Bilindiği üzere
ictihad;
"Şer’î hükümlerden bir şeyin zannının talebinde, kişinin
kendinde daha fazlasını yapmaktan aciz kaldığını hissedecek
derecede bütün gücünü harcamasıdır" şeklinde tanımlanmıştı.
Yani, Şer’î hükmü öğrenmek için nassı anlama uğrunda kişinin en
üst seviyede gücünü harcadıktan sonra Kitap ve Sünnette bulunan
Şer’î hükmü anlamasıdır.
Bir
şeyin Şer’î bir ictihad ile istinbat edilmiş bir Şer’î hüküm
özelliğini kazanabilmesi için bünyesinde üç şeyi barındırması
gereklidir. Yani yapılan çalışmaya ictihad denilebilmesi için üç
şeyi beraberinde bulundurması lazımdır:
1.
Kendinde daha fazlasını yapmaktan aciz kalacak derecede güç
sarfettiğini, harcadığını hissetmesi,
2.
Bu çaba Şer’î hükümlerden bir şeyin zannının talebinde
harcanması,
3.
Zannın talebinin Şer’î nasslardan olması. Çünkü zannın talebi
ancak Şer’î nasslara dayandığında Şer’î hükümlerden sayılır.
Zira Şer’î hüküm kulların fiilleri ile alakalı Şâri’in
hitabıdır.
Bu
açıklamalara göre kim bütün gücünü harcamazsa müctehid sayılmaz.
Şer’î hükümlerin dışındaki bilimlerde ve görüşlerde zannın
talebi ile ilgili olarak gücünü harcayan kimse veya Şer’î
hükümlerle ilgili bir zannın talebini Şer’î nassların dışında
arayan kimse de müctehid sayılmaz. Bu nedenle müctehid, ancak
Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü öğrenmek için
Şer’î nassları anlamada en üst seviyede güç harcayan kimsedir.
Bunun dışında, mezheplerinin sözlerini şerh eden veya
mezheplerinin sözlerini anlayıp onlardan hükümler çıkaran veya
Şer’î deliller yolundan başka bir yolla bazı âlimlerin görüşünü
bir başka âlimin görüşüne tercih edebilen âlim kimseler ve
benzerleri yukarıda yapılan tarife göre müctehid sayılmazlar.
İctihad,
Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmünü öğrenmek için,
Şer’î nassı anlama uğrunda, bütün gücünü harcadıktan sonra
Şer’î nassı anlamakla
sınırlı bir iştir. Anlaşılması gereken yer Şer’î nasslardır.
Şer’î nasslar, Şer’î hükümlerden bir şeyin talebinin istenildiği
yerdir.
Bundan
dolayı Şer’î nassların yalnızca Kitap ve Sünnetten meydana
geldiği açıkça bilinmelidir. Kitap ve Sünnetin dışında söz
söyleyenin konumu ne olursa olsun Kitap ve Sünnetin dışındaki
nasslar Şer’î nasslardan sayılmazlar. Ebu Bekir, Ömer, Ali veya
bunların dışındaki sahabelerin sözleri hiçbir şekilde Şer’î
nasslardan sayılmaz. Aynı şekilde Cafer, Şafii, Malik ve
bunların dışındaki diğer müçtehitlerin sözleri de kesinlikle
Şer’î nasslardan sayılmaz. Bu kişilerin veya bunların dışında
kim olursa olsun herhangi bir insanın sözüne dayanılarak hüküm
istinbatında bütün gücü harcamak ictihad sayılmayacağı gibi,
hüküm istinbat etmek için bütün gücünü harcayan kişi de müctehid
sayılmaz. İstinbat ettiği hükme Şer’î hüküm olarak bakılmaz.
Bilakis o, hüküm istinbat eden kişinin kişisel görüşü olup
Şer'an hiçbir kıymeti olmayan bir görüştür. Buna göre ister
Sahabeden, ister Tabiinden, ister müçtehitlerden, isterse
bunların dışındakilerden herhangi bir kimsenin sözünden bir
hüküm istinbat etmek Şer'an caiz değildir. Çünkü Kitap ve
Sünnetin dışında bir yerden Şer’î bir hüküm istinbat etmek
Şer'an haramdır. Zira böyle bir hüküm Allah Subhenehû ve
Teala’nın indirdiklerinin dışındaki bir hüküm sayılır.
Hâlbuki Allah Subhenehû ve Teala’nın indirdikleri
Kitap ve Sünnetle sınırlıdır. Bu ikisinin dışındakileri Allahu
Teâla indirmemiştir. Kitap ve sünnetin dışında bir yerden
hüküm almak, Allah Subhenehû ve Teala’nın
indirdiklerinin dışında hüküm almaktır. Allah Subhenehû ve
Teala’nın indirdiklerinin dışındaki hüküm ise kesinlikle
haramdır.
Kitap ve
Sünnet Arapça sözlerdir. Kitap ve Sünnet Allah
Subhenehû ve Teala
katından vahiy yolu ile gelmiş nasslardır. Bu vahiy ya Kur'anı
Kerim gibi hem lafız hem de mana itibari ile Allah
Subhenehû ve Teala’dandır,
ya da yalnızca manası Allah
Subhenehû ve Teala'dan
olup Resulün bu manayı kendi sözleri ile ifade ettikleridir ki
bu da Hadistir. Bu iki halden -Kitap ve Sünnet- hangisi olursa
olsun her ikisi de Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
konuştuğu Arapça sözlerdir. Bu söz ya (مترفين)
kelimesinde olduğu gibi yalnızca sözlük anlamında kullanılan bir
söz olur, ya (الصلاة)
kelimesinde olduğu gibi lügat manasının içerisinde yalnızca
Şer’î manasının kullanıldığı bir söz olur, ya da (الطهارة)
kelimesinin (طهور,
والمطهرون)
kelimelerinde olduğu üzere hem sözlük hem de Şer’î manalarında
kullanıldığı bir söz olur. Bu durumda ise kelimeden Allah
Subhenehû ve Teala’nın kastettiği hükmü bilebilmek ve
nassı anlamada yeterlilik kazanabilmek için kelimelerin hem
sözlük hem de Şer’î anlamlarını bilmek gerekmektedir. Buna göre
ictihad şartları aşağıdaki iki şart etrafında odaklaşmaktadır:
1.
Sözlük bilgilerinde yeterlilik,
2.
Şer’î bilgilerde yeterlilik.
İslâm'ın doğuşundan H.2. asrın sonlarına kadar Müslümanlar;
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
dönemine yakın olmaları, hayatlarında dine önem vermeleri dilin
bozulmamasından ve lügatlerinde takip ettikleri yolun selamette
bulunmasından dolayı, ne Şer’î açıdan ne de lügat açısından
belirli kaidelere ihtiyaç duymuyorlardı. Bu nedenle o dönemde
ictihad için bilinen şartlar yoktu. Zira ictihad bilinen bir
işti. Binlerce müctehid vardı. Sahabenin tamamı müctehid idi.
Yine valilerin, kadıların ve yöneticilerin neredeyse çoğunluğu
da müctehid idi. Halk arasında Arap lisanı bozulduğunda dili
kontrol altında tutmak için kurallar konuldu. İnsanlar dünya ile
meşgul oldular ve vaktinin çoğunu din için harcayanlar azaldı.
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
sözlerine katılan yalanlar çoğaldı. Bu olaylar üzerine nasih ve
mensuhla, bir hadisin alınması ve reddedilmesiyle, ayetlerden ve
hadislerden hüküm çıkarma keyfiyetini anlama ile ilgili kaideler
konuldu. Müçtehitlerin sayısında azalma meydana geldiğinde ise
müctehid, kendi dışındaki müctehidlerin kullandıkları
kaidelerden başka kaideleri kullanarak belirli istinbatlara
vararak yeni ictihadlar yapmaya başladı. Müctehid şöyle
yetişmeye başladı:
Kendisi
nasslardan hükümleri çıkarmak için çok denemeler yapar ve bu
denemelerden dolayı ictihad yapmak için belli bir metod üzerine
yürümeye başlar. Veya belirli kaideleri tespit eder ve tespit
edilmiş kaidelere uyarak artık buna göre ictihad etmeye başlar.
Bundan da, Şer’î nasslardan Şer’î hükmü almada ve Şer’î nassları
anlamada belirli bir metoda sahip olması nedeniyle müctehidin,
müctehid olması durumu ortaya çıktı. Bu arada bazı müçtehitler
ictihad metodunda başka bir şahsı taklit ettiler. Ancak onlar,
kendileri dışındaki müçtehitleri istinbat edilmiş hükümlerde
taklit etmeyip, taklit ettikleri şahsın koyduğu metoda göre
bizzat kendileri hüküm istinbat etme şeklinde taklit
ediyorlardı. Yine bu arada bazı Müslümanlar bütün meselelerde
değil, onlara sorulan belirli meselelerde Şer’î hükümlerden bir
şeyin zannının talebinde güçlerini harcamada Şer’î bilgilerden
bir şeyde derinleştiler. Böylece pratikte Müslümanlar arasında
üç grup müctehid meydana geldi:
1.
Mutlak müctehid,
2.
Mezheb müctehidi,
3.
Mesele
müctehidi.
Mezheb
müctehidi:
Mezheb müctehidi; ictihad metodunda müçtehitlerden birini taklit
eden müçtehittir. Ancak mezheb müctehidi mezheb imamını taklit
etmez, hükümlerde kendi ictihad eder. Mezheb müctehidi için
mezhebinin delillerini ve hükümlerini bilmesinden başka hiçbir
şart yoktur. Mezhebindeki hükümlere uyabileceği gibi muhalefet
de edebilir. Buna göre herhangi bir mezhebe tabi olup da, o
mezebde ictihad edebilme gücüne sahip olan bir kimsenin, bir
takım hükümlerle ilgili meselelerde (kendinde) daha kuvvetli
delil varsa mezheb imamının görüşlerine muhalefet etmesi
caizdir. İmamların şöyle söyledikleri rivayet olunur: "Hadis
sahih olduğu zaman o benim mezhebimdir ve benim sözümü duvarın
arkasına atınız." Bu tür müctehidin en açık örneğini
Şafii mezhebinin tabilerinden olan İmam-ı Ğazali'de görmekteyiz.
İmam-ı Ğazali’nin Şafii’nin ictihadlarına ters düşen birçok
ictihadı vardır.
Mesele müctehidine gelince:
Bunun ne belirli şartları vardır ne de belirli bir metodu. Şer’î
nassları çok iyi bir şekilde anlayabilecek şekilde bir takım
lügat bilgilerine, Şer’î bilgilere sahip olan herkesin mesele
müctehidi olması ve tek bir meselede ictihad etmesi caizdir. Tek
bir meselede müçtehitlerin görüşlerini, delillerini ve
istidlâl/delil getirme yönünü incelemesi ve bu incelemeden
sonra, görüşlerini incelediği müçtehitlerin görüşüne uygun olsun
olmasın, Şer’î hüküm olduğu zannı galibine göre Şer’î hüküm
hakkında belirli bir anlayışa ulaşması caizdir. Ve yine tek bir
meseledeki Şer’î delilleri inceleyip Şer’î delillerden zannı
galibine göre ulaştığı hükmün Şer’î hüküm olduğunu anlaması da
caizdir. Araştırdığı mesele daha önceki müçtehitler tarafından
araştırılmış olsun olmasın fark etmez. Tek meselede ictihad eden
müctehidin ictihad ettiği mesele ile ilgili bilgilere sahip
olması onun müctehid olması için yeterlidir. İçtihat ettiği
mesele ile ilgisi bulunmayan konularla alakalı fıkıh ve usul
bilgilerine sahip olmaması ona bir zarar vermez.
Sahabe
asrında olduğu gibi herhangi bir şarta bağlı kalmaksızın Şer’î
nassları anlayıp doğrudan doğruya Şer’î nasslardan hükümler
istinbat eden kimseler vardı. Yine belirli bir mezhebin tabisi
olarak kalıp mezheb imamlarının görüşlerine ters ictihadlarda
bulunan kimseler de vardı. İşte o dönemlerdeki ictihad vakıasına
göre “mezheb müctehidi” ve “mesele müctehidi” ortaya çıktı.
Vakıa açısından durum budur. İctihad açısından ise durum
farklılık arzetmektedir. Kişi bazı nasslarla alakalı konularda
müctehid iken bir kısmında ise müctehid olmamaktadır.
Ancak
bazılarının; "İctihad; ictihad ile ilgili bilgileri kuşatan
kişinin nefsinde ortaya çıkan bir melekedir/yetenektir"
sözlerinin aslı yoktur ve vakıaya da uygun değildir. Bazen
kişide yetenek olur fakat müctehid olmaz. Çünkü o bir meseleyi
araştırmaya, incelemeye önem vermede kendini mükellef
görmemektedir. Yetenek, kavrama ve bağlantı kurma gücü demektir.
Bu yetenek bazen Şer’î ve lügavi bilgilerin tamamını kuşatmaya
ihtiyaç göstermeden, Şer’î ve lügavi bilgilerin bir kısmının
bilinmesi ile beraber zekâ üstünlüğü ile gerçekleşir. Bazen ise
ders ve eğitim için bir ilim olarak kişi, Şer’î ve lügavi
bilgilere sahip olmakla beraber aynı âlimde düşünmenin
bulunmaması nedeniyle yetenek bulunmaz.
Çünkü
ictihad hissedilebilir sonuçları olan hissedilebilir bir
işlemdir. Yani hükme ulaşmak için ameli olarak güç harcamaktır.
Fakat yeteneğin varlığı ictihad olarak isimlendirilmez. Bu
nedenle kişi bazı meselelerde ictihad yapabilirken bazı
meselelerde ise ictihad yapamayabilir. Buradan da
anlaşılmaktadır ki ictihad, bazı konularda gerçekleşebilirken
bazı konularda ise gerçekleşememektedir.
Ancak
ictihadın bir kısım meselelere ayrılabilmesi, ictihadın
parçalanabileceği anlamına gelmez. Çünkü fıkhın bazı
bölümlerinde müctehidin, ictihad yapmaya gücü yeterken fıkhın
diğer bölümlerinde ictihada gücü yetmeyebilir. Yani ictihadın
bölümlere ayrılabilmesi demek, bazı delillerin açıklığı ve
delillerde şüphelerin bulunmaması nedeniyle konuyu kavrama
imkânına sahip olmak ve bazı delillerdeki dağınıklık, derinlik
ve üzerinde uğraşılan konuda birbirine zıt birçok delilin
bulunması nedeniyle konuyu kavrama imkânına sahip olamamak
demektir. Bu durum bazen usul kaidelerinde ortaya çıkar bazen da
Şer’î hükümlerde ortaya çıkar. İçtihadın bölünebilmesi fıkhın
bölümleri üzerinde değil hüküm çıkarma gücü noktasında görülür.
Bu
anlatılanların hepsi mezheb müctehidi ile ilgili bir durumdur.
Mutlak müçtehit ise;
hem Şer’î hükümlerde hem de Şer’î' hükümleri istinbat metodunda
ictihad eder. Bazı mezheblerde olduğu gibi bu konuda ister
kendisine ait özel bir metod benimsemiş olsun isterse
benimsememiş olsun fark etmez. Ancak Sahabe asrındaki
müçtehitlerde olduğu gibi hüküm istinbat etmede belli bir metodu
takip etmesi elbette ki doğaldır. Arap lisanı bozulduktan ve
insanlar dini anlamak için daha fazla vakit ayırmadan
uzaklaşınca bir kimsenin mutlak müctehid olması için, ictihad
metodu ile ilgili birtakım şartları hazırlaması kaçınılmaz hale
geldi. Buna dayanarak mutlak müctehid olmanın önemli iki şartı
vardır, dediler:
1.
Hükümlerin ve kuralların çıktığı semi/nakli delilleri bilmek,
2.
Arap
lisanında ve edebiyatçıların kullanımında yer alan kelimelerin
kullanım yönlerini bilmek.
Ancak
semi deliller; Kitap, Sünnet ve icmaya dönüp bakmayı, deliller
arasında denge kurabilecek güce ulaşmayı, bir araya
toplayabilmeyi ve aralarında çelişki var gibi görünen
delillerden kuvvetli olanı tercih edebilmeyi gerektirir. Bu
nedenle bazen müctehidin nazarında deliller çoğalır ve tek bir
problemle alakalı birçok delilin var olduğunu ve bunların her
birinin diğerinin gerektirmediği hükmü gerektirdiğini görür. Bu
durumda ise müctehid, hükmü kabul etmede dayanması gereken
delillerden birini tercih edebilmesi için tercih yönünü
araştırmaya muhtaçtır. Örneğin Allahu Teâla’nın şu ayetleri
şahitlik hakkındadır:
وَأَشْهِدُوا ذَوَى عَدْلٍ مِنْكُمْ
"İçinizden de iki adil şahit getirin."
اثْنَانِ
ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ أَوْ آخَرَانِ مِنْ غَيْرِكُمْ
"İçinizden iki adil kimseyi veya sizden olmayan iki kişiyi şahit
tutun."
Birinci
ayet şahitlerin Müslümanlardan olduğuna nass teşkil ederken,
ikinci ayet ise şahitlerin Müslümanlardan ve gayri müslimlerden
olabileceğine nass teşkil etmektedir. Yani birinci ayet şahidin
Müslüman olmasını şart koşarken ikinci ayet ise gayri müslimin
de şahitlik yapmasına cevaz vermektedir. Dolayısıyla müctehidin
iki ayetin arasını bulması gerekmektedir. Yani birinci ayetin
şahitlik konusunda mutlak olduğunu ikinci ayetin ise yolculuk
esnasında yapılabilecek bir vasiyet ile mukayyet olduğunu
bilmesini gerektirmektedir. Diğer bir anlatımla ikinci ayetin
vasiyet esnasında vasiyetin dışındaki mali muamelelerde Müslüman
olmayanların şahitlik yapmasına cevaz verdiğini birinci ayetin
ise mali konuların dışındaki meselelere delalet ettiğini
müctehidin bilmesini gerektirmektedir. Aynı zamanda iki ayet de
beyyinenin iki adil şahit üzerinde olduğuna delalet etmektedir.
Allahu
Teâla'nın şu ayeti de bunu teyit etmektedir:
وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ
يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ
"Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, bir
erkek iki kadın şahit olabilir."
Bu
durumda Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
emzirme konusunda bir kadının şahitliğini kabul ettiğini ve
davacının yemini ile beraber bir kişinin şehadetini kabul
ettiğini haber veren sahih hadis ile ayetler arasındaki bağlantı
nasıl kurulacaktır? İbn-i Abbas'dan;
“Resulullah
Sallallahu Aleyhi
Vesellem,
yemin ve bir şahidin şehadeti ile hükmetti.” Yine Cabir
Radıyallahu Anhum'dan; “Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
şahitle beraber bir yemin ile hükmetti.”
Müminlerin emiri Ali b. Ebu Talib
Radıyallahu Anha
ise şöyle demektedir. "Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem
bir şahidin şahitliği ve hak sahibinin de yemin etmesi ile
hükmetti."
Görüldüğü üzere deliller arasında çelişki vardır. Ancak nassları
inceden inceye araştıran bir müctehid ayetin şahitlik konusunda
ekmel/eksiksiz nisabı/miktarı zikrettiğini, ekmel nisab
tamamlanmadığı zaman şahitliğin kabul edilmeyeceği anlamına
gelmediğini görür. Çünkü nisab ancak tahammül için vardır. Fakat
kadı tarafından hükümde ve hükmü uygulamada şehadet nisabı şart
koşulmaz. Sadece beyine/yemin şart koşulur. Beyyine ise; tek bir
kadının şehadeti ile veya bir erkeğin şahitliği ile beraber hak
sahibinin yemini ile hakkı/doğruyu açıklayandır. Ancak zina
şehadetinde olduğu gibi şehadet nisabını tayin eden Şer’î bir
nassın gelmesi müstesnadır. Bu durumda nass ile şehadet nisabı
kayıtlanmış olur.
Yine
Nebi Sallallahu
Aleyhi Vesellem
Uhud savaşında müşriklerin Müslümanlarla beraber savaşa
katılmalarını kabul etmeyip reddederek onlar hakkında;
لا تستعين بالكفار
"Kâfirlerden yardım istemeyiz."
derken
Huneyn'de ise müşriklerin yardımlarını kabul etmiştir. Burada da
bu iki delil arasında uyum nasıl sağlanacaktır?
Burada
müctehidin, Resulün Uhud'da müşriklerin kendi bayrakları altında
savaşarak, Müslümanlara yardım etmeyi istediklerinden dolayı
müşriklerin yardımını reddettiğini bilmesi gerekir. Bu nedenle
Uhud’da müşriklerin yardımlarının reddedilmesindeki illetin,
müşriklerin devletlerinin/bayraklarının gölgesi altında savaşmak
istemeleri olduğunu anlamalıdır. Huneyn'de onların yardımlarını
kabul etmesinin sebebi ise; Resulün sancağı/bayrağı altında
savaşmayı kabul etmelerinden dolayı olduğunu, dolayısıyla da
illet kalktığı için Huneyn'de müşriklerin yardımlarını kabul
ettiğini ve yardım almanın caiz olduğunu bilmesi gerekir.
İşte, bu
ve benzeri açıklamalarla delillerdeki karışıklık/çelişki
görüntüsü ortadan kalkar.
Sem’î
delilleri anlama ve onlar arasındaki dengeyi kurabilme gücüne
sahip olmak temel şarttır. Bu nedenle mutlak müctehidin Şer’î
hükümlerin kaynaklarını ve kısımlarını, isbat yollarını, delalet
ettiği şeyler üzerindeki delalet yönlerini, ihtilaf
mertebelerini ve onların muteber şartlarını bilmesi gerekir.
Deliller birbiri ile çatıştığı zaman ise tercih yönlerini de
bilmesi gerekir. Bunları bilmek ise hadis ravilerini, cerh ve
ta'dil metodunu, nüzul sebeplerini ve nasslardaki nasih ve
mensuhu bilmeyi gerektirir.
Lafızların delalet yönünü bilmek ise; Arapça lisanını bilmeyi,
Arapça lisanındaki lafızların anlamlarını, delalet ve belağat
yönlerini bilmede hâkim bir konuma sahip olmayı, güvenilir
rivayete dönebilmek ve bu konuda lügatçilerin ne dediğini
bilebilmek için tek bir lafızda geçerli olan ihtilafları bilmeyi
de beraberinde gerektirir. Sözlüğe bakarak
القرء
kelimesinin temizlik ve hayz anlamına geldiğini
النكاح
kelimesinin cinsi münasebet ve akid anlamına geldiğini bilmek
yeterli değildir. Bilakis genel bir şekilde sarf, nahv, belağat,
lügat ve bunların dışındaki dallarda Arapça lisanını bilmek
gerekir. Bunları bilmek, Arapça lisanına, edebiyatçıların
kullanımına göre tek bir cümle, tek bir lafızdaki delalet yönüne
vakıf olma imkânını, Arapça kitaplara müracaat etme ve onlardaki
ibareleri anlama imkânını sağlar. Fakat bu, bütün detaylarında
müçtehit olmak demek değildir. Zira bu hususta, lügatte Esmai,
Sibavhi gibi olması şart koşulmaz. Lafzın delaleti ile cümleler
ve üslûplar arasındaki ayırımı yapabilecek derecede, mutabakat,
tazmin, hakikat, mecaz, kinaye, müşterek, müteradif gibi lügat
konularını bilerek lügat üsluplarında âlim olmak yeterlidir.
Özetle
mutlak ictihad derecesine ulaşmak için kişide iki özelliğin
bulunması gerekir:
1.
Sem'i delilleri anlayarak Şer’î maksatları anlamak,
2.
Arapça
lisanını ve ondaki cümlelerin, lafızların ve üslûpların
delaletlerini bilmek.
İşte,
böylece müctehid anlayışına binaen hüküm istinbat etme imkânını
elde edebilir. Mutlak müctehid demek bütün nassları kuşatıcı
olan ve ne olursa olsun herhangi bir hükmü istinbat edebilme
gücüne sahip olan anlamına gelmez. Mutlak müctehid, birçok
meselede mutlak ictihad derecesine ulaşmakla beraber bunların
dışındaki bazı meseleleri bilmiyor da olabilir. Bütün
meselelerde ve her mesele ile ilgili hükümleri bilmesi ve idrak
etmesi mutlak müctehid olmanın şartlarından değildir.
Dolayısıyla mutlak müctehidin varlığı sanıldığı kadar zor bir iş
değildir. Bilakis doğru bir şekilde bu işe önem verildiği sürece
mutlak müctehid olmak kolaydır. Şeriat ve lügat ile ilgili
gerekli bilgileri öğrendikten sonra herkesin mesele müctehidi
olması da kolay bir iştir.
|