Her insandaki şahsiyet;
akliyet
ve nefsiyetten meydana gelir. Kişinin şeklinin, cisminin,
boyunun posunun şahsiyetle ilgisi yoktur. Bunların hepsi dış
görünüşlerdir. Dış görünüşlerin insanın şahsiyetine etki
ettiğini veya kişiliğini belirleyen faktörlerden olduğunu sanmak
yüzeyselliktir. Çünkü insan,
aklı ve davranışları
ile ayırt edilir. Onun geri
kalmışlığını veya kalkınmışlığını gösteren işte budur. İnsanın
hayattaki davranışları mefhumlarına göredir. Dolayısıyla insanın
davranışları ayrılmaz bir şekilde kesin bir bağ ile mefhumlarına
bağlıdır.
Davranışlar; insanın içgüdü ve
uzvi/organik ihtiyaçlarını doyurmak için yaptığı işlerdir.
İnsan, ihtiyaçlarını doyurmak için zorunlu olarak kendisinde var
olan meyillere/eğilimlere
göre hareket eder. Bu nedenle insanın mefhumları ve eğilimleri
şahsiyetinin temel direkleridir.
Öyleyse bu mefhumlar nelerdir,
nelerden meydana gelir ve sonuçları nelerdir? Bu eğilimler
nelerdir, eğilimleri ortaya çıkartan etkenler ve eğilimlerin
etkileri nelerdir? gibi soruların açıklanmasına gerek vardır.
Mefhumlar,
lafızların anlamları değil, fikirlerin anlamlarıdır. Zira lafız,
bazen vakıası bulunan bazen de vakıası bulunmayan manalara
delalet eder. Örnek olarak;
Bazı adamları güreşe kalkıştığında
Omuzlarını geniş
vücutlarını iri görürsün.
Üzerine hak bir dava yüklediğinde
Omuzlarının çöktüğünü
Çarpışmayı terk ettiğini
görürsün.
Bu mısraları söyleyen şairin
yazdığı şiirin manasını anlamak için her ne kadar düşüncede
derinleşmek ve aydın düşünmek gerekse de, şiirdeki bu mananın
hissedilen bir vakıası vardır. Ancak bir de aşağıdaki şiirde
ortaya konulan ifadelere bakalım.
Dediler ki; Savaşçı bir
vuruşta
İki süvariyi mızrağa dizer
de,
Savaş günü onu yüce görmez
mi?
Ben de derim ki;
Eğer onun mızrağının
uzunluğu bir mil olsa
Süvarilerden bir mil boyu
ölü dizecektir.
Bu şiirde ortaya konulan
mananın vakıası yoktur. Çünkü övülen savaşçı bir vuruşta iki
süvariyi öldürmediği gibi bunu soran da olmadı. Üstelik bir mil
uzunluğunda bir mızrak olmadığı gibi süvarileri dizmesi de
mümkün değildir. Cümlelerle ortaya konulan bu manalar açıklanıp
lafızları da yorumlanır.
Ortaya konulan fikrin
manasına gelince:
Kelimenin içerdiği anlamın vakıası varsa, yani doğrulanan ve
hissedilen bir şey gibi zihin onu tasavvur edebiliyor ve his de
onu algılayabiliyorsa, zihninde tasavvur eden ve doğrulayan
kimsede bu anlam mefhum haline gelir. Kendisinin okuduğu veya
bir başkası tarafından kendisine anlatılan cümledeki manayı
anlasa dahi, anlamını zihninde tasavvur edemediği ve
algılayamadığı sürece o mana onda mefhum haline gelmez. Bu
nedenle kişi, ister okuyarak isterse duyarak algılasın, sözleri
fikir
olarak alması gerekir. Yani cümlenin anlamını, kendisinin
olmasını istediği şekilde ya da cümlenin lafızlarıyla değil,
cümlenin delalet ettiği anlamlara göre anlaması gerekir. Aynı
zamanda bu anlamların birer mefhum haline gelebilmesi için,
onların vakıasını zihninde canlandırabilecek şekilde
kavramalıdır.
Mefhumlar; zihinde vakıası
idrak edilebilen manalardır.
Bu vakıa, ister dışarıda hissedilen bir vakıa olsun isterse
hissedilen bir vakıaya dayalı olarak dışarıda var olduğu tam bir
teslimiyetle kabul edilen bir vakıa olsun, zihinde idrak
edilebiliyorsa bunlar birer mefhumdurlar. Bunların dışındaki
cümlelerin ve kelimelerin anlamları mefhum olarak
isimlendirilemez. Bunlar ancak soyut bilgilerdir.
Mefhumlar, ya vakıayı
bilgilerle ya da bilgileri vakıayla ilişkilendirmekle oluşurlar.
Bu oluşum, vakıa ve bilgileri birbiri ile ilişkilendirme anında,
vakıa ve bilgilerin ölçüldüğü kaide veya kaidelere göre daha da
netleşir. Yani vakıa ve bilgileri birbiriyle ilişkilendirme
anındaki akletmesi, kavraması oranında billurlaşır. Böylece
kişide, cümleleri ve lafızları anlayan, somut vakıasıyla
manaları idrak eden ve bunlar hakkında hüküm veren
akliyet
/zihniyet meydana gelir.
Buna göre
akliyet;
bir şeyi akletme,
idrak etme keyfiyetidir.
Bir başka anlatımla
akliyet; tek bir
kaideye veya belirli kaidelere göre değerlendirilerek, vakıanın
bilgilerle veya bilgilerin vakıayla ilişkilendirilmesi
keyfiyetidir.
İşte, bu nedenle İslami
akliyet
ile komünist akliyet, kapitalist akliyet, karışık akliyet ve
düzenli akliyet arasında fark vardır.
Kişide var olan mefhumların
neticeleri ile insan, idrak ettiği vakıaya yönelik
davranışlarını, vakıaya yönelme veya ondan yüz çevirme şeklinde
görülen eğilimini belirler ve eğilimlerini özel bir eğilim ve
belirli bir zevk haline getirir.
Eğilimler;
ihtiyaçlarını doyurmak istediği eşyalar hakkında insanda var
olan mefhumlarla bağlantılı olarak, ihtiyaçlarını doyurmaya
yönelten yönelticilerdir. İnsandaki meyiller, organik
ihtiyaçları ve içgüdüleri doyurmayı gerektiren hayati güç
tarafından ortaya çıkartılır. Bağlantı bu güç ile mefhumlar
arasında olur.
Tek başına bu eğilimler yani
hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olan yönelticiler
insanın nefsiyetini
oluşturur. O halde
nefsiyet;
içgüdüleri ve organik
ihtiyaçları doyurma keyfiyetidir.
Diğer bir ifade ile ihtiyaçları doyurmaya yönelten
yönelticilerin mefhumlarla ilişkilendirilmesi keyfiyetidir.
Nefsiyet,
hayat hakkındaki mefhumlarla bağlantılı olarak, eşya hakkında
insanda var olan mefhumlarla, insanın içinde doğal olarak var
olan yönelticiler arasındaki bağlantıdan meydana gelen zorunlu
bir sentezdir.
İşte, bu akliyet ve
nefsiyet
ile şahsiyet
oluşur. Akıl ya da idrak insanın fıtratında bulunmasına, her
insanda kesin olarak var olmasına rağmen
akliyet,
ancak insanın fiili ile meydana gelir. Meyiller de insanla
beraber yaratılmış olmasına ve her insanda kesinlikle
bulunmasına rağmen
nefsiyet de insanın
fiili ile oluşturulur.
Ancak bilgiler ile vakıayı
birbirine bağlama esnasında, bunları ölçmede kullanılacak kaide
veya kaidelerin bulunması ile anlam netleşir ve
mefhum
haline gelir. Yöneltici etkenler ile mefhumlar arasında meydana
gelen sentez, yönelticileri netleştirir ve meyil haline getirir.
İlişkilendirme anında insanın
bilgileri ve vakıayı ölçmede kullandığı
kaide
veya kaideler
nefsiyetin ve akliyetin oluşumunda yani belirli bir şahsiyetin
oluşumunda en büyük etkendirler.
Akliyetin oluşumunda
kullanılan kaide ve kaideler, nefsiyetin oluşumunda kullanılan
kaide veya kaidelerle aynı olmazsa insanda bulunan akliyet ve
nefsiyet birbirinden farklı olur. Çünkü o zaman insan,
eğilimlerini iç dünyasında var olan kaide veya kaidelere göre
ölçer. Yönelticilerini akliyeti oluşturan mefhumların dışındaki
mefhumlara bağlar. Bu durumda ise fikirleri ile eğilimleri başka
başka, birbirine zıt, farklı olur. Böylece seçkin olmayan bir
şahsiyete sahip olur. Çünkü kelimeleri ve cümleleri anlayışı,
vakıayı idraki, eşyaya olan meylinden farklı bir şekilde meydana
gelir.
Bu nedenle şahsiyetin tedavi
edilebilmesi ve seçkin bir şahsiyetin oluşturulabilmesi, ancak
insanın akliyeti ve nefsiyeti için aynı anda ancak tek bir
kaidenin bulunması ile gerçekleşir. Yani bağlantı kurma
esnasında bilgileri ve vakıayı değerlendirmede kullanılan
kaidenin, yönelticilerle mefhumlar arasındaki sentezin
sağlanmasında da aynen kullanılmasıyla tek kaide ve tek ölçü
üzere seçkin bir şahsiyet oluşur.