Kelamcılar çıkmadan önce ne “Allah
Subhenehû ve
Teala’nın
sıfatları” konusu
biliniyordu ne de herhangi bir araştırmada izine rastlanmıştı.
Kur'an-ı Kerimde ve Hadisi şeriflerde de “Allah
Subhenehû ve
Teala’nın
sıfatları” şeklinde
bir ifade geçmedi. Herhangi bir Sahabenin, “Allah
Subhenehû ve
Teala’nın
sıfatları”
kelimesini kullandığı veya Allah Subhenehû ve Teala’nın
sıfatları hakkında konuştuklarına da rastlanılmadı. Kelamcıların
Kur'an-ı Kerimde geçtiğini söyledikleri Allah Subhenehû ve
Teala’nın sıfatlarını Kur'an'ın ışığı altında şu ayeti
kerimelerin doğrultusunda anlamak gerekir. Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ
"Senin güçlü Rabbin onların sıfatlandırdıklarından münezzehtir."
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
"Hiçbir şey O'nun benzeri değildir"
تُدْرِكُهُ الأبْصَارُ
"Gözler O'nu görmez"
Ayrıca Allah Subhenehû ve
Teala’nın sıfatları Kur'an-ı Kerimde geçtiği şekilde ancak
Kur'an'dan alınır.
İlim
sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözünden
alınır:
وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لا يَعْلَمُهَا إِلا هُوَ
وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ
وَرَقَةٍ إِلا يَعْلَمُهَا وَلا حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الأرْضِ
وَلا رَطْبٍ وَلا يَابِسٍ إِلا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir.
Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı ve yerin
karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu ki apaçık kitaptadır,
ancak O bilir."
Hayat
sıfatı da şu ayetlerden alınır:
اللَّهُ لا إِلَهَ إِلا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ
"Allah, O'ndan başka ilah olmayan diri, her an yaratıklarını
gözetip durandır."
هُوَ
الْحَيُّ لا إِلَهَ إِلا هُوَ
"O diridir. O'ndan başka ilah yoktur."
Kudret
sıfatı da şu ayetlerden alınır:
قُلْ
هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ
فَوْقِكُمْ أَوْ مِنْ تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ
شِيَعًا "De ki:
Üstünüzden ve altınızdan size azap göndermeye, sizi fırka fırka
yapmaya kadir olan O'dur."
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ
وَالأرْضَ قَادِرٌ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ
"Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’ın, onların benzerlerini de
yaratmaya kadir olduğunu görmezler mi."
İşitmek
sıfatı Allahu Teâla’nın şu sözlerinden alınır:
إن
اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
"Muhakkak ki Allah işitir ve bilir."
وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
"Allah işitir ve bilir."
Görme
sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinden
alınır:
وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
"Muhakkak ki Allah işitir ve görür."
وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا
"Rabbin her şeyi görür."
إِنَّ
اللَّهَ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
"Muhakkak ki Allah işitir ve görür."
Kelam
sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinde
olduğu gibi alınır:
وَكَلَّمَ اللَّهُ مُوسَى تَكْلِيمًا
"Allah Musa ile de konuştu."
وَلَمَّا جَاءَ مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ
"Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince ve Rabbi onunla
konuşunca."
İrade
sıfatı Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinden
alınır:
فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ
"Her dilediğini mutlaka yapandır."
إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ
فَيَكُونُ "Bir şeyi
dilediği zaman, O'nun emri sadece o şeye 'ol' demektir, hemen
olur."
وَلَكِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ
"Ancak Allah istediğini yapar."
Yaratma
sıfatı da Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözlerinden
alınır:
اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ
"Allah her şeyin yaratıcısıdır"
وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ
"her şeyi yaratmış, ona
bir düzen vermiştir."
Vahdaniyet,
Kıdem
ve daha başka sıfatlar Kur'an-ı Kerim'de geçtiği gibi bu
sıfatlar da Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir. Bu noktada Allah
Subhenehû ve Teala’nın vahdaniyeti, ezeli olması, diri,
canlı, güçlü, işiten, gören, konuşan, her şeyi bilen olduğu
konusunda Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur.
Kelamcıların ortaya çıkmasıyla
Müslümanlar arasına felsefi düşünceler sızınca kelamcılar
arasında Allah
Subhenehû ve Teala’nın
sıfatları konusunda
ihtilaflar yayılmaya başladı.
Bu konuda Mutezile şöyle
demektedir:
“Allah Subhenehû ve Teala’nın
zatı ve sıfatı tek bir şeydir. İlmin, kudretin ve hayatın O'nun
zatına eklenmesi ile değil Allah
Subhenehû ve Teala,
zatıyla diridir, âlimdir ve kadirdir. Eğer Allahu Teâla, insanda
olduğu gibi zatına eklenen ilim ile âlim ve yine zatına eklenen
hayat ile diri olsaydı sıfat ve sıfatla nitelenen, taşıyan ve
taşıdığı ile nitelenen olması gerekirdi. Hâlbuki bu, ancak
cisimleşebilen şeylerde görülür. Allah
Subhenehû ve Teala
ise cisimleşmekten münezzehtir. Her sıfatın kendisi bağımsız
olarak vardır, dediğimizde ise ezeli olanlar, başlangıcı
olmayanlar çoğalmış olur. Bir başka ifade ile ilahlar çoğalır.”
Aynı konuda Ehl-i Sünnetin
görüşü ise şöyledir:
“Allah Sübhanehu ve Teâla
zatı ile kaimdir ve ezeli sıfatları vardır. Sıfatlar, "Ne Allah
Subhenehû ve Teala'dır
ne de Allah
Subhenehû ve Teala'dan
başkadır" Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarının
olması ise, O'nun, âlim, diri ve kadir olmasıyla sabittir. İlim,
hayat, kudret ve bunların dışındaki sıfatların hepsinin vacibu'l
vücut/varlığı zorunlu mefhumuna ilave bir anlama delalet ettiği
malumdur. Yoksa bütün lafızlar eşanlamlı lafızlar değildir. Bu
nedenle Mutezilenin dediği gibi, O âlimdir fakat onun ilmi
yoktur, O kadirdir fakat O'nun gücü yoktur şeklinde söylemek
mümkün değildir. Bu açıkça imkânsız bir şeydir. Bu söz, "siyahta
karalık yoktur" sözümüze benzer. O'nun ilminin, kudretinin ve
diğer sıfatlarının ispatı hakkında nasslar konuşmaktadır.
Yalnızca âlim ve kadir olarak isimlendirilmesi değil, mükemmel
fiillerin ortaya çıkması da O'nun ilminin ve kudretinin
varlığına delalet etmektedir.
Allahu Teâla’nın
sıfatlarının ezeli olmasına gelince:
Sonradan olanların varlığının O'nun zatı ile kaim olması
imkânsızdır. Zira kadim ve ezelinin sonradan olan ile kaim
olması imkansızdır.
Allahu Teâla'nın zatı ile
kaim olmasına gelince:
Bu, varlık için zaruri olan şeylerdendir. Çünkü kendisiyle var
olduğu şey olmadan bir şeyin sıfatının anlamı yoktur. Bilinenle
sıfatlandığında ise âlim olmasının anlamı yoktur. Bilakis O'nun
âlim olması demek ilim sıfatının O'nunla var olması demektir.
Fakat sıfatın Allah
Subhenehû ve Teala’nın kendisi veya kendi dışında
olmamasına gelince: Allah Subhenehû ve Teala’nın
sıfatları zatının aynı değildir. Çünkü akıl, niteliğin
nitelenenden başka olmasını gerektiriyor. Sıfat, zattan/kendi
özünden fazla bir manadır. Çünkü o, Allah Subhenehû ve
Teala’nın sıfatıdır, Allah
Subhenehû ve Teala'dan
başka değildir. Öyleyse sıfatlar, ne şeydir, ne zattır, ne de
ayndır/cevherdir. Sıfat ancak zatına ait bir vasıftır. Sıfat
Allah Subhenehû ve Teala’nın zatı olmamakla beraber
Allah Subhenehû ve Teala’nın dışında da değildir.
Bilakis Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatıdır.
Ancak Mutezile'nin; ‘her
sıfatın kendi kendine var olduğunu söylersen ilahlar çoğalır’
sözüne gelince: Bu durum sıfat, zat olduğu zaman geçerli olur.
Oysa sıfat, kadim zatın vasfıdır. Zatın bir şeyle vasıflanması
ise zatların çoğalmasını gerektirmez. Ancak tek bir zatın birçok
sıfatının olduğunu gösterir. Bu nedenle sıfatların çoğalması
vahdaniyeti yok etmediği gibi ilahların çoğalmasını da
gerektirmez.”
İşte böylece Ehl-i Sünnet,
Mutezile'ye karşı aklen, Allah Subhenehû ve Teala’nın
sıfatlarının zatının dışında olduğunu ispatlamış oldu. Sıfat
O'nun zatından başka bir şeydir. Çünkü sıfat ile sıfatlanan
başka başka şeylerdir. Fakat sıfat sıfatlanandan ayrılmaz.
Ardından da bu ezeli sıfatlardan her birinin ne anlama geldiğini
açıklayarak şöyle dediler:
“İlim
sıfatı ezeli bir sıfat olup
ilimle ilgili bir olay olduğunda bilinenler ortaya çıkar.
Kudret
sıfatı da ezeli bir sıfat olup kudretle ilgili olaylar olduğunda
güçleri etkiler.
Hayat
da ezeli bir sıfattır ve diri olanın sıhhatli olmasını
gerektirir. Kudret kuvvet demektir.
İşitmek,
işitilenlerle alakalı ezeli bir sıfattır.
Görmek,
görülenlerle alakalı ezeli bir sıfattır.
Hayal ve vehim/kuruntulanma
yolunu kullanmadan, duyuların etkisi altında kalmadan ve hevanın
aracılığı olmaksızın bu sıfatlarla tam olarak idrak eder.
İrade ve meşiet
diri olanda var olan bir sıfattır. İrade ve meşiet sıfatıyla;
Kudretin külle/bütüne nisbetin birbirine denk olmasıyla
birlikte, herhangi bir vakitte takdir edilenlerden birinin
gerçekleşmesinin tahsis edilmesini gerektirmektedir.
Kelam
da ezeli bir sıfat olup Kur'an diye isimlendirilen kelam
sıfatının bir ifade şeklidir. Allahu Teâla, seslere harflere ve
bu kelimelerden meydana gelen cümleleri tertip etmeye muhtaç
olmayan bir kelam ile mütekellimdir/konuşandır. Bu nedenle
Kelamın zıddı olan konuşamamak ve dilsizliğin ondan nefyedilmesi
gerekir. Allahu Teâla bir tek kelam sıfatı ile emreder, nehyeder
ve haber verir. Emrettiği, nehyettiği ve haber verdiği herkes
kendinde bir mana görür ve sonra da o manaya delalet eder.”
Ehl–i Sünnet, Allah
Subhenehû ve Teala’ya ait ezeli sıfatları ispatladıktan
sonra Allah Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarının ne
anlama geldiğini de böylece açıkladı. Ancak Mutezile, Allah
Subhenehû ve Teala’nın sıfatlarının bu anlama geldiğini
kabul etmez. Zira Mutezile, Allah Subhenehû ve Teala’nın
zatından ayrı sıfatları olduğunu kabul etmeyerek şöyle der:
“Allah Subhenehû ve Teala’nın;
kadir,
âlim
ve muhit
olduğu ispatlandığına göre, Allah Subhenehû ve Teala’nın
zatında ve sıfatında da herhangi bir değişiklik olmayacaktır.
Değişiklik sonradan yaratılanların sıfatlarındandır. Allahu
Teâla ise bundan münezzehtir. Bir şey, yok iken bir şeyi var
ediyor, var iken de yok ediyorsa ve Allah Subhenehû ve
Teala’nın kudreti ve iradesi her iki olaya da taalluk
ederek yok olan bir şeyi var etmiş ve var olan bir şeyi de yok
etmiş ise, kadim
olan ilahi kudret hadis/sonradan var olan bir şeye nasıl taalluk
eder ve onu meydana getirir? Onu niçin bu zamanda meydana
getirdi de başka bir zamanda meydana getirmedi? Daha önce
ilgilenmediği bir şeyle ilahi kudretin sonradan ilgilenmesi,
ilahi kudrette bir değişimin var olduğu anlamına gelir. Oysa
Allahu Teâla'nın kudretinde sonradan herhangi bir değişimin
olmayacağı kesinlikle sabittir. Zira değişimin olmaması
kadim
ve ezeli
olmanın gereğidir.
İrade
konusunda da durum böyledir. Aynı şey
ilim sıfatı hakkında
da söylenebilir. İlim, bilinenin olduğu hal üzere açığa çıkması
demektir. Bilinen zamanla değişebilir. Dalında asılı duran bir
yaprak bir müddet sonra düşebilir. Yaş halde bulunan bir şey
kurur, canlı olan ölür. Allah Subhenehû ve Teala’nın
ilmiyle şey ne halde ise o hal üzere açığa çıkar. Allah
Subhenehû ve Teala,
olmadan önce bir şeyin ne hale geleceğini bildiği gibi şu andaki
halini ve yok olduktan sonraki halini de bilir. Durum böyle iken
nasıl olur da Allah Subhenehû ve Teala’nın ilmi
varlıkların değişimi ile değişebilir? Olayların değişimi ile
değişen ilim, sonradan var olan ilimdir. Allahu Teâla ise
sonradan var olanlarla var olmaz. Sonradan var olanlarla alakalı
olan da sonradan var olmuştur.”
Mutezile'nin bu itirazı üzerine
Ehl-i Sünnet Mutezile'ye şöyle cevap vermiştir:
“Allah Subhenehû ve Teala’nın
kudretinin eşyayla ilgili iki yönü vardır:
a-
Bilfiil takdir olunanın varlığını gerektirmeyen ezeli kudret,
b-
Bilfiil takdir olunanın varlığını gerektiren sonradan ortaya
çıkan;
Kudret,
bir şeye taalluk ettiği/ilgi alanına aldığı zaman o şeyi var
eder. Oysa o şey kudretin ilgi alanına girmesinden önce de var
idi. Kudretin şeyi ilgi alanına alması ile şeyin var olması
kudretin sonradan ortaya çıkan olmasını gerektirmez. Kudretin
daha önceden ilgilenmediği bir şeyle sonradan ilgilenmesi,
kudrette değişiklik sayılmaz. Kudret her zaman ne ise odur. Bir
şeyi ilgi alanına aldığında onu var eder. Değişen, kudret değil
takdir olunandır. Kudret ise asla değişmez.
İlim sıfatına gelince; İlmin
ilgi alanına alma imkânına sahip olduğu her şey bilfiil
bilinendir. Bilgeliği gerektiren şey Allahu Teâla'nın zatıdır.
Bilinmek ise eşyanın zatlarıdır. Allahu Teâla'nın zatı bütün
eşya için eşit seviyededir. İlim, zata göre değişmez. Ancak
izafet açısından değişme olur ki bu da caizdir. Muhal/imkansız
olan ise, bizzat ilim sıfatının ve kudret gibi diğer kadim
sıfatların değiştiğini kabul etmektir. Bu sıfatların kadim
olmaları ilgi alanına girdikleri şeylerin de kadim olmalarını
gerektirmez. Bu sıfatlar kadim olup sonradan olanları ilgi
alanına alabilirler.”
İşte, böylece bir taraftan
kelamcılardan Mutezile, diğer taraftan da Ehl-i Sünnet arasında
"Kaza ve Kader" meselesinde olduğu gibi “Allah Subhenehû ve
Teala’nın sıfatları” konusunda da bir tartışma patlak
verdi. Ancak ne gariptir ki, kelamcılar arasında patlak veren
tartışmalar daha önce de Yunan filozofları arasında patlak veren
tartışmaların aynısıdır. Yunan filozofları daha önce yaratıcının
sıfatları ile ilgili bu noktalar üzerinde durmuşlar, Mutezile de
onların üzerinde durdukları bu konularda Allah Subhenehû ve
Teala’ya olan imanları ve tevhid inancına dair görüşleri
çerçevesinde Yunan filozoflarına cevap verme düşüncesi ile bu
konuları gündeme getirmiştir.
Yunan felsefesinin arkasından
patlak veren bu tartışmada, Mutezile'nin yükünü hafifletmek için
Ehl-i Sünnet de mantıki önermeler ve nazari varsayımlarla
ulaştıkları neticelerle Yunan filozoflarına cevap verme
girişiminde bulunmuştur.
Ancak Ehl-i Sünnet de
Mutezile'nin düştüğü aynı hataya düşerek, aynı platformda yani
aklın kavrayabildiği ve kavrayamadığı, duyu organlarının
hissedebildiği ve hissedemediği konular üzerinde tartışarak,
sözlerini desteklemek için Kur'an ayetlerini kullanarak ve
görüşlerine ters düşen ayet ve hadisleri de tevil ederek,
tartışma konusu olan her konuya aklı esas alarak cevaplar verme
yanılgısına düşmüştür. Böylece Mutezile, Ehl-i Sünnet ve diğer
tüm kelamcılar, aklı esas alma, aklen ulaştıkları sonuçları ayet
ve hadislerle destekleme veya aklen vardıkları sonuçlara
uydurmak için ayetleri tevil etme konusunda aynı seviyeye
düştüler.
Anlaşıldığına göre kelamcıları
araştırmada bu metodu takip etmeye sürükleyen sebepler iki
tanedir. Bunlar:
1-
Aklın tarifini yapamamış olmaları,
2-
Hakikatleri kavramada Kur'an metodu ile felsefecilerin metodu
arasındaki ayırımı yapamamış olmaları.
Kelamcıların aklı tarif
edemedikleri, yaptıkları akıl tarifinde açıkça görülmektedir.
Kelamcıların aklı şöyle tarif
ettikleri rivayet edilir:
"Akıl, nefis ve
idrakler için bir kuvvettir."
Onların bu sözleri şu anlama
gelmektedir: "Duyuların sağlam olması halinde ilmin
kendisine tabi olduğu zaruretlerdir."
Akıl için getirilen bir başka
tarif ise şöyledir: "Akıl müşahede edilenler,
hissedilenler ve çeşitli vasıtalar ile ğaiblerin/bilinmeyenlerin
idrak edildiği bir cevherdir." "Akıl, nefsin bizzat
kendisidir."
Kelamcıların akla bu şekilde
anlamlar yükleyip ardından da çeşitli nazariyeler ve önermelerle
varlığı olmayan sonuçlar çıkarmaları ve kendi kendine işte bu
sonucu akıl idrak etmektedir demeleri garipsenmemelidir. Bu
nedenle onlara göre, akli araştırmalarının belli bir sınırı
yoktur. Yaptıkları her araştırma onları daha da derinlere
götürmüş ve kendilerinin akli araştırmalar diye
isimlendirdikleri sonuçlara ulaştırmıştır.
Bu nedenle Mutezile'nin:
"Allah Subhenehû ve Teala’nın ezeli kudretinin
sonradan olan takdir edilene ilişkilendirilmesi kudret sıfatını
hadis kılar" deyip bunu da akli araştırma ve akli sonuç
saymaları garipsenmemelidir. Aynı konuda Ehl-i Sünnet ileriye
sürdüğü; "Allah Subhenehû ve Teala’nın kudretinin
takdir edilene ilişkilendirilmesi kudretin değişmesini ve
hadis/sonradan olmasını gerektirmez. Çünkü kudreti hadis kılan
şey takdir edilen değil kudretin değişmesidir" ifadesini akli
araştırma ve akli sonuç olarak saymaktadır. Zira tüm kelamcılara
göre akıl, nefis veya zaruriyatı ilmin kendisine tabi olduğu bir
içgüdüdür. Öyleyse o, her şeyde araştırma yapabilir.
Eğer kelamcılar aklın
manasını gerçek bir şekilde kavrayabilmiş olsalardı; varsayıma
dayalı bu araştırmalara girme, soyut şeylerin üzerine başka
soyut şeylerin kurulmasından ibaret olan ve akli hakikatler diye
isimlendirilen, vakıası idrak edilemeyen sonuçlara varma
yanılgısına düşmeyeceklerdi.
İşte, şimdi çağımızda aklın
tarifi bizlerde açıklığa kavuşmuş durumdadır. Dolayısıyla bu
tarife dayanarak aklın araştırma yapması mümkün olmayan
alanlarda yapılan araştırmaların akli araştırmalar olarak
isimlendirmenin mümkün olmadığını bilmekteyiz. Dolayısıyla bu
konularda araştırma yapmayı kendimiz için uygun görmüyoruz.
Çünkü biz biliyoruz ki
akıl;
"Duyu organları
aracılığı ile vakıanın beyne iletilmesi ve ön bilgiler aracılığı
ile beyne ulaştırılan vakıanın beyinde yorumlanmasıdır."
Bu nedenle her akli araştırmada dört unsurun bulunması mutlaka
gereklidir. Bunlar:
1-
Sağlam bir beyin,
2-
Duyu organları,
3-
Vakıa,
4-
Bu vakıayı yorumlamaya yarayacak ön bilgiler.
Her ne kadar dört unsurdan
birinin olmadığı yerde mantıki araştırmadan veya hayal ve
kuruntudan söz etmek mümkün ise de bu dört unsurdan birisinin
olmadığı bir yerde akli araştırmadan
söz etmek kesinlikle mümkün değildir. Zira aklın unsurlarından
uzak bir şekilde varılan sonuçların tamamının hiçbir değeri
yoktur. Çünkü bu sonuçlar aklın kavrama alanına girmemekte veya
kaynağını akıl idrak edememektedir. Tüm kelamcıların aklın
manasını kavrayamamış olmaları, onları hissen algılanamayan veya
hakkında herhangi bir ön bilgiye sahip olmadıkları konular
üzerinde araştırma yapmaya ve bunlara önem vermeye
sürüklemiştir.
Kelamcıların akli araştırmada
Kur'an'ın metodu ile felsefecilerin metodunu birbirinden
ayıramamalarına gelince;
Hem Kur'an hem de felsefeciler
ilahiyatla alakalı konulardan bahsetmektedir. Ancak
felsefecilerin ilahiyatla alakalı konulardan bahsetmeleri,
mutlak varlık ve mutlak varlığın zatı için gerekenler üzerinde
yoğunlaşmıştır.
Felsefeciler kâinat yerine
kâinat ötesi konuları araştırdılar. Bu amaçla önermeleri için
birtakım deliller düzenlediler ve bu delillerle birtakım
sonuçlara ulaştılar. Daha sonra vardıkları bu sonuçları daha
başka sonuçlar çıkarmada kullandılar. Takip ettikleri bu metot
üzere zatın hakikatinden ve bu zat hakkında gerekenlerden
saydıkları noktaya varıncaya kadar devam ettiler. Vardıkları
farklı sonuçlara rağmen onların tamamı araştırmalarında tek bir
metot takip etmişlerdir ki bu metodun özü, tabiat ötesi yani
metafizik konularda araştırma yapmaları veya farazi varsayımlara
dayanan ya da diğer kanıtlara dayanan deliller düzenleyerek
kesin kabul ettikleri ve inandıkları sonuçlara varmalarıdır.
Oysa araştırmada takip edilen
bu metot Kur'an'ın metoduna ters düşmektedir. Çünkü Kur'an-ı
Kerim araştırmasını bizzat kâinat, varlık âlemi; yeryüzü, güneş,
ay, yıldızlar, hayvanlar, insanlar, develer, dağlar ve diğer
hissedilebilen varlıklar üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Bununla
da Kur'an, dinleyene kâinatın ve varlık âleminin yaratıcısını,
güneşin, devenin, dağların, insanın ve diğer varlıkları idrak
ederek bunların yaratıcısını idrak etmesini sağlamayı
amaçlamaktadır. Kur'an duyularla algılanamayan, varlık âleminin
idrak edildiği gibi idrak edilemeyen metafizik konulardan
bahsederken, belli bir vakıayı nitelemekte veya bir gerçeği
vurgulamakta ve bunlara kesin bir şekilde iman edilmesini
istemektedir. Bu noktada insanın dikkatini bunları kavramaya
veya onları kavramaya aracılık edecek şeylere yönlendirmemekte
ve bu türden şeylere önem vermemektedir. Allah Subhenehû ve
Teala’nın sıfatları, Cennet ve Cehennem, cinler ve
şeytanlar Kur'an'ın bahsettiği konulardandır.
Bu metodu takip eden ve anlayan
Sahabeler, İslâm risaleti ile kendileri mutlu oldukları gibi
diğer insanların da mutlu olmaları için İslâm risaletini diğer
insanlara taşımaya koyuldular. Hicri birinci asır boyunca bu
durum devam etti.
Yunan felsefesine ve diğer
milletlere ait felsefi düşünceler Müslümanlar arasına sızdığında
“kelamcılar” diye bilinen bir grup oluştu ve bu grup akli
araştırma metodunu değiştirdiler. Allah Subhenehû ve
Teala’nın zatı ve sıfatları hakkında tartışmalar
başladı. Bu konular üzerindeki tartışmalar kısır bir tartışma
olduğu gibi kesinlikle akli araştırma da değildi. Çünkü yapılan
tartışmalar ve araştırmalar, hissen idrak edilemeyen alanlarda
yapılan tartışmalar ve araştırmalardı. Hissen algılanamayan
şeylerin araştırılması hiçbir surette akli araştırma olması
mümkün değildir. Üstelik Allah Subhenehû ve Teala’nın
sıfatları konusundaki "sıfat zatın aynı mıdır değil midir?"
şeklindeki araştırma Allah Subhenehû ve Teala’nın
zatı hakkında yapılan bir araştırmadır. Allah Subhenehû ve
Teala’nın zatını araştırmak ise hem Şer’an yasaklanmıştır
hem de imkansızdır.
Bu nedenle tüm kelamcıların
Allah Subhenehû
ve Teala’nın
sıfatları hakkında yaptıkları araştırmalar, yersiz ve kesinlikle
yanlış bir araştırmadır. Allah Subhenehû
ve Teala’nın
sıfatları, “tevkifi”dir/haber vermekle alâkalıdır. Kat’i
nasslarda ne kadar zikredildi ise biz de o kadar konuşabiliriz.
Kat’i nassların dışına çıkamayız. Kat’i nassların bildirdiğine
ilave yapmamız, açıklamalarda bulunmamız caiz değildir.
|