İslâm, diğer şahsiyetlerden
tamamen farklı ve seçkin bir şahsiyet oluşturmakla insanı
eksiksiz bir şekilde tedavi etmiştir. İslâm, İslâm akidesi ile
insanın fikirlerini tedavi etmiştir. Zira İslam akidesini insan
için üzerine fikirlerini oturtacağı ve bu esasa göre de
mefhumlarını oluşturacağı
fikri kaide
haline getirmiştir. Böylece İslâm akidesiyle ölçmek suretiyle
doğru fikir ile yanlış fikri birbirinden ayırt edebilir. Fikri
kaide olmasından dolayı fikri, İslâm akidesi üzerine bina eder.
Böylece insanın akliyeti bu akide üzerine oluşur. İnsan, bu
fikri kaide ile seçkin bir akliyete sahip olur. Kendinde
fikirler için doğru ölçüler bulunur. Böylece fikir sapmasından
emin olur. Bozuk fikirleri reddeder. Doğru fikir ve sağlam bir
kavrayış üzerinde kalır.
Aynı zamanda İslâm, insanın
içgüdü ve organik ihtiyaçlarından kaynaklanan davranışlarını, bu
aynı akideden çıkan Şer’i hükümlere göre dosdoğru bir şekilde
tedavi eder. İçgüdüleri en güzel bir şekilde düzenleyip onları
ne baskı altında tutar ne de tamamen salıverir. İnsan için,
huzur ve istikrar sağlamaya yönelik olarak ihtiyaçlarını
birbiriyle uyumlu bir şekilde doyurabileceği bir ortam hazırlar.
İslâm,
İslâm akidesini
akli bir akide olarak düzenledi. Böylece İslâm akidesi,
fikirleri ölçmek için
fikri kaide
olmaya elverişli hale geldi. Aynı zamanda bu akideyi, insan,
hayat, kâinat hakkında
külli bir fikir
haline getirdi. Bu külli fikir ile kâinatta yaşayan canlı bir
varlık olan insanın içindeki ve dışındaki sorunlarını çözüme
kavuşturdu ve İslâm akidesini
genel bir mefhum
olmaya elverişli hale getirdi. Yani İslâm akidesini
yönlendiriciler ile mefhumlar arasında sentez yapma işlemi
esnasında doğal olarak kullanacağı, eğilimleri için bir esas
olarak alabileceği
ölçü haline getirdi.
Böylece İslâm, insanda, mefhumları ve eğilimleri için birlikte
yani, aynı anda akliyeti ve nefsiyeti için
kesin bir ölçü
olarak kullanabileceği kesin
bir kaide meydana
getirdi. Bu şekilde de diğer şahsiyetlerden tamamen farklı
seçkin belirli bir
şahsiyet oluşturdu.
Buna göre İslâm’ın, İslâm
akidesi ile İslâm şahsiyetini oluşturduğunu, zira aynı akide ile
insanın akliyetini ve nefsiyetini meydana getirdiğini görüyoruz.
Bundan dolayı İslâmî akliyet, yalnızca İslâm esasına göre
düşünen zihniyettir. Yani
İslâmî akliyet,
sadece düşünen ve bilen zihniyet değil, hayat hakkındaki
düşünceleri için genel ölçü olarak sadece İslâm’ı ölçü kabul
eden zihniyettir. Uygulama amaçlı ve gerçeklikle ilgili olarak
düşüncelerinin tamamı için İslâm’ı ölçü olarak ele almadıkça
insanda İslâmî akliyet meydana gelmez.
İslâmî nefsiyet
ise; bütün eğilimlerini İslâm esası üzerine kuran nefsiyettir.
Yani sadece şiddetli ve tutucu bir şekilde kendisini ibadete
vermek değil, doyurulmak istenen ihtiyaçlarının tamamı için
yalnızca İslâm’ı genel ölçü haline getiren nefsiyettir. Ancak
uygulama amaçlı ve gerçeklikle ilgili olarak ihtiyaçlarının
tamamını İslâmî ölçülere göre doyuran kimsede İslâmî nefsiyet
meydana gelir.
Âlim veya cahil oluşuna
bakılmaksızın farzları ve mendupları yerine getiren, haramları
ve mekruhları terk eden veya bunlarla beraber müstehab olan
itaatleri yapan ve şüphelerden kaçınan kimsede, bu akliyet ve
nefsiyet ile İslâm
şahsiyeti oluşur. Bu
tür niteliklere sahip olan herkeste “İslâm şahsiyeti”nin
varlığından bahsedebiliriz. Çünkü İslâm esasına göre düşünen ve
arzularını İslâm’a tabi kılan herkes İslâm şahsiyetine sahiptir.
Evet, İslâm, bu akliyetin
gelişmesi, her fikri ölçmede yeterli güce sahip olabilmesi için
kişinin İslâm kültüründen daha fazla beslenmesini emretmektedir.
Yine İslâm, İslâm’a ters düşen
her eğilimi reddedebilme gücüne sahip olabilmesi ve bu nefsiyeti
kuvvetlendirebilmesi için farzlardan öte şeyleri, mendupları ve
mustehapları yapmayı emretmekte ve haramlardan öte şeyleri,
mekruhları da terk etmeyi istemektedir.
Ancak bütün bunlar bu
şahsiyeti yükseltmek ve en üst seviyeye ulaşma yolunda
yürümesini sağlamak için vardır. Fakat bu ifade, bu niteliklere
sahip olmayanlarda İslâm şahsiyetinin olmadığı anlamına gelmez.
Davranışlarını İslâm’a bağlı kılan avamdan kimseler de ve sadece
farzları yerine getirmek, haramları da terk etmekle yetinen
eğitim görmüş kimselerde İslâm şahsiyetine sahiptirler. Her ne
kadar kuvvet bakımından aralarında fark olsa da bunların tamamı
İslâmî şahsiyettirler.
Bir insanın İslâmî şahsiyete
sahip olmasına hüküm verirken önemli olan, kişinin düşüncelerine
ve eğilimlerine İslâm’ı esas kılmasıdır. İslâmî şahsiyetler,
İslâmî akliyetler ve İslâmî nefsiyetler arasındaki farklılıklar
da buradan kaynaklanmaktadır.
İslâmî şahsiyeti melek olarak
tasavvur eden birçok kimse de bu nedenle yanılmaktadır.
Kesinlikle insanlar arasında melek bulunmadığı halde melekler
arayanların topluma vermiş oldukları zarar gerçekten de pek
büyüktür. Hatta kendilerinde bile böyle bir özelliği
bulamadıkları için ümitsizliğe düşmekteler ve ellerini
Müslümanlardan çekmektedirler. Bu hayalciler İslâm’ın ancak
hayal olduğunu, İslâm’ın yüksek ideallerden ibaret olduğunu
dolayısıyla insanın İslâm’ı hayatta uygulamasının ve bu
uygulamalara sabretmesinin mümkün olmadığını ispatlamaya
çalışırlar. Böylece insanlar İslâm’dan yüz çevirmekte
birçoklarını İslâm’ı yaşamaktan uzaklaştırarak onları amelde
felce uğratmaktadırlar.
Hâlbuki İslâm, uygulanmak için
gelmiş pratik bir din olup vakıadaki sorunları tedavi eden,
uygulanması zor olmayan bir dindir. Kişi İslâm akidesini idrak
ettikten sonra İslâmî şahsiyete sahip olunca, insandaki düşünce
ne kadar zayıf olursa olsun veya içgüdü ve organik ihtiyaçları
ne kadar kuvvetli olursa olsun her insan İslâm’ı kolaylıkla
kendisine uygulayabilir. Çünkü İslâm akidesini mefhumları ve
eğilimleri için ölçü olarak almakla ve bu doğrultuda yürümekle
kesinlikle İslâm şahsiyetine sahip olur.
Artık bundan sonra yapacağı
şey; zihniyeti geliştirmek için İslam kültürünü artırmaktır.
Nefsiyetini kuvvetlendirmek için de itaatini artırmak, yükselme
yolunda yürümek, bu yolda sebat göstermektir. Ta ki bu yücelerin
yücesine yükselsin. Çünkü o, fikirlerini İslâm akidesi ile
tedavi etmiştir. Zira İslâm akidesini, hayat hakkındaki
fikirlerini üzerine bina edeceği fikri kaide haline getirmiştir.
İslâm akidesini, üzerine düşüncelerin oturtulacağı fikri kaide
haline getirip, fikirleri İslâm akidesi ile ölçtüğünde doğru
fikir ile yanlış fikir arasında ayırımı yapabilir. Böylece fikir
hatasına düşmekten emin olur. Bozuk fikirlerden kendisini korur,
doğru fikir ve sağlam idrakle baş başa kalır. Meyillerini Şer’i
hükümlere göre tedavi etmekle de içgüdü ve organik
ihtiyaçlarından kaynaklanan amellerini tedavi anında, içgüdüleri
yok ederek, baskı altında tutarak veya tamamen başıboş bırakarak
değil, onları düzene sokarak dosdoğru bir şekilde tedavi etmiş
olur. İnsana ait açlıklarının
tamamını birbiriyle uyumlu, insanda istikrar ve huzur sağlamaya
yönelik bir şekilde doyuracağı ortamı hazırlar.
Onun için Müslüman; akla ve
kesin delile dayalı olarak İslâm’a sımsıkı sarılan, İslâm’ı
kâmil bir şekilde nefsine/kendisine uygulayan ve Allah
Subhenehû ve Teala’nın hükümlerini doğru şekilde anlayan
kimsedir. Bu Müslüman, İslâm akidesini düşüncelerine esas
almakla İslâmî akliyete sahip, İslâm akidesini meyilleri için
esas almakla da İslâmî nefsiyete sahip olduğundan dolayı
başkalarından apayrı bir İslami şahsiyettir. Bu nedenle İslâm
şahsiyetine sahip olanlar için özel sıfatlar vardır. İnsanlar
arasında bu ayrıcalıkları ile tanınırlar ve onlar adeta insanlar
içinde özel alametleri ile belirginleşirler. Müslüman’ın sahip
olduğu bu sıfatlar, Allah Subhenehû ve Teala’nın emir
ve yasaklarına bağlı kalmasının yani Allah ile olan bağını idrak
etmesine binaen amellerini Allah Subhenehû ve Teala’nın
emir ve yasaklarına göre yürütmesinin kesin sonucudur. Bu
nedenle Müslüman, Şer’i hükümlere ancak Allah Subhenehû ve
Teala’nın rızasını kazanmak için bağlanır.
Müslüman, İslâmî akliyete ve
İslâmî nefsiyete sahip olduğu zaman, kendisinde merhameti ve
sertliği, zühdü ve nimetleri bir arada toplayabilen, hayatı
doğru bir şekilde anlayan, gerektiği kadar dünyaya yönelen,
ahireti kazanmak için bütün gücüyle çalışan aynı anda hem asker
hem de lider olmaya elverişli şahsiyet olur. Ona ne dünyaya
tapanların sıfatları, ne Hint çilekeşliği/fakirliği ne de
dünyadan elini eteğini çeken kimsenin hali etki edebilir. O,
cihadda kahraman iken aynı zamanda mihrabın dostudur. Güçlü
olduğunda da mütevazidir. Liderlik ile fakihliği, ticaret ile
siyaseti bir arada barındırır. Onun özelliklerinin en üstünü onu
yoktan yaratan yaratıcısı Allah Subhenehû ve Teala’nın
kulu olmasıdır. Bunun için onu; namazında huşuda, boş sözlerden
yüz çeviren, zekâtını veren, gözünü haramdan çeviren, kendisine
verilen emanetleri muhafaza eden, ahdine vefakâr, verdiği sözü
yerine getiren, Allah
Subhanehû
ve Teala
yolunda cihad eden
bir kimse olarak bulursun. İşte Müslüman budur. İşte mü’min
budur. İnsanı insanoğlunun en hayırlısı kılan İslâm’ın
oluşturduğu İslâm şahsiyeti işte budur.
Allahu Teâla Kur-an’ı
Kerim’de, “Resulullah’ın ashabının”, “mü’minlerin”, “Rahman’ın
kullarının” ve “mücahitlerin” sıfatlarını zikrettiği birçok
ayette bu şahsiyeti böylece nitelemektedir. Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلَى
الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ
“Muhammed Allah’ın resulüdür. Beraberinde bulunanlar da
kâfirlere karşı sert zorlu, kendi aralarında merhametlidirler.”
وَالسَّابِقُونَ الأوَّلُونَ مِنْ الْمُهَاجِرِينَ وَالأنصَارِ
وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ
وَرَضُوا عَنْهُ “
“Muhacir’ler ve Ensar’dan öncü kişilerle ihsan ile onlara
uyanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah’tan
hoşnutturlar.”
قَدْ
أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ (1) الَّذِينَ هُمْ فِي
صَلاتِهِمْ خَاشِعُونَ (2) وَالَّذِينَ هُمْ عَنْ
اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ (3) وَالَّذِينَ هُمْ
لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ
“Mü’minler gerçekten felah bulmuşlardır. Ki onlar namazlarında
huşu içindedirler. Onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Onlar
zekâtlarını verirler.”
وَعِبَادُ الرَّحْمَانِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الأرْضِ هَوْنًا
وَإِذَا خَاطَبَهُمْ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلامًا (63)
وَالَّذِينَ يَبِيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا
“Rahman’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde mütevazi olarak
yürürler, bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman selam deyip
geçerler. Onlar ki gecelerini Rab’leri için secdeye vararak ve
kıyama durarak geçirirler.”
لَكِنْ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ جَاهَدُوا
بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَأُوْلَئِكَ لَهُمْ الْخَيْرَاتُ
وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُفْلِحُونَ (88) أَعَدَّ اللَّهُ
لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الأنْهَارُ خَالِدِينَ
فِيهَا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Fakat Resul ve ona iman etmiş olanlar; mallarıyla, canlarıyla
cihad ettiler. Bütün hayırlar işte onlarındır. Ve işte onlar
felaha/kurtuluşa erenlerin kendileridir. Onlar için Allah,
içinde ebedi kalacakları ve zemininde ırmaklar akan cennetler
hazırladı. İşte bu, en büyük kurtuluştur.”
التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ
الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ
وَالنَّاهُونَ عَنْ الْمُنكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ
وَبَشِّرْ الْمُؤْمِنِينَ
“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, Allah yolunda
seyahat edenler, rüku edenler, marufu emredenler, münkeri nehy
edenler, Allah’ın hududunu koruyanlar. Mü’minleri müjdele.”