Resul'ün Müctehid Olması Caiz Değildir |
|
Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in;
“bazı hükümlerde içtihat
ettiği ve ictihadında hata
yaptığı ardından da Allahu Teâla'nın onun bu hatasını
düzelttiği” sözünün anlamı şudur: “Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi
Vesellem
vahiyden alarak değil içtihat ederek
insanlara Şeriatı tebliğ etmiştir ve İslâm Şeriatından
insanlara tebliğ ettiklerinin bir kısmından dolayı masum
değildir”, demektir.
Oysa bu sözün tamamı hem aklen
hem de Şer'an batıldır. Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem,
diğer nebiler ve resuller gibi nebi ve resuldür ve Allahu
Teâla'dan aldıklarını tebliğde hatadan masumdur.
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
akli delille kesinlikle ismet
sahibidir.
Üstelik Resulün tebliğ
ettiklerinin hem tamamını hem de cüziyatını ancak vahy ile
yaptığına delalet eden hem sübutu hem de delaleti kat'i Şer’î
deliller vardır. Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
ancak vahiyden aldığı hükümleri tebliğ ediyordu. Allahu Teâla
Enbiya suresinde şöyle buyurmaktadır:
قُلْ
إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ
"De ki: Ben ancak sizi vahy ile uyarıyorum."
Yani, Ey Muhammed onlara; ‘ben
sizi ancak bana indirilen vahy ile uyarıyorum, benim uyarmam
ancak vahy çerçevesindedir’ de, demektir. Necm Suresinde ise;
وَمَا
يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلا وَحْيٌ
يُوحَى "O
kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak bildirilen
bir vahy iledir."
Ayette geçen
مَا
يَنْطِقُ "konuşmamaktadır"
kelimesi genellik ifade eden siygalardan olup içeriğine Kur'an'ı
ve Sünneti de almaktadır. Bu tabiri Kur'an ile tahsis edecek
Kur'an'da da Sünnette de bir delil yoktur. Dolayısıyla ifade
genel olarak kalır. Yani Resul’ün teşriden/Şeriat belirlemekle
alakalı konuştuklarının tamamı vahiydir. Yalnızca Kur'an ile
tahsis etmek doğru değildir. Bilakis hem Kur’an’ı hem de Hadisi
kuşatıcı olarak kalması gerekir. Nitekim bunu Necm Suresi 3.
ayet şu şekilde pekiştirmektedir:
إِنْ
هُوَ إِلا وَحْيٌ يُوحَى
“Onun konuşması ancak bildirilen bir vahy iledir."
Resulün Allah Subhenehû ve
Teala'dan alıp tebliğ ettiği konuların, hem teşri ile
alakalı olan ve hem de teşriin dışında olan hükümlerle akaidle,
fikirlerle ve kıssalar ile tahsis edilip ziraat, sanayi bilimsel
konular vb dünya işlerinden sayılan vesileleri ve üslupları
kapsamamasına gelince; Bu tahsis iki işte görülmektedir.
Birincisi;
Teşride onu tahsis eden diğer nassların gelmesi. Nitekim
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
hurma ağaçlarının aşılanması konusunda şöyle demektedir:
أنتم
أدرى بأمور دنياكم
"Siz dünya işlerinizi
daha iyi bilirsiniz."
Ve yine Bedir savaşında ordunun
konaklayacağı yer hakkında: “Bu Allah’tan gelen bir vahiy midir
yoksa görüş savaş ve hile midir?” diye Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
sorulduğunda Allah Subhenehû ve Teala’nın Resulü
şöyle dedi:
هو الرأي
والحرب والمكيدة " O
görüş, savaş ve hiledir."
İşte, bu nasslar vahyin; dünya
işlerinin ve savaş taktiği cinsinden olan konuların
dışındakilerle tahsis edildiğinin delilleridir.
İkincisi:
Vahyin teşrii, akaid ve hükümlere ait konularla tahsis edildiği
apaçık ortadadır. Şüphesiz ki O, bir elçidir.
Söz konusu olan
onun kendisi ile gönderildiği husustur. Bu durumda da tahsis
edilen şey söz konusu olmakta ve genellik siygası ise genel
olarak kalmaktadır. Ancak tahsis bütün konuları değil yalnızca
geldiği konuları ilgilendirir. Evet, “sebebin hususi/özel
olmasına değil lafzın umumi/genel olmasına itibar edilir”
kaidesi doğrudur. Ancak sebepten kasıt Kur'an'ın nüzul sebebini
teşkil eden olaydır. Dolayısıyla konu, yalnızca ona has olmayıp
bütün olayları kapsar. Fakat tahsiste bütün konular söz konusu
değildir. Hâlbuki içtihat meselelerinde söz konusu olan şey
vahiydir. Yani uyarmadır, teşridir ve hükümlerdir. Zira ayette
Allahu Teâla şöyle demektedir:
قُلْ
إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ
"De ki; Ben sizi ancak
vahiy ile uyarıyorum."
إِنْ
يُوحَى إِلَيَّ إِلا أَنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ
"Bana sadece vahy olunuyor. Doğrusu ben ancak apaçık
uyarıcıyım."
Vahiyden kastın; Resulün
gönderildiği inançlar, hükümler, tebliğ etmekle ve uyarmakla
emrolunduğu her şey olduğu açıkça görülmektedir. Bu nedenle
vahiy yürümek, konuşmak yemek vb. insan tabiatından sayılan
fiilleri ve üslûpları kapsamına almaz. Akaid ve hükümler
kapsamına girmeyen üslûp ve vesile türünden şeyler dışında
yalnızca inanılması gereken şeylerle ve Şer’î hükümlerle alakalı
konulara tahsis edilir. Buna göre;
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
getirdiklerinden tebliğ etmekle emrolunduğu; kulların fiilleri
ve fikirlerle alakalı şeylerin tamamı Allah
Subhenehû ve Teala'dan
gelen vahiydir.
Vahiy, Resulün fiillerini,
sözlerini ve gördüğü bir konu hakkındaki sükûtunu da kapsar. Bu
nedenle biz ona tabi olmakla görevliyiz. Zira Allahu Teâla
ayette şöyle buyurmaktadır:
وَمَا
آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا
"Resul size neyi getirdiyse onu alın neyi yasakladıysa onu da
bırakın."
لَقَدْ
كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ
"Allah’ın Resulünde sizin için en güzel örnek vardır."
Resulün sözleri, fiilleri ve
sükûtu Şer’î delildir ve bunların tamamı Allah Subhenehû ve
Teala'dan gelen bir vahiydir.
Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Allah Subhenehû ve Teala'dan kendisine gelen vahyi
alıyor ve onu tebliğ ediyordu. İşleri vahye göre çözüyor,
kesinlikle vahyin dışına çıkmıyordu. Allahu Teâla şöyle
buyurmaktadır:
إِنْ
أَتَّبِعُ إِلا مَا يُوحَى
"Ancak bana vahyolunana tabi olurum."
إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يُوحَى إِلَيَّ مِنْ رَبِّي
"De ki: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım."
Yani Rabbimin bana
vahyettiğinden başkasına asla uymam. Böylece Resulün uyduğu
şeyler vahiyle sınırlandırılmaktadır. Bunların tamamı genel
olarak açık ve net şeylerdir. Yalnızca Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
tebliğ etmekle emrolunduğu şeyler vahyin konusunu
oluşturmaktadır. İnsanlara hükümleri açıklamada, teşride ve
diğer konularda Resulün hayatı bu minval üzeredir. Zihar, lian
ve bunların dışında birçok konudaki hükmü belirtmek için
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
vahyin gelmesini bekliyordu. Allah Subhenehû ve Teala'dan
vahiy gelmedikçe bir mesele hakkındaki hükmü söylemiyor, teşri
ile alakalı bir fiili yapmıyor veya sükût etmiyordu.
Bazı zamanlarda Sahabe, kullara
ait fiillerden bir fiille ilgili hükmün, bir şey hakkında görüş
belirtmekle mi, üslûpla mı yoksa vesile ile mi alakalı olduğunda
karışıklığa düşüyorlar ve ‘bu vahiy midir yoksa şûra kapsamına
giren işlerden midir ya Resulallah?’ diye soruyorlardı. Eğer
Resul onlara bunun vahiy olduğunu söylerse susuyorlardı. Çünkü
yaptığı şeyin kendisine ait bir davranış olmadığını
biliyorlardı. Eğer onlara, şûra ve görüş belirtme cinsindendir
derse o zaman Resulle tartışıyorlardı. Çoğu kere de Bedir
savaşında, Uhud'da ve Hendek savaşında olduğu gibi Resul
Sahabenin görüşüne uyuyordu. Allah'tan aldığı tebliğle alakalı
olmayan konular hakkında ise şöyle diyordu:
أنتم
أدرى بأمور دنياكم
"Siz dünya işlerinizi daha iyi
biliyorsunuz." Hurma
ağaçlarının aşılanması meselesinde olduğu gibi.
Eğer Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
teşri ile alakalı konularda da vahyin dışında konuşsaydı bir
konuda hüküm vermek için vahyin gelmesini beklemezdi. Ve Sahabe
de ona; "Vahiy midir
yoksa görüş müdür?"
diye sormazdı. Kendiliğinden cevap vermiş olsaydı böyle bir soru
sormaya gerek duymaksızın Sahabe Resul ile tartışırdı. Bu
nedenle Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'den,
Allah Subhenehû ve Teala'dan gelen vahyin dışında ne
bir söz, ne bir fiil ne de sükût görülmemiştir. Çünkü
davranışları kendine ait görüşün sonucu değildi.
Bundan dolayı Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
kesinlikle ictihad yapmamıştır. İçtihad yapması aklen de Şer'an
da doğru değildir.
Şer'an, ictihad yapmadığına ve
Allah Subhenehû ve Teala’dan aldığı tebliğle ilgili
meselelerin tamamının vahiy ile sınırlı olduğuna delalet eden şu
sarih ayetler kesin delillerdir.
قُلْ
إِنَّمَا أُنذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ
"De ki: Ben ancak sizi
vahiy ile uyarıyorum."
إِنْ
أَتَّبِعُ إِلا مَا يُوحَى
"Ancak bana vahyolunana tabi olurum."
وَمَا
يَنْطِقُ عَنْ الْهَوَى
"Hevasından konuşmaz."
Kendisine sorulan bir soru
hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü
açıklamaya gerçekten muhtaç olduğu halde cevap vermeyip vahyin
gelmesini beklemesi ise bu konudaki akli delildir. Eğer ictihad
etmesi caiz olsaydı vahyi beklemeden hemen ictihad eder ve cevap
verirdi. Hâlbuki o, vahiy gelinceye kadar hükmü geciktiriyordu.
Bu da onun ictihad yapmadığına ve ictihad yapmasının da caiz
olmadığına delalet etmektedir. Eğer ictihad yapması caiz olsaydı
cevabını vermek zorunda olduğu bir hükmü bekletmezdi.
Ayrıca Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
uymak vaciptir. Dolayısıyla hata ettiğinde de ona uymak gerekir.
Bu ise batıldır. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala hata
olan bir şeye uymayı emretmez. Üstelik Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
tebliğde hatadan
masumdur. Bu nedenle Resulün tebliğde hata ettiğini söylemek
kesinlikle caiz değildir. Çünkü Resulün hata yapmasının caiz
olması, risaleti ve nübüvveti yok eder. Risaleti ve nübüvveti
kabullenmek Resulün hata yapmasının caiz olmamasını gerektirir.
Tebliğde hatadan yoksun olması ise kesinlikle gereklidir. Bu
nedenle Resulün Allahu Teâla'dan aldıklarını tebliğ etmede hata
yapması kesinlikle mümkün değildir. Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
ictihad yapması da caiz değildir. Sözlü, fiili ve takrir yoluyla
ulaştırdığı hükümlerin tamamı yalnızca Allahu Teâla'dan
vahiydir.
Şöyle söylenemez:
“Resul ictihad yapıp
ictihadında hata ettiğinde Allah Subhenehû ve Teala
onu hatada durdurmaz ve ona en kısa sürede doğru olanı açıklar.
Çünkü Resul ictihadında hata ettiği zaman bu haliyle
Müslümanların üzerine farz olur ve doğrusu açıklanıncaya kadar
da ona uymaları gerekir. Bu açıklama ise önceden verilmiş olan
hükmün dışında yeni bir hüküm özelliğini kazanıp hatalı olan
birinci hükmü terkedip ikinci hükme uymalarını gerektirir.”
Bu batıldır ve Allah
Subhenehû ve Teala, insanlara ilk önce hatalı olan bir
şeye uymalarını emredip sonra da onu terkedip doğru olana
uymalarını emretti anlamına gelir ki böyle bir söz Allahu Teâla
için geçersizdir. Resul hakkında da; bir hükmü tebliğ edip
ardından da Sahabeye bu hüküm hatalıdır, çünkü benim
ictihadımdır, doğru olan ise Allah Subhenehû ve Teala'dan
gelen şu hükümdür, diyerek hatalı hükmü terketmelerini ve doğru
hükmü almalarını onlara tebliğ etmesi gibi bir şey söylemek
doğru değildir.
Burada şöyle bir itiraz da
ileri sürülemez:
“Siz yukarıda Şer’î bir husus
hakkında akli bir delil ortaya koydunuz ki bu caiz değildir.
Çünkü Şer’î bir işin delilinin de Şer’î olması gerekir.”
Evet, böyle bir itiraz doğru
değildir. Zira yalnızca Şer’î hükümle alakalı bir hususun
delilinin Şer’î delil olması gerekir. Akide ile ilgili konularda
ise delil, akli de olur Şer’î de olur. Resulün müctehid olması
veya olmaması konusu Şer’î hükümler kapsamına giren konulardan
değil, akide kapsamına giren konulardandır. Dolayısıyla delili
Şer’î de olur akli de.
Böylece Resulün müctehid
olmaması hem akli hem de Şer’î delille sabittir. Çünkü Resulün
müctehid olması konusu akide ile ilgili konulardandır.
Şöyle de söylenmez:
“Resul birçok meselede fiilen
ictihad etti, ancak Allahu Teâla Resulün hatalı ictihadını
indirdiği ayetle düzelterek hükmünü açıkladı ve böylece yanlışı
düzeltti.”
Böyle bir şey söylenemez, çünkü
Resul Sallallahu
Aleyhi Vesellem'in
Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerinden herhangi
bir hükmü tebliğde ictihad ettiği kesinlikle görülmemiştir. Tam
tersine Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
vahiy ile tebliğ ettiği hem Kur'an'ın hem de sahih sünnetin
nassı ile sabittir. Hem teşri ile ilgili, hem akaidle ilgili
meseleleri hem de bunlara benzer konuları vahiy gelmedikçe
tebliğ etmediği sabittir. Herhangi bir konuda vahiy inmediği
zaman vahiy ininceye kadar beklerdi.
Resulün bilfiil ictihad
yaptığını söyleyenlerin kullandıkları ayetlere gelince: Onlar
Resulün bu ayetlerle ilgili olarak ictihad yaptığı vehmine
kapıldılar. Oysa böyle bir şey olmadığı gibi herhangi bir ayetle
ilgili olarak Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
ictihad da yapmamıştır. Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
ictihad yaptığını iddia edenlerin delil olarak kullandıkları
ayetlerin bazıları şunlardır.
مَا
كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي
الأرْضِ "Yeryüzünde
savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir nebiye
yakışmaz."
عَفَا
اللَّهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنتَ لَهُمْ
"Allah seni affetsin
onlara niye izin verdin."
وَلا
تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلا تَقُمْ عَلَى
قَبْرِهِ "Onlardan
ölen kimsenin namazını sakın kılma mezarı başında da oturma."
عَبَسَ وَتَوَلَّى (1) أَنْ جَاءَهُ الأعْمَى
"Yanına kör bir kimse geldi diye (resul) yüzünü asıp çevirdi."
Bu türden ayetler ve hadisler
bir hükümde ve hükmün insanlara tebliğinde ictihat kabilinden
şeyler değildir. Bu ayetler ancak, Resulün yapması
evla/daha
uygun ve öncelikli bir konuda Resule itab/uyarı türünden gelen
ayetlerdir. Öyleyse Resulün insanlara belirli bir hükmü tebliğ
ettiği, ardından da hükümdeki ve ictihadındaki hatasını gösteren
bir ayetin indiği, sonra da Resulden hatasını düzelten doğru
hükmü tebliğ etmesinin istendiği gibi bir durum söz konusu
değildir. Oysa buradaki olayın aslı şudur:
Daha önce vahy ile kendisine
inen Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerinden bir
hükmü tebliğ etmek amacıyla bir iş yapan Resulün, bu hükme göre
yapması evla
olana muhalif bir şekilde insanlara hükmü tebliğ etmesinden ve
bu muhalefetinden dolayı itab edilmesinden ibarettir. Yoksa bu
itab, yeni bir hükmün teşri edilmesi değildir. Hüküm zaten
önceden teşri edilmiş ve Resul de onunla emrolunmuştu. Buna göre
de Resul onu tebliğ ediyordu. Bu olaylar nedeniyle gelen bu
ayetler, ancak Resulün Allah Subhenehû ve Teala’nın
kendisine emrettiği bir emri yerine getirmek için çalışırken
evla olanın tersine hareket etmesi nedeniyle Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
gelen bir itabtır. Ayetler de, Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
evla olanın tersine davranması ile ilgili olarak gelen itab
ayetleridir. Yoksa ayetler ne daha önceden olmayan hükümleri
teşri ediyor, ne herhangi bir ictihadı tashih ediyor/düzeltiyor,
ne de Resulün yaptığı hatalı bir ictihadın hükmüne muhalif olan
bir başka hükmü teşri kılıyordu.
Resullerin ve nebilerin aklen
de Şer'an da evla olana aykırı bir fiili yapmaları caizdir.
Çünkü evla olana aykırılık, mübah olan bir hüküm demektir. Ancak
bazı amelleri bazısından daha evladır. Veya mendup hükmünü
taşıyan bir olay olup bazı davranışları diğerinden daha evladır.
Kişinin şehirde oturması da köyde oturması da mübahtır. Ancak
şehirde oturmak yönetim ile ilgili işlere önem vermek ve
yöneticileri muhasebe açısından köyde oturmaktan daha evladır.
Sadakayı açık vermek de gizli olarak vermek de menduptur. Ancak
gizli olarak vermek açıktan vermekten daha iyidir. Açıkça sadaka
verilirse evla olana ters davranılmış olur. Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
de evla olana aykırı bir davranışı yapması caizdir. Hatta
Resulün masiyetler kapsamına girmeyen fiillerin hepsini yapması
bile caizdir. Resul evla olana aykırı bir fiili yapmış Allahu
Teâla'da onu itab etmiştir. Ayetleri inceleyen kimse, ayetlerin
mantukunun, mefhumlarının ve delaletlerinin ancak bunu
gösterdiğini görür. Şimdi bu konudaki ayetleri sırasıyla
inceleyelim:
1-
مَا
كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي
الأرْضِ "Yeryüzünde
savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir nebiye
yakışmaz."
Bu ayet önce
ishan
“yere serme/güçsüz bırakma” şartıyla esir almaya delalet
etmektedir. Bunu şu ayet de desteklemektedir:
حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ
"Onlara üstün geldiğinizde onları esir alın."
Bu nedenle esir alma hükmü
yukarıda geçen;
مَا
كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى
"Esir almak hiçbir
nebiye yakışmaz."
ayeti ile inmiş bir
hüküm değildir. Zira esir alma hükmü Kıtal sûresi diye de
isimlendirilen bundan önce inen Muhammed sûresi ile inmiş bir
hükümdür. Kıtal suresi ise Enfal sûresinden önce inmiştir. Esir
alma hükmü Muhammed sûresinin şu ayeti ile hükme bağlanmıştır:
فَإِذا لَقِيتُمْ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى
إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا
بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا
"Öyleyse küfredenlerle karşılaştığınızda onları yere serip
sindiresiye kadar hemen boyunlarını vurun. Sonra onları esir
alın. Savaş sona erince de onları ya karşılıksız ya da fidye
karşılığında serbest bırakın."
Bu nedenle esir hükmü;
مَا
كَانَ لِنَبِيٍّ
"Nebiye yakışmaz…"
ayeti inmeden önce
inen ve bilinen bir hükümdür. Çünkü Enfal 67'de esirlerle ilgili
bir teşri yoktur, lafzında da böyle bir anlam yoktur. Ayet,
ancak düşmanlarının kolunu kanadını kırmadıkça esir almaması
gerektiği yönünde Resule hitabı içermektedir. Ayette geçen
اثخان
“İshan”
kelimesi öldürmek ve şiddetlice korkutmak anlamına gelmektedir.
Sahabenin Bedir günü büyük bir grubu öldürdüğü ve savaşı
kazandıkları şüphesizdir. Ancak savaş meydanındaki bütün
insanları öldürmek
اثخان
“ishan” şartından değildir. Sahabe birçoklarını öldürdükten
sonra bir cemaati esir aldılar. Bu ise hem Muhammed suresinde
geçen ayete göre hem de Enfal 67'deki ayete göre caizdir. Bu da
öldürdükten ve şiddetli bir şekilde korkuttuktan sonra esir
almanın caiz olduğuna açıkça delalet eder. Bu nedenle Resul
Sallallahu Aleyhi
Vesellem, esir
aldığı zaman esir alma hükmünde ictihad etmesi ve ayet gelerek
Resulün ictihadını düzeltmesi söz konusu değildir.
Yine Bedir'de Resulün esir
alarak teşride bulunması ve ardından da ayet gelerek hatasını
açıklaması da söz konusu değildir. Böylece Bedir'de Resulün esir
alması inmiş olan bir hükme muhalefet sayılmaz. Yalnızca
Muhammed sûresinde geçen "Sonra onları esir alın"
hitabının esirlerle ilgili hükmünü Resulün bu olaya uyguladığına
delalet eder. Bu olay ise Bedir savaşıdır. "İshan"ın yani
şiddetli korkunun daha da bariz olması için bu savaşta
öldürmenin daha fazla olması evladır. Bu nedenle gelen ayeti
kerime, daha önce inmiş olan hükmü, evla olanın tersine
uygulaması nedeniyle Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'i
itab etmektedir. Yani ayet bir hükmün teşriini değil daha önce
inen bir hükmün tatbikatındaki fiili kınamayı ifade etmektedir.
Yanlış bir ictihadı da tashih etmemektedir. Ayeti tamamlayan
Allah Subhenehû ve Teala’nın şu sözüne gelince;
تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ
وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
"Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah, ahireti
kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, hâkimdir."
Bu ifade de ayetteki kınamayı
tamamlayan bir parçadır. Yani siz savaşta onları iyice
sindirmeden önce fidye almak maksadı ile esirler aldınız. Onları
esir almanın tabii sonucu olan fidye almak için dünya hayatını
istediniz. Oysa Allah Subhenehû ve Teala, onları esir
almayı değil savaş meydanında onları öldürerek dininin aziz
olmasını ister. Konu, esir almaktır. Dünya hayatını istemek ise
esir almayı gerektiriyor. Yoksa burada fidye alınmasına karşı
bir itab yoktur. Buradaki kınama ancak,
onları iyice yere sermeden önce
esir alma hususunda
yapılan bir itabtır. Bu nedenle yukarıdaki ifade ayetin
başlangıcını tamamlayıcı nitelikte bir ifadedir. Ayetin
tamamında Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
مَا
كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي
الأرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ
وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
"Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir
nebiye yakışmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah
ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür hâkimdir."
Bu ayetin hemen ardından gelen
şu ayete gelince;
لَوْلا كِتَابٌ مِنْ اللَّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ
عَذَابٌ عَظِيمٌ "Daha
önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan
ötürü size büyük bir azap erişirdi."
Bazılarının vehme kapıldıkları
gibi fidye aldıkları için Allah'tan onlara bir azap va'di
yoktur. Ayet, savaş esnasında müşrikleri
iyice yere serme
hususuna daha fazla
önem vermeden önce
esir almakla savaşan, Müslümanların kâfirler tarafından
öldürülmeleri ve savaşı kaybetmeleri ile sonuçlanabileceğini
bildirmektedir. Bu ise “Allah
Subhenehû ve
Teala’nın azabı”
değildir, fakat Müslümanlar için büyük bir azap sayılır. Eğer
sizin zafer kazanacağınız hususu Allah Subhenehû ve Teala’nın
ilminde olmasaydı kâfirleri iyice yere sermeden önce esir
almakla düşmanlarınız tarafından size ölüm ve parçalanma isabet
ederdi, demektir.
Allahu Teâla Kur'an'da “azap”
kelimesini bazen
savaşta öldürme
anlamında da kullanmıştır. Nitekim bir ayette Allahu Teâla şöyle
demektedir:
قَاتِلُوهُمْ
يُعَذِّبْهُمْ اللَّهُ بِأَيْدِيكُمْ
"Onlarla savaşın ki Allah sizin elinizle onları azaplandırsın."
Bu nedenle ayette geçen "azap"
kelimesi "Allah Subhenehû ve Teala’nın azabı"
anlamına gelmemektedir. Çünkü hitap hem Resule ve hem de
müminlere yönelik genel bir hitaptır. Resulün ictihad yaptığını
söyleyenlerin ifadesine göre ayet; “hatalı bir ictihadı tashih
etmektedir. Öyleyse Resulün hatası affolunmuştur ve Allah
Subhenehû ve Teala'dan gelen bir azabı haketmemiştir.”
Ayet; evla olana aykırı olanın terkinden dolayı bir kınama
olarak değerlendirildiğinde de Allah Subhenehû ve Teala
katından gelebilecek bir azabı hakettirmez. Kesinlikle Allah
Subhenehû ve Teala’nın azabını gerektirmez. Ayetin
gerçek anlamı, bu davranışınızla size, sizin düşmanlarınız
tarafından öldürülmeniz ve küçük düşürülmeniz isabet eder
demektir.
Bu ayetin nüzul sebebi ile
ilgili olarak rivayet edilen hadisler ise ahad haberlerden olup
akide konusunda delil olmazlar. Resulün ictihad yapmasının
caizliği veya caiz olmaması ise akide ile ilgili bir konudur.
2-
Allahu Teala’nın şu sözüne gelince;
عَفَا
اللَّهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ
الَّذِينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ
"Allah seni affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları
bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?"
Bu ayet de ictihadın varlığına
delalet etmez. Çünkü dilediğine izin verme hükmü bu ayet inmeden
önce Resule verilmiş bir haktır. Resule verilen bu izin Nur
suresindeki şu ayetle tanınmış bir haktır:
فَإِذَا اسْتَأْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَأْنِهِمْ فَأْذَنْ لِمَنْ
شِئْتَ مِنْهُمْ "Ey
Muhammed, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden
dilediğine izin ver."
Bu sûre Hendek savaşında Haşr
sûresinden sonra inmiştir.
عَفَا
اللَّهُ عَنْكَ "Allah
seni affetsin."
ayeti ise Tevbe
sûresindedir. Tevbe sûresi ise Hicretin dokuzuncu yılında Tebük
savaşı ile ilgili olarak inen bir sûredir. Resulün izin
verebilmesi hakkındaki hüküm bilinen bir hükümdür. Nur
suresindeki ayet ise, Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
onlara izin verebileceğine açıkça delalet etmektedir.
Ancak Tebük Gazvesiyle ilgili
olarak inen Tevbe sûresindeki ayet; güçlü bir ordunun
donatılmasının, Resulün, münafıkların arkada kalmalarına izin
vermesinden daha evla olduğuna işaret etmektedir. Özellikle bu
olayda Resul onlara izin verdiğinden dolayı Allah Subhenehû
ve Teala, bu fiili kınamıştır. Yani evla olana aykırı bir
fiilden dolayı kınama vardır. Yoksa ayet herhangi bir ictihadı
tashih etmemektedir. Resulün ictihad yoluyla ortaya koyduğu
hükme muhalif bir hükmü de teşri etmemektedir. Ayet yalnızca
evla olana aykırı bir fiili kınamaktadır.
3-
Allahu Teala’nın şu sözüne
gelince;
وَلا
تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلا تَقُمْ عَلَى
قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُوا
وَهُمْ فَاسِقُونَ
"Onlardan ölen
kimsenin namazını sakın kılma. Mezarı başında da durma. Çünkü
onlar Allah'ı ve resulünü inkâr ettiler, fasık olarak öldüler."
Bu ayet, şu ayetten sonra
inmiştir:
فَإِنْ
رَجَعَكَ اللَّهُ إِلَى طَائِفَةٍ مِنْهُمْ فَاسْتَأْذَنُوكَ
لِلْخُرُوجِ فَقُلْ لَنْ تَخْرُجُوا مَعِي أَبَدًا وَلَنْ
تُقَاتِلُوا مَعِي عَدُوًّا إِنَّكُمْ رَضِيتُمْ بِالْقُعُودِ
أَوَّلَ مَرَّةٍ فَاقْعُدُوا مَعَ الْخَالِفِينَ (83)
وَلا تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ
"Allah seni geri
döndürüp, onlardan bir toplulukla karşılaştığınız zaman, senden
savaşa çıkmak için izin isterlerse de ki: "Benimle asla
çıkamayacaksınız. Benim yanımda hiçbir düşmanla
savaşmayacaksınız. Çünkü baştan oturup kalmaya razı oldunuz.
Artık geri kalanlarla beraber oturun" Onlardan birisinin
(cenaze)
namazını sakın kılma."
Nitekim
Allahu Teâla'nın;
فَإِنْ
رَجَعَكَ اللَّهُ إِلَى طَائِفَةٍ مِنْهُمْ
"Allah seni geri döndürüp onlardan bir toplulukla
karşılaştırdığı zaman."
ayeti, onların
küçümsenmeleri ve ihanetleri sebebiyle cihad şerefine ve Resulle
beraber savaşa çıkma şerefine nail olmamaları için, Resulün
gazvelerinde onlarla arkadaşlık yapmaması gerektiğini
açıklamaktadır. Hemen ardından gelen ayette ise;
وَلا
تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ
"Onlardan birisinin
(cenaze) namazını
kılma."
diyerek konuya
açıklık getirmektedir. Bu ayet onların küçük düşürülmeleri,
hakarete uğramaları hususundan başka bir şeyi ifade
etmemektedir. Münafıkların yok edilmeleri için yapılan hamle
esnasında gelen bir ayettir. Bu ayet, önceki ve sonraki ayet,
münafıklarla ilgili hükümleri, onlara karşı takınılması gereken
tavrın niteliğini, onların küçümsenmelerini ve müminler
rütbesinden indirilmelerini açıklamaktadır. Yoksa ayet Resulün
herhangi bir hükümde ictihad yaptığına delalet etmediği gibi
Resulün ictihadına aykırı bir ayetin geldiğini de ifade
etmemektedir. Ayet münafıklar hakkında başlı başına bir teşriyi
bildirmektedir. Ayet, aynı sûrede geçen münafıklarla ilgili
diğer ayetlerle uyumlu haldedir. Bu nedenle ayetin ne
mantukunda, ne mefhumunda ne de delaletinde, yapılan bir
ictihadın tashihine ve hataya dikkat çeken en ufak bir şüphe
ifadesi dahi yoktur.
Bu ayetin nüzul sebebi olarak
geçen haberler ise ahad haberler olup akidede delil olarak
kullanılamazlar. Resulün tebliğini ancak vahiy ile yaptığını,
vahyin dışında hiçbir şeyi tebliğ etmediğini ifade eden kat'i
nasslarla da çelişemezler. Üstelik bu hadisler, münafıklar
üzerine namaz kılmaması için Ömer'in, Resulullah'ı engellemeye
çalıştığını rivayet ediyor. Bu rivayete göre iki durum söz
konusudur:
a-
Ya Ömer, kendisi ile hüküm konulan bir fiili yerine getirmekten
Resulü men etmek istiyordur.
b-
Ya da konulmuş olan bir Şer’î hükme göre ibadet görevini yerine
getirmek isteyen Resulü engellemek istiyordur.
Böyle bir şey ise Resul
hakkında kesinlikle caiz değildir. Bu hadisle amel Resulün
risaleti ile çelişir dolayısıyla hadis dirayeten reddolunur.
Yine aynı hadis, Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
gömleğini Abdullah b. Übeyy'e verdiğini ve münafıkların lideri
olduğu halde onun cenaze namazını kılmak istediğini
bildirmektedir. Oysa Allahu Teâla Beni Mustalık gazvesinden
sonra onun halini açığa çıkarmış ve oğlu Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
gelerek; eğer Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
onun öldürülmesine karar vermişse, bu görevi kendisine vermesini
istemişti. Allahu Teâla Beni Mustalık gazvesinden sonra
münafıklarla ilgili sûreyi indirerek onlar hakkında Resule şöyle
diyordu:
هُمْ
الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمْ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
"Düşman onlardır, onlardan sakın. Allah canlarını alsın. Nasıl
olup da döndürülüyorlar."
Yine aynı
surede;
فَطُبِعَ
عَلَى قُلُوبِهِمْ
"Onların kalpleri mühürlendi."
وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ
"Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar olduklarına şehadet
eder."
Allah Subhenehû ve Teala
buyurmasına rağmen Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
gömleğini münafıkların reisine vermesi ve onun cenaze namazını
kılmaya kalkışmasını Ömer'in engellemesi açıkça yukarıdaki
ayetlerle çelişir. Tevbe suresindeki ayet Münafıkun suresinden
seneler sonra hicretin dokuzuncu yılında inmiş bir suredir. Ömer
hadisi, gömlek hadisi ve bunlardan başka konu ile ilgili diğer
hadisler Beni Mustalık gazvesinden sonra münafıklarla yapılacak
muamele hükmü ile ve daha önce inen münafıklar hakkındaki
ayetlerle de çelişmektedir. Onun için bu rivayetler bu yönden de
dirayeten reddedilir.
4-
Allahu Teala’nın şu sözüne
gelince;
عَبَسَ
وَتَوَلَّى (1)
أَنْ جَاءَهُ الأعْمَى (2)
وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى
"Yüzünü asıp
çevirdi, kendisine âma geldi diye. Ne bilirsin belki de o,
temizlenecektir."
Ayet hiçbir şekilde ictihad
yapıldığına delalet etmemektedir. Resul, daveti bütün insanlara
tebliğ etmekle ve İslâm'ı öğretmekle görevlidir. Her iki emir de
Resulün her zaman yapması gereken bir emirdir. Abdullah b. Ümmü
Mektum Müslüman oldu ve İslâm'ı öğrendi. Abdullah b. Ümmü
Mektum, Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
yanına geldiğinde onun yanında Kureyş'in ileri gelenlerinden
Utbe, Şeybe, Rabia'nın çocukları, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b.
Abdulmuttalib, Ümeyye b. Halef ve Velid b. Muğire vardı. Allah
Subhenehû ve Teala’nın Resulü onların Müslüman
olmaları ile onların dışındaki insanların da Müslüman
olabilecekleri ümidi ile onları İslâm'a çağırdığı bir anda
Abdullah b. Ümmü Mektum Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'e
gelerek; ‘Ey Allah’ın Resulü Allah’ın sana bildirdiklerini bana
oku ve bana öğret’ isteğinde bulunmuş ve Resulün o anda kavminin
ileri gelenleri ile meşgul olduğunu bilmediği için de isteğini
birkaç defa tekrarlamıştı. Bu nedenle de Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
onun bu davranışını hoş karşılamayıp sözünü keserek yüzünü ondan
çevirmesi üzerine bu ayet inmiştir. Resul hem tebliğ ile hem de
İslâm'ı öğretmekle emrolunmuştur. Resul o esnada İslâm'ı tebliğ
etmekle meşgul olduğu için öğretim isteğinden yüz çevirdi. Evla
olan ise Ümmü Mektum'a sorduğunu bildirmesiydi. Ancak o, böyle
yapmaması nedeniyle Allah tarafından itab olundu. Yani Resul
Sallallahu Aleyhi
Vesellem evla
olanı terk ettiğinden dolayı uyarıldı. Yoksa ayet Resulün bir
konudaki ictihadi hükmünü tashih için gelmiş değildir. Ayet
ancak, Allah Subhenehû ve Teala’nın bir hükmünü
uygulama esnasında, Resulün evla olanı terk ettiği için Allahu
Teâla tarafından itab edildiğini göstermektedir.
Bu nedenle yukarıda geçen
ayetlerin hiçbiri Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
ictihad yaptığına delalet etmemektedir. Öyleyse Resulün Allahu
Teâla'dan tebliğ ettiklerinde kesinlikle ictihad yoktur ve
Resulün ictihad yapması da, hem aklen hem de naklen caiz
değildir. Dolayısıyla Resul müctehid değildir. Müctehid olması
caiz de değildir. Ancak ona Allahu Teâla'dan vahyolunur. Bu
vahiy ise, Kur'an'ı Kerim gibi hem lafız ile hem de manasıyla
olur ya da manasıyla vahiy olup Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
bu vahyi ya kendi sözleriyle, ya hükme işaret eden sükutu ile ya
da fiili ile ifade eder ve bunların hepsi Sünnetten sayılır.