İslâm Fıkhında Çekişmelerin ve Tartışmaların Etkisi


Sahabe ve Tabiin döneminde iki büyük olay meydana gelmiştir:

1- Osman Radıyallahu Anhu'nun öldürülmesinden kaynaklanan fitne.

2- Âlimler arasında meydana gelen tartışmalar. Bu olaylar Şer’î delillerin çeşitleri hakkındaki ihtilafları doğurdu. Bu ihtilaflar da yeni siyasi grupların ve çeşitli fıkhi mezheblerin oluşumuna yol açtı.

- Zira Osman b. Affan Radıyallahu Anhu'nun öldürülmesinden sonra, Hilafet için Ali b. Ebu Talib'e biat edildi. Bunun üzerine hilafet makamına geçmek için Muaviye b. Ebu Süfyan, Ali Radıyallahu Anhu ile çekişti ve iki grup arasında alevlenen savaş iki hakemin hakemliğinin kabullenilmesi ile sona erdi. Bu olaydan daha önce var olmayan yeni siyasi gruplar ortaya çıktı. Ve bu siyasi grupların kendisine ait görüşleri gündeme geldi. Siyasi görüşler Halife ve Hilafet konuları ile başladı. Sonra da diğer birçok hükümleri kapsadı.

Bu arada hilafeti esnasında uyguladığı siyasetten dolayı Osman'a ve tahkim olayını kabulünden dolayı Ali'ye ve zorla hilafeti ele geçirmesinden dolayı da Muaviye'ye karşı çıkan Müslümanlardan bir grup meydana geldi. Topluca onlara karşı çıktılar. Halifeye biat konusunda onların görüşleri; halife olacak kimsenin Müslümanların biatını zor kullanarak değil Müslümanların gönül rızalarıyla alınması yönündeydi. Kendinde halife olabilecek yeterliliği bulunduran herkes halife olabilir, Habeşli bir köle dahi olsa; Müslüman, erkek ve adil olduğu sürece Müslümanların ona biat etmesiyle hilafet biatı akd edilmiş/tamamlanmış olur. Ancak emrettikleri, Kitap ve Sünnetin sınırları çerçevesinde olan bir halifeye itaat gerekir. Bunlar; Osman, Ali, Muaviye veya bunları destekleyenlerden birinin rivayet ettikleri Hadislerde geçen hükümleri almıyorlar, onların rivayet ettikleri bütün Hadisleri, görüşlerini ve fetvalarını reddediyorlardı. Beğendikleri kimselerin rivayetlerini tercih ediyorlar, onların görüşlerine itibar ediyorlar, kendi âlimlerinden başka âlimleri kabul etmiyorlardı. Bunların özel bir fıkhı vardı. Bunlar “Hariciler” diye bilinen kimselerdir.

Yine Ali b. Ebu Talib'i Radıyallahu Anhum ve onun çocuklarını seven bir grup daha ortaya çıktı. Bunlara göre, Ali ve çocukları Hilafet makamına herkesten daha layıktır. Kendisinden sonra hilafet makamına Ali'nin geçmesini Resul Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vasiyet ettiğini ileri sürerler. Sahabenin çoğunluğunun Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den rivayet ettikleri birçok Hadisi reddettiler. Sahabenin görüşlerine ve fetvalarına hiç önem vermediler. Sadece Ehl-i Beyt'ten imamlarının rivayet ettikleri Hadislere ve onlardan çıkan fetvalara önem verdiler. Kendilerine ait özel bir fıkıhları vardı. Bunlar da “Şia” diye bilinen kimselerdir.

Ancak Müslümanların çoğunluğu yukarıda zikredilen grupların peşinden gitmediler. Halifenin Kureyşli olduğunda biat edileceği görüşündedirler. İstisnasız bütün Sahabelere karşı dostluk, sevgi ve iyi duygular beslemekteydiler. Aralarında var olan ihtilafların tamamı küfür ve imanla hiçbir bağlantısı olmadan zanna dayalı Şer’î hükümlerdeki ictihadlardan kaynaklanmaktaydı. Sahabe arasında hiçbir ayırım yapmadan rivayet ettikleri her Hadisle delil getiriyorlardı. Zira onlara göre Sahabenin hepsi uduldür. Sahabenin her türlü fetva ve görüşlerini alıyorlardı.

Böylelikle yönetim, istinbat metodu ve delillerin çeşidi hakkındaki ihtilaflarından dolayı, birçok konuda benimsedikleri hükümler diğer siyasi mezheblerin kabullendikleri hükümlerle uyuşmamaktaydı.

Buradan da anlaşılacağı üzere; fitnenin ortaya çıkmasıyla tarihte önemli ihtilafların çıkmasına yol açan fıkhi ve siyasi bir durum meydana geldi. Ancak bu ihtilaflar Şeriat üzerinde yani İslâm dini üzerinde değil İslâm Şeriatının anlaşılmasında görülen ihtilaflardı. Bu nedenle farklı görüşlere sahip olanların tamamı Müslüman’dı. Bazen ihtilafları detay konular ve hükümleri aşarak usul/deliller, istinbat metotlarına kadar vardıysa da bu onların Müslüman olmalarını zedeleyici bir seviyede olmamıştır.

- Âlimler arasında cereyan eden tartışmalara gelince: Bu tartışmalar, siyasi ihtilaflar değil ancak fıkhi ihtilaflara yol açmıştır. Çünkü bu ihtilaflar Halife, Hilafet ve yönetim nizamı gibi konularda ortaya çıkan ihtilaflar değil, hükümler ve hüküm istinbat metodu üzerinde görülen ihtilaflardı.

Bazı müçtehitler arasında vuku bulan tartışmalar ve ihtilaflar, aralarındaki ictihad metodunda farklılığın gündeme gelmesine neden olmuştur. Nitekim hüküm istinbatı konusunda Medine'de Rabia b. Ebu Abdurrahman ile Muhammed b. Şihab ez-Zühri arasında İslâmi konular üzerinde tartışmalar çıkmıştı. Bu tartışmalar, Medineli birçok fakihin Rabia'nın meclisinden ayrılmalarına ve Rabia'yı "Rabiatü'r Rey" diye lâkaplandırmalarına neden olmuştur. Aynı türden bir tartışma Kufe'de de İbrahim en-Nehai ile Şa'bi arasında vuku bulmuştur.

Bu tartışmalardan hüküm istinbatı konusunda çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Hatta müçtehitler ictihadta çeşitli metotları takip eder oldular. Hicri İkinci asrın ortalarında ictihadta bu metotlar ve aralarındaki ihtilaflar iyice belirginleşti ve birçok görüşler meydana geldi. Âlimlerden ve müçtehitlerden bir grup Tabiinden ayrılmadılar ve onların uyguladıkları metot üzere yürüdüler. Ancak onlardan sonra gelenler arasındaki ihtilaflar çok genişledi. İhtilaflar nassların anlaşılması ile sınırlı kalmadı. İhtilaf ettikleri konular Şer’î delillere ulaşma sebeplerini ve lügat anlamlarını bile aştı. Bu nedenle hem furuatla ilgili konularda hem de usul ile ilgili konularda ihtilaf ettiler. Ardından fırkalara ayrıldılar. Her fırkanın kendisine ait bir mezhebi oldu ve bundan da birçok mezhebler meydana geldi. Bu mezheblerin sayısı dörde, beşe, altıya hatta daha da fazla sayıya ulaştı.

Müçtehitler arasında ictihad metodunda görülen ihtilaflar şu üç husustaki ihtilafa dayanmaktadır:

1- Şer'î hükümlerin kendilerinden çıkartıldığı kaynaklar,

2- Şer'î nassa bakış,

3- Nassın anlaşılmasında takip edilen bazı lügavî manalar.

Birincisi şu dört hususla ilgilidir:

a. Sünnete güvenme metodu ve bir rivayeti diğer rivayete tercih ederken uygulanan ölçü.

Sünnete olan güven, rivayetine ve rivayet keyfiyetine, güvene bağlanmıştır. İşte, müçtehitler bu güven metodunda ihtilaf ettiler. Onlardan bir kısmı Mütevatir ve Meşhur Sünnetle delil getiriyor ve güvenilir fakihlerin rivayetlerini tercih ediyorlardı. Bu da, onların Meşhur Sünneti, Mütevatir Sünnet hükmünde görmeleri sonucunu doğurmuştur. Mütevatir ile Kur'an'daki genelliği tahsis etmişlerdir.

Bir kısmı ise ihtilafsız Medine halkının yaşantısını, rivayetlerini tercih ederek Medine halkının yaşantısına uymayan Ahad Haberleri terk etmişlerdir.

Bir kısmı ise, ister fakih olsun ister olmasın, Ehli Beyt'ten olsun olmasın, Medine halkının ameline uysun uymasın adalet sıfatına sahip güvenilir kimselerin rivayetleri ile delil getirmişlerdir.

Bir başka grup ise imamlarının dışındaki rivayetlere itibar etmemekte, Hadis rivayetinde, Hadise itibar etmede ve o Hadisi alıp onunla amel etmede kendilerine ait özel bir metoda sahipti. İtimat ettikleri belli raviler olup onların dışındakilere itimat etmiyorlardı.

Bazı müçtehitler, Sahabenin düşürülerek Tabiin'in doğrudan doğruya Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den rivayet ettiği Mürsel Hadis konusunda ihtilaf ettiler. Bir kısım müçtehitler Mürsel Hadisle delil getirmeyi kabul ederken bir kısmı ise kabul etmiyordu.

İşte Sünnete güven metodundaki bu ihtilaf nedeniyle bir grubun delil getirdiği bir Sünnetle diğer bir grup delil getirmiyordu. Bir kısmının tercih ettiği bir Sünnet, bir başkası nezdinde tercih edilmemiş bir Sünnet olabiliyordu. Bu ise, Sünnetin Şer’î delil olarak alınması keyfiyetinde ihtilafa götürmüştü. Böylece Şer’î deliller hakkında ihtilaflar ortaya çıkmıştır.

b. Sahabenin fetvası ve takdiri.

Müçtehitler ve imamlar Sahabenin fertlerinden çıkan ictihadî fetvalar hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım kimseler, herhangi bir fetva sınırına bağlı kalmadan ve fetvaların tamamının dışına da çıkmadan hangi Sahabeden çıkarsa çıksın bu fetvaları almayı kabul ediyordu.

Bir kısmı ise Sahabenin fetvalarına masum olmayan kimselerden çıkan ferdi ictihadlar olarak bakıyor, bu fetvalardan herhangi birisinin alınabileceği gibi tamamen bunların tersine de fetva verilebileceği görüşündeydiler. Sahabenin fetvalarının Şer’î delil olmayıp istinbat edilmiş Şer’î hükümler olduğunu söylüyorlardı.

Bir kısım insanlar ise Sahabeden bazılarının masum olduğu, görüşlerinin ise Şer’î delil olabileceği görüşündeydiler. Sahabenin sözlerini Nebi'nin sözleri, fiillerini Nebi'nin fiilleri ve takrirlerin de Nebi'nin takrirleri gibi kabul ediyorlar ve onların dışındaki Sahabeler ise masum değildirler, dolayısıyla onların görüşleri, ne Şer’î delil olarak ne de Şer’î hüküm olarak kesinlikle alınmaz, diyorlardı.

Yine bir kısım kimseler ise, fitneye ortak olmalarından dolayı bazı Sahabelerden hiçbir şey alınmayacağını, fitneye ortak olmayanlardan ise alınabileceğini söylemektedirler.

Buradan da deliller hakkındaki görüş ihtilafından bir başka boyut ortaya çıkmıştır.

c. Kıyas.

Bazı müçtehitler Kıyasla delil getirmeyi reddettiler ve Kıyası Şer’î delil saymadılar. Bazıları ise Kıyasla delil getirip, onu Kur'an, Sünnet ve İcmadan sonra gelen bir Şer’î delil saydılar. Ancak onlar Kıyasın Şer’î delil olmasında ittifak etmeleri ile beraber hükme illet olmaya elverişli şey ve Kıyasın dayandığı husus hakkında ihtilaf ettiler.

Buradan da deliller hakkındaki görüş ihtilafı çıkmıştır.

d. İcma.

Müslümanlar İcmanın delil olmasında ittifak ettiler. Bir kısmı Sahabenin İcmasını delil sayarken bir kısmı ise Ehl-i Beyt'in İcmasını delil saymaktadır. Bir başka grup Medine halkının İcmasını, bir diğeri Hal ve Akd Ehlinin İcmasını delil saymaktadır. Yine bir başka grup ise Müslümanların İcmasını delil saymaktadır. Onlardan bir kısmı; rey birliğine dayandığı için İcmanın hüccet olduğunu ve bu nedenle de Müslümanlar bir araya toplanıp bir görüş ortaya koyarlarsa bu İcma sayılır ve onunla da delil getirilir, dediler.

Yine, muteber İcmanın, görüş birliği olmasından dolayı değil delilin varlığını ortaya çıkardığı için hüccet olduğunu söyleyenler vardır. Sahabe veya Ehl-i Beyt veya Medine halkı Resulü görmüşler ve onunla arkadaşlık yapmışlardır. Onlar uduldür. Onlar Şer’î bir görüşü söylerler ve delilini söylemezlerse, onların bu sözü, Resulün bir sözünü, bir amelini veya sükutunu keşfeden, ortaya çıkaran bir delil sayılır. Hükmü rivayet edip de delilini rivayet etmemek, delilin onlarca şöhret bulmuş olmasından dolayıdır. Bu nedenle, onlara göre İcmanın delil oluşunun manası, bir delili keşfediyor olmasıdır. Bunun için, onların bir araya gelip bir hususu müzakere etmeleri, sonra da topluca bir görüş belirtmeleri İcma sayılmaz. İcma, üzerinde ittifak etmeden belli bir görüşü söylemeleridir.

İşte, buradan da deliller hakkındaki görüş ihtilafları çıkmıştır.

İşte, bu dört husus müçtehitler arasındaki ihtilaf çizgisini biraz daha genişletmiştir. Bu ihtilaflar, Sahabe ve Tabiin döneminde olduğu gibi Şer’î nassları anlamadan kaynaklanan ihtilaflar değildir. Bilakis onu aşıp, ihtilaflar Şer’î nassları anlama metodu hakkında ihtilaflara ulaşmıştır. Bir başka ifade ile bunlar hükümler konusundaki ihtilaf değildir. Bu ihtilaflar, hükümler konusundaki ihtilafları aşarak hüküm istinbat metodu hakkındaki ihtilaflara sıçramıştır.

Bu nedenle bazı müçtehitlerin; Şer’î delillerin; Kitap, Sünnet, İmam Ali Radıyallahu Anhu’nun sözleri, Ehl-i Beyt'in İcması ve akıldan meydana geldiğini söylediklerini görmekteyiz.

Bir başka grup müçtehit ise; Şer’î delillerin; Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas, İstihsan, Sahabe mezhebi ve bizden öncekilerin Şeriatından meydana geldiğini söylemektedirler.

Yine bir kısmı; Şer’î delillerin; Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas ve İstidlal’den meydana geldiğini söyler.

Yine bir kısmı Şer’î delillerin, sadece; Kitap, Sünnet ve İcmadan meydana geldiğini söyler.

Bir kısım da; Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas ve Mesalihi Mürsele'den meydana geldiği söylemişlerdir.

Bu nedenle müçtehitler Şer’î deliller hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaflar da ictihad metodundaki ihtilaflara yol açmıştır.

İçtihat metodundaki ihtilafın dayandığı ikinci hususa gelince: Bu, Şer’î nasslara bakışla ilgilidir.

Bazı müçtehitler Şer’î nassda geçen ibareyi anlamaya bağlı kalarak, o ibarenin delalet ettiği anlamların sınırında durup onlara bağlı kalıyorlardı ki bunlar Hadis Ehli diye isimlendirilmişlerdir.

Bazı müçtehitler, lafızların manalarına ilaveten nasslarda geçen ibarelerin delalet ettiği makul manalara da bakmışlardır. Bunlar da Rey Ehli diye isimlendirilmişlerdir.

Bu nedenle de birçokları müçtehitlerin, Hadis Ehli ve Rey Ehli olmak üzere iki kısma ayrıldıklarını söylemektedirler. Ancak bu ayrım, Rey Ehli'nin teşrilerinde Hadise yer vermedikleri, Hadis Ehli'nin de teşrilerinde görüşe yer vermedikleri anlamına gelmemektedir. Bilakis bunların tamamı teşrilerinde Hadise ve görüşe yer vermektedirler. Çünkü Hadisin Şer’î delil olduğunda ve nassı akılla anlayarak görüşle ictihad yapmanın Şer’î delil olduğunda müçtehitlerin tamam müttefiktirler.

Konuyu dikkatlice inceleyen kimse meselenin Hadis Ehli veya Rey Ehli olmadığını görecektir. Asıl mesele, Şer’î hükmün dayandığı delil üzerindeki incelemedir. Bu nedenle Müslümanlar hüküm istinbat etmede önce Allah Subhenehû ve Teala’nın Kitabına ve Resulü'nün Sünnetine dayanmaktadırlar. Kur'an ve Sünnette açık olarak bulamazlarsa, Kur'an'dan ve Sünnetten hüküm istinbat için akıllarını çalıştırıp görüşlerini çıkartırlar. Allah Subhenehû  ve Teala’nın Kitabında geçen hüküm;

وَأَحَلَّ اللَّهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَا  "Allah alışverişi helal faizi haram kıldı."[1] ayeti gibi sarih bir hüküm ise, hükmün delili Allah Subhenehû ve Teala’nın Kitabıdır. Eğer hüküm;

 لا يَبِعِ الرَّجُلُ عَلَى بَيْعِ أَخِيهِ "Biriniz kardeşine sattığını başkasına tekrar satmasın."[2] Hadisinde olduğu gibi sarih bir hüküm ise, hükmün delili Hadistir.

Fakat Cuma ezanı esnasında icarenin/kiralamanın haram olması, fethedilen arazinin mülkiyetinin Beytü'l Mal'a, yararlanma hakkının da halka ait olması gibi konular, Kitaba ve Sünnete dayansa bile rey/görüş sayılır. Bu nedenle ister külli bir hüküm vasıtası ile bir sonuca varılsın isterse Kitaptan ve Sünnetten istinbat edilmiş olsun, hakkında açık bir nass bulunmayan her şeyin rey olduğunu iddia etmektedirler.

Oysa gerçekte, gerek genel kaide aracılığı ile elde edilsin gerekse Kitapta ve Sünnette geçen bir nassın mefhumundan istinbat edilen bir görüş olsun, rey diye isimlendirilmez. Bilakis bu, bir Şeri hükümdür. Çünkü o, bir delile dayanan bir sözdür, bir delile bağlanmaktadır.

Müçtehitlerin Hadis Ehli ve Rey Ehli diye isimlendirilmelerinin aslı şudur:

Hükümlerin istinbat edildiği esasları inceleyen bazı fakihler, Şer’î hükümlere ait manaların akılla ilgili yönlerinin de bulunduğunu bu hükümlerin insanların sorunlarını çözmek, onların çıkarlarına olan şeyleri gerçekleştirmek ve kötü şeyleri onlardan uzaklaştırmak için inmiş olduğunu gördüler. Bu nedenle nassların, ibarelerin delalet ettiği her şeyi kuşatacak şekilde geniş bir şekilde anlaşılması gerekmektedir. İşte bu esasa göre nassları anlamaya, bir nassı diğer bir nassa tercih etmeye ve hakkında açık nass bulunmayan konularda istinbatta bulunmaya başladılar.

Bu arada bazı fakihler ise, Ahad Haberleri ve Sahabe fetvalarını ezberlemeye önem verdiler. İstinbatlarında nasslarının sınırında bu Ahad Haberleri ve Sahabe sözlerini anlamaya yöneldiler ve bunları karşılaştıkları yeni olaylara uyguladılar.

İşte, buradan nassların Şer’î delil sayılmasında ve illete yer verilip verilmemesi konusundaki ihtilaflar ortaya çıktı.

Rey meselesinde aslolan, reyden nehyeden delillerin var olduğudur. Buhari'de Urve b. Zübeyr'den gelen şu rivayet vardır: Dedi ki;

"Başımızda hac emiri olan Abdullah b. Amr b. el-As'ın şöyle dediğini işittim. Ben Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'i şöyle derken işittim:

إِنَّ اللَّهَ لا يَنْزِعُ الْعِلْمَ بَعْدَ أَنْ أَعْطَاكُمُوهُ انْتِزَاعًا وَلَكِنْ يَنْتَزِعُهُ مِنْهُمْ مَعَ قَبْضِ الْعُلَمَاءِ بِعِلْمِهِمْ فَيَبْقَى نَاسٌ جُهَّالٌ يُسْتَفْتَوْنَ فَيُفْتُونَ بِرَأْيِهِمْ فَيُضِلُّونَ وَيَضِلُّونَ   "Allah bu ilmi size verdikten sonra silmek suretiyle değil, alimleri ilimleriyle çekip alarak ilmi de alacaktır. Geride birtakım cahil insanlar kalacaktır ve insanlar onlardan fetvalar soracak ve onlar da reyleri/görüşleri ile fetvalar vereceklerdir. Böylece hem kendileri sapacaklar hem de başkalarını saptıracaklardır."[3]

Avf b. Malik el-Eşcai'den: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi:

تفترق أمتي على بضع وسبعين فرقة أعظمها فتنة قوم يقيسون الدين برأيهم يحرمون به ما أحل الله ويحلون ما حرم الله    "Ümmetim yetmiş kadar fırkaya ayrılacaktır. Fitne bakımından bunların en büyüğü, reyleriyle dini Kıyaslayarak Allah’ın helal kıldığını haram kılanlar ve haram kıldığını da helal kılanlardır."[4]

İbni Abbas'dan: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi:

مَنْ قَالَ فِي الْقُرْآنِ بِرَأْيِهِ فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ    "Kur'an hakkında kendi görüşü ile söz söyleyen kimse cehennemden yerini hazırlasın."[5]

İşte, bu Hadisler reyin kınanması konusunda gayet açıktırlar. Ancak burada kınanan rey, Hanefi'lerde olduğu gibi Rey Ehli fakihlerin ortaya koydukları rey değildir. Hadislerde kınanan rey, senetsiz/delilsiz dayanaksız olarak Şeriat hakkında söz söylemektir.

Şer’î bir asla dayanan reyin, Şer’î hüküm olduğuna Sahabe sözleri ve Hadisler delalet etmektedir. Zira Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem hakimin rey ile ictihad etmesine cevaz vermiştir. Gayesi hakkı bilmek ve ona tabi olmak oldukça rey ile ictihadında hata ettiği zaman ona bir ecir/sevap vardır.

Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem Ahzab günü Ashabına ikindi namazını Beni Kurayza'da kılmalarını emretti. Onlardan bir kısmı ictihadlarına dayanarak namazı yolda kıldılar ve bizden namazı geciktirmemizi istemedi, bizden ancak süratle hareket etmemizi istedi, diyerek nassın manasına bakmışlardır. Bir başka grup ise namazı geciktirerek Beni Kurayza'ya varıncaya kadar geciktirme şeklinde ictihad ettiler ve namazı geceleyin kıldılar. Bunlar ise nassın lafzına baktılar. Resul de her iki grubun görüşlerini ikrar etti.

Muaz'dan: Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onu Yemen’e gönderdiğinde ona şöyle dedi: كَيْفَ تَصْنَعُ إِنْ عَرَضَ لَكَ قَضَاءٌ قَالَ أَقْضِي بِمَا فِي كِتَابِ اللَّهِ قَالَ فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي كِتَابِ اللَّهِ قَالَ فَبِسُنَّةِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي سُنَّةِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ أَجْتَهِدُ رَأْيِي لا آلُو قَالَ فَضَرَبَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ صَدْرِي ثُمَّ قَالَ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي وَفَّقَ رَسُولَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّه عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِمَا يُرْضِي رَسُولَ اللَّهِ   "Bir sorunla karşılaştığın zaman nasıl hareket edeceksin? diye sordu. Ben de; Allah’ın Kitabına göre hükmederim dedim. Allah’ın Kitabında bulamazsan? Allah’ın Resulünün Sünneti ile; Allah’ın Resulünün Sünnetinde de bulamazsan? Çekinmeden görüşümle ictihad ederim dedim. Bunun üzerine Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem göğsüme vurdu ve sonra da: Allah ve Resulü'nün razı olacağı şeyde Resulünün elçisini muvaffak kılan Allah’a hamd olsun."[6]

İşte, Rey Ehli müçtehitlerin ve fakihlerin Sünnetle amel ederek yapa geldikleri rey budur. Bu, nassa dayanan bir görüştür. Her ne kadar bunlar Rey Ehli diye isimlendirilmiş olsa da bunlar da Hadis Ehlidirler. Hatta Rey Ehli olarak meşhur olan Ebu Hanife'nin mezhebine tabi olan Hanefi'lerin tamamına göre sahih Hadisin dışında kalan Hasen Hadis, Kıyastan ve reyden daha evladır. Hanefi'ler Hasen bir Hadis olmasına rağmen namazda "kahkaha" Hadisini Kıyas ve reyin önüne geçirdiler. On dirhemden daha az bir değere sahip bir eşyanın çalınmasında el kesme cezasının uygulanamayacağı görüşündedirler. Oysa el kesme olayında delil olarak kullandıkları bu Hadis sahih derecesine ulaşmamış bir Hasen Hadistir. Bu da, onlara göre reyin nassı anlamak demek olduğuna delalet etmektedir. Onlar, Kıyası sahih Hadisten daha alt derecede bulunan Hasen Hadisten daha aşağı bir dereceye indirmişlerdir. İşte bu da, reyden kastın, nassı anlamak ve nassa dayanan görüş olduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla Rey Ehli aynı zamanda Hadis ehlidirler.

İstinbat metodunda ihtilafa yol açan üçüncü husus ise, nassları anlamada uygulanan bazı sözlük manalardır.

Arapça lisanının üslûblarını ve bunların işaret ettiği anlamları inceleme sonucunda müçtehitler arasında bazı ihtilaflar ortaya çıkmıştır.

Bir takım müçtehitler, nassın hüccet oluşunu mantukundaki hükmün sabit olmasına binaen ve mefhumu muhalifinde bu hükmün tersinin sabit olmasına binaen kabul etmektedirler.

Yine bazı müçtehitler, tahsis edilmeyen genelin, bütün fertlerini kapsamakta kesin olduğunu söylerken, bazıları ise bunun zanni olduğu kanaatindedirler.

Yine bazılarına göre mutlak emir vacib oluşu ifade eder ve karine olmaksızın mutlak emir vacib oluştan başka bir anlama delalet etmez. Bazı müçtehitlere göre ise emir, mücerred olarak bir fiilin yapılmasını ister, vacib oluşu veya başka bir hükmü belirleyen şey ise var olan karinedir.

İşte buna binaen, nassları anlamada ihtilafın ortaya çıkması, ictihad metodunda da ihtilafların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Tabiin tabakasından sonra hüküm istinbatında görülen ihtilaflar işte böylece ortaya çıkmıştır. Ve böylece de her müctehidin kendine ait özel bir metodu olmuştur. İstinbat metodundaki bu ihtilaftan fıkhi mezhebler meydana gelmiştir. Bu ihtilaflar nedeniyle fıkhî servet büyük bir gelişme göstermiştir, fıkıh parlamıştır. Bu nedenle anlayıştaki bu ihtilaf doğal olup aynı zamanda fıkhın gelişmesine yardımcı olmuştur.

Sahabe bazen birbirine muhalif hükümler vermişlerdir. Ali, Ömer ve Zeyd b. Sabitten öğrenmiş olmasına rağmen Abdullah b. Abbas onlara muhalefet etmiştir. Malik çok kere şeyhlerine muhalif olmuştur. Yine  Cafer-i Sadık'tan öğrenmiş olmasına rağmen bazı meselelerde Ebu Hanife Cafer-i Sadık'a muhalefet etmiştir. Yine İmam Malik'den öğrenmiş olmasına rağmen bazı meselelerde Şafii, Malik'e muhalefet etmiştir. İşte böylece âlimler birbirlerine muhalefet ediyorlar, öğrenciler üstatlarına ve hocalarına muhalefet etmelerine rağmen bu hareketleri saygısızlık veya hocalarının yolundan çıkma saymıyorlardı. Bu nedenle İslâm, ictihada teşvik etmiştir. Her âlim anlıyor ve ictihad ediyordu. Bir hocanın, bir üstadın, Tabiinin veya Sahabenin görüşüne bağlı kalmak mecburiyetinde değillerdi.


[1] Bakara:275

[2] Müslim, Nikâh, 2531, Buyu’, 2787; Nesei, Nikâh, 3187

[3] Buhari, İ’tisâm bi’l-Kitâb, 6763; Müslim, İlm, 4829

[4] Bezzâr, Taberânî

[5] Tirmizi, Tefsiri’l-Kur’an, 2875

[6] Ahmed b. Hanbel, Müs. Ensâr, 21000