Fıkıh;
İslâmî bilgilerin en kıymetli olanlarından ve toplum üzerinde
de etkisi en büyük olanlarındandır. İslâm kültürüne ait
bölümlerin en önemlisidir. Zira İslâm kültürü, Kitap Sünnet ve
bu ikisinin anlaşılması için ortaya konan ve bunların uzantısı
olan bilgilerden meydana gelmektedir. İslâm kültürü, Arapça
lisanı ile ilgili ilim dallarını, Hadis ilimlerini ve tefsirle
ilgili ilimleri kuşatmasına rağmen, onun en belirgin yönü,
hayata bakış açısı ile bağlantılı fikirler ve hayatın
sorunlarını çözen çözümlerdir. Bir başka ifade ile o hem akide
hem de Şer’î hükümlerde kendini gösterir. Çünkü İslâm kültürü,
hayatta karşılaşılan sorunları çözmeye yönelik olarak alınan
pratik kültürdür. İçerisinde akideye ait konulardan daha
ziyade sorunlara ait çözümleri yani daha çok hükümleri
bulundurmaktadır. Fıkıh, ancak bu hükümleri bilmekle olur.
İslâmî
kültürün ve Şer’î hükümlerin öğrenilmesi Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
resul olarak gönderilmesinden itibaren başlar. Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
tek başına Şer'î hükümlerin kaynağı idi. Çünkü insanlara Allah
Subhenehû ve Teala’nın dinini öğretmesi için
gönderilmişti. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ
وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ
"Ey Resul Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan
onun elçiliğini yapmamış olursun."
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا
نُزِّلَ إِلَيْهِمْ
"Sana da insanlara indirileni açıklayasın diye bu zikri
indirdik."
Resulün
dışında Müslümanlardan herhangi biri, yalnız başına herhangi bir
konuda veya herhangi bir hüküm hakkında görüş belirtemez. Çünkü
Resul onların aralarındadır ve herhangi bir mesele ile ilgili
olarak ona müracaat etmeleri kolaydır. Resul varken ne tür bir
olay olursa olsun, herhangi birinin kendinden bir görüş
belirtmesine asla yol yoktur. Bu nedenle onlar, bir olayla
karşılaştıklarında ve bir ihtilaf vuku bulduğunda ve onlardan
birinin aklına bir şey takıldığında hemen Resule soruyorlar ve
Resul bazen bir ayet ile bazen de Hadis ile görüşünü onlara
bildiriyor, aralarındaki ihtilafı gideriyor ve onların
sorularını cevaplandırıyordu.
Ancak
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
zamanında bazı Sahabelerin ictihad ettiklerine ve bazı
anlaşmazlıklara ictihadları ile hükmettiklerine veya bazı
vakıalarla ilgili olarak hüküm istinbat ettiklerine dair gelen
haberlere gelince:
Bu
ictihadların hiçbiri Şer’î hükümlere kaynak teşkil etmemekteydi.
Bunlar ancak, Şeriatı anlamak için yapılan hareketlerden,
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'den
gelen bir emirin yerine getirilmesi ve Şeriatın tatbikinden
ibarettir. O müçtehitlerin de anladıkları gibi bunlar Kitap ve
Sünnete dayanmaktadır. Buna bu ictihadların içerisinde meydana
geldiği durum delâlet etmektedir. Zira. Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Ali b. Ebi Talib'i Yemen'e kadı olarak gönderirken ona şöyle
dediği rivayet edilir:
إِنَّ اللَّهَ سَيَهْدِي قَلْبَكَ
وَيُثَبِّتُ لِسَانَكَ فَإِذَا جَلَسَ بَيْنَ يَدَيْكَ
الْخَصْمَانِ فَلا تَقْضِيَنَّ حَتَّى تَسْمَعَ مِنَ الآخَرِ كَمَا
سَمِعْتَ مِنَ الأوَّلِ فَإِنَّهُ أَحْرَى أَنْ يَتَبَيَّنَ لَكَ
الْقَضَاءُ "Allah, kalbine hidayet verecek ve
lisanını sabitleştirecektir. Davalı ve davacı iki hasım senin
önünde oturduğu zaman birinci konuşanı dinlediğin gibi diğerini
de dinlemedikçe aralarında hüküm verme. Böyle davranman, durumun
aydınlanması açısından senin için daha iyidir."
Yine
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken ona şöyle dediği rivayet
olunur:
كيف تقضي إذا عرض لك قضاء ولم تجد في كتاب الله ولا في سنة رسوله
ما تقضي به؟ فقال معاذ اجتهاد رأيي فقال الرسول الحمد لله الذي وفق
رسول رسول الله لما يرضي الله ورسوله
"Sana bir dava geldiği zaman onun hükmünü Allah’ın Kitabında
ve Resulü'nün Sünnetinde de bulamazsan ne ile hükmedeceksin?
Muaz,
görüşümle ictihad ederim dedi. Bunun üzerine Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem
şöyle dedi: Allah’ın Resulünün elçisini Allah ve Resulünün
razı olacağı hususta muvaffak kılan Allah’a hamdolsun."
Yine
aralarındaki duvarın her birinin de kendisine ait olduğunu iddia
eden iki komşusu arasındaki anlaşmazlığa hükmetmesi, gidermesi
için Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Huzeyfe
b. el-Yeman'ı görevlendirdi.
Bir
başka olayda ise Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
Amr b.
al-As'a şöyle dediği rivayet edilir:
أحكم في هذه القضية. فقال عمرو أأجتهاد وأنت حاضر؟ قال نعم ان أصبت
فلك أجران وان أخطأت فلك أجر
“Bu dava
hakkında hükmet.
Bunun üzerine de Amr; Sen burada iken ben ictihad mı edeyim?
Diye sordu. Allah’ın Resulü ise şöyle dedi:
Evet,
eğer isabet edersen senin için iki sevap, hata edersen bir sevap
vardır."
Bütün
bunlar ve benzerleri, Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
zamanında Müslümanların yapmış olduğu ictihadların, ancak Resul
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in
emri ile yapıldığına ve bunun kaynağının da yine kendisi
olduğuna delâlet etmektedir.
Buna
göre, Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
dönemi bütün İslâm kültürünün ortaya çıkıp vücut bulduğu
dönemdir. Bu durum
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
gönderilişinden vefatına kadar geçen yirmi iki küsür yıl devam
etti. Kur'an'ın tamamı bu zaman içerisinde indi. Ve yine
Sünnet-i Şerif de bu müddette tamamlandı. Kur'an ve Sünnet;
fikirler, hükümler ve kültür için İslâm'ın tek kaynağıdırlar.
Hicretin
on birinci yılında Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
vefatı ile Sahabe dönemi başladı. Sahabe dönemi aynı zamanda
tefsir ve hakkında nassın bulunmadığı ortaya koymadığı olaylarla
ilgili olarak istinbat/hüküm çıkarma kapılarının açıldığı
dönemdir. Sahabeler, Kur'an'ın ve Sünnetin nasslarının tamamının
henüz Müslümanlar arasında yayılmadığını ve herkesin elde
edebileceği şekilde bulunmadığını gördüler. Çünkü Kur'an'ın
nassları, Resulün ve bazı Sahabelerin evinde özel sayfalarda
yazılmış bir şekilde bir arada bulunuyordu. Sünnet ise henüz bir
araya toplanmış değildi.
Sahabeler Kur'an ve Sünnetin teşrii sırasında meydana gelen
birtakım olaylar hakkında hükümler koyduğunu, olması muhtemel
varsayıma dayalı olaylar hakkında ise hükümler koymadığını
gördüler. Müslümanlar, Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
zamanında vuku bulmayan birtakım olaylar ve sorunlarla
karşılaştılar. Resul
Sallallahu Aleyhi Vesellem’in
bu olaylar ve sorunların hükümlerini belirleyen açık nasslar
bırakmadığını gördüler. Aynı zamanda Müslümanlardan her ferdin
Kur'an ve Sünnetin nasslarından kendi başına hüküm çıkarabilecek
güçte olmadığını da gördüler. Çünkü insanlar bu nassları ancak,
onlara bunları anlatacak kimseler aracılığı ile
anlayabilmektedirler. Dolayısıyla da insanlara bu nassları
anlatabilecek şahısların bulunması gerekmektedir. Bu nedenle,
Müslümanlar arasında Kur'an’ı Kerimi ve Resulün Hadislerini
yaymanın kendilerine ait bir görev olduğunu idrak ettiler.
Bu
amaçla Kur'an’ı toplama ve toplanan nüshadan birçok nüshalar
çoğaltarak Müslümanlar arasında yayma işini yerine getirdiler.
Sünnetin rivayetinde, bunu nakleden ravilerin güvenilir kimseler
olmasını sağlayacak gerekli ihtiyati tedbirleri aldılar. Aynı
zamanda, Kitap ve Sünnetin nassları ile ilgili olarak
Müslümanların muhtaç oldukları tefsir ve açıklamaları yapmanın
da onların üzerine düşen bir görev olduğunu idrak ettiler. Ve
insanlara dinlerini öğretmeye başladılar.
Sonra da
insanların, hakkında nass bulunmayan olaylarla
karşılaştıklarında insanlara fetva vermek zorunda olduklarını
gördüler. Bu amaçla da ortaya çıkan meselelerde gerekli
hükümleri istinbat etmeye, dinin en güzel emrini yerine
getirmeye başladılar.
Şer’î
hükümler konusunda Sahabelerin takip ettikleri metot şöyle idi:
-
Karşılaştıkları olayın hükmünü gösteren Kur'an'da ve Sünnette
bir nass buldukları zaman buldukları nassdan öteye geçmezler ve
nassı olaya doğru bir şekilde tatbik edebilmek için bütün
gayretlerini bu nasslardan kastedilen manayı anlamaya
harcarlardı.
-
Karşılaştıkları olayın hükmünü gösteren Kur'an'da ve Sünnette
bir delil bulamadıkları zaman ise, hükmü istinbat için ictihad
ederlerdi.
-
İçtihatlarında Şer’î nassları iyi bir şekilde anlamaya ve şifaen
Resulden öğrendikleri bilgilere, ayetlerin inişine ve olaylara
tatbik edilmelerine şahit olarak sahip oldukları bilgilere
dayanıyorlardı.
Onların
yaptıkları ictihadları inceleyenler, hakkında nass olmayan
olayı, hakkında nass bulunan olaya Kıyas ettiklerini görürler.
Onlar "Maslahatı celb ve mefsedeti def etmeyi/maslahatı elde
etmeyi ve zararları gidermeyi " hükümler için bir illet
saymıyorlardı. Şeriatın kendisine delâlet ettiği maslahata
itibar ediyorlardı. Hakkında nass bulunmayan maslahatları,
hakkında nass bulunan maslahatlara Kıyas ediyorlardı. Maslahatı
tespit hakkında kendi görüşlerini söylemiyorlardı. Çünkü kişisel
görüşe dayanarak söz söylemek nehyedilmişti.
Tarihçiler, muhaddisler ve fakihler Sahabelerden birçok ictihad
nakletmişlerdir. Bunlardan, onların Şeriata ne kadar bağlı
oldukları ve Şeriatı ne kadar anladıkları anlaşılmaktadır.
Bunlara birkaç örnek:
Bir
kadın, dostu ile kocasının oğlunu öldürmek üzere anlaşmış ve onu
öldürmüştü. Olay Ömer'e intikal edince Ömer; Bir kişiye karşılık
iki kişi öldürülebilir mi diye tereddüt etti. Bunun üzerine Ali
Radıyallahu Anhu
şöyle dedi: "Söyle bakalım, bir grup bir deveyi beraberce
çalsalar ve deveyi kesip aralarında paylaşsalar her biri bir
parça alsa, her birine hırsızlık cezasını uygular mıydın?
deyince Ömer: "Evet" diye cevap verdi. Ali de dedi ki; "İşte bu
da öyledir." Bunun üzerine Ömer Ali'nin görüşü ile amel etti ve
amiline ikisini de öldürmesini emrederek şöyle yazdı: "Eğer
San'a halkının tamamı bu cinayete katılmış olsaydı hepsini
öldürürdüm."
Yine bir
gün ortak bir meselede ihtilaf ettiler: Bir kadın ölmüş ve
geride kocası, anası, ana bir kardeşleri ve öz erkek kardeşleri
kalmıştı. Ömer kocaya 1/2, anneye 1/6 ana bir kardeşlere 1/3
verdi ve öz kardeşlere hiçbir şey kalmadı. Bunun üzerine öz
kardeşler ona; “Diyelim ki babamız eşekti. Biz aynı anneden
değil miyiz?” Ömer görüşünü değiştirdi ve onları da mirasa ortak
etti.
Eğer
maslahat bizzat nassın kendisinden anlaşılıyorsa, Sahabeler
nassın kendisi için geldiği maslahatı yakalayıp anlamaya
çalışıyorlardı. Allahu Teâla'nın şu ayeti buna örnektir:
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ
وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ
"Sadakalar, Allah'tan bir farz olarak; ancak fakirler,
miskinler, sadaka üzerinde memur olanlar, kalpleri
ısındırılanlar... aittir."
Allahu
Teâla, kalpleri İslâm'a ısındırılanları zekât verilecek kimseler
arasında saymaktadır. Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
de kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen bazı kimselere sadaka
verdiği sabittir. Resulün vefatından sonra Ömer'in onlara zekât
vermediği ve onlara şöyle dediği rivayet edilir:
"Allah
İslâm'ı güçlendirdi ve artık İslâm'ın size ihtiyacı kalmadı.
Eğer İslâm üzere devam ederseniz ne ala. Eğer devam etmek
istemezseniz sizin ile bizim aramızda kılıç vardır."
Ömer
kalplerin ısındırılmasının devletin güçsüz olması nedeniyle
yapılan bir hareket olduğunu ve
وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ
"kalplerin ısındırılması" kelimesinin de bu anlama geldiğini,
söyledi. Zira Ömer’e göre; kalplerin ısındırılması ancak onlara
ihtiyaç olduğu zaman geçerlidir. İslâm'ın güçlenmesi ile ise
artık onlara ihtiyaç kalmadığını, ihtiyacın ortadan kalkması ile
de, kalplerin ısındırılmasına neden olan
illet
de ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla bununla ilgili bu hüküm de
kalkmıştır.
Sahabeler bilmedikleri nassları öğrenmek maksadıyla insanlara
soruyorlar ve araştırıyorlardı. Sahabeler Radıyallahu Anhum
Hicaz'da toplanarak Kitap ve Sünneti araştırıyorlardı. Kitap ve
Sünnette bir mesele ile ilgili hükmü bulamadıkları zaman,
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
böyle bir mesele hakkında bir hükümde bulunduğunu bilen bir
kimsenin olup olmadığını araştırmak üzere Müslümanlara
soruyorlardı. Bu nedenle birbirlerine müracaat ediyorlar ve
sordukları mesele hakkında görüş belirtebilmek amacıyla bir
araya gelip meseleyi soruşturuyorlardı.
Ebu
Bekir ve Ömer hükümleri istinbat ederken halka müracaat
ediyorlardı. el- Bağavi "Mesabihi's Sünne" isimli eserinde şöyle
demektedir:
“Kendisine bir dava geldiği zaman Ebu Bekir, Allah
Subhenehû ve Teala’nın Kitabına bakar. Eğer orada bir
hüküm bulursa onunla hükmederdi. Kitapta bulamazsa, bu konu ile
ilgili olarak Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Sünnetinden bildiği ile hükmederdi. Eğer bu ikisinde de
bulamazsa çıkıp Müslümanlara sorar ve şöyle derdi: Bana şöyle
şöyle bir dava geldi. Eğer bu konuda Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
verdiği bir hükmü biliyorsanız bana söyleyin. Bazen ashabdan bir
cemaat yanına gelerek Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
o konudaki hükmünü bildirirlerdi de bunun üzerine Ebu Bekir
şöyle derdi: "Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
uyguladığı hükümleri ezberleyen insanları aramızda bulunduran
Allah Subhenehû ve Teala’ya hamd olsun." Eğer o
meselenin hükmünü Nebi
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
Sünnetinde de bulamazsa halkın ileri gelenlerini toplar ve
onların seçkinleri ile istişare ederdi. Eğer onların görüşleri
bir hüküm üzerinde birleşirse ona göre hükmederdi.”
Ömer
Radıyallahu Anhu'nun
de bildiği halde sahabeler ile istişare ettiği rivayet edilir.
Hatta kendisine bir olay getirildiği zaman; "Bana Ali'yi çağırın
ve bana Zeyd'i çağırın" derdi. Onlarla istişare eder sonra da
ittifak ettikleri ile karar verirdi.
Sahabelerin birbirlerine müracaat ettiği bu metotla, aralarında
görüş ayrılıkları nadiren görülmekteydi. Çünkü onlardan her biri
kendinde var olan görüşü diğerine açıklıyor ve görüşünü hangi
delille delillendirdiğini gösteriyordu. Böylece onların tamamı
hak ve doğru olana yöneliyorlar ve bir kısmı diğerinin görüşüne
başvuruyordu. Onlar her ne kadar bazı hükümlerle ilgili
görüşlerinde ihtilaf ediyorlarsa da onların ihtilafları nadiren
görülmekteydi ve ihtilafları, anlama metodunda değil anlamada
oluyordu.
Fetihlerin genişlemesiyle Sahabeler çeşitli şehirlere dağılınca
hakkında nass bulunmayan bir olayla karşılaşıldığı zaman bu
Sahabeleri bir araya toplamak kolay olmadı. Şehirlerin
birbirinden uzak olması ve yaşadıkları şehirde karşılaştıkları
olay hakkında hemen hüküm verme zaruretinden dolayı, görüşünü
diğerlerine açmaya veya başkasının görüşüne başvurmaya imkân
bulamadılar ve bulunduğu yerde her Sahabe gösterdiği görüşte
yalnız kaldı. Müslümanların yaşadığı şehirlerin her birinde bir
veya daha fazla Sahabe bulunuyordu. Onlar bulundukları yerlerde
meseleler hakkında kendilerine Şer’î hükmün sorulduğu
kimselerdi. Hakkında nass bulunmayan meselelerde hükümler
istinbat ediyorlar, insanlara Kitap ve Sünneti öğretme görevini
üstlendikleri gibi nassların açıklanması işini de
üstlenmişlerdi.
O dönem,
Sünnet henüz bir araya getirilmemişti. Bu nedenle de tek olay
hakkında Sahabelerin görüşleri de farklı oluyordu. Onlardan her
birinin istinbat ettiği ve fetva verdiği görüşüne göre bir
delili vardı. Bununla beraber bu görüşlerin tamamı, onların
tamamı tarafından kabul görmüş Şer’î hükümlerdi. Çünkü onlar
yalnızca nassı anlama konusunda ihtilaf etmişlerdi. İçtihat
metotları ise, Kur'an ve Hadisle ilgili nassı esas alarak önce
bunları araştırmaya dayanan tek bir metotları vardı. Onlara göre
maslahatlar ancak Şeriatın delâlet ettiği maslahatlardır.
Meseleleri ve maslahatları da Kıyaslıyorlardı. İçtihat
metotlarının tek olması, anlayıştaki bu farklılık üzerinde
herhangi bir etki meydana getirmiyordu. Tam tersine fıkhın
gelişmesi ve büyümesine bir sebep teşkil ediyordu. Ortaya çıkan
olaylar ve sorunlar kadar fetvalar vermişlerdir. Aralarındaki
ihtilaflar önemli bir yer işgal etmediği gibi fûruu konuları da
aşmamıştır.
Sahabeler arasında detay konulardaki ihtilaf iki sebebe
dayanmaktadır:
1.
Kur'an'ın ve Sünnetin nasslarının büyük bir bölümü kast edilene
delâletleri açısından katiyyet değil zannilik ifade etmekteydi.
Bir nass, şu manaya delâlet edeceği gibi lügat açısından iki
veya daha fazla anlama gelebilen müşterek manaya da delâlet
etmesi nedeniyle bir başka manaya da delâlet etmekte veya lafız
tahsis ihtimali olan genel bir lafız olabilmektedir. Onlardan
her müctehid kendinde var olan karinelere göre belli bir anlamı
tercih ediyordu.
2.
Sünnet henüz bir araya toplanmamıştı. Bütün Hadisler bir kitapta
toplanmadığı gibi bütün Müslümanların aynı seviyede istifade
edebileceği şekilde Müslümanlar arasında yaygın da değildi.
Sünnet henüz rivayet ve ezber yoluyla intikalini sürdürüyordu.
Bazen Mısır'daki bir müctehidin bildiği bir Hadisi Şam'daki bir
müçtehit bilemiyordu. Daha önceden bilmediği bir Sünneti
başkasından öğrendiği zaman bazı müçtehitler çoğu kez verdikleri
fetvadan dönüyorlardı. Bu da detay konularda ihtilaflara neden
oluyordu. Ancak deliller ve usul değişmiyordu. Bu nedenle de
ictihad metodunda farklılık olmuyordu.
Özetle
Sahabeler, Şeriatı biliyorlardı. Kur'an'ı öğrendiler ve Hadisi
Resul Sallallahu
Aleyhi Vesellem'den
aldılar. Risalet sahibi Efendimiz Muhammed
Sallallahu Aleyhi Vesellem'le
olan beraberliklerinden dolayı kendilerini İslâm hükümlerini
uygulamaya vakfettiler. İnsanların arasında hükmediyorlar,
meseleleri belli bir hükme bağlıyorlar ve onlara dinlerini
öğretiyorlardı. İkamet ettikleri belde insanları için bir nur ve
Şeriat için güvenilir bekçi idiler. İslâm'a davette güven veren
ve sadık kimselerdi. İnsanlara Kur'an'ı okuyorlar, Şeriatı ve
hükümlerini öğretiyorlardı. İnsanlara İslâm'ın öğretilmesinde
teorik yolu değil pratik bir yolu takip ediyorlardı. İnsanlara,
İslâm'ı ve hükümlerini, bu hükümlere göre hayatın sorunlarının
nasıl çözüleceğini ve onlardan yararlanma metodunu da
öğretiyorlardı.
Onlar,
yönetici kimselerdi. Aynı zamanda da öğretici kimselerdi.
İnsanlar, kendilerinden İslâm kültürünü, İslâm'ı almak ve
hükümleri anlamak için Sahabeye doğru koşuyorlardı. Şer’î
hükümler hakkında açıkladıkları görüşler fetvalar olarak
isimlendirildi. Kadın erkek Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'in
ashabından 130 civarında fetva ezberlenmiştir. Bunların
içerisinde ilim ve görüş belirtmede yedi kişi ön plana
çıkmaktadır. Ve bunlar “El-Müksirûn” diye isimlendirilmiştir. Bu
yedi kişi şunlardır: Ömer, Ali, İbni Mesud, Aişe, Zeyd b. Sabit,
İbni Abbas ve İbni Ömer.
Halifeler, valiler ve diğer yöneticiler Şer’î hükümler konusunda
fakih, âlim kimselerdi. Fetva ile meşgul idiler. Onun için İslâm
onlarda cisimleşmişti. Zira akılları İslâm kültürü ile dolu idi.
Fikirleri bu kültürden kaynaklanmaktaydı. Doğruladıkları
mefhumları bu fikirlerin anlamları idi. Bu emirleri, yasakları
ve hükümleri onlar infaz ediyorlardı. Halife ve vali düşünüyor,
düşündüğü ile amel ediyor, anlıyor ve anladığı ile de
hükmediyordu. Bu nedenle amelleri isabetli, işleri dosdoğru,
şahsiyetleri üstün, insanlara karşı konuşmalarında doğru sözlü
ve verdikleri hükümler bütün incelikleri ile İslâm çizgisine
tamamen bağlı kimselerdi.
Tabiinden bir grup Sahabelerden ayrılmayarak, onlardan Kur'an'ı
aldılar, Sünneti onlardan rivayet ettiler, onların fetvalarını
ezberlediler ve hükümleri istinbat metotlarını anladılar.
Sahabeler hayatta iken fetva veren Tabiinin ileri gelenlerinden,
Medine'de Said b. el-Müseyyeb'i, Kufe'de de Said b. Cübeyr'i
zikredebiliriz. Bu nedenle Sahabeler dünyadan göçtüklerinde
fıkıhta ve istinbatta onların yerini Tabiinin doldurduğunu
görmekteyiz. Tabiin de ictihadlarına göre hükümler istinbat
ediyorlardı. Onlar bir mesele hakkında hüküm vermek istedikleri
zaman cevabını önce Allah Subhenehû ve Teala’nın
Kitabı'nda ve Resulünün Sünnetinde arıyorlardı. Bu ikisinde
bulamazlarsa Sahabelerin fetvalarını inceliyorlardı. Onlar fıkhi
açıdan Sahabelerin fetvaları arasında tercih yapıyorlar,
onlardan bir kısmının görüşünü alıyorlar, bazen de Sahabelere
muhalefet ediyorlardı.
Hüküm
istinbatında Tabiin de Sahabelerin metodunu uyguluyordu. Bu
nedenle verdikleri fetvalar, herhangi bir varsayıma göre değil
ortaya çıkan olaylar ve sorunlar kadardı. Yani olaylar kadar
fetvalar bulunmaktaydı. Yine onlar arasındaki ihtilaflar da pek
fazla değildi. Aynı zamanda ihtilaf sebepleri, Sahabelerin
ihtilaflarını da aşmıyordu. Bu ihtilaflar Şer’î deliller
üzerinde değil, nassların anlaşılması konusunda idi. Bu nedenle
onların ihtilafları Müslümanlar arasında hayatta herhangi bir
etkisi olmamıştır.