Dördüncü nâsa gelince;
Bu, kardeşleştirme hadisleridir. Cümleleri ve lafızlarının
sadece gözden geçirilip okunması, onlarla bu hususta delil
getirmeyi düşürür. Zira onlarda geçen nâslar şunlardır:
أنت أخي ووارثي “Sen
benim kardeşim ve varisimsin.”,
أخي وابن عمي “Kardeşim
ve amcamın oğlu…”, أخي
وأبو ولدي “Kardeşim ve çocuğumun babası…”
ومني والي “Benden
ve bana dönen…”, أخي
ووزيري تقضي ديني وتنجز موعدي تبرىء ذمتي “Sen
kardeşimsin, borcumu ödeyen, vaadimi yerine getiren, gönlümü
ferahlatan vezirimsin.”,
علي أخو رسول الله
“Ali, Rasulullah’ın kardeşidir.”
Bu lafızların ve cümlelerin hiç birinden, uzaktan yakından
Hilafete atama hususunu çıkartmak mümkün değildir. Çünkü
bunlar, iki kişi arasındaki özel hususları ifade etmekten
öteye gitmezler. Onlardan birisi diğerine, kardeşi olduğunu
vurgulayarak yakınlığının şiddetini ifade ediyor. Zira Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem, Ali’nin kendisine yakınlığının
şiddetini; onun kendisinin kardeşi, yardımcısı
ve borçlarını ödeyen olduğunu vurgulayarak ifade
ediyor. Bunda ise, herhangi bir genel husus, Hilafet ve
yönetimle ilgili bir alaka yoktur. Ali’yi Rasul’ün gerçekten
kardeşi ya da oğlu olduğunu varsaysak bile, bu; onun
Rasul’den sonra halife olacağı anlamına delâlet etmez. Zira
Rasul’ün Ali’ye; sen benim kardeşimsin, oğlumsun,
vezirimsin ya da v.b. sözlerinin yönetimle bir
alakası yoktur. Bu sözlerde Hilafete atamaya dair uzaktan
yakından, hem lügate göre hem Şer’iata göre herhangi bir
şekilde bir delâlet yoktur. Şu halde bu hadisler, Rasul’ün
Ali’yi kendisinden sonra Hilafete atadığına dair bir hüccet
olmaya uygun değildirler. Buna göre bu hususta bunlarla
delil getirmek de düşer.
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in kendisinden
sonra Ali’yi halife bıraktığına dair açık bir nâssın geçmiş
olduğu üçüncü kısma gelince; bu iki hadistir.
- Onlardan birisi; El-Gadir hadisi rivayetlerinden
bir rivayettir.
- İkincisi ise; El-Dâr hadisi olarak isimlendirilen
hadistir.
El-Gadir kitabının sahibi, ilk başlangıcında ona ait bir
rivayet zikretti. O rivayette
وصيي وخليفتني “benim
vasim ve halifem” kelimesini zikretmedi. Taberi’ye isnad
ettiği bir başka rivayet zikretti. Onda
وصيي
وخلفتي “vasim ve halifem” lafzı açıkça
geçmektedir. Nitekim o –yani Şeyh Abdulhuseyn Ahmed El-Emini
El-Necefi, “El-Gadir fi kitâb-il Aziz’de El-Gadir olayı”
başlıklı kitabının sahibi, kitabında şunu demektedir: “Hafız
Ebu Cafer Muhammed b. Cerirî Taberî, ölüm yılı hicri 310,
‘El-Velâyetü fi turuki hadisi El-Gadir’ isimli kitapta kendi
isnadıyla Zeyd b. Erkam’dan şöyle dediğini tahriç ediyor:
“Nebi SallAllah’u
Aleyhi Vesellem veda haccı dönüşünde Gadir Humm
denilen yere vardı. Vakit kuşluk vakti idi ve şiddetli bir
sıcak vardı. Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem, oradaki çok dallı
ağaçların olduğu yere gidilmesini emretti. Orası süpürülüp
temizlendi. Namaz çağırıcısı cemaatin toplanmasını duyurdu.
Bunun üzerine biz bir araya toplandık. Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem kapsamlı anlaşılır bir hutbe okudu.
Sonra şöyle dedi: “Allah bana şu ayeti indirdi:
يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ
مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّك ... . ‘Ey
Rasul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan
risaletini tebliğ etmiş sayılmazsın. Allah seni insanlardan
korur.’
Cibril, Rab’bimden bana; bu toplantı yerinde kalkıp
siyahı beyazı herkese, Ali b. Ebu Talib’in kardeşim, vasim,
halifem ve benden sonra imam olduğunu bildirmemi emretti.”
Bu, Gadir Humm hadisi rivayetlerinden birisidir. Bu rivayet,
dirayet bakımından red olunur. Onun nâssında vasiyet, halife
bırakma ve Rasulden sonra imam olma hususunda geçenler
birkaç açıdan batıldır ve aslı yoktur:
- Bu ayet, Veda Haccında inmedi. Hudeybiye Antlaşmasının
yapıldığı sene, Fetih suresinden sonra nazil oldu. Zira bu
ayet Maide suresindendir. Maide suresi, Fetih suresinden
sonra indirildi. Fetih suresi ise, Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem’in Hudeybiye Antlaşmasından dönerken
indirildi. Mushaf’a bir bakışla kişi basitçe ve açıkça
ayetin iniş vaktinin Fetihten sonra olduğunu görür. Buna
göre ayet, Veda Haccından dört sene önce indirilmiş olur ki
bu durumda, bütün rivayetlerine rağmen Gadir Humm hadisi ile
alakası yoktur. Çünkü Gadir Humm hadisinin bütün rivayetleri
bu hadisin Veda Haccında hâsıl olduğunu söylerler. Bu tek
başına hadisin red edilmesine ve onda vasilik ve halife
tayin etmek hususunda iddia edenlerin batıllığının
kesinliğine yeterlidir.
- Ayetin manası, mantuku ve mefhumu bakımından gayet
açıktır. O da; Rasul’ün Rabbisinden kendisine indirileni
tebliğ etmekle emrolunmasıdır. Ona Rab’bisinden indirilen
ise İslâm risaletidir. Bunu belirleyen ve kastedilen tek
mana kılan, aynı ayetin şu bölümüdür: “Eğer onu
yapmazsan, O’nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın.”
Yani, ‘sana indirileni tebliğ etmezsen, O’nun risaletini
tebliğ etmiş olmazsın’ demektir. Bu Allah’u Teâlâ’nın şu;
ما أنزل إليك
“sana indirilen” sözü ile kast olunanın,
başka bir şey değil Allah’ın risaleti olduğunu belirleyen
bir nâstır. Ayrıca, بلغ
“tebliğ et” kelimesi Kur'an’da nerede geçerse, ondan
kast olunan ancak Allah’ın risaletinin tebliğidir.
Kur’an’da bu manadan başkası kesinlikle geçmemiştir.
Zira Allah’u Teâlâ şöyle demiştir:
يُبَلِّغُونَ رِسَالاتِ
اللَّهِ
“Allah’ın risaletlerini tebliğ ederler.”
أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاتِ رَبِّي
“Size Rabbimin risaletlerini tebliğ ediyorum.”
وَأُبَلِّغُكُمْ مَا أُرْسِلْتُ
بِهِ
“Size kendisi ile gönderildiğim hususu tebliğ ediyorum.”
لِيَعْلَمَ أَنْ قَدْ أَبْلَغُوا
رِسَالاتِ رَبِّهِمْ “Ta ki o, rablerinin
risaletlerini tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın.”
أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبِّي
“Ben size Rabbimin risaletini tebliğ ettim.”
أَبْلَغْتُكُمْ مَا أُرْسِلْتُ
بِهِ “Ben size benimle gönderileni tebliğ
ettim.”
Aynı şekilde ما أنزل إليك
“sana indirilen” kelimesinden Kur'an’da geçtiği her
yerde kastedilen Şer’iattır. Bu kelime de Kur'an’da bu
mananın dışında kesinlikle geçmemiştir.
Allah’u Teâlâ, şöyle dedi:
وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ
بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ
“Sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler.”
نُؤْمِنُ بِمَا أُنزِلَ عَلَيْنَ
“Bize indirilene iman ediyoruz.”
آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ
إِلَيْنَا وَمَا أُنزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ
“Biz, bize ve İbrahime.... indirilene iman
ettik.”
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ
إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ “Rasul, Rabbisinden
kendisine indirilene iman etti.”
قُلْ آمَنَّا بِاللَّهِ
وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ
“De ki: Allah’a iman ettik. Bize indirilene, İbrahime....
indirilene iman ettik.”
وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ
لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا
أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ “Muhakkak ki Ehli
Kitap’tan öyleleri vardır ki, Allah’a, size indirilene ve
kendilerine indirilene .... iman ederler.”
هَلْ تَنقِمُونَ مِنَّا إِلا
أَنْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا
أُنْزِلَ مِنْ قَبْلُ
“Sizin bizi ayıplamanızın Allah’a, bize indirilene, daha
önce indirilenlere iman etmemizden başka bir sebebi var mı?”
وَلَوْ أَنَّهُمْ أَقَامُوا
التَّوْرَاةَ وَالإنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِمْ مِنْ
رَبِّهِمْ “Ve eğer onlar Tevratı, İncili ve
rablerinden kendilerine indirileni gereği gibi
uygulasalardı...”
حَتَّى تُقِيمُوا التَّوْرَاةَ
وَالإنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ
وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ
رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا “... siz
Tevratı, İncili ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi
uygulamadıkça bir şey üzere değilsiniz. And olsun ki
Rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun küfür ve tuğyanını
elbette arttıracaktır.”
وَإِذَا سَمِعُوا مَا أُنزِلَ
إِلَى الرَّسُولِ تَرَى أَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنْ الدَّمْعِ
“Rasüle indirileni işittiklerinde, hakkı bildiklerinden
gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.”
İşte Kur'an’daki bütün ayetler böyledir.
بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
مِنْ رَبِّكَ “Rabbinden indirileni tebliğ et...”
Ayetinden önceki ayette de
مَا أُنزِلَ “indirilen”
kelimesi bir tek mana ile zikredilmiştir, o da Şer’iattır.
Hatta bu ayetten sonraki ayette (Maide: 68’de) aynı lafız;
مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ
رَبِّكَ “Sana Rabbinden indirilen” lafzı
vardır. Bütün bunlar;
بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ “Sana
indirileni tebliğ et” sözünde geçen;
مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
“sana indirilen” kelimesinin manasının İslâm Şer’iatı
olduğunu belirlemektedir. Bu,
بَلِّغْ
“tebliğ et” ve
مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
“sana indirilen” kelimelerini Kur'an ayetlerinin
tamamında inceleyen kimse için gayet açıktır.
- مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
“sana indirilen” sözündeki
مَا أُنزِلَ “indirildi”
kelimesi, meçhul için bina olmuş mazi bir fiildir (yani
pasif mazi fiil). Bu demektir ki; bununla kast olunan, Allah
Subhenehû ve Teala’dan kendisine daha önce indirileni
yani daha önce vahyin getirdiğini ve Rasule indirileni
tebliğ etmesidir. Buna göre Allah’u Teâlâ Rasule, daha önce
kendisine indirileni insanlara tebliğ etmesini
emretmektedir. Böyle mana; o ayetin inişinden önce
indirilmiş bir şeyin tebliği olmaktadır, ayetin inişiyle
hâsıl olan belirli bir emrin tebliği değil. Ayetin hakkında
inip Rasul’ün tebliğ etmekle emredildiği, Rasul’ün de onu
vasilik ve istihlaf/yerine halife bırakmak olarak tefsir
ettiği bir emrin tebliği değildir. Bundan dolayı bu hadisi o
ayetin nüzul sebebi için şerh olarak almak sonucu çıkmaz.
Çünkü hadis, ayetin nüzul sebebi olmakta, ayet ise hadisin
zikrettiği olay hakkında inmiş olmaktadır. Böylece ayet bir
şey hakkında o şeyin meydana geldiği vakitte inmektedir. Bu
ayet ise, ayetin inmesinden önce meydana gelmiş bir şeyin
tebliği hakkında olduğu gayet açıktır. Bundan dolayı o hadis
bu ayet için nüzul sebebi olmaya uygun değildir.
- مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
“sana indirilen” sözündeki
مَا “mâ”
kelimesi ismi mevsüldür ya da maksadı belirsiz isimdir. Bu
kelime, “ona indirilenin” bir tek emir ve bir tek
hüküm olduğunu belirtmeye uygun düştüğü gibi, çeşitli
emirler ve birçok hüküm olduğunu belirtmeye de uygun
düşmektedir. Yani ayetin manasının; ‘sana indirilen hükmü
tebliğ et’ şeklinde olmasına uygun olduğu gibi ‘emir ve
hükümlerden sana indirilenlerin hepsini tebliğ et’ şeklinde
olması da uygun düşmektedir. Bunlardan birisini belirleyen
ise karinedir. Ayetin, dakik inceleme yapmaksızın mücerred
okunmasından açığa çıkıyor ki;
فما بلغت رسالته “risaletini
tebliğ etmiş olmazsın” sözündeki
رسالته
“risaleti” kelimesi
ما “mâ”
kelimesinin manasının, ‘sana indirilenlerin hepsi’ yani
Allah’ın risaleti demek olduğunu belirlemektedir. Bu,
ayette geçen ما
“mâ” kelimesinin manasının ‘sana indirilen
hüküm’ olmasını kesin olarak nefyetmektedir. Ayrıca,
رسالته “risaleti”
kelimesinin olması, مَا
أُنزِلَ إِلَيْكَ “sana indirilen”
kelimesinin manasının ‘Allah’ın risaleti’ olduğunu
açıklamaktadır.
- Ayetin sonunda Allah’u Teâlâ’nın şu;
إِنَّ اللَّهَ لا يَهْدِي
الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
“Allah seni insanlardan korur. Allah kâfirler topluluğunu
hidayete erdirmez.”
Sözü, Allah’tan Resüle bir sakinleştirme ve risaletini
tebliğ esnasında kendisine isabet edecek eziyetten bir
güvencedir. Bu sakinleştirme, belirli bir hükmü tebliğden
dolayı kendisine isabet edecek bir eziyetten dolayı olmaz. O
ancak, risaletin tamamını kâfirlere tebliğinden dolayı,
-özellikle risaletin tebliği yanında şavaş da olduğunda–
kendisine isabet edecek eziyetten dolayı
sakinleştirmektedir. Böylece ayetin sonunun manası, ‘cihad
vasıtası ile bu risaleti tebliğde seni insanların
eziyetinden Allah korur’ olmaktadır. Çünkü bu ayet
indirildiği sıralarda risaletin tebliğ yolu cihad/kılıçla
savaş idi. Kastedilenin; ‘seni Hilafeti kendisine verdiğin
için Ali’ye hased edenlerden korur, yani onların sözlerine
göre Ali’yi Ebu Bekir’den, Ömer’den, Osman’dan v.b.’den
korur’ şeklinde olması mümkün değildir. Çünkü ayetteki “korumak”
insanlardan korumadır. Mü’minlerden koruma değil. “İnsanlardan”
lafzıyla burada kast olunanın kâfirler olduğunu ayetin
sonundaki Allah’ın şu sözü belirtmektedir:
إِنَّ اللَّهَ لا يَهْدِي
الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Allah kâfirler topluluğunu
hidayete erdirmez.”
Buna binaen; Allah’ın Rasule kendisine indirileni tebliğde
kâfirlerin ezasından koruması hususundaki vaadi, ayetteki
tebliğden kast olunanın İslâm risaletini tebliğ olduğunu
belirlemektedir.
Şöyle denilebilir: ‘Rasul, bu ayet indirilemeden önce,
risaleti daha önceden tebliğ etti. Şu halde;
بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
“sana indirileni tebliğ et” sözünün manası, o
tebliğde kaim iken, risaleti tebliğ et, şeklinde olmaz.’
Buna cevap şöyledir: Tebliğ ile ilgili bu emir şu iki
husustan birisi dışına çıkmaz:
- Ya Rasul, tebliğ etmeyerek risaleti ketmeder/gizler,
- Ya da risaletin henüz kendilerine tebliğ edilmediği
birtakım insanlar vardır. Onlara tebliğ edilmemesi,
risaletin âleme tebliğ edilmemesi sayılır.
1. Bu hususun yani kendisine indirilen belirli bir
hükmü tebliğ etmeyerek ketmetmesi mümkün değildir. Risaletin
ancak kendisi ile tamamlandığı bir hükmün tebliğ edilmemesi
de mümkün değildir. Çünkü bir tek hükmün gizlenmesi Rasul’ün
nübüvvetini ve risaletini risaletinin tamamını gizlemesi
gibi yaralar, lekeler. O halde belirli bir hükmün gizlenmesi
imkânsızdır. Çünkü ayette deniliyor ki;
فما بلعت رسالته
“risaletini tebliğ etmiş olmaksızın.”
Ayet tebliği nefyetmekte/yok saymaktadır. Bu ise, belirli
bir hükmü değil risaleti tebliğ etmedi demektir. Ayrıca, bir
tek hükmün tebliği risalet için tebliğ sayılmaktadır. Rasul,
ilk günden itibaren, hükümleri inişine göre kaynak olarak
tebliğ ediyordu. Her hükmü tebliğ etmesini, tebliğ
sayıyordu. Bunun için mananın; “belirli bir hükmü tebliğ
etmedi” şeklinde olması mümkün değildir. Bilakis, cümleye
verilen mana; “risaleti tebliğ etmemek” olmaktadır.
2. Rasul’ün tebliğ etmemesi mümkün olmadığına göre ve
bu ayetin indirilişinden önce tebliğ ediyor olması sabit
olduğuna göre, ayetin indirilişinin manası, risaletin henüz
kendilerine tebliğ edilmemiş olduğu birtakım insanların
varlığı olmaktadır. Onlara tebliğin yapılmaması, risaletin
âleme tebliğ edilmemesi sayılmaktadır. Risalet tebliğ, âleme
tebliğ olmadıkça, tebliğ sayılmamaktadır. Onun için Allah
Rasule, tebliğ sayılması için, risaleti kendilerine tebliğ
edilmemiş insanlara tebliğ etmeyi yani âleme tebliğ etmeyi
ve bu tebliğin cihad yoluyla olmasını emretmiştir. Ayetin
Rasule Hudeybiye Antlaşmasından sonra inmiş olması bunu
teyit etmektedir. Bu tarihe kadar, davetin neşri için
kendisi ile savaştığı baş düşman Kureyş idi. Onların
anlaşması ile cihadda tebliğin konumu belki anlaşılır. Zira
Allah Rasule tebliğinin, bu evrensel risaletin tebliği
sayılması için, risaletin âleme tebliği olasıya kadar,
kendilerine tebliğ edilmeyen Arap, Rum, Kıbtî ve diğer
insanlara cihad yoluyla tebliğde devam etmesini emretmiştir.
Bu ise bilfiil hâsıl olan husustur. Zira bu ayetin
indirilmesinden sonra, Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem Hayber’de yahudilerle savaştı, Mute
savaşına hazırlandı. Rum ile savaşmak için büyük bir ordu
içinde Tebük’e gitti. Mekke’yi fethetti. Fars, Kıbti, Rum ve
diğer krallara; بَلِّغْ مَا
أُنزِلَ إِلَيْكَ “Sana indirileni tebliğ et.”,
فما بلعت رسالته “Risaletini
tebliğ etmiş olmazsın.”,
والله يعصمك من الناس
“Allah seni insanlardan korur.”,
إن الله لا يهدي القوم الكافرين
“Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”
sözlerinin manasını açığa çıkaran mektuplar yazdı.
Kenzül-Ummâl’ın rivayet ettiği ve Nehçül-Belâga’nın şerh
ettiği El-Dâr hadisine gelince: Onda geçen husus şöyle
özetlenir: وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ “Yakın
akrabanı uyar.”
Ayeti indirilince, Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem Ali’yi çağırdı ve onu yemek hazırlayıp
Abdulmuttalip oğullarını davet etmekle sorumlu kıldı. Ali
emredilen hususları yerine getirdi. Topluluk yeyip içtikten
sonra Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem onların önünde
durup onlara şöyle hitap etti: “Ey Abdulmuttalipoğulları,
Vallahi ben, Araplar içinde kavmine benim getirdiğimden daha
faziletli bir şey getiren bir gencin var olduğunu
bilmiyorum. Muhakkak ki ben, dünya ve ahiretin hayrını
getirdim. Allah bana, sizi kendisine davet etmemi emretti.
Hanginiz, içinizde benim kardeşim, vasim ve halifem olması
karşılığında bu işte bana yardımcı olur?” Ali
hariç topluluk bu davetten çekindi. Ali yaş bakımından
onların en genç erkeği idi. O şöyle cevap verdi: ‘Ben, ey
Allah’ın Rasulü, sana yardımcı olurum.’ Fakat Nebi, sözünü
tekrarladı, topluluk halen çekingen davranıyordu. Ali ise,
yardım etmeyi kabul ettiğini ilan ediyordu. O zaman Nebi
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem Ali’nin boynundan tutup orada hazır
olanlara şöyle dedi: “Bu, içinizde benim kardeşim, vâsim
ve halifemdir. Onu dinleyin ve itaat edin.” Topluluk,
Nebi ve daveti ile alay ediyorlardı. Nitekim Nebi’nin
evinden çıkarken Ebu Talib’e şöyle diyorlardı: ‘O, sana
oğlunu dinleyip itaat etmeni emretti.’Kendisiyle delil
getirenlerin rivayet ettiklerine göre El-Dâr hadisinin özeti
işte budur.
وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”
Ayetinin indirildiği günkü olayı Buhari, yemek
hazırlanmasını rivayet etmeksizin, Rasul Safâ’ya çıktı
şeklinde rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel Müsned’inde iki
hadis rivayet etmiştir. Hadisin birisi, bu ayetin
indirildiği gün olduğu zikredilmeksizin yemek verilmesi
hakkındadır. Diğeri ise, ayetin indirildiği gün yemek
verildiğinin zikredildiği hadistir. Önce bu nâsları ortaya
koyup sonra onlarda geçen hususu açıklayacağız:
Buhari, İbn Abbâs RadıyAllah’u Anh’dan şöyle
dediğini rivayet etti: “وَأَنذِرْ
عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”
Ayeti indirilince, Nebi
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem Safâ tepesine çıktı. Şöyle çağırmaya
başladı: “Kureyş’in ana kabileleri oldukları için
toplanasıya kadar, Ey Fahroğulları, Ey Adyoğulları…”
diye çağırmaya başladı. Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem onlardan bazılarını dışarı
çıkaramadığında ne olduğuna bakması için bir elçi
gönderiyordu. Ebu Leheb ve Kureyş gelince, onlara şöyle
dedi: أَرَأَيْتَكُمْ لَوْ
أَخْبَرْتُكُمْ أَنَّ خَيْلاً بِالْوَادِي تُرِيدُ أَنْ
تُغِيرَ عَلَيْكُمْ أَكُنْتُمْ مُصَدِّقِيَّ قَالُوا نَعَمْ
مَا جَرَّبْنَا عَلَيْكَ إِلا صِدْقًا قَالَ فَإِنِّي نَذِيرٌ
لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ
“Size, şu vadide saldırmak isteyen bir atlı
olduğunu haber versem ne yaparsınız? Beni tasdik eder
misiniz?” Onlar; ‘Evet, senden ancak doğruluk gördük.’
dediler. O da şöyle dedi:
فإني نذير لكم بين يدي عذاب شديد
“Muhakkak ben, sizi şiddetli bir azaba karşı
uyarıyorum.” Bunun üzerine Ebu Leheb; ‘Günün arta
kalanında kahrolasın! Bunun için mi bizi topladın?’ dedi.
Bunu üzerine şu ayetler indirildi:
تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ
وَتَبَّ مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ
“Ebu Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da. Malı ve
kazandıkları onu kurtaramadı.”
Bu, yemek verme olayının;
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı
uyar.”
Ayetinin indiği günde olmadığına delâlet etmektedir.
Çünkü o olay, hadisin metninde geçen hususla
örtüşmemektedir.
Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde şunu rivayet etti: “Bize Affân
anlattı. Ona da Ebu Avâne, Osman b. Muğire’den o da Ebu
Sâdık’tan, o da Rebia b. Nâciz’den, o da Ali’den rivayetle
Ali’nin şöyle dediğini anlattı: “Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem Abdulmuttalipoğullarını bir araya
topladı ya da davet etti. Onların içinde, tıka basa yiyen ve
boğulasıya içen bir genç topluluk vardı. Dedi ki; Onlara bir
yemek verdi. Onlar doyasıya kadar yediler. Dedi ki; Yemek,
sanki kendisine hiç dokunulmamış gibi kaldı. Sonra içecek
getirttirdi. Onlar ondan da kanasıya kadar içtiler. İçecek,
sanki hiç içilmemiş ve hiç dokunulmamış gibi kaldı daha
sonra Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi:
يَا بَنِي عَبْدِ الْمُطَّلِبِ
إِنِّي بُعِثْتُ لَكُمْ خَاصَّةً وَإِلَى النَّاسِ بِعَامَّةٍ
وَقَدْ رَأَيْتُمْ مِنْ هَذِهِ الآيَةِ مَا رَأَيْتُمْ
فَأَيُّكُمْ يُبَايِعُنِي عَلَى أَنْ يَكُونَ أَخِي وَصَاحِبِي
قَالَ فَلَمْ يَقُمْ إِلَيْهِ أَحَدٌ قَالَ فَقُمْتُ إِلَيْهِ
وَكُنْتُ أَصْغَرَ الْقَوْمِ قَالَ فَقَالَ اجْلِسْ قَالَ
ثَلاثَ مَرَّاتٍ كُلُّ ذَلِكَ أَقُومُ إِلَيْهِ فَيَقُولُ لِي
اجْلِسْ حَتَّى كَانَ فِي الثَّالِثَةِ ضَرَبَ بِيَدِهِ عَلَى
يَدِي
“Ey Abulmuttalipoğulları!
Muhakkak ki ben, özel olarak size, genel olarak insanlara
gönderildim. Bu ayetten (mucizeden) göreceğinizi
gördünüz. Benim kardeşim ve arkadaşım olması karşılığında
hanginiz bana biat ediyor?” Ali dedi ki; Kimse
ona yönelerek bakmadı. Topluluğun en küçüğü olduğum halde
ben ayağa kalktım. O bana; “Otur!” dedi. O üç defa
sorusunu tekrarladı. Her seferinde ben ayağa kalkıyordum. O
bana; “Otur!” diyordu. Üçüncüsünde ise elini elimin
üstüne koydu.”
Metin burada bitiyor.
Bundan anlaşılıyor ki; bu hadis,
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ “Yakın akrabanı uyar.”
Ayetinin nüzul olayını zikretmiyor. Rasul onlara İslâm’ı
anlatmıştır. Müslüman olan da Rasul’ün kardeşi ve arkadaşı
olmaktadır. Ali’ye bir şey söylemiyor.
İkinci rivayete gelince; Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde şunu
rivayet etti: “Bize Eesved b. Amir, Şer’ik, El-A’meş’ten o
da El-Menhâl’dan, o da Ibâd b. Abdullah El-Esedî’den,
o da Ali’den şöyle dediğini anlattılar: ‘لَمَّا
نَزَلَتْ هَذِهِ الآيَةُ
( وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ
الأقْرَبِينَ ) قَالَ جَمَعَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّه
عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مِنْ أَهْلِ بَيْتِهِ فَاجْتَمَعَ
ثَلاثُونَ فَأَكَلُوا وَشَرِبُوا قَالَ فَقَالَ لَهُمْ مَنْ
يَضْمَنُ عَنِّي دَيْنِي وَمَوَاعِيدِي وَيَكُونُ مَعِي فِي
الْجَنَّةِ وَيَكُونُ خَلِيفَتِي فِي أَهْلِي فَقَالَ رَجُلٌ
لَمْ يُسَمِّهِ شَرِيكٌ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَنْتَ كُنْتَ
بَحْرًا مَنْ يَقُومُ بِهَذَا قَالَ ثُمَّ قَالَ الآخَرُ قَالَ
فَعَرَضَ ذَلِكَ عَلَى أَهْلِ بَيْتِهِ فَقَالَ عَلِيٌّ رَضِي
اللَّه عَنْهم أَنَا
“Yakın
akrabanı uyar.
Ayeti indirilince, Nebi
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem ehli beytinden olan kimseleri bir
araya topladı. Otuz kişi toplandı. Yiyip içtiler. Sonra Nebi
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem onlara şöyle dedi:
“Cennette benimle olması ve ehlimde de halifem
olması karşılığında kim benim borçlarıma ve vaatlerime kefil
olur?” Bunun üzerine –Şer’ik’in ismini
söylemediği– bir adam şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü, sen
bir denizsin, kim yapar bunu?” Dedi ki; Daha sonra başkası
da aynı şeyi dedi. Bunun üzerine Rasul, bunu ehli beytine
teklif etti. Bunun üzerine Ali RadıyAllah’u Anh;
“Ben.” dedi.””
Metin burada bitiyor.
Bundan anlaşılıyor ki; Rasul ehlinden bir kişiye, borçlarına
ve vaatlerine kefil olmasını talep ediyor. Bunun
karşılığının ise; “cennette onunla beraber olmak” ve
“ehlinde halifesi olmak” olduğunu bildiriyor. Bunun
üzerine Ali; “Ben.” diyor.
Bu iki metinde وصيي
“Vâsim” ve mutlak olarak
خليفتي “halifem”
kelimeleri yok. Ancak خليفتي
“halifem” kelimesi ehil ile sınırlandırılmış olarak
geçmektedir. Ehilde/ailede halife olmak; yönetim ve imamet
makamında halife olmaktan başkadır, onunla alakası yoktur.
Sahih kitaplarda geçen nâslar işte bunlardır. Bu nâslar,
birbirine yakın lafızlarla, tek bir mana olarak çeşitli
rivayetlerle geçmiştir. Bunların hepsinde de;
وصيي
“vâsim” ve خليفتي
“halifem” kelimeleri mutlak olarak geçmemektedir.
Bütün sahih sahiplerinden bir kişi, güvenilir yollardan bir
yolla وصيي
“vâsim” ve خليفتي
“halifem” kelimelerinin Ali’ye veya başkasına nispetle
geçtiği bir tek hadis rivayet etmemiştir. Böylece,
sahihlerde hakkında delil olmamasından dolayı bu hususta
delil geçersiz olmaktadır.
Ali’nin halife tayin edildiğine delil getirenlerin rivayet
ettikleri ve kendisine “El-Dâr hadisi” ismini verdikleri
metine gelince:
Bu rivayetle bu metin, dirayet açısından ret olunur. Bir
hadis, mana bakımından dirayetten, senet bakımından da
rivayetten ret olunur. Rivayetten ya da dirayetten ret
olununca itibarı düşer ve onunla delil getirmek geçersiz
olur. Söz konusu olan hadisin dirayetten ret olunması şu
birkaç husustan dolayıdır:
1- Bu hadiste görülmektedir ki; Rasul
Abdulmuttalib oğullarından, kendisinden sonra
yönetimini onlara ait olmasını şart koşarak kendisine
yardımcı olmalarını talep etmiştir. Bu iki yönden batıldır:
Birincisi: Bir kabilenin, Müslüman olduklarında
kendisinden sonra yönetimin kendilerine ait olması talebini
ret etmesi olayında Rasul’ün ortaya koyduğu kavli ve fiili
ile çelişiyor olmasıdır. Zira Rasul o olayda şöyle
demişti: الأمر لله يضعه
حيث يشاء “Yönetim,
Allah’a aittir. Onu dilediğine verir.”
Nitekim İbn Hişâm, “Siret-ün-Nebi
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem” kitabında şunu rivayet etmiştir: İbnü
İshak dedi ki; Zühri bana anlattı ki, ‘Âmir b. Sa’sa’a
geldi. Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem onları Allah Azze
ve Celle’ye davet etti. Onlara kendisini takdim etti.
Onlardan, kendisine Bîcretü b. Ferâs denilen bir adam şöyle
dedi: ‘Vallahi, eğer bu genci Kureyş’ten alırsam onunla
Arapları bitiririm.’ Sonra da Rasule şöyle dedi: “Eğer biz
emrinde/davanda sana tâbi olursak, sonra Allah sana muhalif
olanlara karşı seni üstün kılarsa, senden sonra yönetim bize
ait olacak mı, ne dersin?” Bunun üzerine Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem şöyle dedi: الأمر
لله يضعه حيث يشاء
“Yönetim Allah’a aittir.
Dilediğine verir.” O adam buna cevaben dedi ki; “Biz
senin için Araplara karşı boyunlarımızı ortaya koyacağız.
Allah seni üstün kılınca yönetim bizden başkasının olacak,
öyle mi? Senin emrine bizim ihtiyacımız yoktur.” Böylece
Rasul’ün teklifini ret etmiş oldular.”
Şu halde, Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
الأمر لله يضعه حيث يشاء
“Emr (yönetim işi)
Allah’a aittir, dilediğine verir.” –yani kendisinden
sonra Hilafet ve yönetim işini kastediyor– derken,
Abdulmuttaliboğullarına nasıl; “O halde, hanginiz
içinizde benim kardeşim, vâsim ve halifem olması
karşılığında bu işte bana yardımcı olur?” der. Bu açıkça
bir çelişki değil midir? Şu halde bu iki sözden birisi
kesinlikle reddedilmesi gerekmektedir. El-Dâr hadisinin
“Yakın akrabalarını uyar” ayeti indirildiğinde -yani
Rasule risaletin gönderilmeye başlayışının üçüncü yılında-
meydana geldiği söylendiğine göre; “Emr Allah’a aittir,
dilediğine verir.” Hadisi ise Rasul’ün kendisini
kabilelere takdim etmesinde yani risaletin gönderilmeye
başlayışının onuncu yılında, yani El-Dâr hadisinden sonra
meydana geldiği göre El-Dâr hadisi ret olunur.
İkincisi: Bu hadiste Rasul, Müslüman olmaları için
kâfirlere bir şey veriyor. Hatta onlara, İslâm’a girmelerine
bedel olarak, kendisinden sonra bütün Müslümanlar üzerinde
halife olmaları gibi en büyük bir işi veriyor. Bu ise,
Rasul’ün davetindeki işiyle çelişmektedir. Şer’iatın
hükümleriyle de çelişmektedir. Zira Rasul, insanları İslâm’a
hak din olduğu için davet ediyordu. İslâm’a girmesine
karşılık kâfire az veya çok bir şey verdiğine dair Rasul’den
zayıf da olsa bir hadis rivayet edilmemiştir.
Müellefetülkulûbe (kalpleri ısındırılanlara) gelince;
onlar, kendileriyle devletin güçlenmesi için, kendilerine
zekâttan verilen Müslümanlardır.
Onlar, İslâm’a girmeleri için kendilerine mal verilen
kâfirler değildirler. İslâm’a girmelerine karşılık kâfirlere
bir şey verilmesi caiz değildir.
2- Hadis; Rasul’ün, İslâm’a davet etmek maksadı ile
kâfirler için yemek hazırlatarak bir yemek verdiğini ve
İslâm’a girmelerine davet için onları yemekte bir araya
getirdiğini zikrediyor. Yemek Müslüman olan Ali için
hazırlanmadı. Onlar İslâm’ı ret ettiklerinde, Müslüman
olmaları karşılığında Rasulden sonra yönetimin kendilerine
ait olmasını ret etmiş oldular. Bu husus Ali ile ilgili
değildir ki, cevap vermek için girişimde bulunsun. Çünkü o
İslâm’a çağrılan değildi. Zira O, Müslüman idi. Hitap ona
yönelik değildi. Bu toplantı onunla ilgili değildir ki Rasul
ona; “Bu, benim kardeşim, vâsim ve aranızda halifemdir.
Onu dinleyin ve itaat edin.” desin. Zira o, hitabın ve
görüşmenin mahalli değildir.
3- Hadis; topluluğun İslâm’ı ret ettiğini, Rasulü’n
teklifini onlara tekrar etmesine rağmen küfürlerinde ve
İslâm’a girmelerine karşılık Rasulden sonra yönetimin
kendilerine ait olmasını ret etmelerinde ısrar ettiklerini,
kâfir olarak kaldıklarını zikretmektedirler. O halde Rasul,
onların İslâm’ı ret etmiş kâfirler olduklarını bildiği halde
onlara hitaben; هذا خليفتي
فيكم “Bu, aranızda
benim halifemdir.” der, onlara onu dinleyip itaat
etmelerini emreder mi? Onlar kâfir oldukları halde,
aralarında nasıl bir halife olur?
4- Onların rivayet ettikleri rivayette deniliyor ki;
“Bu, benim kardeşim, vasim ve aranızda halifemdir. Onu
dinleyin, itaat edin.” Bu,
Abdulmuttalipoğullarına bir hitaptır. Zira kelam, “Ey
Abdulmuttalipoğulları” diye başlamıştır. O halde bu, onlara
hastır. Zira Ali’yi onlar arasında bir halife yapmıştır,
Müslümanlar için halife değil. Çünkü
خليفتي فيكم
“aranızda benim halifemdir” diyor. O halde, metinden açıkça
görüldüğü gibi O, Müslümanlar için bir halife olmaz. Burada,
“İtibar lafzın genelliğinedir, sebebin özelliğine değil”
denilmez. Çünkü bu vakıanın bizzat kendisidir, sebep
değildir. Üstelik lafız da özeldir, genel değil. Zira lafız;
يا بني عبدالمطلب
“Ey Abdulmuttalipoğulları!”
خليفتي فيكم “aranızda
benim halifemdir” tabirleri lafzın hususiliğini ortaya
koymaktadır. Böylece, olayın sebep değil, vakıanın bizzat
kendisi olmasından dolayı ve lafzın genel olmayışından
dolayı, hitabın hususi olması zorunlu olmaktadır.
Bu dört husustan birisi dahi, bu hadisin yalanını,
çelişkisini ve ret edilmesinin gerekliliğini ortaya koymaya
yeterlidir. Bu izahla açığa çıkıyor ki; Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem Ali’yi kendisinden sonra halife olarak
atamamıştır.
Bütün bunlardan açığa çıkıyor ki; Rasul
SallAllah’u Aleyhi
Vesellem’in kendisinden sonra Hilafet için bir
kişi atadığına delil getirenlerin rivayet ettikleri
hadisler, merdud/ret olunan hadislerdir, delil getirmeye
uygun değildirler, dolayısıyla geçersizdirler. Şu halde;
Rasul’ün kendisinden sonra Hilafeti üstlenecek bir kişi
tayin ettiğine dair herhangi bir delil kalmamaktadır.
Bilakis, bunun tersine delil getirilir. Yani Rasul’ün,
yönetim işini, istediklerini seçmeleri bakımından
Müslümanlara terk ettiğine, fakat onlara halifeyi belirleme
yolu tayin ettiğine dair delil getirilir.
Rasul'ün, kendisinden sonra halife olmaları için belirli
kişiler tayin ettiğine dair söylenen sözün yanlışlığına
gelince; bu, Ali’nin tayin edildiğini söyleyenlerin
ileri sürdükleri hadislerde buna dair delâletin olmayışından
açığa çıkmaktadır. Hilafet onlara aittir diyenler, bunu
ancak onlar Ali’nin oğulları oldukları için diyorlar.
Onların delilleri, Ali bakımından geçersiz olunca, doğal
olarak onun çocukları bakımından da düşer. Ayrıca, Allah ve
Rasul’ünden nâsla Ali’nin çocuklarının halife olmalarına
dair delil olarak itibar edip rivayet ettikleri hadisler Ali
Beyt’le ilgili hadislerdir. Hepsi de methi içermektedir,
bundan fazlasını değil. Sakaleyn/iki değer hadisi yani Gadir
Hum hadisi bu hadislere bir örnek sayılırlar. Bu hadis ile
delil getirmenin geçersizliği gayet açık bir şekilde ortaya
konmuştur. Diğer hadisler buna tâbi olurlar.
|