İslâm akidesi,
Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine,
kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, Kaza ve Kader in
hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir.
İman
ise; vakıaya uygun delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira
tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça
kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz.
Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu,
iman sayılmaz. Buna göre tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani
iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması
gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdikinin
iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur.
Dolayısıyla doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın
oluşumunda temel şart delilin varlığıdır.
Delil
ise ya akli
olur, ya da
nakli
olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman
edilmesi için hakkında kendisi ile delil getirilen konunun
vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak
edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli
değil, aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun
delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu
organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanmasını hissin
algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile
dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması
gerekir.
İslâm akidesinin iman
edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse görür ki;
- Allah Subhenehû ve Teala’ya
imanın delili
aklidir. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala’ya iman
konusu duyularla algılanır. Zira duyular, varlıkların hepsini
yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder.
- Oysa
meleklere imanın
delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak
edemez. Zira melek, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek
bir şeyle idrak alanının dışındadır.
- Kitaplara
iman etmeye gelince;
iman edilmesi istenen kitap,
Kur’an
ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla
algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak
edile gelmiştir.
- Fakat iman edilmesi istenen
kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli
delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların
Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği her asırda idrak
edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren resullerin döneminde
Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği, resullere
verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler
kendilerine gelen resullerin vakitlerinin bitmesiyle sona
ermiştir. Dolayısıyla resullerle birlikte yaşayanlardan sonra
gelenler tarafından idrak edilemeyen, bu kitapların Allah
Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiği, resullere
indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu
kitapların her asırda Allah Subhenehû ve Teala’nın
kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri
hissen idrak edemediğimizden dolayı delil akli değil naklidir.
- Bütün resullere iman
için de aynı şey söz konusudur. Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak
edebileceğimiz için Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
Allah Subhenehû ve Teala’nın resulü olduğunun delili
aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir.
- Fakat diğer resullerin,
resullüğüne imanın delili naklidir. Çünkü resullerin resul
olduğunun delili Allah Subhenehû ve Teala tarafından
onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının
dışındakiler idrak edememektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar
gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer resullerin
mucizelerini hissedemezler. Onların resullükleri hissedilen bir
delille sabit değildir. Dolayısıyla resul olduklarının delili
akli değil naklidir. Fakat Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
resullüğünün mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır.
Dolayısıyla resullüğünün delili aklidir.
- Ahiret
gününe imanın delili
ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun
varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli
bir delil bulunmadığı için de Ahiret gününün delili naklidir.
- Kaza
ve Kaderin delili
ise aklidir. Çünkü
kaza şu iki hususla
alakalıdır:
Birincisi;
varlık nizamının gerektirdiği husustur ki bunun delili aklidir.
Çünkü o, Yaratıcı ile alakalıdır.
İkinci husus ise;
insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren insan üzerinde
gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise hislerle idrak edilebilen
hissedilebilen bir şey olup delili de aklidir.
Kader
ise; insanın ortaya çıkardığı, ateşin yakması, bıçağın kesmesi
gibi eşyada bulunan özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların
idrak edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin
delili de aklidir.
Bu açıklamalar İslâm akidesine
ait delillerin çeşidi açısından yapılan açıklamalardır. Bunların
her birinin delillerini açıklamaya gelince:
Allah
Subhenehû ve Teala’nın
varlığının delili
her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı
zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir.
Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir.
Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına
gelir. Zira onların muhtaç oluşları, ezeli olmadıklarına yani
bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder. Burada şöyle bir tez
ileri sürülemez:
“Şey, bir başka şeye muhtaçtır,
şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini
tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç
değildir"
Böyle söylenemez. Çünkü delil;
kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeyler hakkındadır. Dolayısıyla
delil, bu kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin bir yaratıcı
tarafından yaratılmış olduklarına dair olmaktadır. Buradan da
açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey
bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin
muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu
his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin
kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli
olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da
yaratılmış olduğunu gösterir. Yine burada şöyle bir tez de ileri
sürülmez:
“Şey, maddedir. Sonuçta da
maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi
kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir.”
Böyle söylenemez, çünkü bir
şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul
edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye
muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin
ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin
ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin
varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye
muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa
muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek
dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli
değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli
bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu
şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının
dışında yani maddenin dışında bir şey tarafından tespit
edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanmıştır. Bundan
dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin
edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da
maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir
yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece
hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından
yaratıldığı ortaya çıkmaktadır.
Yaratıcının ezeli olması yani
başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz
yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını
gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur.
Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya
maddenin, ya tabiatın, ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu
ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz
sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir
halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir
oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli
değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı
olması da batıldır. Çünkü doğa, şeyler ile bunları düzenleyen
nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan her şeyde bu nizama uygun
olarak yürür.
Bu düzenleme ise otomatik
olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici
olmadan düzen de olmaz. Düzenleme, şeylerden de gelmemiştir.
Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı
oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın
kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle
nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam
ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda
ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum
düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam
üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma
göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu
özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların
toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların
dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi
dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi,
tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu
ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise
tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı
kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla
nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.
Öyleyse Allah Subhenehû ve
Teala’nın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir.
Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir
varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan,
bakışlarını Allah Subhenehû ve Teala’nın
yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı
tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu
âlemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını
görür. Yine insan, çok sayıdaki bu âlemlerin hepsinin belirli
yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte
böyle bir idrakle yaratıcının varlığını, vahdaniyetini tamamen
kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece
ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini,
denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin, yıldızların varlığını
görerek idrak eden insan için bunlar ancak Allah Subhenehû
ve Teala’nın varlığına, birliğine ve kudretine delalet
eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu
ayetlerle şöyle ifade etmektedir:
إِنَّ
فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ
وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا
يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ
مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا
مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ
الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأرْضِ لايَاتٍ لِقَوْمٍ
يَعْقِلُونَ
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün
birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde
akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü
ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada
yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen
bulutları döndürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler
(pek çok deliller)
vardır.”
أَمْ
خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ (35)
أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ بَل لا يُوقِنُونَ
“Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri
midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır,
onlar iyi bilmiyorlar.”
Allah Subhenehû veTeala’nın
varlığını idrak eden
akıldır ve iman da
akıl yoluyla olur. Onun için İslâm, iman konusunda aklı
kullanmayı farz kıldı ve onu Allah Sübhanehu ve Teâla’nın
varlığına imanda hakem kıldı. Bu nedenle Allah Subhenehû ve
Teala’nın varlığına delil, akli delildir.
Dünyanın ve maddenin ezeli ve
ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia
edenler şöyle diyorlar:
“Evren başkasına muhtaç
değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var
olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir.
Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise
maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin
kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira
madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç
değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur.
Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı
ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.”
Böyle bir iddiaya iki açıdan
cevap verilir:
1.
Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep
bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip
değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek
bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar,
eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep
birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan
var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu
ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani
başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine
yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan
ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu
nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu
için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan
var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli
olmadığının kesin delilidir.
2.
Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç
yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması
bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak
mümkündür:
A B’ye ve B de C’ye muhtaç ise
dolayısıyla A da C’ye muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde
böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması onlardan
her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması
veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli
bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir
tertibe, düzenlemeye
göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu düzenlemeye göre olur veya
madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz.
Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını
tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında
tespit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı
düzenlemeye
göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de
tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli
düzenlemeyi yapana muhtaçtırlar. Bu düzenlemeye aykırı hareket
edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu
nedenle düzenlemeye uymak mecburiyetinde olan, onu koyana
muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar
dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar.
Yani şeyler belirli düzenlemeyi yapıp ona boyun eğmeye zorlayana
muhtaçtırlar. Örneğin; suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir
ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar:
“Su, ısı ve buz birer
maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde
ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine
kendisine muhtaç olmaktadır.”
Oysa gerçek böyle değildir. Su,
buhar haline gelirken sadece ısıya değil,
belirli bir derecedeki
ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak
belirli bir dereceye
ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan
başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da
etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak
“su”dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde
etkilenebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle
olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası
oran
maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde,
dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran
elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da
madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı
tespit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir
varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde
başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü
başlangıcı ve sonu olmayan demek başkasına muhtaç olmayan, bütün
şeylerin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Maddenin
başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin
delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz
atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji
gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu
organları ile algılanabilen şeyler arasında
belirli bir düzenlemenin
bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu
kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur.
Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat
etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var
edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış bir şey yoktur. Bu
nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler
başlangıçsız ve sonsuz değildir.
Var olan şeylere gelince;
onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet
açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında
kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık
ortadadır.
Kâinatta var edilen şeylere
gelince; onların da
yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık
bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine
uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme
kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş
olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir
olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları
ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var
etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye
boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı
ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir.
Yaratmanın ölçü verme ve ölçüye
göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var
eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince:
Onların bu sözleri, duyu
organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri
dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı
olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre
şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu
şeyin dışından gelen belirli bir düzenlemenin bulunması ile
mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre
şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü
kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü belirli düzenleme ne
şeylerden ne de kendisindendir. Bu düzenleme, duyu organlarıyla
idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan
doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur.
Böylece ölçmenin ve verilen
ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar.
Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün
değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla
algılanabilen şeylere belli bir düzenlemeyi koyan, ancak
doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin
bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre
şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak
anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı
görülmektedir.
Yaratıcı duyu organlarıyla
algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü
yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve
yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde
kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir.
Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç
olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı
demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek
yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması,
muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve
şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda
şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun
tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması
demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için
şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret ve irade/dilediği gibi
hareket edebilme özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine
dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme
işleminde yoktan var etme olmalı ki
yaratmak
olsun. İcat edenin de
yaratıcı
olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir.
Meleklere imanın delili
ise naklidir. Allahu
Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:
شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لا إِلَهَ إِلا هُوَ وَالْمَلائِكَةُ
وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ
“Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan
başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet
ettiler...”
وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ
وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ
“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz “birr”
(içtenlikle yapılan iyilik)
değildir. Lakin “birr” Allah’a ve ahiret gününe, meleklere,
kitaplara ve resullere iman etmektir...”
وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ
وَرُسُلِهِ “Müminlerin
hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine
inandılar.”
وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ
وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا
“Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret
gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur.”
Kitaplara imanın delili
ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir.
Kur’an’ın
Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu ve Allah
Subhenehû ve
Teala tarafından
gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla
algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak
edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır.
Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında
nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda
yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla
aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı
bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın
dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda
söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı
Kur’an, ya benzerini Arapların da söyleyebildiği bir sözdür ya
da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür.
Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun
benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü
olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en
güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten
aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün
değildir.
Kur’an’ı ve Arap dilini
inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç
kullanmadıkları çok özel bir üslûpta olduğunu, Kur’an
indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun
kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit
edemediğini ve onun üslubu ile söz söyleyemediklerini görür.
Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların
dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün
Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini
getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde
tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor:
وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا
فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ
دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ
“Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona
benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de
çağırın. Eğer sadıklardan iseniz.”
أَمْ
يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا
مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
“Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun
benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi
çağırın.”
أَمْ
يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا
مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
“Yoksa, onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru
söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure
getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”
قُلْ
لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الآنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا
بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ
بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
“De ki; insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek
için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun
bir benzerini getiremezler.”
Kur’an’ın böyle apaçık meydan
okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini
getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah
Subhenehû ve Teala
katından geldiği ve Allah Subhenehû ve Teala’nın
kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an’ı söylemiş
olmaları da imkânsızdır. Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun
benzerini getirememişlerdir.
Muhammed, Arap ve Araplardan
birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da
söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre
Arap kavminden birisi olan Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
de yetersiz kalacağı kesindir.
Her insanın, sözlerin ve
cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde
bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun
eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri
veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce
hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın
kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi.
Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması
hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla
daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri
ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'den
kaynaklanması da imkânsızdır. Öyleyse Kur’an, Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Allah Subhenehû ve
Teala katından
getirdiği Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır.
Kur’an’ın Allah
Subhenehû ve Teala’dan
başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de
çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini
getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu
mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir.
Netice olarak Kur’an, tamamı
Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır, ya Muhammed
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'dendir,
ya da Allah
Subhenehû ve Teala’dandır.
Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır.
- Kur’an’ın Araplardan gelmiş
olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini
getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul
ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz
kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan
olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir,
ya da Allah
Subhenehû ve Teala’dandır.
- Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'den
olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak
görülse de Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem
de Araptır. Dahi
kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün
değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed
Sallallahu Aleyhi
Vesellem de aciz
sayılır. Çünkü Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem
de onlardan biridir. Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’den
tavatüren rivayet edilen:
وَمَنْ
كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ
النَّارِ
“Kim kasten bana yalan isnad
ederse (benim söylemediğim bir şeyi, benim söylediğimi iddia
ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın.”
hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki
ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise
Kur’an’ın Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
sözü olmadığının, Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı
olduğunun delilidir.
Dünyadaki bütün şair, yazar,
filozof ve düşünürlerin üslupları başlangıçta zayıftır.
Güçlerinin zirvesine doğru ilerlediklerinde ise üsluplarında da
yükselme görülür. Bu nedenle güçlü ve zayıf olmalarına göre
üsluplar değişir. Ayrıca bazı düşüncelerinde zayıflık,
sözlerinde zayıf ve bozuk anlatımlar bulunur. Hâlbuki Kur’an’ın
ilk ayeti olan;
اقْرَأْ
بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.”
ayeti ile Kur’an’ın son ayeti olan;
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَذَرُوا مَا
بَقِيَ مِنْ الرِّبَا “Ey
iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer Mü’minler iseniz faizden
kalanı bırakın.”
ayeti belağatı, fesahatı, düşüncelerinin yüksekliği ve anlatım
gücü ile üslûbunun zirvesindedir. Onda bir tane dahi bozuk
ifade, zayıf veya düşük fikir bulunmaz. O, tek parçadır. Toptan
ve detaylı olarak üslûbunun tek cümle gibi olması, anlatımları
ve manaları değişikliğe uğrayabilen beşer sözü olmadığının
delilidir. Kur’an ancak Âlemlerin Rabbi’nin kelamıdır.
İslâm’ın iman edilmesini
istediği semavi kitaplardan Kur’an’ın durumu budur. Fakat geri
kalan semavi kitapların delili akli değil naklidir. Allahu Teâla
ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ
وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ
الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ
“Ey iman edenler, Allah’a, resulüne, indirdiği kitaba ve daha
önce indirdiği kitaba inanın...”
وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ
وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ
“Lakin birr
(içtenlikle yapılan iyilik); Allah’a, ahiret gününe,
meleklere, kitaplara, resullere iman eden...”
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا
بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ
“Sana kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen
(Onları geçersiz
kılıcı) olarak Kitabı hak ile indirdik...”
وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ
يَدَيْهِ “Bu
indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan kitaptır...”
وَمَا
كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ
وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ
“Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir.
Kendisinden önce gelen kitapları tasdik eder.”
Resullere imanın deliline
gelince: Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’e
imanın delili ile diğer resullere imanın delili farklıdır.
Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
resul oluşunun delili nakli değil aklidir. Çünkü resul olduğunu
iddia eden bir kimsenin,
resul
veya
nebi
olduğunun delili resullüğüne delil olarak getirdiği
mucizeler
ve bu mucizelerle desteklenen
Şeriatıdır.
Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
resullüğünün ve risaletinin delili Kur’an’dır. Zira Kur’an
Muhammed Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in
beraberinde getirdiği Şeriattır. Kur’an’ın bizzat kendisi mucize
olup mucizeliği halen geçerlidir. Buna göre, tevatür yoluyla
Kur’an-ı Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
getirdiği, Allah Subhenehû ve Teala’nın Şeriatı
olduğu ve Allah katından geldiği kesindir. Allah Subhenehû
ve Teala’nın Şeriatını ise ancak nebiler ve resuller
getirir. Bu da Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
Allah Subhenehû ve
Teala tarafından
nebi ve resul olduğunun akli delilidir.
Diğer resullerin mucizesi ise
yok olup gitti. Şu anda var olan kitapların Allah
Subhenehû ve Teala’dan
olduklarına dair aklî delil getirilmez. Çünkü bu kitapların
Allah Subhenehû ve
Teala’dan
geldiğini destekleyen mucizeler şu anda yoktur. Dolayısıyla
Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
dışında diğer resullerin hiç birinin Allah Subhenehû ve
Teala’nın nebisi ve resulü olduğuna dair aklî delil
getirilmez. Onların risaletleri ve resul oluşları ancak nakli
delille sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
آمَنَ
الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ
كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ
“Resul de, iman edenler de ona
(Resul’e) indirilene inandı.
Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine iman
etti...”
قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ
إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ
وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ
النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ
وَنَحْن لَهُ مُسْلِمُونَ
“Biz Allah’a, bize indirilmiş olana, İbrahim’e, İsmail’e,
İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilmiş olanlara, Musa’ya,
İsa’ya verilenlere, resullere Rableri tarafından verilmiş
olanlara iman ettik. Onların hiç birinin arasını diğerinden
ayırmayız. Biz ona teslim olmuşlardanız deyin.”
Kıyamet günü olan Ahiret
gününe imanın delili
ise akli değil naklidir. Çünkü kıyamet günü aklen idrak
edilemez. Allahu Teâla şöyle demektedir:
وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذِينَ
يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِهِ
“Mekke ve etrafındakileri uyaran mübarek kitaptır. Ahirete
inananlar buna da inanırlar...”
فَالَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنكِرَةٌ
وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ
“Ahirete
inanmayanların kalpleri inkâr edicidir ve onlar büyüklük
taslayanlardır.”
لِلَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِ
“Ahirete
inanmayanlar kötülük örneğidirler.”
وَأَنَّ الَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ أَعْتَدْنَا لَهُمْ
عَذَابًا أَلِيمًا
“Ahirete
inanmayanlar, onlar için elem verici bir azap hazırladık.”
فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ (13)
وَحُمِلَتْ الأرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً
(14) فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتْ الْوَاقِعَةُ (15)
وَانشَقَّتْ السَّمَاءُ فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ (16)
وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ
فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ (17) يَوْمَئِذٍ
تُعْرَضُونَ لا تَخْفَى مِنْكُمْ خَافِيَةٌ
“Sur’a üfürüldüğünde, yer ile dağlar bir vuruşla birbirine
çarpıldığında, işte o gün olan olmuştur. Gök de yarılmış ve o
gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler ise onun
çevresindedirler ve o gün Rabbinin Arşı’nı, onların da üstünde
sekiz tanesi yüklenir. O gün siz huzura alınırsınız. Ve hiçbir
şeyiniz gizli kalmaz.”
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
ise şöyle buyurmakta:
الإيمَانُ أَنْ تُؤْمِنَ بِاللَّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ
وَبِلِقَائِهِ وَرُسُلِهِ وَتُؤْمِنَ بِالْبَعْثِ
“İman; Allah’a
meleklerine, kitaplarına, huzuruna varmaya, resullerine ve
tekrar dirilmeye inanmandır."
İşte bunlar iman edilmesi
gereken beş husustur. Bunlar; Allah Subhenehû ve Teala’ya,
meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe inanmaktır.
Aynı zamanda da Kaza ve Kadere inanmak da gerekir. Bir kişi bu
beş şeyin tamamına ve bunlarla birlikte “Kaza ve Kader”e de iman
etmedikçe İslâm’a inanmış sayılmaz ve ona Müslüman olarak itibar
edilmez. Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ
وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ
الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ
وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ
ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا
“Ey iman edenler! Allah’a, resulüne, resulüne indirdiği kitaba
ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim, Allah’ı meleklerini,
kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz
derin bir sapıklığa düşmüştür.”
Kur’an ve hadis bu beş şeye
nass teşkil edecek şekilde, her birini ismi ile belirterek, açık
ve net şekilde delillendirerek gelmiştir. Bu beş husus dışında,
bizzat ismi ve gerçeği belirtilerek açık ve net olarak bu
konularda anlatıldığı gibi iman ifadesi geçmedi. Delaleti ve
sübutu kat’i olan kesin nasslar sadece bu beş konu hakkında
vardır.
Evet, bazı rivayetlerde Cibril
hadisinde kadere
iman ifadesi şu şekilde geçmiştir:
وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ
“Dedi ki;
Kader’e ve onun hayrının ve
şerrinin Allah’tan geldiğine inanmandır.”
Ancak bu hadis, Haber-i
Ahad’dır. Buna ilave olarak da burada “kaderden”
kasıt, anlaşılmasında ihtilaf edilen “Kaza ve Kader” değil,
Allah
Subhenehû ve Teala’nın
ilmidir. Bizzat “Kaza
ve Kader” şeklinde
isimlendirilen ve kavranılmasında birçok ihtilafın söz konusu
olduğu “Kaza ve Kader”e
iman hakkında ise kesin bir nass gelmemiştir. Ancak “Kaza ve
Kader”in içeriğine iman akidedendir ve inanmak da gerekir. Bu
isimle ve içerikle sahabe döneminde kesinlikle bilinmemekteydi.
Bu isimle kullanıldığına dair de hiçbir sahih nass geçmemiştir.
“Kaza ve Kader”
kelimesi ancak Tabiin döneminin başlarında meşhur olmuştur. O
zamandan beri bilinmekte ve konuşulmaktadır. Onu ortaya çıkaran
ve söz konusu yapan kelamcılardır. Kelam ilmi meydana gelmeden
önce yoktu ve bizzat “Kaza
ve Kader” ismi ile
Hicri birinci asrın sonunda kelamcıların dışında hiç kimse “Kaza
ve Kader” meselesini konuşmadı ve araştırmadı.