BELALARA KARŞI SABIRLI OLMAK |
|
Hiç bir kavim, ümmet veya halk yoktur ki;
inandığı bir inancı, taşıdığı düşünceleri, işlerini
düzenledikleri sistemleri olmasın. Kendileri, bu inançlara,
düşüncelere ve hükümlere razı olmuşlar ve zaman içerisinde
bütünleşmişler ve bunları savunmaya hazır hale
gelmişlerdir. Çünkü artık bunlar onların hayatlarının
bir parçası haline gelmiştir. Bu durum milletlere, kavimlere
ve halklara göre değişmeyen, Allah’ın, yaratıkları
hakkındaki sünnetidir. Bu nedenledir ki bizler tarihte
Nebilerin ve Rasüllerin gönderildikleri kavimlerin sahip
olduklarının aksine yepyeni inançlarla, düşüncelerle ve
hükümlerle geldiklerini ve bu nedenle de reddedildiklerini,
yüz çevrildiklerini, yalanlandıklarını, eziyetlerle
karşılaştıklarını; kabullendikleri ve bütünleştikleri
inançlarını, düşüncelerini ve hükümlerini savunmak için
savunmaya geçtiklerini görmekteyiz. Allah’ın Kitabındaki
birçok ayette, Nebilerin veya Rasüllerin bu uğurda eziyetin
ve işkencenin her türlüsü ile yüz yüze geldikleri anlatılmaktadır.
"Andolsun ki senden önceki peygamberler
de yalanlanmışlardı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine
rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti.
Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek
hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden
bazısı sana da geldi."
*
"Daha önceki milletlere nice peygamberler
göndermiştik. Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka
alaya alırlardı."
*
Peygamberlere tabi olup da onların ardından
daveti yüklenenlerin durumu da böyledir. Onların da
işkencelere ve eziyetlere maruz kalmaları kaçınılmazdır.
Buna örnek olarak şu âyetleri vermemiz yeterlidir:
"... Ateşle dolu hendeğe atılanlar (yakılarak)
öldürüldü. Onlar (yakanlar) da başlarına
oturmuşlar, müminlere yapmakta oldukları işkenceyi
seyrediyorlardı."
*
Habbab b. el-Eret’ten gelen hadis ise şöyledir:
"Kabenin gölgesinde hırkasına bürünmüş
bir halde yatmakta olan Allah Rasülü (sav)’e şikayette
bulunduk ve dedik ki: Bizim için yardım istemez misin, bizim için
Allah’a dua etmez misin? Dedi ki: Sizden önce birtakım
kimseler açılan kuyulara konulurlar, testerelerle
kafalarından ikiye bölünürlerdi de yine imanlarından vazgeçmezlerdi.
Demir taraklarla kemiklerine ve sinirlerine varıncaya kadar
taranırlardı da yine imanlarından dönmezlerdi. Allah’a
yemin olsun ki bu iş elbette tamamlanacaktır. Öyle ki bineği
olan bir kimse Sana’dan Hadramevt’e kadar Allah’tan başka
hiçbir kimseden -koyunu olan (çoban)’ın kurttan korkması
dışında- korkmadan yolculuk yapabilecektir. Ancak siz acele
ediyorsunuz."
*
Rasulullah (sav) ve sahabeler, Kureyş’in ve
diğer Arap kabilelerinden meşhur olanlarının işkencelerine
uğramışlar. Buna İbni Kesir’in el-Bidaye ve’n Nihaye’sinde
anlatılan şu olayı örnek olarak buraya almamız yeterlidir.
Buhari dedi ki: Bize Ayyaş b. el-Velid anlattı…:
"Bana Urve b. ez-Zübeyr anlattı. Müşriklerin
Rasulullah (sav)’a yaptıkları işkencelerin en şiddetlisinin
hangisi olduğunu As oğluna sorduğumda bana şöyle dedi: Ukbe
b. Ebu Muayt Ka’be’nin köşesinde namaz kılmakta olan
Rasulullah (sav)’le karşılaşınca elbisesi ile boğazını
şiddetli bir şekilde sıkmaya başladı. Bu durumu gören Ebu
Bekir hemen yardıma koşarak Ukbe b. Ebu Muaytın omuzundan
tutup Rasulullah (sav)’dan uzaklaştırdı ve şöyle dedi:
Rabbinizden size apaçık beyyinelerle geldiği halde 'Rabbim
Allah’tır' diyen bir adamı nasıl öldürürsünüz? dedi
ve ilgili ayeti okudu."
*
Yine el-Bidaye ve’n Nihaye’de yer alan
bir başka olay ise şöyledir: "Aişe (r. anha)
anlatıyor: Rasulullah (sav) ve arkadaşları oturmuşlardı -o
zaman otuz sekiz kişi idiler- Ebu Bekir açığa çıkılması
için Rasulullah (sav)’a yalvardı ve müslümanlar mescidin
etrafına dağıldılar. Herkesin bir aşireti vardı. Ebu Bekir
ayağa kalkarak insanlara karşı bir konuşma yaptı,
Rasulullah (sav) oturuyordu. Ebu Bekir insanları Allah’a ve Rasülüne
çağıran ve bu konuda bir konuşma yapan insanların ilkiydi.
Bu konuşma üzerine müşrikler Ebu Bekir’e ve diğer müslümanlara
saldırmaya başladılar, mescidin çevresinde bulunanları
şiddetli bir şekilde dövdüler. Ebu Bekir’i de çok
şiddetli bir şekilde dövdüler. Ukbe b. Rabia Ebu Bekir’e
yaklaşarak ayağındaki altı çivili ayakkabılarıyla yüzüne
vurmaya ve parçalamayı başladı. Yüzü gözü tanınmayacak
hale gelinceye kadar. Ebu Bekir’in karnı üzerinde tepindi.
Teym oğulları gelerek müşrikleri Ebu Bekir’den
uzaklaştırdılar ve onu bir beze koyarak evine götürdüler.
Teym oğulları öldüğünden şüphe etmiyorlardı."
Ancak Nebiler, Rasüller ve onların
ardından gelen tabileri sadece daveti taşımak, şeriatları
ve hükümlerini tebliğ etmekle kalmıyorlar; aynı zamanda
Allah, kavimleri ile kendileri arasında hükmünü verinceye
kadar karşılaştıkları güçlüklere sabrediyorlardı.
Karşı karşıya kaldığı işkenceler, yalanlanmalar, alaya
alınmalar nedeniyle yüklendiği emaneti taşımaktan vazgeçen,
daveti taşıma görevini terk eden tek bir tane dahi Nebi,
Rasül ya da Nebiye ve Rasüle tabi olan kimsenin var olduğu
bilinmemektedir. Sünnetullah; halkların, milletlerin ve
kavimlerin inançlarını, düşüncelerini, hükümlerini
savunmalarını gerektirmektedir. Yine sünnetullah, Nebilerin,
Rasüllerin ve onlara tabi olan davet taşıyıcılarının;
Allah, kavimleri ile kendileri arasında hükmünü verinceye,
onlara yardımını/zaferi indirinceye kadar her türlü zorluğa
ve işkenceye sabretmelerini gerektirmektedir.
"Andolsun ki senden önceki
peygamberler de yalanlanmışlardı. Onlar, yalanlanmalarına ve
eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız
onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını)
değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur."
*
Gerçekten de bu ayet söylediğimiz sözlere
açıkça delalet etmektedir.
İşkence karşısında sabırlı olmak,
asırlar boyunca gelip geçen peygamberler veya onlara tabi olan
davet taşıyıcıları arasında herhangi bir farkı olmayan bir
sünnettir. Tek bir defa dahi, herhangi bir Nebinin veya
Rasülün veya Rasüle ve Nebiye tabi olanların tamamının;
karşılaştıkları işkenceler ve baskılar nedeniyle daveti
taşıma işini terk ettiklerine ve kavimlerinin isteklerine
tabi olduklarına rastlanmamıştır. Eğer böyle bir durum
söz konusu olsaydı, sünnetullahın ortadan kaldırılması ve
Allah’ın kelimelerinin (kanunlarının) değiştirilmesi söz
konusu olurdu.
Bu nedenle daveti taşıyanın, daveti
taşımaya başladığı ilk andan itibaren kavmi veya halkı
ile çatışma içerisinde olacağını, işkencelere ve
eziyetlere maruz kalacağını bilmesi gereklidir. Eğer fiilen
işkencelerle ve eziyetlerle karşılaşmışsa, bunlara sabırla
katlanmalıdır. Çünkü nefsini bunlara hazırlıyor demektir.
Yoksa daveti taşımada sadık bir kimse ve davetin
gerektirdikleri hususunda da alim sayılmaz. Başladığı işi
tamamlayamadan tökezler ve sadakatinden eser kalmaz. Bu durum
da, değişmesi söz konusu olmayan bir sünnetullahtır. Bu
hususta Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle
sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya
kadar sizi imtihan edeceğiz."
*
"Sabrettikleri ve âyetlerimize
kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla
doğru yola ileten rehberler tayin etmiştik."
*
"Andolsun ki, biz onlardan öncekileri
de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya
çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır."
*
İnsanların, potasında erimiş oldukları
inançlara, fikirlere ve hükümlere çatılması; bunların
yepyeni inançlar, fikirler ve hükümlerle değiştirilmeye
çalışılması; işkencelerle, eziyetlerle karşılaşmak
anlamına gelip, bunlara karşı sabırla dayanması ve
direnmesi, alemlerin Rabbinden zaferin ve kurtuluşun gelmesini
beklemesi gerekir. Daveti taşıyanın önem vermesi gereken
hususların özü budur. Kim daveti taşıyorsa, bu esasa göre
taşımalıdır, her adımında kendini buna hazırlamalıdır. Her
an yüz yüze gelebileceği bu eziyetlere ve işkencelere
karşı, sürekli olarak güvende olmayı arzulaması,
işkenceden veya eziyetten hep uzak olmayı ya da daha yolun
başında iken zafere ulaşmayı beklemesi doğru değildir.
Daveti taşıma görevi, insanın yaptığı
işlerin en onurlu olanı, derecelere ve makamlara ulaşmanın,
iyiliklerin semerelerini toplamanın kaynağıdır. Bunu
arzulayan kimsenin, kolay bir çalışma ve basit bir gayretle
elde etmeyi, eman ve emniyet içerisinde olmayı istemesi doğru
değildir. Daveti taşıma işini, avurtlarını şişirerek
yapmacık konuşmalar yapmak, sonra da sopayı gördüğünde
veya tehditler işittiğinde hemen gerisin geriye dönmek ve
daveti taşımaktan vazgeçmek, vakit geçirecek, beceri
gösterecek bir oyun ve eğlence zannetmek de tabi ki doğru değildir.
Daveti taşıma esnasında, belalar ve
işkence kaçınılmaz bir olaydır. Böylesi bir durumda sabırlı
olmak ve bütün bunlara tahammül etmek de daveti taşıyan için
kaçınılmaz olan bir husustur. Daveti taşıyan, ne kadar
ihlaslı olursa, ne kadar aktif ve canlı olursa; üzerindeki
belalar ve işkenceler de o kadar şiddetlenir, sabırlı olmaya
ve sıkıntılara dayanmaya olan ihtiyacı daha da artar.
Rasuller ve Nebiler birinci olarak; muhlis, sadık ve aktif
olarak daveti yüklenenler ikinci olarak ve sonra da diğer müslümanlar,
ihlasları ve samimiyetleri oranında belaların,
sıkıntıların, sabrın ve tahammülün zirvesinde yer alırlar.
Sa’d b. Ebu Vakkas’tan:
"Dedim ki: Ey Allah’ın Rasülü,
insanlardan başına en çok bela ve musibet gelen kimlerdir?
Dedi ki: Peygamberler, sonra salihler, sonra da derece olarak
bunlara yakın olanlar. Bir adam dinindeki derecesine göre
belalara maruz kalır. Dininin emirlerini korumada ciddiyete ve
dayanıklılığa sahip ise, daha şiddetli belalarla
karşılaşır. Eğer dininde ciddiyet sahibi ve dayanıklı
değilse, daha hafif belalarla karşılaşır. Ve bela, kulu yeryüzünde
görünmeyi bırakıncaya kadar başından ayrılmaz."
*
"Salihler, sıkıntılara ve
zorluklara karşı dayanıklıdırlar. Bir dikenin batması veya
daha fazlasıyla sıkıntı çeken bir mümin yoktur ki; çektiği
sıkıntı nedeniyle hataları affedilmesin veya derecesi yükseltilmesin."
*
Bu nedenledir ki her müslümanın, özelde
ise davet taşıyıcısının kendisine bakması ve şiddetli
bir bela ile karşılaştığı zaman Allah’a hamd etmesi
gerekir. Eğer herhangi bir bela ile karşılaşmamışsa ve
karşılaştığı belanın şiddeti hafif ise, dininde zayıf
olduğunu bilmesi, dolayısıyla yapması gereken görevleri
yerine getirme hususunda daha dikkatli davranarak, itaatlerini
(nafileler ve diğerlerini) daha da artırarak ve seyrini
değiştirerek kendisini kuvvetlendirmesi gereklidir. Birtakım
geçersiz ve basit bahanelerle kendisini aldatmaya çalışmamalıdır.
Zira böyle yapmasıyla, kıyamet günü mizanı ağır basmaz,
bilakis hafifler ve sevabı azalır. Çünkü bahaneler ve
teviller, hakka sımsıkı sarılmaya, hak üzere sebat
göstermeye engel olduğundan, kişiyi asi ve günahkar yapar.
Belalar ve işkenceler, her ne kadar insan
nefsine hoş gelmese de hayırla nimetlendirmesi ve
onurlandırması nedeniyle Allah Subhanehu bunları, sevdiği
salih kullarına indirir. Allah katındaki derecesi düşük
olan kimse, belalara ve işkenceye karşı sabrederek derecesini
yükseltmeye çalışmalıdır. Kimin de günahları çok ise,
belalara ve eziyetlere karşı sabretmekle günahları düşürülür.
Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"İhtimal ki hoşlanmadığınız şey
sizin hayrınızadır ve yine ihtimal ki hoşlandığınız şey
de sizin kötülüğünüzedir."
*
Ebu Hüreyre’den: Rasulullah (sav) şöyle
buyurdu: "Allah, kuluna ameliyle ulaşması zor bir
makam takdir eder de bu makama ulaşıncaya kadar, kulunu
hoşlanmadığı şeylerle imtihan eder ve belalara maruz
bırakır."
*
Yine Ebu Hüreyre’den. Rasulullah (sav) şöyle
buyurdu:
"Mü’min bir erkeğe ve kadına
devamlı surette canı, malı ve çocukları ile ilgili belalar
gelir ki (varsa günahları) affedilip bir suçu olmadan Allah’a
kavuşsun."
*
Belanın bizzat kendisi bir şerdir. Azap,
işkence de böyledir. Her ikisi de davet taşıyıcısının
karşılaşmasının kaçınılmaz olduğu işlerdendir. Bu
nedenledir ki alemlerin Rabbi, bunlara karşı daveti
taşıyanın sabırla donanmasını emretmektedir. Kim Rabbinin
emrine bağlanır, belalara karşı sabırlı, işkence ve
eziyetlere karşı da dayanıklı olursa; şerri hayra, eziyeti
nimete ve üstünlüğe döndürmüş olur. Sabır hayrın en büyük
kapılarından birisidir. Öyleyse, müslümanın sabrı görmemezlikten
gelmesi, dikkate almaması, uzaklaşması ve ardına atması
caiz değildir. Aksi takdirde hayırdan çok şey kaybetmiş
olur. Ebu Saîd’den: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
"Bir kimse, sabretmek isterse Allah
ona sabır verir. Bir kimse iffetli olmak isterse Allah onu
iffetli yapar. Kim, zenginlik isterse Allah onu zengin kılar.
Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir
nimet verilmemiştir."
Allah Subhanehu, kullarından sevdiği
kimseleri sürekli olarak belalarla karşı karşıya getirdiği
gibi, bunlara dayanıklı olabilmesi için kuluna sabır da
verir. Bunların her ikisi birden -bela ve sabır- ihlaslı,
salih ve mümin kimseler nezdinde birbirinden ayrılması mümkün
olmayan işlerdendir. Aynı zamanda, dini ile ilgili hususlarda
belalarla karşılaşmayan kimse, zayıflığından veya
sabredemeyecek olmasından dolayı bunlardan uzak
tutulmaktadır. Bunların her ikisi de bir diğerine, diğerinin
varlığına işaret eder. Her ikisi de sabır ve metanet sahibi
olan kimsenin Rabbi katında ne kadar üstün konumda olduğunu
gösterir. Abdullah ibni Abbas’tan: Nebi (sav) şöyle buyurdu:
"Kıyamet günü şehit getirilir ve ona payı (mükafatı)
verilir. Bol bol sadaka veren kimse de getirilir ve ona da mükafatı
verilir. Sonra dini uğrunda sürekli olarak belalarla karşılaşan
kimse getirilir, fakat onun için mizan kurulmadan, divan açılmadan
üzerinden bol bol mükafat boşaltılır. Hatta mükafatlarını
almış olanlar, onun yerinde olmak için, Allah’ın onlara
verdiği sevaba karşılık olarak, vücutlarını ortaya
koyarlar (borç verirler)."
*
Aziz ve Kerim olan Allah'ın buyurduğu üzere:
"Şüphesiz ki, sabredenlere
mükâfatları hesapsız ödenecektir."
*
İşte müslümanın, bu hususları dikkate
alarak davet taşıması, ayaklarını sağlam olarak yere
basması, attığı adımın hiçbirisinden gafil olmaması
lazımdır. Çünkü daveti taşıyan; tuzaklarla, çukurlarla
dolu bir tarlada yürümektedir. Sabır ve tahammül aracına
sahip olmaksızın buraları katetmesi, aşması mümkün değildir.
Zira sabır ve tahammül her türlü belaya galip gelir; her
türlü işkenceye, eziyete dayanmayı, hoşlanılmayan her şeye
karşı direnmeyi sağlar. Bu nedenledir ki Allah’ın
Kitabında, yaklaşık olarak yüz kadar yerde sabırdan
bahsedilmektedir. Eğer önemi ve üstünlüğü olmasaydı
bahsedilir miydi?
Buraya kadar söylediklerimize ilave olarak,
kime bir musibet isabet ederse ve dünyada da onu hayra
çevirmek isterse; Ümmü Seleme’nin rivayet ettiği şu
hadiste anlatıldığı gibi yapsın: Ümmü Seleme der ki:
Rasulullah (sav)’i şöyle söylerken işittim:
"Kendisine bir musibet gelen
bir müslüman: Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz.
Allah'ım bana
bu musibetim için ecir ver ve bana bunun arkasından daha
hayırlısını ver derse; musibetinden dolayı Allah, ona
ecrini ve mutlaka daha hayırlısını verir."
*
Daveti taşıyan, davete düşman olanlar
tarafından kendisine yöneltilen herhangi bir işkence ve zulüm
ile karşılaştığı zaman; Rasulullah (sav)’in, davet için
gittiğinde Taiflilerden gördüğü işkence karşısında
Allah’a dua ettiği gibi dua ederek, kendisine Allah Rasülü (sav)’i örnek almalıdır. Muhammed b. Ka’b el-Kurazi’den:
Rasulullah (sav) şöyle dua etti:
"Ey Rabbim! Güçsüzlükten ve halk tarafından
hor ve hakir görülmekten dolayı Sana yakınıyorum. Ey
merhametlilerin en merhametlisi! Sen zayıfların Rabbısın ve
benim Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Beni, bana asık
suratlı bakan yabancıya mı, yoksa her işimi eline verdiğin
düşmana mı bırakıyorsun? Eğer Sen bana dargın değilsen
başka hiçbir şey benim için önemli değildir. Ancak Senin
afiyetin bana her şeyden üstündür. Senin gazabının
üzerime inmesinden, karanlıkları yırtıp nura çeviren ve
bütün dünya ve ahiret işleri kendisiyle salah bulan rıza ve
merhametine sığınıyorum. Zira rıza ve hoşnutluk ancak
Senindir. Beni affet, yegane kudret kaynağı ancak Sensin."
*
|