Aralarındaki ihtilaflara rağmen Müslümanlar, müçtehitleri
taklit ediyorlardı. Çünkü onların ihtilaflarının temeli Şer’î
delile dayanıyordu. Her müctehidin Şari’in hitabı ile ilgili
anlayışı, hem kendisi hem de onu taklit eden kimse hakkında
Şer’î hüküm sayılıyordu. Çünkü Şari’in hitabı Şer’î hükümdür.
Şari’in hitabını anlamanın dışında Şer’î hükme ulaşmanın yolu
yoktur. Bu nedenle Şari’in hitabı ve bu hitabı anlamak Şer’î
hükümdür. Ancak bu hüküm, Şari’in hitabını anlayan ve bu
anlayışta hitabı anlayanı taklit eden kimse için Şer’î' hüküm
sayılır.
Şari’in
hitabını anlayabilenler ictihad ederler. Fakat ictihad
derecesine ulaşamayan kimseler, hükümlerde ictihad derecesine
ulaşıp ictihad edenleri taklit ederler. Burada yapılan iş,
mezheblerden herhangi bir mezhebi taklit etmek olmadığı gibi,
fakih bir şahsı taklit etme işi de değildir. Taklit etmek demek,
fakihin istinbat ettiği Şer’î hükmü almak ve onunla amel etmek
demektir. Çünkü Müslüman yalnızca Şer’î hükme uymak ve onunla
amel etmekle emrolunmuştur. Müslüman herhangi bir mezhebe veya
herhangi bir şahsa uymak veya mezheblerden herhangi biriyle amel
etmek veya herhangi bir şahsa tabi olmakla emrolunmamıştır.
Kendi ictihadı ile bir Şer’î hükme ulaşma gücüne sahip olduğu
zaman kendi ictihadı ile amel eder. Bu güce sahip olmayan kimse
başkasının istinbat ettiği Şer’î hükmü alır.
İlk
asırdaki müçtehitlerin sayısı binlerle ifade ediliyordu. Bu
nedenle Müslümanların taklit ettikleri müçtehitlerin sayısının
dört, beş, altı veya belli bir sayıdaki mezheble sınırlı
olmadığını görmekteyiz. Bilakis o dönemde birçok mezheb ve
sayısız müçtehitler vardı. Her cemaat, mezhebi olsun olmasın her
müctehidin istinbat ettiği hükümleri taklit ediyorlardı.
Örneğin; Kufe halkının geneli Ebu Hanife ve Süfyan es-Sevri'nin
fetvalarına göre amel ediyorlardı. Ancak Kufe halkından şiiler,
Cafer es-Sadık'ın mezhebine göre amel ediyorlardı. Mekke halkı
İbni Cüreyh'in, Medine halkı İmam Malik'in, Basralılar Osman'ın,
Şam halkı el-Evzai'nin, Mısır halkı İbn Sa'd'ın, Horasan halk
Abdullah b. Mübarek'in ve Yemen halkının bir kısmı Zeyd b.
el-Hüseyin'in fetvalarına göre amel ediyordu. Yine bir çok
Müslüman, Said b. el-Müseyyeb, İbni Ebi LeyLa, İkrime, Rabiatü'r
Rey, Muhammed b. Şihab ez-Zühri, Hasan el-Basri, el-Leys b.
Sa'd, Süfyan b. Uyeyne, İshak b. Rahaveyh, Ebu Sevr, Davud
ez-Zahiri, İbn Şebreme ve İbn Cerir Et-Taberi'nin fetvalarına
göre amel ediyordu.
Bunların
tamamı hem müçtehit hem de mezheb sahibi kimseler idi. Bu
mezheblerin her birinin kendine ait bir ictihad metodu ve
hükümler hakkında belirli görüşleri vardı.
Müçtehitlerden ve imamlardan birçoğu bulundukları bölgelerde
kadılık ve yöneticilik yapıyorlardı. İmamların, kadıların ve
yöneticilerin ihtilafları, hükümlerde ihtilafa yol açmıştır.
Herkes ya kendi görüşüne göre ya da görüşünü benimsediği bir
fakihin görüşüne göre hükmediyordu. Bu uygulama sonucunda
devlette aynı meselede çeşitli hükümler ortaya çıktı. Bu nedenle
bazı âlimler, ortaya çıkan sorunlar hakkında verilen hükümlerin
tek hükümde birleştirilmesi ve halifenin de bu konuda bağlayıcı
bir emir çıkarması yönünde net bir tavır sergilediler. Toplumun
durumunu iyi bilen bazı kimseler, kadıların yükünü hafifletmek
ve işlerini kolaylaştırmak için, Kadıların ve diğerlerinin hüküm
verirken müracaat edecekleri bir kitabın yazılmasını uygun
görmekteydiler. Nitekim, bu konu ile ilgili olarak İbn
el-Mukaffa', Halife el-Mansur'a yazdığı bir mektupta şöyle
diyordu:
"Müminlerin emirinin bakacağı işlerden birisi de Basra, Kufe ve
bunların dışındaki diğer şehirlerde ve yerleşim birimlerinde
kadılar ve yöneticiler tarafından verilen çelişkili hükümler
konusudur. Can, mal ve namus konularında verilen hükümler
arasındaki ihtilaflar aşırı boyutlar kazandı. Can ve namusla
ilgili bir meselede, Basra'da verilen hüküm kanı ve ırzı helal
kılarken aynı meselede Kufe'de verilen hüküm haram kılmaktadır.
Benzeri ihtilaflar Kûfe civarında da görülmekte ve bir nahiyede
verilen hüküm helal kılarken bir başka nahiyede verilen hüküm
ise haram kılmaktadır. Ancak bu kadar çok sayıdaki farklı
hükümler, yöneticileri ve emirleri altındaki kadılar tarafından
Müslümanların kanları ve namusları hakkında uygulanmaktadır.
Eğer Müminlerin Emiri bu değişik hüküm ve uygulamaların bir
kitapta toplanıp, her bölgenin delil olarak kabul ettiği Sünnet
ve Kıyas gibi delillerle bir araya getirilerek herkesin buna
göre hükmetmesini emrederse ve bunun dışındakilerle hükmetmekten
de alıkoyması ile ilgili bir karar çıkartırsa uygun olur
kanaatindeyim. Doğru ve yanlış hüküm uygulamalar bir kitapta bir
araya toplanarak bunların içerisinden doğru olanlar tespit
edilip Emir'ül Müminin tarafından tatbikata konulursa
Müslümanlar arasında bir birlik sağlanmış olur. Böyle bir
birlik, imamdan imama Kıyamete kadar devam edip gider."
Ancak
halife Mansur bu mektuptan etkilenmesine rağmen onu uygulamaya
koymamıştır. Fakat Mansur, bu etkilenme ile fakihlerin ve
Hadisçilerin kendilerine ulaşan nassları, ihtiyaç duydukları
zaman insanların müracaat edip faydalanabilecekleri bir şekilde
tedvin etmelerini istedi.
Mansur'un İbn el-Mukaffa'nın görüşüne göre devlet içerisinde
insanları muayyen hükümler etrafında toplayacak şekilde anayasa
ve kanunlar yapmamasının sebebi, Mansur ile İmam Malik arasında
geçen olaydır. İbn Sa'd "Et-Tabakat" isimli kitabında Malik b.
Enes'den şunu rivayet eder.
"Halife
Mansur hacca geldiği zaman bana şöyle dedi: Senin şu kitabında
yerleştirmiş olduğun şeyleri çoğaltmak sonra da bu nüshalardan
birer tane Müslümanların yaşadığı şehirlere göndermek ve oradaki
yöneticilerin o kitapta yazılı olanlarla amel etmelerini,
kitabın dışına çıkmamalarını emretmek kararlılığındayım. Bunun
üzerine ben; Ey Müminlerin Emiri böyle yapma. Çünkü insanlar
birçok sözlerle karşılaştılar. Hadisleri işittiler ve
rivayetlerde bulundular. Her kavim daha önce kendilerine
ulaşanları aldı ve onlara göre amel etti, herkes kendisine uygun
olanı seçti. İnsanları bu hal üzere bırak, dedim."
Bu
nedenle Halife Mansur, mezhebleri ve görüşleri birleştirmedi.
Uygun gördükleri hükmü almada görüşlerinde ictihadlarında
insanları serbest bıraktı. Aynı şekilde kadıları ve yöneticileri
de istedikleri hükmü almada serbest bıraktı. Bunun sonucunda
fıkıh imamlarından her imamın öğrencileri hocalarının
görüşlerini incelemeye ve onun mezhebini şerh etmeye başladılar.
Âlimler
arasında var olan bu ihtilaflara bakış değişti ve fıkıh usulünün
okunup incelendiği gibi okunup incelenen "İlmü'l Hilaf" şeklinde
isimlendiren özel bir ilim dalı haline geldi. Bunun üzerine de
“imamların ihtilafı rahmettir” dediler. Her imamın öğrencileri
detaylı konulardaki imamlarının görüşlerini şerh ve izahlarla
genişletiyorlardı. İşte bu genişlemeler, bazı müçtehitlerin
mezheblerinin devam etmesine bazılarının da silinmesine neden
olmuştur.
Evzai,
Hasan el-Basri, es-Sevri, İbni Cerir et-Taberi gibi âlimler,
büyük imamlardan olup ilim ve ictihad bakımından da geniş bir
yer işgal edenlerdendi. Ancak onlar detaylı konularda uzun uzun
incelemelerde bulunmayıp sadece usul ile yetindiler.
Mezheblerini şerh edecek öğrencileri yoktu. Bu nedenle de
onların görüşleri ile amel edilmedi ve mezhebleri insanlar
arasında yayılmadı.
Fakat
Ebu Hanife, Cafer Sadık, Zeyd b. el-Hüseyn, Şafii, Ahmed b.
Hanbel ve Malik gibi imamların talebeleri ve tabileri vardı.
Onlar hocalarının görüşlerini bir arada topladılar ve mezhebleri
devam etti.
Cafer-i
Sadık ve onun dışındaki Ali ailesi Ebu Cafer, el-Mansur
tarafından şiddetli baskı altında tutulmasına rağmen birçok
hükümler istinbat edebilmiş, Şia ve Şia dışında birçok
talebeleri olmuştur. Talebeleri Cafer es-Sadık'ın görüşlerini
bir araya getirdiler ve görüşlerine Sünnete yakın bir gözle
baktılar. Böylece mezhebi yeryüzünün birçok bölgesinde yayıldı.
Ebu
Hanife'nin birçok talebeleri vardı. Ebu Yusuf, Muhammed b.
el-Hasan eş-Şeybani ve Züfer en meşhur talebelerinden olup
bunların tamamı Ebu Hanife gibi müçtehittir. Ancak bunlar
mezheblerini Ebu Hanife'nin mezhebi ile birleştirdiler. Ebu
Hanife'nin mezhebinin tedvinindeki/yazılmasındaki üstünlük
onlara aittir.
Aynı
şekilde, Medine'de İmam Malik'in de birçok talebeleri vardı.
İmam Malik geniş bir şöhrete sahipti. Özellikle de Hadis ve
Hadis ricali tetkiklerinde, özellikle de "el-Muvatta" isimli
kitabı ile geniş bir şöhrete sahipti. Ondan sonra gelen
öğrencileri fetvalarını bir arada topladılar ve detay konularda
genişlettiler ve çeşitli meselelerde fetvaları ile cevap
verdiler. İmam Malik'in mezhebinin yayılmasındaki üstünlük ve
katkılar da yine talebelerine aittir.
İmam
Şafii ise şöhreti fıkıh ilmindeki başarısı ile kazanmıştır. Onun
bu başarısını fıkıh usulü konusunda yazmış olduğu "el-Ümm", "Er
Risale" ve "İbtalü'l İstihsan" isimli kitapları açıkça delalet
etmektedir. İmam Şafii'nin bu eserleri, yaşadığı asırda fikri
uyanış için en büyük örnektir. er-Rabi' ve el-Müzenni gibi
öğrencileri onun çizdiği bu yol üzere yürüdüler ve görüşlerini
yaydılar, mezhebini açıkladılar ve mezhebini birçok bölgede
yaydılar.
Ahmed b.
Hanbel de böyledir. Mezhebinde Hadislerin ağırlığı olmakla
beraber öğrencileri mezhebini açıkladılar ve görüşlerini
yaydılar.
Bu
öğrencilerin ilk üstünlükleri sadece hocalarının ve imamlarının
mezheblerini yaymada değil, fıkhı şerh etmede ve onun gelişmesi
konusunda yaptıkları katkılarında da vardır. Hatta onların asrı
fıkıhta, imamların yaşadığı asırdan daha parlak bir dönem
sayılır. Çünkü hükümlerin şerhi ve delillerin tafsilatı
imamların öğrencilerinin yaşadığı dönemde gerçekleşmiştir.
İşte, böylece fakihler fıkıh
çalışmalarında ve şerhinde ve özellikle de fıkhın gerçek temeli
olan fıkıh usulünde önemli bir gayret sarf etmişlerdir. Fıkıh
büyük gelişmeler gösterdi. Mezheblerin oluştuğu asırdan sonra H.
4. asırda fıkıh parlaklığının, gelişmesinin zirvesinde idi.