İlahiyatla ilgili konularda
felsefi meseleler Müslümanlar arasına sızdığında, Hasan
el-Basri, Gaylan ed-Dımeşki ve Cehm b Safvan gibi bir kısım
âlimler, Emevi asrının sonları ile Abbasi asrının başlarında
birçok kelami meselelerle karşı karşıya geldiler. Onlardan sonra
gelen âlimler Aristo mantığını öğrendiler. Tercüme edildikten
sonra kendilerini bazı felsefi kitaplara verdiler. Böylece
kelami meselelerde araştırma sahası genişledi ve bilinen kelam
ilmini araştırır oldular. Vasıl b Ata, Amr b. Ubeyd, Ebi Huzeyl
el-Allaf ve Nazzam gibi şahsiyetler bunların başında
gelmektedirler. Ancak bunların yapmakta oldukları felsefi
çalışmalar kâmil, eksiksiz bir felsefi çalışma olmayıp felsefi
düşüncelerin genişletilmesi çerçevesinde yapılan çalışmalardı.
Hatta felsefedeki farklı görüşleri bütün felsefi konuları değil,
takip ettikleri, ilgilendikleri meselelerde her felsefi grubun
görüşünü öğrendiler.
O felsefeciler bazı felsefi
araştırmalarla uğraşmalarına rağmen Kur'an'a imanla bağlıydılar.
Bu nedenle onlar İslâm'dan çıkmadılar. Ancak delil getirme
sahasını genişlettiler ve kendilerini delillere çok önem veren
kimseler saydılar. Ancak onların bu çalışmaları imanı
kuvvetlendirici ispatlar getirmede ve Allah'ı her şeyden tenzih
etmeye özen göstermede ağırlık kazanıyordu. Bu nedenle, bazı
görüşlerinde farklılık olmasına rağmen onların hiçbirinde
inançlardan sapma görülmedi. Onların hepsi İslâm'ı savunan
Müslüman kimselerdi.
Kelamcılardan sonra ise cemaat
veya mezhep olacak seviyeye ulaşamayan, her ne kadar bir takım
fertler onların araştırmalarını güzel bulduysalar da grup olarak
Müslümanlardan tabileri bulunmayan bir takım kimseler geldi.
İşte kelamcılardan sonra gelen bir dönemde İslâm topraklarında
Müslümanlar arasında vücut bulan ve “Müslüman felsefeciler”
olarak isimlendirilen kimseler bunlardır.
Kelamcılardan sonra gelen
asırda felsefi düşünceler ve felsefi kitaplarla tanışmanın
Müslümanlara felsefi araştırmaları sevdirmesiyle, felsefecilerin
Müslümanlar arasında bulunmalarını sağladığı ve onların önünü
açtığı zannedilir. Bu durum bazı kişilerin bu düşüncelerde
genişlemelerine neden oldu. Felsefeyi derinlemesine ve geniş bir
şekilde, her şeyde, her düşüncede, her yönüyle kapsamlı bir
şekilde incelediler. Bütünüyle ona yöneldiler. Felsefeden önemli
bir bölümü hazmetmeleri onlara felsefi düşünebilme ve felsefi
sonuçlar çıkarabilme yeterliliğini kazandırdı.
Müslümanlar arasında
felsefecilerin bulunması, felsefi konularda özellikle ve özel
bir şekilde de Yunan felsefesi üzerinde yapılan bu geniş ve
derin inceleme ve araştırmaların sonuçlarıdır.
Müslümanlar arasında ortaya
çıkan ilk Müslüman filozof H. 260 yılında vefat eden Yakub
el-Kindi'dir. Daha sonra bunu diğer Müslüman filozofların çıkışı
izledi. Bu nedenle kelamcılar ortaya çıkmadan önce ve
kelamcıların takip ettikleri metod egemen olduktan sonra ancak
İslâm topraklarında Müslüman felsefecilerin varlığına rastlandı.
Felsefecilerin metodu olan tartışma ve münazara kelamcılardan ve
âlimlerden birçoğunun gözünde felsefeyi büyüttü. Ancak bundan
önce Müslümanlardan hiçbir kimse filozof olmamıştır. Böylece
İslâm topraklarında Müslümanlar arasında kelamcılar ve
felsefeciler de yer aldılar.
Ancak kelamcılarla felsefeciler
arasında fark vardır. Kelamcılar sadece birtakım felsefi
düşünceler hakkında bilgi sahibi idiler. Felsefeciler ise
felsefe âlimleridirler. Bu nedenle felsefeciler kelamcıları
cahil kimseler olarak görürler. Kelamcıları safsatacı ve cedelci
kimseler sayarlar. Felsefecileri ise, akledilebilen şeyleri
doğru bir felsefi araştırma ile akli olarak araştırırlar.
İlahiyatla ilgili konularda
araştırma yapan kelamcıların ve felsefecilerin metodları
arasında fark vardır. Bu farklar şu şekilde özetlenebilir:
1.
Kelamcılar iman kaidelerine inandılar, onların doğruluğunu kabul
ettiler ve iman ettiler. Sonra inandıkları şeyleri akli
kanıtlarla delillendirmeye başladılar. Mantıki kanıtlarla akli
olarak akidevi konular hakkında delil getiriyorlardı.
Akidelerini ispat etmek için mantıki üslûp ile akli araştırmayı
esas alıyorlardı. İslâm'ın temel kurallarına inandıkları için,
iman ettikleri hususları ispat etmede kanıtlar ve deliller
üretiyorlar, oluşturuyorlardı.
2.
Her ne kadar araştırmalarında kelamcılardan ve felsefecilerden
Müslüman olanlara cevap vermeleri belirgin ise de kelamcıların
araştırmaları; ister -anlayış farklılığından dolayı birbirine
muhalif olan Mutezile, Mürcie, Şia ve Hariciler gibi- Müslüman
guruplara karşı olsun, isterse Hıristiyan, Yahudi, Mecusi vb.
Müslüman olmayan gruplara karşı olsun akidelerini savunmaya
dayalı ve karşıtlarının görüşlerinin çürütülmesi ile ilgili
konuların araştırılması ile sınırlı kalmışlardır.
3.
İslâmî görüşlerle çelişmesi ve farklılıklar arzetmesi ile
birlikte kelamcıların araştırmaları İslâmî araştırmalar sayılır.
Kelamcılardan herhangi bir grubun görüşüne inanan Müslüman,
İslâmî bir görüşe inanmış sayılır ve inandıklarına İslâmî akide
olarak itibar edilir.
Kelamcıların metodunun özeti
işte budur. Felsefecilerin metodunu ise şu şekilde özetlemek
mümkündür:
1-
Felsefeciler sadece soyut meselelerin araştırılması ile
ilgileniyorlardı. Araştırmalarının metodu ve temel direği
kanıtların da işaret ettiği gibi meselelere bakışta
odaklaşmaktadır. İlahiyat konusuna bakışları ise “mutlak
varlığa” ve “mutlak varlığın zatının” gerektirdiği hususlara
bakışlarında görülür. Onlar, olaylara kanıtların ulaştırdığı bir
bakış açısı ile bakarlar ve bu yol üzere adım adım yürüyerek
ulaşabildikleri sonuca kadar giderek vardıkları sonuca
inanırlar. Felsefeden maksat ve felsefenin temeli de budur.
Felsefecilerin yaptıkları
araştırmalar içerisinde her ne kadar İslâm'la alakalı bazı
konulara rastlanılsa da araştırmaları sırf felsefi araştırma
olup İslâm'la alakası yoktur. Onlar genelde, ölmek ve yeniden
dirilmek, şu andaki beden ile yeni bir hayata başlamak gibi
doğruluğu veya yanlışlığı hakkında akli deliller getirilmesi
mümkün olmayan nakle dayanan hususları araştırmalarına konu
edinirler. Çoğu kere Yunan felsefesindeki bazı görüşleri sahip
oldukları İslâm akidesinden etkilenerek açıklarlar ve herhangi
bir meseledeki hükmü bu esasa göre verirler. Yine çoğu kere
birtakım felsefi meselelerle İslâmî meseleleri birbirine
uyumlaştırmaya çalışırlar. Ancak onların bu davranışları
Müslüman olmaları ve İslâm'dan etkilenmelerinin ürünüdür. Fakat
felsefeciler kelamcılarda olduğu gibi düşüncelerine İslâm'ı esas
alarak, fikri bakımından İslâm'dan etkilenmiş kimseler
değildirler. Tıpkı Hıristiyan felsefecilerin Hıristiyanlıktan,
Yahudi felsefecilerin Yahudilikten etkilenmeleri gibi uzak bir
şekilde İslâm'dan etkilenmişlerdir. Araştırma esnasında ortaya
konulan konuların, eskiden kalan mefhumların kalıntılarından
etkilenmesi elbette ki kaçınılmazdır.
Ancak felsefecilerin üzerinde
yürüdükleri esas “mutlak varlık” ve “mutlak varlığın zatının”
gerektirdiği hususlar olduğu halde onlar, gerçekte Yunan
felsefesinin etkisinde kalmışlardır. Düşünce yapıları Yunan
felsefesine göre şekillenmiştir. Felsefi düşüncelerini Yunan
felsefesinde iyice olgunlaştıktan sonra yazmışlardır. Ortaya
koydukları felsefelerin İslâm'la herhangi bir bağı da yoktur.
2-
Müslüman felsefeciler, İslâm'ı savunmakla yetinmeyerek birtakım
hakikatlerin kabullenilmesi ve delillerle ispatlanması ile
uğraşmışlardır. Her ne kadar zaman zaman İslâm'dan
etkilenmişlerse de İslâm'a ters düşen söylemlerin reddedilmesi
ve bunlara karşı İslâm'ın savunulması gibi konulara
girmemişlerdir. Araştırmalarının temelini akli araştırmalar
oluşturmakta ve her şeyde akla dayanmaktaydılar.
3-
Müslüman felsefecilerin araştırmaları İslâm dışı
araştırmalardır. İslâm'la alakası olmayan sırf felsefi
araştırmalardır. Araştırmalarında İslâm'ın yeri yoktur.
Dolayısıyla ortaya koydukları görüşler İslâmî görüşler
sayılmadığı gibi İslâm kültüründen de sayılmaz.
İşte, kelamcılar ile Müslüman
felsefeciler arasındaki fark bunlardır. Müslüman felsefecilerin
gerçek yüzü de budur. Ancak ne yazık ki gerçeğin tam tersine
İslâm'a sokulan aldatmacaların etkisi ile el-Kindi, Farabi,
İbni Sina ve benzeri Müslüman felsefecilerin uğraştıkları
felsefeler "İslâm felsefesi" olarak isimlendirilmiştir. Oysa
bunların felsefelerinin İslâm'la herhangi bir şekilde bağı
olmadığı gibi, temel yapısı ve detayları itibarı ile de İslâm'la
tamamen çelişen felsefelerdir.
Bunların felsefelerinin temelde
İslâm'la çelişen tarafı, kâinat ötesi/metafizik konuları yani
“mutlak varlık” hakkındaki araştırmalarında görülür. Oysa İslâm
bunların tersine, kâinat hakkında yalnızca hissedilebilen
nesneler üzerinde araştırma yapılmasına izin verirken Allah
Subhenehû ve Teala’nın zatı ve kâinat ötesi konular
hakkında araştırma yapmayı yasaklamakta ve naklen bildirilenlere
şüphesiz bir şekilde teslim olmayı emretmektedir. Aklın bu
alanlarda herhangi bir araştırma yapmasına izin vermeden
eksiksiz ve fazlasız emredilenler sınırında kalınmasını
istemektedir.
Müslüman felsefecilerin detay
konularda İslâm'la çelişen düşünceleri ise, İslâm'ın küfür
saydığı birçok konu hakkındaki araştırmalarında görülür. Evrenin
ezeli ve kadim (başlangıcının ve sonunun bulunmadığı) olduğu,
Cennet nimetlerinin maddi değil ruhi olduğu, Allah
Subhenehû ve Teala’nın eşyanın detaylarını bilemeyeceği
gibi İslâm’ın nazarında kesinlikle açık küfür sayılan konular
hakkındaki araştırmalarında ve düşüncelerinde görmek mümkündür.
Bu kadar açık çelişkilere rağmen nasıl olur da bunların ortaya
koydukları felsefeye “İslâm Felsefesi” denilebilir? Kaldı ki
mutlak olarak İslâm’da felsefe yoktur. İslâm’ın hissedilebilen
şeyler hakkında akli araştırma yapılmasına izin verip, duyularla
algılanamayan metafizik konular hakkında akli araştırma
yapılmasını yasaklamasından dolayı İslâm, bütün felsefi
araştırmalardan uzaktır ve apayrı bir yol takip etmektedir.
İslâm’da felsefi araştırmaların varlığına dair herhangi bir
ihtimal dahi yoktur. Bu nedenle “İslâm felsefesi’ diye bir şey
söz konusu değildir. İslâm’da Kur’an-ı Kerim ve nebevî sünnet
ile ilgili araştırmalar vardır. Akide, hükümler, emir, nehiy ve
haberler olarak İslâm’ın aslı sadece Kur’an ve Sünnettir.
|