlediğini, yani düşünceleri nasıl ürettiğini ortaya koymak gerekir. Buna, “düşünme metodu” diyoruz. “Düşünme metodu”nun yanı sıra bir de “düşünme üslubu” vardır. “Düşünme üslubu” nesnenin nasıl araştırılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Söz konusu nesne somut-maddi bir nesne olabildiği gibi, maddi olmayan bir nesne veya bir şeyi araştırmayı gerektiren araçlar da olabilir. Bu nedenle “üsluplar”, nesnenin türüne, değişme ve farklı şekillerde meydana çıkma özelliğine göre değişip farklılık gösterirler. “Düşünme metodu” ise, doğası ve gerçekliğine bağlı olarak aklî eylemin, yani akıl yürütme eyleminin nasıl gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu nedenle “düşünme metodu” değişmez, olduğu gibi kalır. Bunun doğal bir sonucu olarak da değişip farklı biçimlerde ortaya çıkmaz. “Düşünme üslubu” her ne kadar değişirse değişsin, “düşünme metodu”nda süreklilik ve değişmezlik esastır.

“Düşünme metodu”, aklın her türlü düşünceyi üretme biçimidir. Bu, aynı zamanda aklın da tanımı olup, hiçbir şekilde akıl olgusuyla çelişen bir tanım değildir. Bu nedenle “düşünme metodu” “aklî metot” olarak da adlandırılabilir. “Aklî metot”; hakkında araştırma yapılan şeyin, nesnenin, konunun hakikatını, hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla anlamayı hedefleyen ve maddeyi yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan belli bir araştırma metodudur. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere beynin bir yargıya varması, “düşünme” veya “aklî kavrama”dır. “Aklî metot”; fizik gibi pozitif bilimlerde ideoloji ve yasama gibi fikri konularda, edebiyat ve fıkıh, gibi sözel konularda yapılan araştırmalarda kullanılabilir. Bu metot, “kavrama”ya ve kavrama eylemine götüren doğal bir metot olup tanımı aklın tanımıyla örtüşmektedir. Kişinin bu metotla bir insan olarak daha önce kavradığı bir şeyi tekrar kavraması veya kavramak istediği şeyi özümsemesi mümkündür.

Görüldüğü gibi “aklî metot” düşünmenin yegâne metodudur. “Bilimsel metot”, “mantıksal metot” gibi düşünme metotları, “aklî metot”un birer dallarıdır. “Bilimsel” ve “mantıksal” metot, bir şey, bir konu hakkında araştırma yapmanın herhangi bir üslubu veya aracı olup düşünce için esas metot değildir. Düşünmenin yegâne metodu, yalnızca “aklî metot”tur.

Ancak “aklî metot”u tanımlarken bir şey hakkındaki “ön-görüşler” ile “ön bilgiler”i ayırmak gerekir. Zira “aklî metot”ta esas olan, maddeyle ilgili herhangi bir ön-görüşün veya ön görüşlerin değil, ön bilgilerin var olmasıdır. Burada önemli olan görüşlerin değil, bilgilerin varlığıdır. Maddeyle ilgili önceden var olan görüşün ya da görüşlerin düşünme eyleminde kullanılması doğru olmaz. Düşünme eyleminde yapılması gereken, söz konusu görüşün düşünceye müdahalesini engelleyip sadece ve sadece bilgilerin kullanılmasıdır. Çünkü ön-görüş, yanlış kavramaya yol açabilir. Ön görüşler, bilgilere zaman zaman musallat olduklarından bu bilgiler yanlış yorumlanabilir ve dolayısıyla kavramada hataya düşülebilir. Bu yüzden “ön görüşler” ile “ön bilgiler”i dikkatle ayırt etmek ve düşünme eyleminde sadece bilgileri kullanıp görüşlerden uzak durmak gerekir.

“Aklî metot”, doğru bir şekilde kullanıldığında yani vakıayı hissetme olgusunun duyu organları aracılığıyla beyne ulaştırılması ve vakıanın ön bilgiler -ön görüşler değil- vasıtasıyla yorumlanması sonucunda beyin bu vakıa hakkındaki yargısını ortaya koyar.

Fakat her şeyden önce araştırmacının aklî metotla vardığı sonuca bakılır. Eğer söz konusu sonuç nesnenin varlığıyla ilgili bir yargıya varmaktan ibaretse bu, hiç bir şekilde hatanın sızmadığı “kesin” bir sonuçtur. Zira bu durumda maddeyi hissetme yoluyla bir yargıya varılmıştır ki, söz konusu his maddenin varlığı konusunda yanılgıya düşmez. Duyuların maddeyi algılaması “kesin” olduğundan dolayı aklın bu yolla maddenin varlığıyla ilgili çıkardığı hüküm kesindir. Fakat sonuç nesnenin özü veya niteliğiyle ilgili bir yargıdan ibaretse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) bir sonuç söz konusu olup hataya düşmeye elverişlidir. Çünkü burada bilgiler veya bu bilgilerin paralelinde somut maddeyle ilgili tahliller aracılığıyla bir yargıya varılmasından dolayı bu yargıya hatanın sızması mümkündür. Ancak bu yargının yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece isabetli ve sağlıklı bir düşünce olarak kalır. Bundan dolayıdır ki aklın, “aklî metot”la meydana getirdiği düşünceler; inançlar ve ideolojiler gibi nesnenin varlığına ilişkin ise, bu düşünceler “kesin” düşüncelerdir. Fakat şer'i hükümler gibi nesnenin gerçekliğine veya niteliğine ilişkin bir yargıya varma ile ilgiliyse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) düşünceler söz konusudur. Başka bir ifadeyle “şu şeyin hükmü şudur” şeklinde baskın bir kanaatten veya tahminden söz edilebilir. Zanni düşünce, doğru ya da yanlış olması muhtemel olmakla beraber, yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece doğru olmaya devam eden düşüncedir.

Tanımı doğru veya yanlış yapılmış olsa da “aklî metot” insanın düşüncesini insan olarak gerçekleştirdiği, nesneler hakkında bir yargıya vardığı ve söz konusu nesnenin gerçekliğini ve niteliğini kavradığı yöntemdir. Ancak Batı dünyası -ki bundan Avrupa, Amerika ve Rusya kastedilmektedir- Avrupa'daki “Sanayi Devrimi”yle birlikte deneysel bilimlerde benzeri görülmemiş bir başarı kazanarak 19. yüzyıldan günümüze kadar bu alanda tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Batı dünyası, “bilimsel metot” olarak adlandırdığı deneysel bilimlerle ilgili araştırma üslubunu düşünce için yegâne metot olarak lanse etmeye çalışmıştır. Artık Batı bu yöntemi, düşüncenin temelini oluşturan “düşünme metot”u olarak empoze etmektedir. Komünistler de Batı dünyasının lanse ettiği bu yöntemi hem deneysel bilimlerde hem de deneysel olmayan bilimlerde kullanmayı benimsemişlerdir. Aynı şekilde Amerikan bilim adamları da Avrupalı düşünürlerin bu yöntemini takip ederek çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu yöntem, Batının ve ardından Sovyetler Birliği'nin dünya ülkelerine hâkimiyet kurmaları sonucu, bütün dünya insanlarını etkisi altına almıştır. Bunun bir sonucu olarak İslâm toplumlarının da bilimsel düşünceleri ve bilimsel metodu kutsallaştırdığını görmek mümkündür. Tüm bu sebeplerden dolayı, “bilimsel metot”a açıklık kazandırma zarureti doğmaktadır.

“Bilimsel metot”, nesne üzerinde yapılan deneylerin yardımıyla, bu nesne hakkında yapılan araştırmanın gerçekliğini ortaya koymayı hedefleyen, belli bir araştırma metodudur. Bu metot, sadece deneysel bilimlere özgü olan, yalnızca somut maddeler hakkında yapılan araştırmalarda kullanılan bir yöntemdir ve dolayısıyla birtakım düşünceler meydana getirmekten acizdir. “Bilimsel metot”, maddeyi, maddenin temel koşulları ve faktörleri dışındaki ortamlara sokarak söz konusu maddenin temel koşullarıyla laboratuarlarda kendisine kazandırılan yeni koşulları bir arada gözlemlemek ve madde üzerinde yapılan bu işlemde somut olan maddi bir gerçeklik ortaya çıkarmaktan ve bu konuda bir sonuca varmaktan ibarettir.

Bu metot, hakkında araştırma yapılan nesneyle ilgili bilinen tüm ön bilgileri göz ardı ederek nesne hakkında deney ve gözleme başlamayı öngörür. Metot gereği, eğer bir araştırma yapmak istiyorsanız, bu konuda sahip olduğunuz tüm görüşleri, tüm inançları unutmanız ve bilimsel öncülleri meydana getiren “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “bir sonuca varma” işlemlerine başlamanız gerekmektedir. Eğer bu işlemlerden sonra bir sonuca varmışsanız, bu teziniz çürütülmediği sürece “bilimsel bir sonuç” olarak kalmaya devam edecektir. Araştırmacının “bilimsel metot”la ulaşmış olduğu sonuç, “bilimsel bir gerçek” veya “bilimsel bir kanun” olarak adlandırılsa da, söz konusu sonuç “kesin” bir sonuç olmayıp her an çürütülebilir “zanni” (kanaate dayalı, tahmini) bir sonuçtur. Bilimsel metotla ortaya konan bir tezin çürütülebilirlik özelliği, bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.

İşte “bilimsel metot” bundan ibarettir ve irdelendiğinde bir “metot” olarak ortaya atılması yanlış değildir. Bir metotta değişmezlik ilkesi esas olduğuna göre ve “bilimsel metot” araştırmada sürekli ve belirli bir yöntem olduğuna göre bir “metot” olduğu kesindir. Ancak “bilimsel metot”un düşünceye temel alınması yanlıştır. Zira “bilimsel metot”, düşünce üzerine kurulu olmayıp bu temelin sadece bir parçasıdır. Eğer “bilimsel metot”u düşüncenin temeli olarak kabul edersek, pek çok bilgi ve gerçeği bir kenara atmak gerekir. Böyle bir hareket ise, fiilen var olmasına ve algıyla somut olarak hissedilmesine rağmen, içinde gerçekleri barındıran bir çok bilginin yokluğuna hükmetmeye neden olur.

“Bilimsel metot”, düşünce için temel yöntem olmamasına rağmen, doğru bir yöntemdir. Dahası, düşüncenin üsluplarında sürekliliği olan bir yöntemdir. “Bilimsel metot”, soyut maddeye uygulanması mümkün olmayan, deneylerle maddenin gerçekliğini ortaya çıkarmak amacıyla sadece somut maddeye uygulanabilen, sadece deneysel bilimlere özgü bir yöntemdir.

“Bilimsel metot”un düşünce için temel olmayacağı fikrinin altında şu iki neden yatmaktadır:

1- “Bilimsel metot”un uygulanabilmesi için kesinlikle ön bilgilere ihtiyaç vardır. Çünkü ön bilgiler olmadan düşünmek mümkün değildir. Elinde ön bilgi olmadan ne fizikçi, ne kimyager ne de laboratuvarda araştırma yapan bilim adamı düşünme eylemini gerçekleştiremez. “Bilimsel metot”u kullananların; “laboratuvara girerken tüm ön- bilgilerden soyutlanmak gerekir” şeklindeki düşünceleriyle kastetmek istedikleri, ön bilgilerden değil, ön görüşlerden/ön yargıdan soyutlanmaktır. Başka bir ifadeyle bilimsel metodun gereği olarak araştırmacının, araştırma yaparken kendisini her türlü öncül görüş ve inançtan soyutlaması ve bilimsel öncülerin gereği olan “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “sonuç” işlemlerine sırasıyla başlaması gerekir. Ancak “bilimsel metot” deney, gözlem ve sonuçtan ibaret olsa da, bilgilerin yokluğunda bu işlemler yapılamaz. Bilgiler ise, ne deneyle ne de gözlemle elde edilirler, maddenin duyular aracılığıyla beyne taşınmasıyla elde edilirler. İlk kez yapılan bilimsel bir araştırmada ilk bilgiler henüz meydana gelmediklerinden bunların deneysel bilgiler olması mümkün değildir. İlk bilgilerin oluşması için maddenin duyular vasıtasıyla beyne taşınması, yani “aklî metotla” oluşması gerekmektedir. Bu nedenle “bilimsel metot” temel olamaz. Ancak “aklî metot” temel olabilir. “Bilimsel metot” düşüncenin temeli olan “aklî metot”un bir dalı olarak kabul edilebilir. Bundan dolayıdır ki “bilimsel metot”un düşünce için temel kabul edilmesi büyük bir yanılgıdır.

2- “Bilimsel metot” hiçbir şeyin maddi ve somut olmadan var olmayacağını öngörür. Bu durumda elle tutulup gözle görülmediğinden ve deneye de dayanmadığından; mantık, tarih, fıkıh, siyaset ve “aklî metot”la sabit olan birçok bilgi var olmaz. Aynı yaklaşımla Allah'ın, meleklerin, şeytanların ve daha bir çok varlığın inkârı gerekir. Çünkü bunların hiç birinin varlığı bilimsel olarak, yani madde üzerinde yapılan deney-gözlem-sonuç işlemleri vasıtasıyla ortaya çıkarılmamıştır. İşte en büyük yanılgı burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tabii bilimler bilgi ve düşüncenin sadece bir türüdür. Hayatta “bilimsel metot”la sabit olmayan, ancak “aklî metot”la ispatlanabilen pek çok bilgi vardır. Mesela Allah'ın varlığı, “aklî metot”la kesin bir şekilde ispatlanabilir. Aynı şekilde melek ve şeytanların varlığı da “aklî metot”la kesin olarak tespit edilmiş subutu ve delaleti kat'i olan bir nassla sabittir. İşte bütün bu nedenlerden ötürü “bilimsel metot”un düşünce için temel olması doğru değildir. Bu metodun kesin delillerle kesin olarak var olan bir şeyi ispatlamaktan aciz kalması, söz konusu metodun düşünceye temel teşkil edemeyeceğinin apaçık bir kanıtıdır.

Bunun ötesinde bilimsel metotla ileri sürülen bir tezin çürütülebilir özelliğe sahip olması da bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Bilimsel metodun ortaya koyduğu “bilimsel gerçekler” olarak adlandırılan pek çok tezin çürütülmesinden sonra fiilen hatalar ortaya çıkmıştır. Örneğin, bilimsel metotla başlangıçta “atom, maddenin bölünmeyen en küçük parçasıdır” deniyordu. Fakat daha sonra yine aynı bilimsel metotla atomun bölündüğü ispatlanmış, ilk tezin yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde başlangıçta bilimsel metotla maddenin yok olmayacağı söylenirken, daha sonra yine bilimsel metotla maddenin yok olabileceği ispatlanmış, ilk tezin yanlışlığı ortaya çıkmıştır. “Bilimsel gerçek” veya “bilimsel teori” olarak adlandırılıp daha sonra yine bilimsel metotla yanlışlığı ispat edilmiş, çürütülmüş olan bunun gibi pek çok örnek vardır. Demek ki bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar “kat'i/kesin” değil, “zanni”dir. Maddenin varlığı, özelliği ve gerçekliği ile ilgili “zanni” sonuçlar veren bir metodun düşünceye temel teşkil etmesi ise doğru değildir. Ancak bu noksanlıklarına rağmen, “bilimsel metot” düşünce metodunun bir türü olup yalnızca deneysel (pozitif) bilimlerde kullanılabilir. Gözlem, deney, ölçme ve değerlendirmeye uygun olmayan alanlarda kullanılması mümkün değildir.

Her ne kadar “bilimsel metot”a dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya çıkarmak ve bu konuda bir sonuca varmak mümkün ise de, “bilimsel metot” tek başına yeni bir düşünce ortaya çıkarmaz. Yeni bir düşünce ortaya çıkarıp bu konuda bir sonuca varmak ancak “aklî metot”la mümkündür. “Bilimsel metot”la eldeki verilere dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya konabilir, ancak bu düşünceler “inşai” (ilk kez üretilen) fikirler değil, “istinbati” (eldeki verilerden yola çıkarak bir sonuca varma) fikirlerdir.

“İnşai” düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı düşüncelerdir. Örneğin; Allah'ın varlığını bilmek, toplumcu düşüncenin bireyci düşünceden üstün olduğunun farkına varmak, odunun yandığını, yağın su yüzeyinde toplandığını ve kişinin düşüncesinin toplumun düşüncesinden daha güçlü olduğunu bilmek gibi düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı, sahip olduğu, ürettiği düşüncelerdir. Oysa “inşai” olmayan düşünceler, yani “bilimsel metot”un ortaya koyduğu “istinbati” düşünceler, aklın bir etki olmaksızın doğrudan doğruya sahip olduğu düşünceler değildir. Bilimsel metot, aklın geçmişte kabul ettiği bu düşünceleri deneylerle birlikte ele almıştır. Örneğin; suyun oksijen ve hidrojenden meydana geldiği, atomun parçalandığı ve maddenin yok olduğu gibi bilgiler akıl tarafından doğrudan doğruya alınıp ilk kez meydana getirilmemiştir. Bu bilgiler, geçmişte aklın ortaya koyduğu düşüncelerden alınarak söz konusu düşüncelerle birlikte denenmiş, nihayet bir sonuca varılarak elde edilmiş bilgilerdir. Burada söz konusu olan, yeni bilgilerin icat edilmesi değildir. Söz konusu olan, deney yoluyla mevcut düşüncelerden bir sonuç ortaya koymaktır. Demek ki “bilimsel metot” bir düşünceyi sonuçlandırabilir, fakat yeni baştan icat edemez. Dolayısıyla düşüncenin temelini oluşturmaması son derece doğaldır. Bütün bu gerçeklere rağmen, Batı dünyası, yani Avrupa ve Amerika -Rusya da buna dahildir- “bilimsel metot”a o kadar güvenmiştir ki, özellikle 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında bunu bir tabuya dönüştürmüştür. Bu sapma öyle bir düzeye gelmiştir ki, düşünmenin metodu dendiğinde bilim adamlarının akıllarına sadece “bilimsel metot” gelmiş, doğru ve sağlıklı araştırmanın sadece bu metotla yapılabileceğine inanarak her şey ama her şey hakkında bu metotla bir yargıya varılabileceğine dair yanlış bir kanaate sahip olmuşlardır. İş öylesine çığırından çıkmış ki bu metot, yaşam ve topluma ilişkin alanlarda bile kullanılır olmuştur. İnsan ve toplumla ilgili birtakım bilgilerde bilimsel metot tekniği kullanılarak “aklî” araştırmalar yapılmış, bunlara bilim kisvesi giydirilmiştir. Bütün bu yanılgıların altında ise “bilimsel” metodun genelleştirilmesi ve düşünce için temel olarak ele alınması yatmaktadır.

Komünist düşünürler, hayata bakış açılarında, hayat ve toplumsal sistemde “bilimsel metot” çerçevesinde hareket ederek, “toplum”u ve “doğa”yı, laboratuarda inceleme konusu olan materyalle kıyaslayarak korkunç hatalara düşmüşlerdir. Bu yanılgıları iki noktada irdeleyebiliriz:

1- Hatalarının birinci nedeni, “bilimsel metot”u izlemeleriyle ilgilidir. Komünist düşünürlerin “doğa”ya bakış açıları; doğanın bölünmez bir bütün olduğu, sürekli değişim halinde bulunduğu ve bu değişimin hem maddede hem de olaylarda determinist diyalektik vasıtasıyla gerçekleştiği şeklindedir. Onlara göre “diyalektik”, düşüncenin temellerinden birini teşkil etmektedir Halbuki söz konusu “diyalektik” birtakım şeylerde mevcutsa da her şey de mevcut değildir. Örneğin; ölü ve canlı hücrelerden müteşekkil oldukları gerekçesiyle canlılarda var olduğunu ileri sürdükleri “diyalektik”, aslında mevcut değildir. Canlılardaki ölü ve canlı hücreler, onlarda “diyalektik” olduğu anlamına gelmez. Varlıkların doğup ölmesinde, yok olup var olmasında “diyalektik” yoktur. Zira bu durum, hücrenin güçlülüğü veya zayıflığı, ne derece bağışıklık gücüne sahip olduğuyla ilintilidir. Bu ise “diyalektik” değildir. Öte yandan cansız varlıklar yok olurlar, fakat doğmazlar. Buna rağmen bütün varlıklarda “diyalektik” olduğunu ileri sürmeleri gariptir. Eşyada (varlıklarda) “diyalektik” olduğunu farzetsek bile bu, olaylarda da diyalektiğin mevcut olduğu anlamına gelmez. Alışveriş, kira, ortaklık ve benzeri işlerde herhangi bir diyalektikten söz edilemez. Aynı şekilde namaz, oruç, hac ve benzeri eylemlerde de diyalektikten söz edilemez. İşte Komünistlerin takip ettikleri “bilimsel yöntem” onları özellikle olaylarda, olgularda, böylesi yanlış bir bakış açısına sevk etmiştir. Komünistlerin determinist diyalektik”ten ibaret olduğunu öngören yanlış bakış açıları, Avrupa'da kesinlikle böyle bir diyalektiğin meydana geleceği şeklinde yanlış kanaatlere sahip olmalarına yol açmıştır. Oysa Avrupa gırtlağına kadar kapitalist sistemin içine batmakta ve komünizmden uzaklaştıkça uzaklaşmaktadır. Bu yanılgılarının tek nedeni, hem varlıkları hem de olayları, yani her şeyi “bilimsel metot” çerçevesinde ele almalarıdır.

2- İkinci neden ise, toplum ile ilgili görüşlerinde odaklanmaktadır. Onlara göre toplum, belli bir coğrafi ortamdaki insanların nüfus artışı, üretim tarzı ve toplumsal dayanışmalarından meydan gelmektedir. Sonuçta toplumun yapısını, düşüncelerini ve siyasi durumunu belirleyen, onun maddi yaşamıdır. Madem ki maddi yaşam, üretim tarzını etkilemektedir, o halde toplumu etkileyen faktör, üretim tarzıdır. Çünkü üretim araçları, bu araçları kullanan insanlar ve nasıl kullandıklarına ilişkin sahip oldukları bilgiler, toplumun üretici gücünü meydana getirirler. İşte bu üretici güç bir yandan insanların doğaya karşı davranışlarını, ve doğanın üretici güçlerini ifade ederken, diğer yandan da üretim aşamasında insanlar arasındaki ilişkileri belirler. Bu şekilde özetleyebildiğimiz bu düşünceleri yanılgılarla doludur. Çünkü toplum, üretim araçları mevcut olsa da olmasa da insanlardan ve aralarındaki ilişkilerden oluşur. İnsanlar arası ilişkilerin kaynağını “maslahat/çıkar/oportünizm” oluşturur. Bu “çıkar” ilişkilerini üretim araçları değil, tatmin etmek istedikleri arzulara yükledikleri düşünceler belirler. Komünistlerin bu yanılgıları, toplumu laboratuardaki bir madde gibi görmeleri dolayısıyla toplumu adeta bir kadavra olarak kullanmalarından ve maddeye uyguladıkları işlemleri topluma uygulamaya kalkmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü insan, eşyadan farklı yaratılışta bir varlıktır. Ayrıca insanlar arası ilişkiler, olaylar ve olgular laboratuarda incelenen bir madde gibi incelenemez. Bu şekilde incelenip deney ve gözlem yoluyla birtakım teoriler ortaya çıkarıldığında ise, hataya düşmek kaçınılmaz olur. Sözün özü, Komünist düşünürlerin bütün yanılgıları, olaylar, olgular ve insanlar arası ilişkileri irdelerken “Bilimsel metot”u takip etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu da 19. yüzyılda “bilimsel metot”un esiri olmanın bir sonucudur.

Batılı bilim adamlarının bir başka hatası ise, “aklî metod”un ürünü olan düşüncelerle “bilimsel metod”un ortaya koyduğu düşünceleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yanılgının sonucu olarak “bilimsel metod”u insanın davranışlarına, hal ve hareketlerine uygulamışlar, psikoloji, sosyoloji ve pedagoji gibi “bilim” dalları meydana getirmişlerdir. Bu bilimlerin bu şekilde ortaya konup adına “bilim” denmesi, bu bariz hatanın sonucudur. Sözgelimi onlar, psikolojiyi “bilim”, psikolojik düşünceleri ise “bilimsel düşünceler” olarak kabul etmektedirler. Bu “bilimsel düşünceler”, farklı yaşlarda farklı koşullarda çocuklar üzerinde yapılan gözlemlerin sonucu olarak elde edilmiş ve söz konusu gözlemler tekrarlandığında ise bunlar “deney” olarak adlandırılmıştır. Gerçekte ise psikoloji ile ilgili düşünceler, “bilimsel” düşünceler değil, “aklî” düşüncelerdir. Bilimsel deneyler yapılırken, maddeye normal koşullar dışında birtakım yeni şartlar yüklenerek yapılan bu işlemin maddeye yaptığı etki gözlemlenir. Başka bir ifadeyle, doğa ve kimya gibi pozitif alanlarda madde nasıl bir deneye tabi tutuluyorsa, bilimsel metodda da aynı yol izlenir. Ancak araştırmaya konu olayın zaman ve durum değişkenleri ile gözlemlenmesi, bilimsel deney kapsamına girmez. Bu bağlamda değişik yaş ve koşullarda gözlemlenen bir çocuğun davranışları bilimsel deney kapsamına girmediği gibi bilimsel metot da sayılamaz. Bu olsa olsa gözlem, gözlemin tekrarı veya gözlemden çıkarılan bir sonuçtur. Bu nedenle psikoloji, “bilimsel metot”un değil, “aklî metot”un alanına girer. Dolayısıyla psikolojinin bilimsel metodun ürünü olan düşüncelerden sayılması yanlıştır. İşte bu yanılgı, “bilimsel metot”un insana uygulanması gibi daha büyük bir yanılgıyı doğurmuştur. Zira “bilimsel metot”un en önemli unsuru, deneydir. Deney ise sadece madde için söz konusudur.

Gözleme gelince, gözlem sadece iş, oluş ve hareketin veya birtakım nesnelerin, farklı koşullarda gözlemlenmesi değil, bizzat maddenin ve sahip olduğu asıl koşulların gözlemlenmesidir ki, işte bu aşamadan sonra bir sonucun ortaya çıkması mümkündür. Bu nedenle bilimsel metodun madde ve maddenin sahip olduğu koşullar dışındaki alanlarda uygulanması korkunç yanlışlara ve hatalı çıkarımlara yol açabilecek korkunç bir yanılgıdır. Batılı bilim adamları da “aklî” metotla incelenmesi gereken konuları “bilimsel” metotla incelemeye kalkıp elde ettikleri sonuçları “bilim” veya “bilimsel” düşünceler olarak kabul ederek büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Düştükleri hataları, insanı maddeyle kıyaslamış oldukları pek çok örnekle açıklamak mümkün olmakla birlikte bu hataları bütün çıplaklığıyla anlamak için “içgüdüler” konusunu irdelemek yeterlidir.