İslâm Fıkhının Gerilemesi


Müçtehitlerin öğrencilerinden sonra mezheblerin tabileri ve taklitçileri geldi. Ancak bunlar, ictihad ve hükümleri istinbat hususunda imamların ve mezheb sahiplerinin takip ettikleri yolu takip etmedikleri gibi, delilleri inceleyip, delillendirme keyfiyetini açıklamak, bunların hükümlere indiriliş keyfiyetini açıklamak ve meseleleri şerh etmek ile ilgili olarak müçtehit imamların öğrencilerinin takip ettikleri yolu da takip etmediler.

Her imamın tabileri veya her mezhebin âlimleri ancak kendi mezheblerinin zaferine, her vesile ile tafsili hükümlerin ve usulün desteklenmesine önem veriyordu. Delilin sıhhatli olup olmadığının incelenmesine, mezheblerinin görüşüne ters düşse bile racih olan delilin mercuh olan delile tercih edilmesine önem vermediler. Bazen sadece ellerinde var olanların sıhhatli olduğunun, karşıt görüşün ise yanlış olduğunun ispatlanması amacıyla deliller getirmeye önem verdiler. Bazen de mezheb sahiplerini ve mezheb imamlarını överek mezheblerini desteklemeye yönelik çaba harcamışlardır.

Bu mezheb âlimlerini meşgul etti ve onları ilk esas olan Kur'an ve Hadisten yüz çevirttirdi. Mezheb imamlarının görüşlerini desteklemek için, sığınmanın dışında onlardan hiç biri, Kur'anın bir nassına veya Hadise müracaat etmiyordu. Böylece araştırmaları mezhebleri ile sınırlı kalarak, mutlak ictihada ve kendinden hükümlerin istinbat edildiği temel kaynaklara müracaata önem vermekten uzaklaştılar. Onların bütün gayret ve çabaları mezheblerinde veya mezhebleri ile ilgili bir meselede ictihad yapmakla veya körü körüne taklit etmekle sınırlı kaldı.

Onlar taklitlerinde, “mezhebimizin görüşüne ters düşen her ayet ve Hadis tevil edilmiştir veya nesh edilmiştir” diyecek kadar ileri gittiler.

Mezheblerden bir mezhebi taklit etmenin Müslüman’a farz olduğunu söylediler. Ezher gibi İslâmi üniversitelerde bunu okutmaya başladılar. "Cevherü't Tevhid" isimli eserin sahibi taklidin vacip oluşu hakkında yazdığı bir şiirde şöyle der:

Onlardan birini taklit etmek vaciptir.            

Anlaşılır bir lafızla kavim böyle dedi.

Bunlar bununla da yetinmeyerek Müslümanlara ictihad kapısını kapatmaya kadar vardılar. İçtihadın caiz olmadığını söylediler. Hatta ictihad ehliyetine haiz, âlimlerden birçoğu ictihad etmeye ve kendilerine müctehid dedirtme cesaretini gösteremediler.

Bu gerileme H. 4. asrın sonlarında başladı. Ancak başlangıcından H. 6. asrın sonları ile Yedinci asrın başlarına kadar yine de biraz ilerleme vardır. İçtihat kapısının kapalı olduğunu söyleyen kilitçilerin zamanına kadar müçtehitler ve âlimler vardır. Fakat H. 7. asrın başlarından H. 13. asrın sonlarına kadar geçen dönem fıkıhta tamamen gerileme dönemidir.

Ancak bu çöküş İslâm sınırları çerçevesinde ve düşünmede olmuştur. Bununla beraber fıkhî görüşler İslâmi görüşlerdir.

Fakat 13. asırdan sonra yani H. 1274'den şimdiye kadar İslâm dışı kanunlarla Şer’î hükümlerin birbirine karışmasıyla İslâm fıkhındaki gerileme en uç noktaya ulaştı.

Bu fıkhî çöküntünün arkasından halkın Şer’î hükümleri ihmal etmeye zorlandığı bir dönem başlamıştır. İslâm Şeriatı bütün âleme yeterli iken, bu dönemden sonra onu, bizzat kendi mensuplarına dar gelir hale getirdiler.           

Hatta karşılaştıkları sorunların çözümünde Şer’î hükümlere ulaşamadıkları yerlerde İslâm'dan başka konularla amel etmeye zorlandılar.   Hatta birçok müttaki Müslüman, İslâm Şeriatının dışındaki yasalarla muhakeme olunmayı kabul ettiler.

Osmanlı Devleti'nin sonlarına doğru halkın İslâm'ı bilmemesi ve fakihlerin cehaleti, geri kalmalarının ve devletlerinin yıkılmasının en büyük sebebini oluşturmaktadır.

Zira o dönemde fakihler, yeni olan her şeyin haram, her düşünürün de kâfir olduğuna fetva verecek kadar donuklaştılar. Bu fetvalar arasında kahve çıktığı zaman kahvenin, sigara kullanılmaya başlandığı zaman sigara içmenin ve halkın fes giymesinin haram olduğunu söyleyen bazı fakihlere rastlandı. Yine matbaa icad edildiği zaman devletin Kur'an’ı Kerim'i matbaada bastırmak istemesine bazı fakihler karşı çıkarak bunun haram olduğunu söylediler. Telefon çıktığında ise bazı fakihler telefonla konuşmanın haram olduğuna fetva verdiler. İşte bunlar ve benzeri bazı konular hakkında hem gülünecek hem de ağlanacak bazı fetvalar verdiler. Hatta neredeyse İslâm fıkhı, Müslümanlar tarafından tamamen bilinmez duruma geldi.

Durum Şer’î hükümlerin incelenmesinden Batı kanunlarının incelenmesine dönüştü. Bunun neticesi olarak da, varlığı Müslüman memleketlerinde birer utanç sayılan hukuk fakülteleri kuruldu. Bu fakültelerde Şer’î hükümler yerine, Batı kanunları tedris edilmeye başlandı.

Osmanlı Devleti'nin sonlarında -ki İslâm Devleti olarak başında Müslümanların Halifesi vardı- İslâm fıkhını esas alarak Batı hukukunu kanunlaştırma yoluna girdiler. Bu amaçla H. 1286'da medeni kanun olarak el-Mecelle'yi yazdılar ve H. 1293 yılında da Mecelle'ye göre amel etmenin gerekliliği konusunda hüküm çıkardılar. Daha önce H. 1274 yılında hadler, cinayetler ve tazir cezaları yerine ceza kanunlarını, H. 1276'da da ticaret kanununu koydular. H. 1294 yılında Hilafet nizamının tamamen ilga edilmesi için bir anayasa hazırladılar. Ancak bu anayasa iptal edildi. H. 1326'da yani M. 1908 yılında iptal edilen bu anayasayı geri getirdiler. Ancak onlar, Batı kanunlarıyla İslâm arasında bir uyumlaştırma yapmaya çalıştılar ve Hilâfet nizamını olduğu gibi bıraktılar.

İşte, böylece fıkıh çökerek, kanunlara dönüştü. İslâm'a uygun olduğu gerekçesiyle Şer’î hükümler terk edilerek İslâm hükümlerinin dışındaki hükümler alındı. Böylece İslâm'a uygun olan her şeyin herhangi bir insandan alınabileceği düşüncesi egemen oldu. Âlimlerin gayret ve çabaları neredeyse yok denecek derecede zayıfladı ve tamamı taklitçi oldular. Buna rağmen onlar İslâm'ın görüntüsünü temsil ediyorlardı.

Fakat, Hilâfet yıkıldıktan, İngiliz ve Fransız kâfirleri İslâm topraklarını istila ettikten ve İslâm memleketleri Arap, Türk, İran gibi milliyetçi esasa göre parçalandıktan sonra İslâm, insanlar arasındaki ilişkilerde söz sahibi olmaktan, eğitim ve öğretimden tamamen uzaklaştırıldı. İslâmi eğitim, Mısır'da Ezher, Irak’ta Necef Tunus’ta ez-Zeytune Üniversitesi gibi yerlerde sadece Yunan felsefesi okutulur gibi okutulur hale geldi.

Böylece Müslümanlar arasındaki ilişkilerde İslâm fıkhının varlığından söz edilmeyecek derecede fıkıhta korkunç bir gerileme meydana geldi.