İSLÂM AKİDESİ


İslâm akidesi, Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe,  Kaza ve Kader in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir.

İman ise; vakıaya uygun delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Buna göre tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdikinin iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Dolayısıyla doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart delilin varlığıdır.

Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman edilmesi için hakkında kendisi ile delil getirilen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli değil, aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanmasını hissin algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması gerekir.

İslâm akidesinin iman edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse görür ki;

- Allah Subhenehû ve Teala’ya imanın delili aklidir. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala’ya iman konusu duyularla algılanır. Zira duyular, varlıkların hepsini yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder.

- Oysa meleklere imanın delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak edemez. Zira melek, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadır.

- Kitaplara iman etmeye gelince; iman edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak edile gelmiştir.

- Fakat iman edilmesi istenen kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği her asırda idrak edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren resullerin döneminde Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği, resullere verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen resullerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla resullerle birlikte yaşayanlardan sonra gelenler tarafından idrak edilemeyen,  bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiği, resullere indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her asırda Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı delil akli değil naklidir.

-  Bütün resullere iman için de aynı şey söz konusudur. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Allah Subhenehû ve Teala’nın resulü olduğunun delili aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir.

-  Fakat diğer resullerin, resullüğüne imanın delili naklidir. Çünkü resullerin resul olduğunun delili Allah Subhenehû ve Teala tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının dışındakiler idrak edememektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer resullerin mucizelerini hissedemezler. Onların resullükleri hissedilen bir delille sabit değildir. Dolayısıyla resul olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünün mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla resullüğünün delili aklidir.

-  Ahiret gününe imanın delili ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli bir delil bulunmadığı için de Ahiret gününün delili naklidir.

 - Kaza ve Kaderin delili ise aklidir. Çünkü kaza şu iki hususla alakalıdır:

Birincisi;  varlık nizamının gerektirdiği husustur ki bunun delili aklidir. Çünkü o, Yaratıcı ile alakalıdır.

İkinci husus ise; insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren insan üzerinde gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise hislerle idrak edilebilen hissedilebilen bir şey olup delili de aklidir.

Kader ise; insanın ortaya çıkardığı, ateşin yakması, bıçağın kesmesi gibi eşyada bulunan özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların idrak edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin delili de aklidir.

Bu açıklamalar İslâm akidesine ait delillerin çeşidi açısından yapılan açıklamalardır. Bunların her birinin delillerini açıklamaya gelince:

Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığının delili her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir. Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına gelir. Zira onların muhtaç oluşları, ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder. Burada şöyle bir tez ileri sürülemez:

“Şey, bir başka şeye muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç değildir"  

Böyle söylenemez. Çünkü delil; kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeyler hakkındadır. Dolayısıyla delil, bu kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin bir yaratıcı tarafından yaratılmış olduklarına dair olmaktadır. Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir. Yine burada şöyle bir tez de ileri sürülmez:

 “Şey, maddedir. Sonuçta da maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir.”   

Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının dışında yani maddenin dışında bir şey tarafından tespit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanmıştır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı ortaya çıkmaktadır.

Yaratıcının ezeli olması yani başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin, ya tabiatın, ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü doğa, şeyler ile bunları düzenleyen nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan her şeyde bu nizama uygun olarak yürür.

Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzenleme, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.

Öyleyse Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu âlemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu âlemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakle yaratıcının varlığını, vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin, yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir:

إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأرْضِ لايَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ     “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır.”[1]

أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ (35) أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ بَل لا يُوقِنُونَ “Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar iyi bilmiyorlar.”[2]

Allah Subhenehû veTeala’nın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. Onun için İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kıldı ve onu Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına imanda hakem kıldı. Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına delil, akli delildir.

Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar:

“Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.”

Böyle bir iddiaya iki açıdan cevap verilir:

1. Dünyada var olan şeyler, ister ayrı ayrı olsunlar isterse hep bir arada bulunsunlar yoktan var etme, yaratma gücüne sahip değillerdir. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz olan tek bir şeyi, dışındaki şeyler, bir veya birçok yönden tamamlasalar, eksiğini giderseler dahi hem o hem de onun dışındakiler hep birlikte yaratmaktan ve yoktan var etmekten acizdirler. Yoktan var etmekten ve yaratmaktan aciz oluşu ise apaçık ortadadır. Bu ise onun ezeli olmadığını ifade eder. Çünkü ezeli olanda, yani başlangıcı olmayanda acizlik sıfatının bulunmaması tam tersine yoktan var etme, yaratma gücünün bulunması gerekir. Sonradan ortaya çıkan şeylerin hepsi ona dayanmalı ki ezeli olabilsin. Bu nedenle kâinat, yaratmaktan ve yoktan var etmekten aciz olduğu için ne ezeli olabilir ne de ebedi olabilir. Bir şeyin yoktan var etme gücüne sahip olmaktan yoksun olması onun ezeli olmadığının kesin delilidir.

2. Başkası tarafından ihtiyacı karşılanıncaya kadar, aşmaya güç yetiremediği belli bir orana (kurala, yasaya) gereksinim duyması bir şeyin muhtaç oluşundandır. Bu ifadeyi şu şekilde açıklamak mümkündür:

A B’ye ve B de C’ye muhtaç ise dolayısıyla A da C’ye muhtaçtır. Bu muhtaçlık silsile halinde böylece devam eder. Birinin bir başkasına muhtaç olması onlardan her birinin ezeli olmadığının delilidir. Birbirini tamamlaması veya birinin diğerinin ihtiyacını gidermesi mutlak değil belirli bir oranla sınırlıdır. Yani belirli bir tertibe, düzenlemeye göre olur. Tamamlama işlemi ancak bu düzenlemeye göre olur veya madde, bu düzenleme dışına çıkmaktan aciz kalır, çıkamaz. Böylece tamamlanan şey kendi kendini tamamlayamaz. İhtiyacını tek başına karşılayamaz. İhtiyacını ancak, kendisi dışında tespit edilmiş olana boyun eğmek zorunda bırakıldığı düzenlemeye göre giderebilir. Dolayısıyla da hem tamamlanan hem de tamamlayanın her ikisi de ihtiyacı karşılanıncaya kadar belirli düzenlemeyi yapana muhtaçtırlar. Bu düzenlemeye aykırı hareket edemezler. Bu düzenleme dışında da ihtiyaç karşılanamaz. Bu nedenle düzenlemeye uymak mecburiyetinde olan, onu koyana muhtaçtır. Böylece eşyaların tamamı birbirlerini tamamlasalar dahi kendileri dışındaki varlığa muhtaç olmaktan kurtulamazlar. Yani şeyler belirli düzenlemeyi yapıp ona boyun eğmeye zorlayana muhtaçtırlar. Örneğin; suyun buza dönüşebilmesi için belirli bir ısı derecesine gereksinim vardır. Burada ise şöyle diyorlar:

“Su, ısı ve buz birer maddedirler. Maddenin bir halden bir başka hale dönüşmesinde ihtiyaç yine maddeyedir. Sonuçta madde başkasına değil yine kendisine muhtaç olmaktadır.”

Oysa gerçek böyle değildir. Su, buhar haline gelirken sadece ısıya değil, belirli bir derecedeki ısıya muhtaçtır. Isı bir şeydir. Ancak belirli bir dereceye ulaştığında etki etmesi ise daha başka bir iştir. Bu ise ısıdan başka bir şeydir. Isının etkileyebilmesi, suyun da etkilenebilmesi için ısıya zorla uygulanan oran otomatik olarak “su”dan ileri gelmemektedir. Yoksa su, istediği şekilde etkilenebilirdi. Bu oran ısıdan da kaynaklanmamaktadır. Öyle olsaydı bu sefer de ısı dilediği gibi etkileyebilirdi. Kısacası oran maddenin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Aksi takdirde madde, dilediği gibi etkileme ve etkilenme gücüne sahip olurdu. Bu oran elbette ki maddenin dışında belirlenmektedir. Bu durumda da madde, madde üzerinde etki bırakacak ve madde için belirli oranı tespit edecek olana muhtaç olmuş olur. Bu oran madde dışında bir varlık tarafından tayin edilmektedir. Dolayısıyla madde başkasına muhtaçtır. Öyleyse madde ezeli değildir. Çünkü başlangıcı ve sonu olmayan demek başkasına muhtaç olmayan, bütün şeylerin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Maddenin başkasına muhtaç olması, maddenin ezeli olmadığının kesin delilidir. Öyleyse madde yaratılmıştır. Kâinata şöyle bir göz atan insan, şeylerin -ister bir yer işgal etsin isterse enerji gibi bir yer işgal etmesin- yoktan var edilmesinin, ancak duyu organları ile algılanabilen şeyler arasında belirli bir düzenlemenin bulunması ile tamamlanabileceğini kavramaktadır. Dolayısıyla bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen bir nesne yoktur. Ve yine belirli bir orana boyun eğmeden şeyler tarafından icat etmek de yoktur. Yani bu kâinatta şeyler tarafından yoktan var edilen oransız ve düzensiz olarak yaratılmış bir şey yoktur. Bu nedenle de kâinatta var olan ve var edilen bütün şeyler başlangıçsız ve sonsuz değildir.

Var olan şeylere gelince; onların hissedilen ve idrak edilen şeylerden oluştuğu gayet açıktır. Ve yine bu var olan şeylerin kendi iradeleri dışında kendilerine uygulanan belli oranlara boyun eğdikleri de apaçık ortadadır.

Kâinatta var edilen şeylere gelince; onların da yoktan var etmekten aciz oldukları ortadadır. Bu apaçık bellidir. Çünkü bunlar da kendi iradesi dışında kendisine uygulanan belirli düzenlemeye boyun eğmektedirler. Bu düzenleme kendi isteği ile olmamaktadır. Eğer kendi isteği ile olmuş olsaydı düzenlemeyi terk etmeye ve ona boyun eğmemeye kadir olurdu. Bu düzenleme onun dışındadır. Kâinatta duyu organları ile algılanabilen şeylerin acizliği yani kâinatın yoktan var etmekten aciz kalışı kendi dışından gelen belli bir düzenlemeye boyun eğişi kâinatın başlangıçsız ve sonsuz olmadığı, başlangıcı ve sonu olmayanın yaratığı olduğunun delilidir.

Yaratmanın ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyip de yoktan var eden bir yaratıcının varlığını inkâr edenlere gelince:

Onların bu sözleri, duyu organlarıyla algılanabilen şeyler ve bunlar üzerine iradeleri dışında konulan belirli düzenlemelerin her ikisinin de yaratıcı olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü ölçü verme ve ölçüye göre şekillendirme duyu organlarıyla algılanabilen şeylerin ve bu şeyin dışından gelen belirli bir düzenlemenin bulunması ile mümkün olabilir. Yaratmanın ölçme ve verilen ölçüye göre şekillendirme anlamına geldiğini söyleyenlerin bu sözü kesinlikle batıldır. Bu söz batıldır, çünkü belirli düzenleme ne şeylerden ne de kendisindendir. Bu düzenleme, duyu organlarıyla idrak edilebilen şeylerin dışında, duyu organlarıyla doğrudan doğruya algılanamayan bir varlık tarafından konulmuştur.

 Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratıcı olamayacağı açığa çıkar. Çünkü yaratmanın bu şekilde tanımlanması kesinlikle mümkün değildir. Yaratma olayının olabilmesi için duyu organlarıyla algılanabilen şeylere belli bir düzenlemeyi koyan, ancak doğrudan doğruya duyu organlarıyla algılanamayan bir şeyin bulunmasını gerektirir. Böylece ölçmenin ve verilen ölçüye göre şekillendirmenin yaratmak olmadığı ve yalnızca da onunla mutlak anlamda yaratmanın yani yoktan yaratmanın tamamlanamayacağı görülmektedir.

Yaratıcı duyu organlarıyla algılanabilen şeyleri yoktan var edemezse yaratıcı olamaz. Çünkü yaratıcı, sadece kendi iradesiyle yaratmaktan aciz olmuş ve yaratacağı şeyle birlikte bir şeye boyun eğmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu nedenle o, hem acizdir hem de ezeli değildir. Çünkü kendi kendine yaratmaktan aciz kalarak başkasına muhtaç olmuştur. Aciz ve muhtaç ise ezeli olamaz. Üstelik yaratıcı demek, yoktan var eden demektir. Yaratıcı olması demek yaratıcının şeylere değil şeylerin yalnızca O’na dayanması, muhtaç olması demektir. Eğer şeyleri yoktan var etmekten ve şeyler bulunmadan yaratmaktan aciz kalırsa yaratma hususunda şeylere muhtaç olur, şeyler kendisine muhtaç olmaz. Bu ise onun tek başına yaratıcı olmaması bu nedenle de yaratıcı olamaması demektir. Yaratıcının yaratıcı sıfatını kazanabilmesi için şeyleri yoktan var edebilmesi, kudret ve irade/dilediği gibi hareket edebilme özelliğine ve bütün şeylerin yalnızca kendisine dayanması özelliğine sahip olması gerekir. Bu nedenle icat etme işleminde yoktan var etme olmalı ki yaratmak olsun. İcat edenin de yaratıcı olması için elbette ki yoktan icat edebilmesi gerekir.

Meleklere imanın delili ise naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:  

شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لا إِلَهَ إِلا هُوَ وَالْمَلائِكَةُ وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ “Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki; gerçekten O'ndan başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de buna şahadet ettiler...”[3]

وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz “birr” (içtenlikle yapılan iyilik) değildir. Lakin “birr” Allah’a ve ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve resullere iman etmektir...”[4]

وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ “Müminlerin hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine inandılar.”[5]

وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا   “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse uzak bir sapıklığa düşmüş olur.”[6]

 

Kitaplara imanın delili ise, Kur’an-ı Kerim ve diğer semavi kitaplara göre değişir.

Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu ve Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiğinin delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyu organlarıyla algılanabilmekte ve akıl da onun Allah’tan geldiğini idrak edebilmektedir. Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri Arapçadır. Araplar, Arapça konuştular, Arapçayı şiirde ve şiir dışında nesrin her çeşidinde kullandılar. Sözleri hem kitaplarda yazılıdır, hem de asırlar boyu nesilden nesile ezber yoluyla aktarılarak günümüze ulaşmıştır. Buna göre Kur’an, ya belağatlı bir Arabın da söyleyebileceği tarzda bir sözdür, ya da Arabın dışında birisinin söylemiş olabileceği farklı bir tarzda söylenmiş bir sözdür. Bu durumda ise Arapça olmasından dolayı Kur’an, ya benzerini Arapların da söyleyebildiği bir sözdür ya da Arapların benzerini kullanmaktan aciz kaldığı bir sözdür. Eğer Araplar Kur’an’ın benzeri bir söz söyleyebilirlerse onun benzerini de getirebilirler. Dolayısıyla da bu söz beşer sözü olur. Dönemin Arapları, Arapçayı fesahatı ve belağatı ile en güzel kullananları olduğu halde Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıklarına göre Kur’an’ın beşer sözü olması da mümkün değildir.

Kur’an’ı ve Arap dilini inceleyenler Kur’an’ın o güne kadar Arapların hiç kullanmadıkları çok özel bir üslûpta olduğunu, Kur’an indirilmeden önce ve sonra bile kesinlikle böyle bir üslûbun kullanılmadığını hatta ve hatta hiç kimsenin onu taklit edemediğini ve onun üslubu ile söz söyleyemediklerini görür. Arapların bu sözü söyleyememeleri ise Kur’an’ın Arapların dışında başkasının sözü olduğuna delildir. Kur’an’ın bütün Araplara meydan okumasına rağmen, Arapların, Kur’an’ın benzerini getirmekten aciz kaldıkları şüphesiz ve kesin bir şekilde tevatüren sabittir. Allahu Teâla onlara şöyle diyor:

وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ “Şayet siz, kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız haydi ona benzer bir sûre de siz getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer sadıklardan iseniz.”[7]

أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Sadıklardan iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[8]

أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنْ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa, onu kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: Eğer doğru söylüyorsanız haydi onun sûrelerine benzer uydurma on sure getirin, Allah’tan başka çağırabileceğinizi çağırın.”[9]

قُلْ لَئِنْ اجْتَمَعَتْ الآنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “De ki; insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine de onun bir benzerini getiremezler.”[10]

Kur’an’ın böyle apaçık meydan okumasına rağmen onlar, Kur’an’ın bir benzerini getiremediklerine göre, Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala katından geldiği ve Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğu da sabittir. Arap olmayanların Kur’an’ı söylemiş olmaları da imkânsızdır. Çünkü Arapça olduğu halde Araplar onun benzerini getirememişlerdir.

Muhammed, Arap ve Araplardan birisi olduğu için Kur’an’ın Muhammed’in sözü olduğu da söylenemez. Arap kavminin acizliği delille ispatlandığına göre Arap kavminden birisi olan Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in de yetersiz kalacağı kesindir.

Her insanın, sözlerin ve cümlelerin anlatımında kullandığı üslûb, yaşadığı dönemde bilinen şeylere veya öncekilerden kendisine aktarılanlara boyun eğer. İnsan, ifadeleri ve anlatım tarzını ancak, yeni hayalleri veya yepyeni manaları ifade ederken yenileyebilir. Daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması ise hayaldir. Oysa Kur’an’ın kelimeleri ve cümleleri, cümleleri ifade tarzı, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in asrında da ondan önceki Arapların döneminde de bilinmemekteydi. Bu nedenle bir beşerin daha önce hissetmediği bir şeyi konuşması hayaldir. Çünkü böyle bir şey aklen de imkânsızdır. Dolayısıyla daha önce asla hissetmediği bir şey olan, lafızları ve cümleleri ile Kur’anî ifade tarzının Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den kaynaklanması da imkânsızdır. Öyleyse Kur’an, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Allah Subhenehû ve Teala katından getirdiği Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamıdır.

Kur’an’ın Allah Subhenehû ve Teala’dan başkasının kelamı olmadığı, Kur’an’ın indiği dönemde de çağımızda da aklen sabittir. Çünkü insanoğlunun benzerini getirmekten aciz kalış mucizesi halen daha geçerlidir. Ve bu mucizeyi şu anda bile bütün dünya hissen idrak etmektedir.

Netice olarak Kur’an, tamamı Arapça bir kitap olduğu için ya Araplardandır, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır. Bu üç yerin dışında başka bir yerden olması imkânsızdır.

- Kur’an’ın Araplardan gelmiş olması gerçeğe aykırıdır. Çünkü Araplar onun bir benzerini getirmekten aciz kaldılar ve bu yetersizliklerini de kabul ettiler. Onların Kur’an’ın bir benzerinin getirmekten aciz kalışları bugün de geçerlidir. Bu ise Kur’an’ın Araplardan olmadığına delalet eder. Öyleyse Kur’an, ya Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'dendir, ya da Allah Subhenehû ve Teala’dandır.

- Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'den olması da gerçeğe aykırıdır. Çünkü her ne kadar dâhi olarak görülse de Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de Araptır.  Dahi kimsenin de asrının seviyesindeki insanları aşması mümkün değildir. Araplar benzerini getirmekten aciz kaldılarsa Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de aciz sayılır. Çünkü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem de onlardan biridir. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’den tavatüren rivayet edilen:  وَمَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ   “Kim kasten bana yalan isnad ederse (benim söylemediğim bir şeyi, benim söylediğimi iddia ederse) cehennemdeki yerini hazırlasın.”[11] hadisi ile Kur’an’ın ayetleri karşılaştırıldığı zaman bu iki ifade arasında hiç bir benzerliğin olmadığı görülür. Bu ise Kur’an’ın Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in sözü olmadığının, Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunun delilidir.

Dünyadaki bütün şair, yazar, filozof ve düşünürlerin üslupları başlangıçta zayıftır. Güçlerinin zirvesine doğru ilerlediklerinde ise üsluplarında da yükselme görülür. Bu nedenle güçlü ve zayıf olmalarına göre üsluplar değişir. Ayrıca bazı düşüncelerinde zayıflık, sözlerinde zayıf ve bozuk anlatımlar bulunur. Hâlbuki Kur’an’ın ilk ayeti olan;  اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ “Yaratan Rabbinin adıyla oku.”[12] ayeti ile Kur’an’ın son ayeti olan; يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَذَرُوا مَا بَقِيَ مِنْ الرِّبَا “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer Mü’minler iseniz faizden kalanı bırakın.”[13] ayeti belağatı, fesahatı, düşüncelerinin yüksekliği ve anlatım gücü ile üslûbunun zirvesindedir. Onda bir tane dahi bozuk ifade, zayıf veya düşük fikir bulunmaz. O, tek parçadır. Toptan ve detaylı olarak üslûbunun tek cümle gibi olması, anlatımları ve manaları değişikliğe uğrayabilen beşer sözü olmadığının delilidir. Kur’an ancak Âlemlerin Rabbi’nin kelamıdır.

İslâm’ın iman edilmesini istediği semavi kitaplardan Kur’an’ın durumu budur. Fakat geri kalan semavi kitapların delili akli değil naklidir. Allahu Teâla ayeti kerimelerde şöyle buyurmaktadır:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ “Ey iman edenler, Allah’a, resulüne, indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın...”[14]

وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ “Lakin birr (içtenlikle yapılan iyilik); Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, resullere iman eden...”[15]

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ    “Sana kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen (Onları geçersiz kılıcı) olarak Kitabı hak ile indirdik...”[16]

وَهَذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ      “Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan kitaptır...”[17]

وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ     “Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Kendisinden önce gelen kitapları tasdik eder.”[18]

Resullere imanın deliline gelince: Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’e imanın delili ile diğer resullere imanın delili farklıdır. Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in resul oluşunun delili nakli değil aklidir. Çünkü resul olduğunu iddia eden bir kimsenin, resul veya nebi olduğunun delili resullüğüne delil olarak getirdiği mucizeler ve bu mucizelerle desteklenen Şeriatıdır.

Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in resullüğünün ve risaletinin delili Kur’an’dır. Zira Kur’an Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in beraberinde getirdiği Şeriattır. Kur’an’ın bizzat kendisi mucize olup mucizeliği halen geçerlidir. Buna göre, tevatür yoluyla Kur’an-ı Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in getirdiği, Allah Subhenehû ve Teala’nın Şeriatı olduğu ve Allah katından geldiği kesindir. Allah Subhenehû ve Teala’nın Şeriatını ise ancak nebiler ve resuller getirir. Bu da Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Allah Subhenehû ve Teala tarafından nebi ve resul olduğunun akli delilidir.

Diğer resullerin mucizesi ise yok olup gitti. Şu anda var olan kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan olduklarına dair aklî delil getirilmez. Çünkü bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiğini destekleyen mucizeler şu anda yoktur. Dolayısıyla Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in dışında diğer resullerin hiç birinin Allah Subhenehû ve Teala’nın nebisi ve resulü olduğuna dair aklî delil getirilmez. Onların risaletleri ve resul oluşları ancak nakli delille sabittir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ   “Resul de, iman edenler de ona (Resul’e) indirilene inandı. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine iman etti...”[19]

قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالأسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْن لَهُ مُسْلِمُونَ     “Biz Allah’a, bize indirilmiş olana, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilmiş olanlara, Musa’ya, İsa’ya verilenlere, resullere Rableri tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiç birinin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim olmuşlardanız deyin.”[20]

Kıyamet günü olan Ahiret gününe imanın delili ise akli değil naklidir. Çünkü kıyamet günü aklen idrak edilemez. Allahu Teâla şöyle demektedir:

وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِهِ “Mekke ve etrafındakileri uyaran mübarek kitaptır. Ahirete inananlar buna da inanırlar...”[21]

فَالَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنكِرَةٌ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ “Ahirete inanmayanların kalpleri inkâr edicidir ve onlar büyüklük taslayanlardır.”[22]

لِلَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِ        “Ahirete inanmayanlar kötülük örneğidirler.”[23]

وَأَنَّ الَّذِينَ لا يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا “Ahirete inanmayanlar, onlar için elem verici bir azap hazırladık.”[24]

فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ (13) وَحُمِلَتْ الأرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً (14) فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتْ الْوَاقِعَةُ (15) وَانشَقَّتْ السَّمَاءُ فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ (16) وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ (17) يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لا تَخْفَى مِنْكُمْ خَافِيَةٌ     “Sur’a üfürüldüğünde, yer ile dağlar bir vuruşla birbirine çarpıldığında, işte o gün olan olmuştur. Gök de yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler ise onun çevresindedirler ve o gün Rabbinin Arşı’nı, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir. O gün siz huzura alınırsınız. Ve hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.”[25]

Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem ise şöyle buyurmakta:

الإيمَانُ أَنْ تُؤْمِنَ بِاللَّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَبِلِقَائِهِ وَرُسُلِهِ وَتُؤْمِنَ بِالْبَعْثِ “İman; Allah’a meleklerine, kitaplarına, huzuruna varmaya, resullerine ve tekrar dirilmeye inanmandır."[26]

İşte bunlar iman edilmesi gereken beş husustur. Bunlar; Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe inanmaktır. Aynı zamanda da Kaza ve Kadere inanmak da gerekir. Bir kişi bu beş şeyin tamamına ve bunlarla birlikte “Kaza ve Kader”e de iman etmedikçe İslâm’a inanmış sayılmaz ve ona Müslüman olarak itibar edilmez. Çünkü Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالاً بَعِيدًا “Ey iman edenler! Allah’a, resulüne, resulüne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim, Allah’ı meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkâr ederse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.”[27]

Kur’an ve hadis bu beş şeye nass teşkil edecek şekilde, her birini ismi ile belirterek, açık ve net şekilde delillendirerek gelmiştir. Bu beş husus dışında, bizzat ismi ve gerçeği belirtilerek açık ve net olarak bu konularda anlatıldığı gibi iman ifadesi geçmedi. Delaleti ve sübutu kat’i olan kesin nasslar sadece bu beş konu hakkında vardır.

Evet, bazı rivayetlerde Cibril hadisinde kadere iman ifadesi şu şekilde geçmiştir:

وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ    Dedi ki; Kader’e ve onun hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine inanmandır.”[28]

Ancak bu hadis, Haber-i Ahad’dır. Buna ilave olarak da burada “kaderden” kasıt, anlaşılmasında ihtilaf edilen “Kaza ve Kader” değil, Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmidir. Bizzat “Kaza ve Kader” şeklinde isimlendirilen ve kavranılmasında birçok ihtilafın söz konusu olduğu “Kaza ve Kader”e iman hakkında ise kesin bir nass gelmemiştir. Ancak “Kaza ve Kader”in içeriğine iman akidedendir ve inanmak da gerekir. Bu isimle ve içerikle sahabe döneminde kesinlikle bilinmemekteydi. Bu isimle kullanıldığına dair de hiçbir sahih nass geçmemiştir. “Kaza ve Kader” kelimesi ancak Tabiin döneminin başlarında meşhur olmuştur. O zamandan beri bilinmekte ve konuşulmaktadır. Onu ortaya çıkaran ve söz konusu yapan kelamcılardır. Kelam ilmi meydana gelmeden önce yoktu ve bizzat “Kaza ve Kader” ismi ile Hicri birinci asrın sonunda kelamcıların dışında hiç kimse “Kaza ve Kader” meselesini konuşmadı ve araştırmadı.


 


[1] Bakara: 164

[2] Tur: 35-36

[3] Ali İmran: 18

[4] Bakara: 177

[5] Bakara: 285

[6] Nisa: 136

[7] Bakara: 23

[8] Yunus: 38

[9] Hud: 13

[10] İsra: 88

[11] Buhari, İlm, 107, Edeb, 1209; Müslim, Mukaddime, 4, 5; Tirmizi, Fitne, 2183, İlm, 2583; Ebu Davud, İlm, 3166; İbni Mace, Mukaddime, 30; Ahmed b. Hanbel, Müs. Aşereh, 551; Daremi, Mukaddime, 233

[12] Alak: 1

[13] Bakara: 278

[14] Nisa: 136

[15] Bakara: 177

[16] Maide: 48

[17] En’am: 92

[18] Yunus: 37

[19] Bakara: 285

[20] Bakara: 136

[21] En’am: 92

[22] Nahl: 22

[23] Nahl: 60

[24] İsra: 10

[25] Hakka: 13-18

[26] Buhari, İman, 48

[27] Nisa: 136

[28] Müslim, İman, 9; Ebu Davud, Seneh, 4075