İslâm Fıkhında
Çekişmelerin ve Tartışmaların Etkisi |
|
Sahabe
ve Tabiin döneminde iki büyük olay meydana gelmiştir:
1-
Osman Radıyallahu Anhu'nun öldürülmesinden
kaynaklanan fitne.
2-
Âlimler arasında meydana gelen tartışmalar. Bu olaylar Şer’î
delillerin çeşitleri hakkındaki ihtilafları doğurdu. Bu
ihtilaflar da yeni siyasi grupların ve çeşitli fıkhi mezheblerin
oluşumuna yol açtı.
- Zira
Osman b. Affan
Radıyallahu Anhu'nun
öldürülmesinden sonra, Hilafet için Ali b. Ebu Talib'e biat
edildi. Bunun üzerine hilafet makamına geçmek için Muaviye b.
Ebu Süfyan, Ali
Radıyallahu Anhu
ile
çekişti ve iki grup arasında alevlenen savaş iki hakemin
hakemliğinin kabullenilmesi ile sona erdi. Bu olaydan daha önce
var olmayan yeni siyasi gruplar ortaya çıktı. Ve bu siyasi
grupların kendisine ait görüşleri gündeme geldi. Siyasi görüşler
Halife ve Hilafet konuları ile başladı. Sonra da diğer birçok
hükümleri kapsadı.
Bu
arada hilafeti esnasında uyguladığı siyasetten dolayı Osman'a ve
tahkim olayını kabulünden dolayı Ali'ye ve zorla hilafeti ele
geçirmesinden dolayı da Muaviye'ye karşı çıkan Müslümanlardan
bir grup meydana geldi. Topluca onlara karşı çıktılar. Halifeye
biat konusunda onların görüşleri; halife olacak kimsenin
Müslümanların biatını zor kullanarak değil Müslümanların gönül
rızalarıyla alınması yönündeydi. Kendinde halife olabilecek
yeterliliği bulunduran herkes halife olabilir, Habeşli bir köle
dahi olsa; Müslüman, erkek ve adil olduğu sürece Müslümanların
ona biat etmesiyle hilafet biatı akd edilmiş/tamamlanmış olur.
Ancak emrettikleri, Kitap ve Sünnetin sınırları çerçevesinde
olan bir halifeye itaat gerekir. Bunlar; Osman, Ali, Muaviye
veya bunları destekleyenlerden birinin rivayet ettikleri
Hadislerde geçen hükümleri almıyorlar, onların rivayet ettikleri
bütün Hadisleri, görüşlerini ve fetvalarını reddediyorlardı.
Beğendikleri kimselerin rivayetlerini tercih ediyorlar, onların
görüşlerine itibar ediyorlar, kendi âlimlerinden başka âlimleri
kabul etmiyorlardı. Bunların özel bir fıkhı vardı. Bunlar
“Hariciler”
diye bilinen kimselerdir.
Yine
Ali b. Ebu Talib'i
Radıyallahu Anhum
ve onun çocuklarını seven bir grup daha ortaya çıktı. Bunlara
göre, Ali ve çocukları Hilafet makamına herkesten daha layıktır.
Kendisinden sonra hilafet makamına Ali'nin geçmesini Resul
Sallallahu Aleyhi
Vesellem'in
vasiyet ettiğini ileri sürerler. Sahabenin çoğunluğunun
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'den
rivayet ettikleri birçok Hadisi reddettiler. Sahabenin
görüşlerine ve fetvalarına hiç önem vermediler. Sadece Ehl-i
Beyt'ten imamlarının rivayet ettikleri Hadislere ve onlardan
çıkan fetvalara önem verdiler. Kendilerine ait özel bir
fıkıhları vardı. Bunlar da
“Şia”
diye bilinen kimselerdir.
Ancak
Müslümanların çoğunluğu yukarıda zikredilen grupların peşinden
gitmediler. Halifenin Kureyşli olduğunda biat edileceği
görüşündedirler. İstisnasız bütün Sahabelere karşı dostluk,
sevgi ve iyi duygular beslemekteydiler. Aralarında var olan
ihtilafların tamamı küfür ve imanla hiçbir bağlantısı olmadan
zanna dayalı Şer’î hükümlerdeki ictihadlardan kaynaklanmaktaydı.
Sahabe arasında hiçbir ayırım yapmadan rivayet ettikleri her
Hadisle delil getiriyorlardı. Zira onlara göre Sahabenin hepsi
uduldür. Sahabenin her türlü fetva ve görüşlerini alıyorlardı.
Böylelikle yönetim, istinbat metodu ve delillerin çeşidi
hakkındaki ihtilaflarından dolayı, birçok konuda benimsedikleri
hükümler diğer siyasi mezheblerin kabullendikleri hükümlerle
uyuşmamaktaydı.
Buradan
da anlaşılacağı üzere; fitnenin ortaya çıkmasıyla tarihte önemli
ihtilafların çıkmasına yol açan fıkhi ve siyasi bir durum
meydana geldi. Ancak bu ihtilaflar Şeriat üzerinde yani İslâm
dini üzerinde değil İslâm Şeriatının anlaşılmasında görülen
ihtilaflardı. Bu nedenle farklı görüşlere sahip olanların tamamı
Müslüman’dı. Bazen ihtilafları detay konular ve hükümleri aşarak
usul/deliller, istinbat metotlarına kadar vardıysa da bu onların
Müslüman olmalarını zedeleyici bir seviyede olmamıştır.
-
Âlimler arasında cereyan eden tartışmalara gelince: Bu
tartışmalar, siyasi ihtilaflar değil ancak fıkhi ihtilaflara yol
açmıştır. Çünkü bu ihtilaflar Halife, Hilafet ve yönetim nizamı
gibi konularda ortaya çıkan ihtilaflar değil, hükümler ve hüküm
istinbat metodu üzerinde görülen ihtilaflardı.
Bazı
müçtehitler arasında vuku bulan tartışmalar ve ihtilaflar,
aralarındaki ictihad metodunda farklılığın gündeme gelmesine
neden olmuştur. Nitekim hüküm istinbatı konusunda Medine'de
Rabia b. Ebu Abdurrahman ile Muhammed b. Şihab ez-Zühri arasında
İslâmi konular üzerinde tartışmalar çıkmıştı. Bu tartışmalar,
Medineli birçok fakihin Rabia'nın meclisinden ayrılmalarına ve
Rabia'yı "Rabiatü'r Rey" diye lâkaplandırmalarına neden
olmuştur. Aynı türden bir tartışma Kufe'de de İbrahim en-Nehai
ile Şa'bi arasında vuku bulmuştur.
Bu
tartışmalardan hüküm istinbatı konusunda çeşitli görüşler ortaya
çıkmıştır. Hatta müçtehitler ictihadta çeşitli metotları takip
eder oldular. Hicri İkinci asrın ortalarında ictihadta bu
metotlar ve aralarındaki ihtilaflar iyice belirginleşti ve
birçok görüşler meydana geldi. Âlimlerden ve müçtehitlerden bir
grup Tabiinden ayrılmadılar ve onların uyguladıkları metot üzere
yürüdüler. Ancak onlardan sonra gelenler arasındaki ihtilaflar
çok genişledi. İhtilaflar nassların anlaşılması ile sınırlı
kalmadı. İhtilaf ettikleri konular Şer’î delillere ulaşma
sebeplerini ve lügat anlamlarını bile aştı. Bu nedenle hem
furuatla ilgili konularda hem de usul ile ilgili konularda
ihtilaf ettiler. Ardından fırkalara ayrıldılar. Her fırkanın
kendisine ait bir mezhebi oldu ve bundan da birçok mezhebler
meydana geldi. Bu mezheblerin sayısı dörde, beşe, altıya hatta
daha da fazla sayıya ulaştı.
Müçtehitler arasında ictihad metodunda görülen ihtilaflar şu üç
husustaki ihtilafa dayanmaktadır:
1-
Şer'î hükümlerin kendilerinden çıkartıldığı kaynaklar,
2-
Şer'î nassa bakış,
3-
Nassın anlaşılmasında takip edilen bazı lügavî manalar.
Birincisi
şu dört hususla ilgilidir:
a.
Sünnete güvenme metodu ve bir rivayeti diğer rivayete tercih
ederken uygulanan ölçü.
Sünnete
olan güven, rivayetine ve rivayet keyfiyetine, güvene
bağlanmıştır. İşte, müçtehitler bu güven metodunda ihtilaf
ettiler. Onlardan bir kısmı Mütevatir ve Meşhur Sünnetle delil
getiriyor ve güvenilir fakihlerin rivayetlerini tercih
ediyorlardı. Bu da, onların Meşhur Sünneti, Mütevatir Sünnet
hükmünde görmeleri sonucunu doğurmuştur. Mütevatir ile
Kur'an'daki genelliği tahsis etmişlerdir.
Bir
kısmı ise ihtilafsız Medine halkının yaşantısını, rivayetlerini
tercih ederek Medine halkının yaşantısına uymayan Ahad Haberleri
terk etmişlerdir.
Bir
kısmı ise, ister fakih olsun ister olmasın, Ehli Beyt'ten olsun
olmasın, Medine halkının ameline uysun uymasın adalet sıfatına
sahip güvenilir kimselerin rivayetleri ile delil getirmişlerdir.
Bir
başka grup ise imamlarının dışındaki rivayetlere itibar
etmemekte, Hadis rivayetinde, Hadise itibar etmede ve o Hadisi
alıp onunla amel etmede kendilerine ait özel bir metoda sahipti.
İtimat ettikleri belli raviler olup onların dışındakilere itimat
etmiyorlardı.
Bazı
müçtehitler, Sahabenin düşürülerek Tabiin'in doğrudan doğruya
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'den
rivayet ettiği Mürsel Hadis konusunda ihtilaf ettiler. Bir kısım
müçtehitler Mürsel Hadisle delil getirmeyi kabul ederken bir
kısmı ise kabul etmiyordu.
İşte
Sünnete güven metodundaki bu ihtilaf nedeniyle bir grubun delil
getirdiği bir Sünnetle diğer bir grup delil getirmiyordu. Bir
kısmının tercih ettiği bir Sünnet, bir başkası nezdinde tercih
edilmemiş bir Sünnet olabiliyordu. Bu ise, Sünnetin Şer’î delil
olarak alınması keyfiyetinde ihtilafa götürmüştü. Böylece Şer’î
deliller hakkında ihtilaflar ortaya çıkmıştır.
b.
Sahabenin fetvası ve takdiri.
Müçtehitler ve imamlar Sahabenin fertlerinden çıkan ictihadî
fetvalar hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım kimseler,
herhangi bir fetva sınırına bağlı kalmadan ve fetvaların
tamamının dışına da çıkmadan hangi Sahabeden çıkarsa çıksın bu
fetvaları almayı kabul ediyordu.
Bir
kısmı ise Sahabenin fetvalarına masum olmayan kimselerden çıkan
ferdi ictihadlar olarak bakıyor, bu fetvalardan herhangi
birisinin alınabileceği gibi tamamen bunların tersine de fetva
verilebileceği görüşündeydiler. Sahabenin fetvalarının Şer’î
delil olmayıp istinbat edilmiş Şer’î hükümler olduğunu
söylüyorlardı.
Bir
kısım insanlar ise Sahabeden bazılarının masum olduğu,
görüşlerinin ise Şer’î delil olabileceği görüşündeydiler.
Sahabenin sözlerini Nebi'nin sözleri, fiillerini Nebi'nin
fiilleri ve takrirlerin de Nebi'nin takrirleri gibi kabul
ediyorlar ve onların dışındaki Sahabeler ise masum değildirler,
dolayısıyla onların görüşleri, ne Şer’î delil olarak ne de Şer’î
hüküm olarak kesinlikle alınmaz, diyorlardı.
Yine bir
kısım kimseler ise, fitneye ortak olmalarından dolayı bazı
Sahabelerden hiçbir şey alınmayacağını, fitneye ortak
olmayanlardan ise alınabileceğini söylemektedirler.
Buradan
da deliller hakkındaki görüş ihtilafından bir başka boyut ortaya
çıkmıştır.
c.
Kıyas.
Bazı
müçtehitler Kıyasla delil getirmeyi reddettiler ve Kıyası Şer’î
delil saymadılar. Bazıları ise Kıyasla delil getirip, onu
Kur'an, Sünnet ve İcmadan sonra gelen bir Şer’î delil saydılar.
Ancak onlar Kıyasın Şer’î delil olmasında ittifak etmeleri ile
beraber hükme illet olmaya elverişli şey ve Kıyasın dayandığı
husus hakkında ihtilaf ettiler.
Buradan
da deliller hakkındaki görüş ihtilafı çıkmıştır.
d.
İcma.
Müslümanlar İcmanın delil olmasında ittifak ettiler. Bir kısmı
Sahabenin İcmasını delil sayarken bir kısmı ise Ehl-i Beyt'in
İcmasını delil saymaktadır. Bir başka grup Medine halkının
İcmasını, bir diğeri Hal ve Akd Ehlinin İcmasını delil
saymaktadır. Yine bir başka grup ise Müslümanların İcmasını
delil saymaktadır. Onlardan bir kısmı; rey birliğine dayandığı
için İcmanın hüccet olduğunu ve bu nedenle de Müslümanlar bir
araya toplanıp bir görüş ortaya koyarlarsa bu İcma sayılır ve
onunla da delil getirilir, dediler.
Yine,
muteber İcmanın, görüş birliği olmasından dolayı değil delilin
varlığını ortaya çıkardığı için hüccet olduğunu söyleyenler
vardır. Sahabe veya Ehl-i Beyt veya Medine halkı Resulü
görmüşler ve onunla arkadaşlık yapmışlardır. Onlar uduldür.
Onlar Şer’î bir görüşü söylerler ve delilini söylemezlerse,
onların bu sözü, Resulün bir sözünü, bir amelini veya sükutunu
keşfeden, ortaya çıkaran bir delil sayılır. Hükmü rivayet edip
de delilini rivayet etmemek, delilin onlarca şöhret bulmuş
olmasından dolayıdır. Bu nedenle, onlara göre
İcmanın
delil oluşunun manası,
bir
delili keşfediyor olmasıdır.
Bunun için, onların bir araya gelip bir hususu müzakere
etmeleri, sonra da topluca bir görüş belirtmeleri İcma sayılmaz.
İcma, üzerinde ittifak etmeden belli bir görüşü söylemeleridir.
İşte,
buradan da deliller hakkındaki görüş ihtilafları çıkmıştır.
İşte, bu
dört husus müçtehitler arasındaki ihtilaf çizgisini biraz daha
genişletmiştir. Bu ihtilaflar, Sahabe ve Tabiin döneminde olduğu
gibi Şer’î nassları anlamadan kaynaklanan ihtilaflar değildir.
Bilakis onu aşıp, ihtilaflar Şer’î nassları anlama metodu
hakkında ihtilaflara ulaşmıştır. Bir başka ifade ile bunlar
hükümler konusundaki ihtilaf değildir. Bu ihtilaflar, hükümler
konusundaki ihtilafları aşarak hüküm istinbat metodu hakkındaki
ihtilaflara sıçramıştır.
Bu
nedenle bazı müçtehitlerin; Şer’î delillerin; Kitap,
Sünnet,
İmam Ali
Radıyallahu Anhu’nun
sözleri,
Ehl-i Beyt'in İcması ve akıldan meydana geldiğini
söylediklerini görmekteyiz.
Bir
başka grup müçtehit ise; Şer’î delillerin; Kitap,
Sünnet, İcma, Kıyas,
İstihsan,
Sahabe
mezhebi
ve bizden öncekilerin Şeriatından meydana geldiğini
söylemektedirler.
Yine bir
kısmı; Şer’î delillerin; Kitap,
Sünnet,
İcma, Kıyas
ve İstidlal’den meydana geldiğini söyler.
Yine bir
kısmı Şer’î delillerin, sadece; Kitap,
Sünnet
ve
İcmadan
meydana geldiğini söyler.
Bir
kısım da; Kitap,
Sünnet,
İcma, Kıyas
ve Mesalihi Mürsele'den meydana geldiği söylemişlerdir.
Bu
nedenle müçtehitler Şer’î deliller hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu ihtilaflar da ictihad metodundaki ihtilaflara
yol açmıştır.
İçtihat
metodundaki ihtilafın dayandığı ikinci hususa gelince:
Bu, Şer’î nasslara bakışla ilgilidir.
Bazı
müçtehitler Şer’î nassda geçen ibareyi anlamaya bağlı kalarak, o
ibarenin delalet ettiği anlamların sınırında durup onlara bağlı
kalıyorlardı ki bunlar Hadis Ehli diye
isimlendirilmişlerdir.
Bazı
müçtehitler, lafızların manalarına ilaveten nasslarda geçen
ibarelerin delalet ettiği makul manalara da bakmışlardır. Bunlar
da Rey Ehli diye isimlendirilmişlerdir.
Bu
nedenle de birçokları müçtehitlerin, Hadis Ehli ve Rey Ehli
olmak üzere iki kısma ayrıldıklarını söylemektedirler. Ancak bu
ayrım, Rey Ehli'nin teşrilerinde Hadise yer vermedikleri, Hadis
Ehli'nin de teşrilerinde görüşe yer vermedikleri anlamına
gelmemektedir. Bilakis bunların tamamı teşrilerinde Hadise ve
görüşe yer vermektedirler. Çünkü Hadisin Şer’î delil olduğunda
ve nassı akılla anlayarak görüşle ictihad yapmanın Şer’î delil
olduğunda müçtehitlerin tamam müttefiktirler.
Konuyu dikkatlice inceleyen kimse meselenin Hadis Ehli veya Rey
Ehli olmadığını görecektir. Asıl mesele, Şer’î hükmün dayandığı
delil üzerindeki incelemedir. Bu nedenle Müslümanlar hüküm
istinbat etmede önce Allah Subhenehû ve Teala’nın
Kitabına ve Resulü'nün Sünnetine dayanmaktadırlar. Kur'an ve
Sünnette açık olarak bulamazlarsa, Kur'an'dan ve Sünnetten hüküm
istinbat için akıllarını çalıştırıp görüşlerini çıkartırlar.
Allah Subhenehû ve Teala’nın Kitabında geçen hüküm;
وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا
"Allah alışverişi helal faizi haram kıldı."
ayeti
gibi sarih bir hüküm ise, hükmün delili Allah Subhenehû ve
Teala’nın Kitabıdır. Eğer hüküm;
لا
يَبِعِ الرَّجُلُ عَلَى بَيْعِ أَخِيهِ
"Biriniz kardeşine sattığını başkasına tekrar satmasın."
Hadisinde olduğu gibi sarih bir hüküm ise, hükmün delili
Hadistir.
Fakat
Cuma ezanı esnasında icarenin/kiralamanın haram olması,
fethedilen arazinin mülkiyetinin Beytü'l Mal'a, yararlanma
hakkının da halka ait olması gibi konular, Kitaba ve Sünnete
dayansa bile rey/görüş sayılır. Bu nedenle ister külli bir hüküm
vasıtası ile bir sonuca varılsın isterse Kitaptan ve Sünnetten
istinbat edilmiş olsun, hakkında açık bir nass bulunmayan her
şeyin rey olduğunu iddia etmektedirler.
Oysa
gerçekte, gerek genel kaide aracılığı ile elde edilsin gerekse
Kitapta ve Sünnette geçen bir nassın mefhumundan istinbat edilen
bir görüş olsun, rey diye isimlendirilmez. Bilakis bu, bir Şeri
hükümdür. Çünkü o, bir delile dayanan bir sözdür, bir delile
bağlanmaktadır.
Müçtehitlerin
Hadis
Ehli
ve
Rey Ehli
diye isimlendirilmelerinin aslı şudur:
Hükümlerin istinbat edildiği esasları inceleyen bazı fakihler,
Şer’î hükümlere ait manaların akılla ilgili yönlerinin de
bulunduğunu bu hükümlerin insanların sorunlarını çözmek, onların
çıkarlarına olan şeyleri gerçekleştirmek ve kötü şeyleri
onlardan uzaklaştırmak için inmiş olduğunu gördüler. Bu nedenle
nassların, ibarelerin delalet ettiği her şeyi kuşatacak şekilde
geniş bir şekilde anlaşılması gerekmektedir. İşte bu esasa göre
nassları anlamaya, bir nassı diğer bir nassa tercih etmeye ve
hakkında açık nass bulunmayan konularda istinbatta bulunmaya
başladılar.
Bu arada
bazı fakihler ise, Ahad Haberleri ve Sahabe fetvalarını
ezberlemeye önem verdiler. İstinbatlarında nasslarının sınırında
bu Ahad Haberleri ve Sahabe sözlerini anlamaya yöneldiler ve
bunları karşılaştıkları yeni olaylara uyguladılar.
İşte,
buradan nassların Şer’î delil sayılmasında ve illete yer verilip
verilmemesi konusundaki ihtilaflar ortaya çıktı.
Rey
meselesinde aslolan, reyden nehyeden delillerin var olduğudur.
Buhari'de Urve b. Zübeyr'den gelen şu rivayet vardır: Dedi ki;
"Başımızda hac emiri olan Abdullah b. Amr b. el-As'ın şöyle
dediğini işittim. Ben Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem'i
şöyle derken işittim:
إِنَّ اللَّهَ لا يَنْزِعُ الْعِلْمَ بَعْدَ أَنْ أَعْطَاكُمُوهُ
انْتِزَاعًا وَلَكِنْ يَنْتَزِعُهُ مِنْهُمْ مَعَ قَبْضِ
الْعُلَمَاءِ بِعِلْمِهِمْ فَيَبْقَى نَاسٌ جُهَّالٌ
يُسْتَفْتَوْنَ فَيُفْتُونَ بِرَأْيِهِمْ فَيُضِلُّونَ
وَيَضِلُّونَ
"Allah bu ilmi size verdikten sonra silmek suretiyle değil,
alimleri ilimleriyle çekip alarak ilmi de alacaktır. Geride
birtakım cahil insanlar kalacaktır ve insanlar onlardan fetvalar
soracak ve onlar da reyleri/görüşleri ile fetvalar
vereceklerdir. Böylece hem kendileri sapacaklar hem de
başkalarını saptıracaklardır."
Avf b.
Malik el-Eşcai'den: Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
şöyle dedi:
تفترق أمتي على بضع وسبعين فرقة أعظمها فتنة قوم يقيسون الدين
برأيهم يحرمون به ما أحل الله ويحلون ما حرم الله
"Ümmetim yetmiş kadar fırkaya ayrılacaktır. Fitne bakımından
bunların en büyüğü, reyleriyle dini Kıyaslayarak Allah’ın helal
kıldığını haram kılanlar ve haram kıldığını da helal
kılanlardır."
İbni
Abbas'dan: Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
şöyle
dedi:
مَنْ قَالَ فِي الْقُرْآنِ
بِرَأْيِهِ فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ
"Kur'an hakkında kendi görüşü ile söz söyleyen kimse
cehennemden yerini hazırlasın."
İşte, bu
Hadisler
reyin
kınanması konusunda gayet açıktırlar. Ancak burada kınanan
rey,
Hanefi'lerde olduğu gibi Rey Ehli fakihlerin ortaya koydukları
rey değildir. Hadislerde
kınanan
rey,
senetsiz/delilsiz dayanaksız olarak Şeriat hakkında söz
söylemektir.
Şer’î
bir asla dayanan reyin, Şer’î hüküm olduğuna Sahabe sözleri ve
Hadisler delalet etmektedir. Zira Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
hakimin rey ile ictihad etmesine cevaz vermiştir. Gayesi hakkı
bilmek ve ona tabi olmak oldukça rey ile ictihadında hata ettiği
zaman ona bir ecir/sevap vardır.
Nebi
Sallallahu Aleyhi
Vesellem
Ahzab günü Ashabına ikindi namazını Beni Kurayza'da kılmalarını
emretti. Onlardan bir kısmı ictihadlarına dayanarak namazı yolda
kıldılar ve bizden namazı geciktirmemizi istemedi, bizden ancak
süratle hareket etmemizi istedi, diyerek nassın manasına
bakmışlardır. Bir başka grup ise namazı geciktirerek Beni
Kurayza'ya varıncaya kadar geciktirme şeklinde ictihad ettiler
ve namazı geceleyin kıldılar. Bunlar ise nassın lafzına
baktılar. Resul de her iki grubun görüşlerini ikrar etti.
Muaz'dan: Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
onu Yemen’e gönderdiğinde ona şöyle dedi:
كَيْفَ تَصْنَعُ إِنْ عَرَضَ لَكَ قَضَاءٌ
قَالَ أَقْضِي بِمَا فِي كِتَابِ اللَّهِ قَالَ فَإِنْ لَمْ يَكُنْ
فِي كِتَابِ اللَّهِ قَالَ فَبِسُنَّةِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى
اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي سُنَّةِ
رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ
أَجْتَهِدُ رَأْيِي لا آلُو قَالَ فَضَرَبَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى
اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ صَدْرِي ثُمَّ قَالَ الْحَمْدُ لِلَّهِ
الَّذِي وَفَّقَ رَسُولَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ لِمَا يُرْضِي رَسُولَ اللَّهِ
"Bir
sorunla karşılaştığın zaman nasıl hareket edeceksin?
diye
sordu. Ben de; Allah’ın Kitabına göre hükmederim dedim.
Allah’ın Kitabında bulamazsan? Allah’ın Resulünün Sünneti
ile; Allah’ın Resulünün Sünnetinde de bulamazsan?
Çekinmeden görüşümle ictihad ederim dedim. Bunun üzerine
Resulullah
Sallallahu Aleyhi Vesellem
göğsüme vurdu ve sonra da:
Allah ve
Resulü'nün razı olacağı şeyde Resulünün elçisini muvaffak kılan
Allah’a hamd olsun."
İşte,
Rey Ehli müçtehitlerin ve fakihlerin Sünnetle amel ederek yapa
geldikleri rey budur. Bu, nassa dayanan bir görüştür. Her
ne kadar bunlar Rey Ehli diye isimlendirilmiş olsa da
bunlar da Hadis Ehlidirler. Hatta Rey Ehli olarak meşhur olan
Ebu Hanife'nin mezhebine tabi olan Hanefi'lerin tamamına göre
sahih Hadisin dışında kalan Hasen Hadis, Kıyastan ve reyden daha
evladır. Hanefi'ler Hasen bir Hadis olmasına rağmen namazda
"kahkaha" Hadisini Kıyas ve reyin önüne geçirdiler. On dirhemden
daha az bir değere sahip bir eşyanın çalınmasında el kesme
cezasının uygulanamayacağı görüşündedirler. Oysa el kesme
olayında delil olarak kullandıkları bu Hadis sahih derecesine
ulaşmamış bir Hasen Hadistir. Bu da, onlara göre reyin nassı
anlamak demek olduğuna delalet etmektedir. Onlar, Kıyası sahih
Hadisten daha alt derecede bulunan Hasen Hadisten daha aşağı bir
dereceye indirmişlerdir. İşte bu da, reyden kastın, nassı
anlamak ve nassa dayanan görüş olduğuna işaret etmektedir.
Dolayısıyla Rey Ehli aynı zamanda Hadis ehlidirler.
İstinbat metodunda ihtilafa yol açan üçüncü husus ise, nassları
anlamada uygulanan bazı sözlük manalardır.
Arapça
lisanının üslûblarını ve bunların işaret ettiği anlamları
inceleme sonucunda müçtehitler arasında bazı ihtilaflar ortaya
çıkmıştır.
Bir
takım müçtehitler, nassın hüccet oluşunu mantukundaki hükmün
sabit olmasına binaen ve mefhumu muhalifinde bu hükmün tersinin
sabit olmasına binaen kabul etmektedirler.
Yine
bazı müçtehitler, tahsis edilmeyen genelin, bütün fertlerini
kapsamakta kesin olduğunu söylerken, bazıları ise bunun zanni
olduğu kanaatindedirler.
Yine
bazılarına göre mutlak emir vacib oluşu ifade eder ve karine
olmaksızın mutlak emir vacib oluştan başka bir anlama delalet
etmez. Bazı müçtehitlere göre ise emir, mücerred olarak bir
fiilin yapılmasını ister, vacib oluşu veya başka bir hükmü
belirleyen şey ise var olan karinedir.
İşte
buna binaen, nassları anlamada ihtilafın ortaya çıkması, ictihad
metodunda da ihtilafların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Tabiin
tabakasından sonra hüküm istinbatında görülen ihtilaflar işte
böylece ortaya çıkmıştır. Ve böylece de her müctehidin kendine
ait özel bir metodu olmuştur. İstinbat metodundaki bu ihtilaftan
fıkhi mezhebler meydana gelmiştir. Bu ihtilaflar nedeniyle fıkhî
servet büyük bir gelişme göstermiştir, fıkıh parlamıştır. Bu
nedenle anlayıştaki bu ihtilaf doğal olup aynı zamanda fıkhın
gelişmesine yardımcı olmuştur.
Sahabe
bazen birbirine muhalif hükümler vermişlerdir. Ali, Ömer ve Zeyd
b. Sabitten öğrenmiş olmasına rağmen Abdullah b. Abbas onlara
muhalefet etmiştir. Malik çok kere şeyhlerine muhalif olmuştur.
Yine Cafer-i Sadık'tan öğrenmiş olmasına rağmen bazı
meselelerde Ebu Hanife Cafer-i Sadık'a muhalefet etmiştir. Yine
İmam Malik'den öğrenmiş olmasına rağmen bazı meselelerde Şafii,
Malik'e muhalefet etmiştir. İşte böylece âlimler birbirlerine
muhalefet ediyorlar, öğrenciler üstatlarına ve hocalarına
muhalefet etmelerine rağmen bu hareketleri saygısızlık veya
hocalarının yolundan çıkma saymıyorlardı. Bu nedenle İslâm,
ictihada teşvik etmiştir. Her âlim anlıyor ve ictihad ediyordu.
Bir hocanın, bir üstadın, Tabiinin veya Sahabenin görüşüne bağlı
kalmak mecburiyetinde değillerdi.