Lügatte “ictihad”;
meşakkati ve külfeti gerektiren bir işi gerçekleştirebilmek
için bütün gücü sarfetmektir. Usulcülerin ıstılahında ise
ictihad;
insanın daha fazlasını yapmaktan aciz kaldığını hissedeceği
bir seviyede, Şer’î hükümlerden zannı istenen bir şeyde bütün
gücü kullanmaktır.
İçtihat, hadis ile sabittir. Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Ebu Musa el-Eşari'yi Yemen'e gönderince ona şöyle dediği rivayet
edilir:
أَقْضِي بِكِتَابِ اللَّهِ, فَإِنْ لَمْ تَجِدْ فِبسُنَّةِ رَسُولِ
اللَّهِ, فأجْتَهِدُ رَأْيِك
"Allah’ın Kitab'ı ile
hükmet. Onda bulamazsan Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Sünneti ile hükmet. Onda da bulamazsan
(Kur'an
ve sünnete göre)
görüşünle ictihad et."
Yine
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel ile Ebu Musa
el-Eşari'ye şöyle söylediği rivayet edilir:
بم تقضيان؟ فقال: أن لم نجد الحكم في الكتاب والسنة قسنا الأمر
بالأمر فما كان أقرب إلى الحق عملنا به
"Ne ile hükmedeceksiniz? Onlar: Eğer hükmü Kitapta ve sünnette
bulamazsak bir işi diğerine kıyaslar ve hakka en yakın olan ile
amel ederiz."
İşte bu
kıyas,
hükmü istinbat etmek için yapılan bir kıyastır ve Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem
de onların bu sözlerini onaylamıştır.
Yine
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiğinde ona şöyle
dediği rivayet edilir:
بم
تحكم؟ قال بكتاب الله قال: فإن لم تجد. قال بسنة رسول الله. قال:
فإن لم تجد. قال: اجتهد رأيي. فقال: الحمد لله الذي وفق رسول رسول
الله لما يحبه الله ورسوله
“Ne ile hükmedeceksin?
Allah’ın kitabı ile.
Allah’ın kitabında bulamazsan?
Allah’ın Resulünün sünneti ile.
Allah’ın Resulünün sünnetinde de bulamazsan?
Kitap
ve sünnete göre kendi görüşümle ictihad ederim, dedi.
Bunun üzerine Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
şöyle dedi: “Allah’ın
Resulünün elçisini Allah ve Resulünün sevdiği şeyde muvaffak
kılan Allah’a hamd olsun."
İşte bu
olay Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Muaz'ın ictihad yapmasını ikrar ettiğine dair açık bir ifadedir.
İçtihada
karşı çıkan hiç kimse de olmamıştır. Şer’î delilden istinbat
edilen görüş ile hükmedilebileceğine Sahabe de icma etmiştir.
Yani Sahabe, hakkında nass ile gelen açık hüküm bulamadıkları
her olay hakkında ictihad yapma hususunda icma etmişlerdir. Bu
icma hiç şüphesiz tevatüren bize ulaşmıştır.
Ebu
Bekir Radıyallahu
Anhu'nun
الكلالة
“kelâle”
hakkındaki sözü bunun için bir örnektir. Bu konuda Ebu Bekir
şöyle diyordu:
"Bu
meselede ben görüşümü söylüyorum. Görüşüm doğru ise bu
Allah'tandır. Hatalı ise benden ve şeytandandır. Allah bundan
beridir. Kelale; babası ve çocuğu olmaksızın
ölen kimsedir."
“Bu
meselede ben görüşümü” söylüyorum sözü, bu benim aklıma dayanan
bir görüştür anlamına gelmez. Bu ifade; ben, ayetteki “Kelâle”
lafzından anladığımı söylüyorum anlamına gelmektedir. “Kelâle”
kelimesi Arap lügatinde üç şeye kullanılır:
1.
Geride
oğlu ve babası olmaksızın ölen kimse,
2.
Ölenin geride kalanlarından herhangi birisinin ne babası ne de
çocuğu olmayan kimse demektir (üvey evlat gibi),
3.
Baba ve evlat tarafından akraba olmayan kimseye de "Kelâle"
denir.
Bu üç
anlama göre hangi mana ayetteki "Kelâle" kelimesine uyacaktır.
Ebu Bekir
Radıyallahu Anhu
Allahu
Teâla'nın;
وَإِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلالَةً أَوْ امْرَأَةٌ
"Eğer bir adam bir kelaleye veya bir kadına miras bırakırsa…"
ayetinde
geçen “kelâle”
kelimesini bu üç anlamdan biri ile anlamıştır. Ayette geçen
كَلالَةً
kelimesi
كان'nin
haberidir. Yani, eğer adam kelale ise mirastan pay alabilir. Ebu
Bekir’in “kelâle”
kelimesinin manasını, ikinci bir ayette geçen;
قُلْ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ فِي الْكَلالَةِ إِنْ امْرُؤٌ هَلَكَ
لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُ
"De ki; Allah Kelâle hakkında hüküm bildiriyor. Çocuğu olmayan
bir kimse ölünce…"
“Kelâle”
kelimesinden ve bu ayetin nüzul sebebi olarak rivayet edilen
hadisten anlamış olabilir. Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şöyle
bir rivayet vardır: Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
hastalanmış olan Cabir b. Abdullah'ı ziyaret etti ve Cabir:
"Ben
kelaleyim malım hakkında nasıl hüküm vereyim?"
diye sorması üzerine "...bir
kimse ölünce"
ayeti indi. İşte Ebu Bekir'in açıklamış olduğu bu görüş,
kendinden çıkardığı kişisel bir görüş değil bir ictihadtır.
Aynı
şekilde Ebu Bekir'in ölenin anneannesine miras verip
babaannesine miras vermemesi de ictihadtır. Bu olay üzerine
Ensar'dan bir kısmı itiraz ederek şöyle dedi: "Sen öyle bir
kadına miras verdin ki, kendisi (anneanne) ölmüş olsa idi kızı
ona varis olamazdı. Ve öyle bir kadını da mirastan mahrum
bıraktın ki, kendisi (babaanne) ölen olsa idi, çocuğu (baba)
onun bütün malına varis olurdu."
Bunun
üzerine Ebu Bekir mirası bunların ikisi arasında paylaştırdı.
Bir
başka örnek: Ebu Bekir'in, muhacirlerle İslâm'a istemeyerek
girenlere ganimetleri eşit miktarda pay vermesi üzerine Ömer;
“Yurdunu ve mallarını bırakıp Allah’ın Resulüne hicret edeni,
istemeyerek İslâm'a girenle bir tutma” deyince, Ebu Bekir; Onlar
ancak Allah için Müslüman oldular. Onların ücretini Allah
verecektir. Dünyada ise işimiz ancak tebliğdir.
Bir
başka örnek: Ömer'in dede -babanın babası- hakkında;
"Görüşümle
hükmediyorum ve bu konuda kendi görüşümü söylüyorum"
yani nasslardan anladığımı söylüyor ve ona göre hükmediyorum
sözü de ictihada işaret etmektedir. Ömer; ana-baba bir olan iki
kardeş ile başka babadan anaları bir olan iki kardeş çocuklar
bırakıp ölen bir kadının mirasının taksimi problemi ile
karşılaştı. Ömer ana bir iki kardeşe terikenin 1/3'ünü miras
olarak verdi. Fakat ana-baba bir kardeşlere bir şey kalmadı.
Bunun üzerine ana-baba bir kardeşler Ömer'e; Ey müminlerin
emiri! Tut ki babamız eşekti -bir rivayette de taştı- biz aynı
anadan değil miyiz? diyerek itiraz etmeleri üzerine Ömer,
görüşünden döndü ve onları da 1/3 hisseye ortak etti. Yani
onlara da mirastan 1/3 verdi. Aynı olayda bazı Sahabeler başka
bir görüşe sahiptirler. Onlar kocaya terikenin/mirasın yarısını,
Ömer'in davranışında ve açık nassta olduğu gibi anaya 1/6, ana
bir kardeşlere nass ile amel ederek 1/3 verdiler. Geride ise
ana-baba bir kardeşlere bir şey kalmadı. Bu nedenle de onlara
terikeden bir şey vermediler. Ömer; babaları farklı olsa da bir
anadan olan kardeşlerin aynı baba ve anneden olan kardeşler gibi
olduklarını anlamıştır. Anneleri bir olduğu için başka babadan
olan kardeşlerin mirasta hakları olduğunu kabul etti. Diğer
Sahabeler ise daha farklı anladılar. Her biri nassı anladıkları
şekilde ictihad ettiler.
Bir
başka misal daha verelim: Semre'nin Yahudi tüccarlardan onda bir
olan vergiyi içki olarak aldığı ve onu daha sonra sirke haline
getirerek sattığı Ömer'e bildirilince Ömer'in;
"Allah
Semre'yi kahretsin. Allah’ın Resulünün şöyle dediğini bilmiyor
mu?
لَعَنَ اللَّهُ الْيَهُودَ حُرِّمَتْ عَلَيْهِمُ الشُّحُومُ
فَجَمَلُوهَا فَبَاعُوهَا قَالَ سُفْيَانُ جَمَلُوهَا أَذَابُوهَا
"Allah Yahudilere lanet etti. Onlara iç yağları haram kılınmıştı
da onlar onu eritip güzelleştirdiler ve sattılar."
demesi
ve Ömer'in içkiyi yağa kıyas ederek içkinin haramlılığının,
bedelinin de haram kılınmasına işaret olduğunu belirtmesi de bir
ictihad örneğidir.
Yine Ali
Radıyallahu Anha'nın
içki içene uygulanacak had ile ilgili olarak söylediği;
"Kim
bunu içerse sayıklar. Kim de sayıklarsa iftira eder. Kim de
iftira ederse ben ona müfteriye uygulanması gereken haddi uygun
görürüm"
sözü de yine ictihada bir örnektir. Ali
Radıyallahu Anha,
içki haddini iftira haddine kıyas etti. Çünkü içki içenin iftira
atacağına dair zan vardır. Zira Şeriata göre bir şey hakkında
zan varsa bunun hükmü bilinip zan edilmeyen şeyin hükmüne
uydurulur. İkisi de aynı hükme sahip olur. Örneğin; uykuda kalan
kimse kendisinden bir şey çıkacağı zannını, gerçekten
kendisinden bir şey çıktığına tatbik eder. Böylece bir kimse
uyuyunca abdesti bozulmuş sayılmıştır. Yine Şeriat; biri evlenip
kadına dokunursa/cinsî münasebette bulunursa ve sonra da kadını
boşarsa boşanmış kadına hamile kadının iddet hükmünü uygular.
Adam münasebette bulunduğu için kadın hamile olmuş olabilir. Bu
zan var olduğu için gerçek hamile kadının hükmünü vermektedir.
İşte,
bunların hepsi Sahabenin Allah onlardan razı olsun
yaptığı ictihadlara ve ictihad hakkındaki icmalarına açık ve
kesin örneklerdir.
Bir
ictihadın kapsamına giren meselelere hükmü tatbik etmek ictihad
değil Şer’î hükmü anlamaktır. Çünkü ictihad; ister, zorla bir
malı alan gaspçıya, Şâri tarafından hırsıza uygulanan el kesme
cezasının uygulanması gibi külli delilden külli bir hükmün
istinbatı şeklinde olsun, isterse;
فَإِنْ أَرْضَعْنَ لَكُمْ فَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ
"Sizin için
(çocuklarınızı)
emzirirlerse onlara ücretlerini verin"
şeklinde
gelen Allahu Teâla'nın sözüne ve Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Beni Deel'den uzman birisini ücretle kiralamasına veya yine
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in;
أَعْطُوا الْأَجِيرَ أَجْرَهُ قَبْلَ أَنْ يَجِفَّ عَرَقُهُ
"Ücretliye ücretini alnının teri kurumadan veriniz."
hadisine
göre işini bitirdiği zaman ücretlinin ücretini vermesini
gerektiren nassa dayanarak cüzi bir delilden icare hükmü gibi
cüzi bir hükmü istinbat şeklinde olsun, nassın ya mantukuna, ya
mefhumuna, ya delaletine ya da nassta geçen bir illete dayanarak
hüküm istinbat etmektir. Gerek külli bir delilden külli bir
hükmü istinbat olsun gerek cüzi bir delilden cüzi bir hükmü
istinbat olsun, bunların hepsi bir delilde bulunan hükmü almak
anlamına geldiği için ictihad sayılır.
İctihad;
bir delile dayanarak hükmü anlamada bütün gücü harcamak anlamına
geldiği için genel bir delilden genel bir hükmün çıkarılması
veya özel bir delilden özel bir hükmün çıkarılması durumu
değiştirmez.
İstinbat
edilen bir hükmün manası ve içeriği kapsamında bulunan yeni
meselelere hükmü uygulamak ictihad değil, hükmü vakıasına
indirmektir. Örneğin Allah
Subhenehû ve Teala
ölü etini haram kılmıştır. Bu nedenle başına vurulan bir darbe
sonucunda ölen bir ineğin eti yenmez. Çünkü o Şeriata göre
boğazlanmadan ölmüş bir hayvandır. Ölü eti ise haramdır.
Kesilmeden ölmüş bir ineğin etinden yapılan bir konservenin
alımı ve satımı da Şeriata göre haramdır. Bu hüküm istinbat
edilmiş bir hüküm değildir. Bu hüküm "ölü eti" kelimesinin
kapsamına giren bir hükümdür.
Örneğin,
Müslüman'ın veya Ehl-i Kitabın kesmesinden sayılmadığı için
Dürzinin kestiği bir hayvanın eti de yenmez. Dürzinin kestiği
bir hayvanın etinin haram oluşu da bir istinbat değildir. Bu
hüküm, Ehl-i Kitabın dışındaki kâfirlerin kestiklerinin
yenmeyeceği şeklinde bilinen bir hükmün aynı türden bir başka
olaya uygulanmasıdır.
Yine
kadının şûra (ümmet) meclisine üye olmasının cevazı ile ilgili
Şer’î hüküm bir ictihad değildir. Bu hüküm, ancak vekâlet
hükmünün uygulanmasıdır. Şura meclisine üye olmak görüşte
vekâlet etmektir. Kadının kendi görüşünü temsilen başkasını
vekil tayin etmesi veya başkasının görüşünü temsilen kendi
vekâlet alması caizdir.
Örneğin;
zekât ancak Şer'an delil olarak itibar edilen şeylere dayanarak,
zanna dayalı işaretlerle fakir olduğu bilinen kimselere verilir.
Buna dair hüküm de zann ile adaleti bilinen fasık olmayan bir
kimsenin şahitliği ile olur. Bir takım araştırmalardan sonra
kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmek de böyledir.
Bütün
bunlar, Şer’î delillerden hükümlerin istinbat edilmesi olarak
sayılan ictihad türünden bir hüküm olmayıp ancak, bilinen
hükümlerin cüzi meselelere uygulanması veya cüziyatları anlayıp
hükümleri onlara tatbik etmektir. Bu ise ictihad kapsamına değil
yargı kapsamına girer. Belli bir Şer’î hükmü karara bağladığı
için ictihad sayılmaz. Bu ancak daha önceden bilinen bir Şer’î
hükmün herhangi bir olaya tatbik edilmesidir. Aynı olay gibi bir
başka olay olduğunda bu olaya tatbik edildiği gibi ona da tatbik
edilir. Onun için bu ictihad sayılmaz.
Şer’î
hükümler delilinden bilindikten sonra ictihadı değil uygulamayı
gerektirir. Şer’î nasslar ise bunun tersine içinden Şer’î hükmü
almak için ictihadı gerektirir. Bu nedenle muteber olan Şer’î
ictihad; Şer’î nassları anlamada ve Şer’î nasslardan hüküm
istinbat etmede bütün gücü harcamaktır. Yoksa ictihadın
kapsamına giren meselelere Şer’î hükümleri uygulamada bütün gücü
harcamak ictihad sayılmaz.
İslâm'ın
Şer’î nassları, Müslümanlara ictihadı farz kılmaktadır. Çünkü
Şer’î nasslar insanoğlunun karşılaşacağı bütün olaylara
uygulanacak nitelikte tafsilatlı olarak değil mücmel olarak
gelmiştir. Bu nedenle karşılaşılan her olaya Şer’î hükmü
uygulamak için bu nassları anlamak ve nasslardan Allah
Subhenehû ve Teala’nın hükmünü istinbat etmede bütün gücü
harcamak gerekir. Hatta mufassal/ayrıntılı olarak gelen nasslar
bile, gerçek yapısıyla mücmel ve genel olduğu için açıklanmayı
gerektirir.
Örneğin;
miras ayeti mufassal olarak gelmiştir. Ancak bu mufassal
hükümler hakkında dikkatli bir tafsilata girildiğinde "kelâle"
ve "hacb"
(diğer akrabaları mirastan engelleyen durum) meseleleri gibi
birçok mesele cüzi hükümler olmasından dolayı anlamaya ve
istinbata/hüküm çıkarmaya muhtaçtır. Bütün müctehidler evladın,
ister erkek olsun isterse kız olsun mirasta kardeşlere hacb/mani
olduğunu söylerler. Çünkü (ولد)
kelimesi her erkek ve kız hakkında kullanılır. Oysa İbni Abbas,
kızın hacb olmadığını söyler. Çünkü İbni Abbas'a göre "veled"
kelimesi yalnızca erkek çocuklar için kullanılır. Bu nedenle
tafsilata sunulan nasslar bile mücmel olarak gelmiştir. Onlardan
hüküm çıkarmak için ictihad yapmaya muhtaçtırlar.
Ancak
tafsilatlı olarak gelen bu nasslar, yeni olaylar üzerine
uygulanmaya muhtaçtırlar. Fakat burada tatbikten maksat ictihad
değildir. Bu tatbikten maksat, tafsilatı gerektirse bile
mücmelinden hüküm istinbat etmektir. Çünkü Şer’î nasslar genel
ve mücmeldirler. Tafsilatlı olarak gelmiş olsalar bile genel ve
mücmel olması teşrii nassların tabiatındandır. İster Kitap olsun
ister Sünnet olsun Şer’î nasslar düşünme sahası için teşrii
nassların en elverişli olanı, genellik için en geniş sahayı
kaplayanı ve genel kuralları çıkartmak için kuralların
yerleşmesi bakımından da en elverişli toprağa sahip olanıdır.
Bütün halk ve ümmetlere teşrii nass olabilecek güçtedir.
Düşünme sahasının
en elverişli olanı olması, insanlararası her çeşit ilişkilerin
tamamını kuşatmasıyla barizdir. Bu ilişkiler ister
fertlerin birbiri ile olan ilişkileri olsun, ister devletle
idare edilenler arasındaki ilişkiler olsun, ister devletle
halklar ve ümmetler arasındaki ilişkiler olsun bunlar ne kadar
yenilenirse, çeşitlenirse ve artarsa artsın bu Şer’î nasslar
bunlarla ilgili hükümler istinbat etmeye ve üzerinde düşünmeye
imkân verebilecek güçtedir. Bu nedenle bütün teşrii nasslar
arasında düşünme sahası en geniş, en elverişli olanını Şer’î
nasslar oluşturur. Genellik için en elverişli nasslar olması,
mantuk, mefhum, delalet, illetlendirme ve illetlendirme kıyasını
kapsamına almasından dolayı cümlelerinde, lafızlarında ve
kalıpların üslûbunda açıkça görülmektedir. Bu hususlar kolay,
daimi ve her işi kapsayıcı bir şekilde hüküm çıkarma imkânını
sağlar.
Genel
kuralların yeşermesi için en verimli toprağa sahip olması ise,
bu nassların ihtiva ettiği genel anlamların zenginliğinde ve bu
genel anlamların tabiatında açıkça görülür. Bu nedenle Kur'an ve
hadis, tafsilatlı konularda bile ana hatları ile gelmiştir.
Genel hatların tabiatı, külli ve cüzi meseleleri kapsamına
alabilecek genel manaları içeriğinde barındırır. Ki;
anlamlarının zenginliği de zaten buradan kaynaklanmaktadır.
Üstelik bu genel manaların delalet ettikleri şeyler, mantıki,
farazi ve nazari şeyler değil, hissedilebilen ve vakıası olan
şeylerdir. Aynı zamanda bunlar yalnızca belirli fertlerin
ihtiyaçlarına çözüm getirmeyip insan cinsinin ihtiyaçlarına
çözüm getirmektedir. Yani insanın yaptığı bir fiilin türü ne
olursa olsun insana ait fiilin hükmünü açıklamaktadır. Bu
nedenle birçok hükümlere ve anlamlara uygun bir şekilde
gelmiştir. Bunun için genel kaidelerin yeşerebileceği en verimli
toprağa sahip nasslar Şer’î nasslardır.
Teşrii
açıdan Şer’î nassların hakikati işte budur. Bunlara ilave olarak
bu nasslar insanoğluna gelmesinden dolayı da bütün ümmetler ve
halklar için teşrii kaynağı olarak gelmiştir. Bu nedenle, bu
Şer’î nassları Şer’î anlayışla anlayıp, her olayın Şer’î hükmünü
Şer’î nasslardan çıkarıp, her zaman uygulayabilme imkânını
sağlayacak müçtehitlerin bulunmasına ihtiyaç vardır.
Olaylar
her gün yenilendiği için bir dairede sınırlandırılamaz.
Dolayısıyla çıkan her yeni olay hakkında Allah Subhenehû ve
Teala’nın hükmünü bildirecek müçtehitlerin bulunması
zaruridir. Aksi takdirde yeni çıkan olaylar hakkında Allah
Subhenehû ve Teala’nın hükmü bilinmemiş olur ki bu caiz
değildir.
İctihad
ise Müslümanlara farz-ı kifayedir. Eğer onların bir kısmı bu
farzı yerine getirirlerse, diğerlerinin üzerinden sakıt olur.
Hiçbiri bunu yerine getirmezse, içinde müctehid bulunmayan o
asırda yaşayan bütün Müslümanlar günahkâr olmuş olurlar. Bundan
dolayı, bir asırda mutlak şekilde bir müctehidin bulunmasından
yoksun olması asla caiz değildir. Çünkü dinde fakih olmak ve
ictihad yapmak farz-ı kifayedir. Eğer bütün Müslümanlar bunun
terki üzerine birleşirlerse hepsi günahkâr olurlar. Nitekim bir
asırda bütün Müslümanlar bunun terki üzerine birleşirlerse sanki
dalalet üzerine birleşmiş olurlar. Başka ifadeyle Allah
Subhenehû ve Teala’nın ahkâmını terk etmek konusu üzerine
ittifak etmiş sayılırlar. Bu ise, asla caiz olmaz.
Buna ek
olarak, Şer’î hükümleri bilme yolu ictihadtan geçer. Buna göre
Şer’î hükümleri bilme hususunda, kendisine dayanılabilecek bir
müçtehitten bir asrın yoksun olması, Şeriatın iptal edilmesine
ve Şer’î hükümlerin yok olmasına yol açar. Bu ise kesinlikle
caiz değildir.
Müçtehit, hüküm istinbatında bütün gücünü harcar. İçtihadında
isabet ederse iki sevap, hata ederse bir sevap alır. Bu konuda
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
şöyle
demektedir:
إذا
حكم الحاكم فاجتهد ثم أصاب فله أجران وإذا حكم فاجتهد ثم أخطأ فله
أجر واحد "Hakim
ictihad eder ve ictihadında isabet ederse iki sevap kazanır,
hata ederse bir sevap kazanır."
Sahabe,
zanna dayalı fıkhi konularda müctehidin hata etmesi durumunda
ondan günahın kaldırılacağında icma etmişlerdir. Ancak farz olan
ibadetler, zinanın ve haksız yere adam öldürmenin haram olması
gibi kat'i konularda ictihadın yapılmayacağında ise şüphe
yoktur. Bu nedenle Sahabe, zanni meselelerde ihtilaf ettikleri
halde kat'i meselelerde asla ihtilaf etmemiştir.
Müctehid kendi görüşünde hata ihtimali olsa bile kendi
ictihadıyla ulaştığı zannî meselelerde isabet etmiştir. Ancak
müctehidin isabet etmesi demek, mutlak olarak doğruya isabet
ettiği anlamına gelmez. Çünkü bu durum zannî hüküm açısından
vakıaya uygun değildir. Çünkü Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
müctehidi "hata eden"
olarak isimlendirmiştir. Yoksa müctehidin isabet etmesinden
kasıt hatadan tamamen uzak olması anlamına gelmediği gibi
isabeti hata karşılığı olarak yapılan bir isabet de değildir.
Hatalı olan müctehidi doğruyu söyleyen kimse olarak adlandırmak
ise nassın itibarına göre olmuştur. Çünkü nass o müctehidin her
halde ecir alacağını bildirmiştir. Yoksa kendisi hiç hata
etmemiş anlamına gelmez. Buna binaen her müctehid kendi zannına
göre isabetlidir. Nitekim bu isabet etme konusu bir hatanın var
olabileceği ihtimalini kaldırmaz. Çünkü o mutlak doğruluğu
bulmuş değil, ancak bir doğruluk üzerindedir