KIVRAK ZEKÂ NASIL OLUŞTURULUR? Kıvrak
zekâ, ya fertlerde oluşturulmaya çalışılır ya da ümmetin bünyesinde
oluşturulmak için çaba gösterilir. Fakat kıvrak zekâyı ümmette
oluşturmaya çalışmak; kesinlikle ümmetin bireylerinde de kıvrak
zekânın oluşması sonucunu doğuracaktır. Çünkü ümmet, hayat
sistemi akidesinden çıkan ve bu akide etrafında bireylerini bir
araya getiren insanlar topluluğudur. Bu nedenle kıvrak zekâyı sağlamaya
çalışırken, bireylerden başlamakla birlikte topyekün ümmet
hedef alınmalıdır. Bu çerçevede “kıvrak zekâ, ümmette nasıl
oluşturulur?” sorusuna cevap aramalı; buradan hareketle
fertlerin kafalarında, "kıvrak zekâ" diye bir mefhum
yerleştirilmelidir. Ümmete kıvrak zekâyı kazandırma işlemi; önce
akideyi salt temel arayışından, siyasî bir düşünce ya da kimliğe
taşımakla başlar. Kaynağını bu akideden alan hükümlerin ve düşüncelerin,
siyasî bir kimliğe sâhip olduğu sonucuna varana kadar akideye, bu
karakteri verme işlemini sürdürmek gerekir. Böyle bir sonuca varıldığı
noktada, kıvrak kavrama unsuru devreye girer. Demek ki akideye siyasî
bir kimlik verdikten sonra, bu akideye dayalı düşüncelere de böyle
bir kimlik vermek gerekir. Zaten inanca siyasî bir kimlik verdikten
sonra akideye dayalı olan dinamikler, kendiliğinden böyle bir
kimlik kazanırlar. Asıl mesele inanca, öğretiye, siyasî bir
karakter vermektir. Bu noktada işe, inançtan veya inancı ayakta
tutan unsurlardan başlamak önemli değildir. Önemli olan, inanca
siyasî bir karakter vermektir.
İslâm inancının
temeli olan "Lâ ilâhe illa'llâh Muhammedun Rasûlullâh"
sözünü ele alalım. Bu söz, “Allah'tan başka kulluk edilecek ilâh
yoktur” anlamına gelmektedir. Bu sözü, hem ümmetle olan ilişkilerinizde
hem de bir birey olarak kendi yaşamınızda pratiğe geçirdiğinizde,
Allah'tan başkasına kul olmaya gönlünüz elvermez. Bu söz, toplum
içinde şanınızı yükseltir; çünkü toplum, Allah'ı görmediğiniz
ve onun özünü bilmediğiniz halde, görüp bildikleri insanlara kul
olmayı reddettiğiniz için sizi yüceltir. Toplumun nazarında
itibarınız yükselir. Ancak ve ancak Allah'a kulluk yapılır anlamına
gelen "Lâ ilâhe illa'llâh" sözü, siyasî bir
kimlik olarak ortaya çıktığı zaman, hem sizin insanlara bakış açısınız
hem de insanların size bakış açısı değişecektir. "Lâ ilâhe
illa'llâh" (Allah'tan başka ilâh yoktur) sözünden, "Muhammedun
Resulullah" (Muhammed, O’nun Rasulüdür) sözüne geçiş
yaptığınızda; Muhammed (SAV)’in, Allah'tan getirdiği mesajlara,
yani şer'î hükümlere bağlılığınızı ifade etmiş olursunuz.
Bu mesajlara bağlı kalıp insanlarla ilişkilerinizde hayatınızı,
bu hükümlere göre düzenleyerek, başka insanlara da tebliğ
edebilirsiniz. Böylece eyleminize, siyasî bir karakter kazandırmış;
akideyi de tamamen, siyasî bir yapıya dönüştürmüş olursunuz.
Ancak işe, akidenin ön
gördüğü hükümlerden başlamak kıvrak zekâya, daha kolay ve
daha hızlı işlerlik kazandıracaktır. Zira sizinle sizin dışınızdaki
insanları, akide bir araya getirmektedir. Karşınızdaki kişilerin,
inançlı kişiler oldukları gerçeğinden hareketle bu hükümleri
ele almak bile tek başına kıvrak kavrama ve kıvrak karar verme
mekanizmasını harekete geçirmeye yeterlidir. Kocasını Ömer (ra)’a şikâyet eden kadını dinleyen şahıs, olayın İslâm inancıyla
ilgili boyutunu ön plana çıkarmamıştır. Çünkü kadının da Müminlerin
Emiri'nin de İslâm inancına bağlı olduklarını bilmektedir. Bu
şahıs, sadece İslâm inancından doğan bir hükümle, yani "kadın
hakkının Allah hakkından öncelikli olduğunu" ön gören
hükümle bağlantı kurmuştur. Başka bir deyişle, onda meydana
gelen kıvrak gözlem ile inançtan doğan bu hüküm arasında, bir
bağlantı söz konusudur. İşte sadece bu bağlantı kurma
durumunda, kıvrak zekâ meydana gelmiştir. İnançla bağlantı
kurmaya gerek görmemiştir; çünkü o, kadının bu inancı kabul
eden biri olduğunu biliyordu. Kadın sorusunu, Mü’minlerin Emiri
gibi bir otoriteye açtığına göre; akidevî bir sorunu yoktur. Ömer
(ra)’ın yanındaki adam, önce inançla, ardından da şer'î hükümle
bağlantı kurmamıştır. Doğrudan doğruya şer'î hükümle bağlantı
kurmuştur. Böylece inançtan doğan şer'î hükümlerle daha kolay
bağlantı kurulmuştur.
Demek ki insanlara kıvrak
zekâyı kazandırmak; ancak şer’î hükümlere siyasî, ideolojik
karakterler yüklemekle mümkündür. Ancak bu şekilde, hem hayat düzenine
işlerlik kazandırılır hem de tebliğ misyonu yerine getirilir.
Fakat bu da insanların, şeriat hükümlerini doğuran "inanc"ı
tanımalarıyla mümkündür. Örneğin; Mısır gibi bir ülkede,
insanların işlerini düzenlemekle mükellef biri iseniz, bilmeniz
gerekir ki Mısır halkı, İslâm akidesine bağlı insanlardan oluşur.
Bu halka, kıvrak zekâyı kazandırmak isterseniz yapacağınız şey;
önce şer’î hükümlere siyasî bir kimlik vermektir. Ancak bu
durumda Mısır'da, kıvrak zekâdan söz edilebilir. Fakat varsayalım
ki Fransızlara, kıvrak zekâ verilmek isteniyor; Fransız halkı, Müslüman
olmadığından işe, önce İslâm ideolojisine, siyasî bir karakter
kazandırmakla başlamak gerekir. Bu durumda kıvrak zekâdan söz
edilebilirse de kıvrak zekânın seyri, yavaştır; ama yine de belli
bir hızı vardır. Misyonu, Fransa'da yüklenmek ile Mısır'da yüklenmek
arasında fark vardır. Ancak kıvrak zekâyı, İslâm ülkelerine
yerleştirme amacını taşıdığımıza göre, inançtan doğan hükümlerden
söz ediyoruz. Bu ise kıvrak zekâyı sağlamak için, en hızlı ve
en kolay metottur.
İnsanlara, kıvrak zekâyı
kazandırmak için her şeyden önce, şer’î hükümlere siyasî
bir karakter vermek gerekir. Bu ise gayet basittir. Zira insanlar,
zaten İslâm akidesine inandıklarından ve onun hükümlerine bağlı
olduklarından size kalan tek şey; insanlara hangi hükmün, şer’î
hüküm olduğu fikrini vermektir. İnsanlara, akideye nasıl bağlılık
gösteriyorlarsa aynı şekilde, akideden doğan hükümlere de bağlı
kalmaları gerektiği telkin edilmelidir.
İman ve küfür, şer’î
hükümlere bağlı kalıp kalmamakla ilgili ifadelerdir. İnsanlara,
hangi hükümlerin şer’î olduğu fikri verildikten sonra hükümleri,
siyasî kimliğe dönüştürerek onlara geri vermek mümkün olur.
Size düşen, uyarmak ve irşad etmektir. İşte bu nedenden dolayı
şer’î hükümleri, siyasî karakterlere dönüştürmek gayet
basittir; çünkü bu iş için, gözlem ve irşaddan başka bir şeye
ihtiyaç yoktur.
Mesela; genel özgürlükleri
ele alalım. İnsanlar, eğer bu mefhumun ideolojiye muhalefet ettiğini
öğrenirlerse kendi kendilerine, bu mefhumdan uzaklaşırlar. Bu
yolda, herhangi bir çabaya gerek yoktur; fakat bu mefhumun, akideden
doğduğuna veya akideye aykırı olmadığına inanırlarsa, -siyasî
bir fikir de olsa- böyle bir mefhumu terk etmeleri zor olur. Çünkü
bu mefhum, inandıkları inançlarıyla bağlantılıdır. İnsanların,
genel özgürlükleri terk etmeleri için bu mefhumun, İslâm inancından
doğmadığına; inandıkları ideolojiye de aykırı olduğuna
inanmaları gerekir. Aynı şekilde Hıristiyanların kâfir olmaları;
içkinin haram olması; Batılı olsun Doğulu olsun kâfirlerin, Müslümanları
yönetemeyeceği; yöneticinin, şer’î hükümlere bağlı kalmasının
farz olması gibi hususların, sadece ideolojiyle bağlantı kurularak
algılanması kolaylaştırılabilir.
"And olsun ki;
‘Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler kâfir olmuştur."
ayetinin okunması Müslümanların, Hıristiyanları kâfir olarak
nitelemeleri için yeterlidir. Allah'ın; "Artık (bunlardan)
vazgeçersiniz değil mi?" ayeti, içkinin haram olduğu hükmünü
anlamak için yeterlidir. Yine Yüce Allah'ın; "Allah, mü'minler
üzerinde kâfirlere, asla yol vermez." Ayeti, tefsiriyle
beraber irdelendiğinde kâfirlerin, Müslümanları yönetmesinin
caiz olmadığı açıkça ortaya çıkar. Yine Allahu Teâla'nın; "Hayır,
Rabbına andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem
tayin etmedikçe, asla iman etmiş sayılmazlar." ayetinin;
"Rasul size ne
verdiyse onu alın ve sizi, neden yasakladıysa onu da bırakın"
ayetiyle birlikte okunması; şer’î hükümlerle hükmetmeyen yöneticinin,
günahkâr veya kâfir olduğunun anlaşılması için yeterlidir.
İslâm beldelerinde,
şer’î hükümler aracılığıyla insanların işlerinin, görülüp
gözetilmesi noktasında mesele gayet basittir. Bu yol, kıvrak zekâda
ilk yol olduğundan başarılı olmak da o kadar basit ve
garantilidir. O halde insanlara, kıvrak zekâyı vermenin iki aşaması
vardır:
Birincisi;
şer’î hükümleri, siyasî kimliğe dönüştürme aşaması.
İkinci aşama
ise, kıvrak gözlem
kazanmaktır. Başka bir deyişle söz, iş, oluş, olayı veya
bunlara götüren başka göstergeleri, hızlı bir biçimde idrak
etmenin ve kavramanın yanı sıra gözlem yetisini, bu yönde eğitmektir.
Ancak söz, iş, oluş, olayı hızlı bir şekilde idrak etmekle
(yani kıvrak gözlemi kazanmakla) kıvrak zekâ arasında fark vardır.
Buraya kadar söylediklerimiz, kıvrak zekâyı kazandıran faktörler
olsa bile aynı zamanda bunlar, kıvrak gözlemi meydana getiren faktörlerdir.
Zira kıvrak zekâyı meydana getiren, kıvrak gözlemdir. Ancak kıvrak
gözlem, ilk aşama olduğu halde kıvrak zekâya giden yolun, ikinci
aşaması sayılır. Çünkü kıvrak zekâ; kıvrak gözlem, akide ve
akideden doğan hükümler, başka bir ifadeyle şeriat hükümleri
arasında kurulan bağdan oluşmaktadır.
Kıvrak gözlem, ilk aşama
olmasına karşın tek başına, kıvrak zekâ olgusunu oluşturmaya
yetmez. Muhatabın, ne demek istediğini öğrenmek gerekir. Bunu
anlamak ise, muhatabın da anladığı ve akideden doğduğuna inandığı
şer’î hükümle, bağlantı kurmakla olur. Bu nedenle bağlantı
kurmak ve muhatabın ne demek istediğini öğrenmek için, bir öğretiden
söz etmek gerekir. Bu durum mevcut olduğu takdirde; ancak kıvrak gözlem
dediğimiz şey ortaya çıkar. Söylenen söz, vuku bulan olay, kıvrak
gözlemi ortaya çıkaran faktörler olsa da söz konusu söz ve olay
ile öğreti arasında, bir bağlantı kurmak için kıvrak zekâdan söz
edilemez.
Bu bağlamda, İslâm
ümmeti gibi bir ümmet, düşünceye siyasî bir kimlik verebilirse
ve günlük olaylarla, inançtan doğan hükümler arasında bağlantı
kurabilirse; kıvrak zekâ elde etmiş olur. Öyleyse kıvrak zekâ
konusundaki mesele, zâhiren vuku bulan dış etkeni hızlı bir şekilde
idrak etmekle ilgili görünürse de aslında; her şeyden önce şer’î
hükmün, siyasî bir fikre dönüşümünü sağlamakla ilintilidir.
Bu nedenle kıvrak gözlem veya kıvrak kavramaya ve bunlara götüren
unsurlara, gereken önemi vermeliyiz. Fakat İslâmî düşünceye ve
şer’î hükümlere siyasî karakter vermek için, çok daha büyük
çaba harcamalıyız. Hem ümmete hem de fertlere, kıvrak zekâyı
kazandırmanın yolu, buradan geçer. Kıvrak zekâ, İslâm'ın
esaslarına göre ortaya çıkarılmalıdır. İzlenmesi gereken metod,
şu şekilde özetlenebilir:
a-
İslâmî bakış açısı,
b-
Bu bakış açısına, siyasî bir karakter kazandırmak,
c-
Ardından da Kıvrak zekâyı oluşturmak.
Kâfirlere karşı
cihad etmek, şer’î bir hüküm olduğu için, bedihî bir
eylemdir; fakat kâfirlerden cizye almak, savaşı önleyen barışçı
bir tedbirdir. Kâfirlerden cizye alınır; çünkü onlar, barış
isteyen kâfirlerdir. Onlara karşı cihad edilir; çünkü onlar,
savaş isteyen kâfirlerdir. Kâfire karşı cihad etmek ve barış
isteyen kâfirden cizye almak; burada fıkhî bir görüş değil,
siyasî bir karaktere dönüşümü sağlanan, İslâmî bir görüştür.
Bu görüş anlaşıldıktan sonra yapılması gereken; kâfirlerin,
ne zaman savaştıklarını ve ne zaman barış istediklerini iyice
kavramaktır. Onların durumlarını analiz etmek için de kıvrak zekâya
ihtiyaç vardır. Onların fiillerine ve sözlerine bakarak, bir
sonuca varılabilir. Kısaca işlem, şu şekilde sıralanabilir:
Önce İslâmî bir bakış
açısı, ardından siyasî bir bakış açısı ve sonunda kıvrak
zekâ. Bu arada kıvrak zekâ, İslâmî esaslar yani şer’î hükümler
üzerine kurulu olmalıdır. İslâmî esaslar olmaksızın da kıvrak
zekâyı gerçekleştirmek mümkün olabilir. Ancak biz, bu tür bir kıvrak
zekâyı kabul etmemekle kalmıyor; aynı zamanda bununla
ilgilenmiyoruz da. Bizi, sadece ve sadece İslâmî bakış açısı
ilgilendirir. Zira İslâmî bakış açısı amaç; kıvrak zekâ ise
araçtır. Daha önce bahsedilen benzin örneğinde olduğu gibi kıvrak
zekâ, akan maddenin "benzin" olduğunun algılanmasıyla
ortaya çıkmıştır. Fakat vuku bulması muhtemel bir facia ve
tehlikenin tasavvur edilmesi, İslâmî bir bakış açısından
kaynaklanmıştır. Çünkü Allah, tehlikeye karşı kullarını
uyarmıştır. Biz, eğer tehlikeden sakınıyorsak, sırf kurtulmak için
sakınmıyoruz; bunun tek nedeni, şer’î hükmün bunu ön görmesidir.
Diğer örneklere de bu şekilde bakmak mümkündür. Bizi, her şeyden
önce İslâmî bakış açısı ilgilendirir; Kıvrak zekâ, bundan
sonraki aşamadır.
24 Zilkade 1396
16 Kasım 1976
|