الدار
“Dâr”;
lügatte yer, mesken, ev, belde demektir. Lügatte; kabileye
de “dâr” denilir.
Dâr’ül Harp
düşman arazisidir, kâfirlerin ikamet edip içinde küfürle
hükmettikleri kâfirlere ait beldelerin Dâr’ül harp ve
Dâr’ül küfür olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. Aynı
şekilde Müslümanların ganimet olarak elde edip henüz içinde
İslâm’ın hükümlerini uygulamadıkları çatışma arazisinin
–Müslümanların eli altında olsa da- Dâr’ül harp ve
Dâr’ül küfür olduğu hususunda da ihtilaf yoktur.
Onun için fakihler
şöyle diyorlar: “Dâr’ül harpte ganimetler paylaştırıldığında
payını alan kimseye o payından satmak ve diğer tasarruflarda
bulunması caiz olur.”
Dâr’ül harp
ve Dâr’ül küfür kelimeleri; düşman beldelerine ve
çatışma arazilerine bir tek mana ile verilen isimlerdir.
Aynı şekilde içerisinde
yaşayan insanları ister Müslüman olsunlar ister zimmî
olsunlar, Müslümanların yönettikleri ve İslâm’ın yönetimi
altında olan beldelerin Dâr’ül İslâm olduğu hususunda
da ihtilaf yoktur.
Fakihler şöyle
demişlerdir: “Dâr’ül küfür, içerisinde İslâm’ın
hükümlerinin hâkim olması ile Dâr’ül İslâm’a
dönüşür.”
Ancak fakihler,
Dâr’ül İslâm’ın ne zaman Dâr’ül küfre dönüşeceği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazı müçtehitler şöyle
demişlerdir:
“Dâr’ül İslâm ancak şu
üç şartla Dâr’ül küfür olur:
-
Onda küfür hükümlerinin hakim olması,
-
Dâr’ül küfre bitişik/sınır komşusu olmak,
-
İçerisinde Müslümanların emanı olan ilk eman ile emin olan
bir Müslüman ve zimmînin kalmamasıdır.”
Bu söz, bir delile
dayanmamaktadır. Bu, dâr/ülke vakıasının vasfıdır.
Görünen o ki; Müslümanlarla kâfirler arasında savaş
olduğunda, kâfirler Müslümanlara ait araziyi aldıklarında o
arazi üzerinde savaş devam ettiği sürece, bu durumda
Dâr’ül İslâm, Dâr’ül küfre dönüşmüş sayılır ve
bununla yetinilir.
Bazı müçtehitler de
şöyle dediler: “Dâr’ül İslâm, içerisinde küfür
hükümlerinin hakim olması ile Dâr’ül küfre dönüşür.”
Bu sözün manası şudur:
“Dâr’ül İslâm”, “Dâr’ül küfür” sözlerimiz, “dâr”
kelimesinin “İslâm” ve “küfür” kelimelerine
terkibinden oluşan isim tamlamalarıdır.
“Dâr” kelimesi,
“İslâm’a” veya “küfre” ancak onda İslâm ya da
küfrün hakim olması ile izafe edilir. Bu da, Cennette “selâm”
olduğu için ona “Dâr’üs-selâm”, Cehennemde de “bevâr”/helak
olduğu için “Dâr’ül-bevâr” denilmesi gibi. İslâm’ın
veya küfrün hakim olması ise, hükümlerinin hakim olması ile
olur. Dolayısıyla bir dârda küfür hükümleri hakim
olunca orası Dâr’ül küfre dönmüş olur ve “Dâr’ül
küfür” terkibi doğru olur. Bundan dolayı, başka bir şart
olmaksızın içerisinde İslâm’ın hükümlerinin hakim
kılınmasıyla ülke Dâr’ül İslâm’a döndüğü gibi,
içerisinde küfür hükümlerinin hakim olmasıyla Dâr’ül
küfre de dönüşür.
Mademki, mesele
dârın vakıası ile alakalıdır, o halde ülkenin Dâr’ül
küfre veya Dâr’ül harbe bitişik olup olmamasının
pek önemi yoktur. Çünkü İslâmî beldelerin geçici
sınırlarının hepsi de Dâr’ül harbe veya Dâr’ül
küfre bitişiktir. Bununla birlikte oralar Sahabelerin
İcmaı ile Dâr’ül İslâm’dır. Eğer bu şart olsaydı,
Dâr’ül İslâm’ın bütün sınırları Dâr’ül küfür
olurdu.
Aynı şekilde, dârı
Dâr’ül İslâm yapma hususunda emanın Müslümanların
emanı olmasının şart sayılmaması, kâfirlerin nüfuzu ve
emanına boyun bükmüş İslâm beldelerinin, İslâm ile
yönetildiğinde Dâr’ül İslâm sayılmalarına yol açar. Hâlbuki
orada Müslümanlar, Müslümanların emanında değil de
kâfirlerin emanındadırlar.
Gerçek ise, ülkenin
Dâr’ül İslâm ya da Dâr’ül küfür sayılmasında şu
iki hususa bakılır:
1-
İslam ile yönetime,
2-
Müslümanların emanı ile
yani sultanı/otorite sahibi ile emana.
Dârda
bu iki unsur yani İslâm ile yönetilmesi ve emanın
Müslümanların emanı ile yani sultası ile sağlanması
gerçekleştiğinde o Dâr’ül İslâm’dır. Bu iki unsurun
oluşması ile Dâr’ül küfür Dâr’ül İslâm’a dönüşür. Ancak bu
iki unsurdan birisi olmadığında ülke Dâr’ül İslâm’a
dönüşmez. Dâr’ül İslâm, İslâm ile yönetilmediğinde
Dâr’ül küfür olur, İslâm ile yönetildiği halde emanı
Müslümanların emanı yani sultası ile değil de kâfirlerin
emanı yani sultası ile sağlandığında da Dâr’ül küfür
olur.
Buna binaen, bugün
Müslümanların bütün ülkeleri, Dâr’ül küfürdür. Çünkü
İslâm ile yönetilmiyorlar. Aynı şekilde, kâfirler o ülkeleri
bir Müslüman’a kendi emanları ve otoriteleri altında İslâm
ile yönettirseler dahi oralar Dâr’ül küfür olarak
kalır. Bugün Müslümanların ülkelerinin Dâr’ül İslâm’a
dönüşebilmesi için orada İslâm’ın yönetiminin kurulması ve
emanının Müslümanların emanı -yani sultası- ile olması
gerekir.
Buna binaen dârın
vakıası, ülkenin yönetime ve yönetiminin
gereklerinden bir cüz olduğu için emana bakarak
vasıflandırıldığına delâlet etmektedir. Dolayısıyla Dâr’ül
İslâm, İslâm yönetimi veya Müslümanların emanı ile sağlanan
emanı kaybettiğinde Dâr’ül küfre dönüşür. Ülkenin Dâr’ül
İslâm olarak kalmasının şartı, İslâm ile yönetilmesi ve
emanının Müslümanların emanı ile olmasıdır.
Dâr’ül küfre
gelince; o, İslâm ile yönetilmedikçe ve emanı da
Müslümanların emanı ile olmadıkça Dâr’ül İslâm’a dönüşmez.
Zira bu iki husus gerçekleşmedikçe ülke Dâr’ül küfür
olarak kalır. Şu halde İslâm ile yönetim ve emanın
Müslümanların emanı ile olması, ülkenin Dâr’ül İslâm
olarak vasıflandırılması bakımından gerekli iki
husustur.
Özetle; dârın Dâr’ül
İslâm veya Dâr’ül küfür olması, “dâr”ın
vakıası ile alakalıdır. Lügatte; kabileye “dâr” ismi
verilir. Dâr’ül harp, düşman arazisidir. “Dâr’ül
harp-Dâr’ül İslâm” ve “Dâr’ül küfür-Dâr’ül İslâm”
dediğimizde, her ikisiyle de aynı manayı kast ederiz. Zira
Müslümanlar, insanlar Lâ ilahe illallah diyesiye
kadar ya da İslâm hükümlerine boyun bükesiye kadar harp
etmekle yani savaşmakla emrolunmuşlardır. Ancak kâfir olarak
kalıp, İslâm’ın hükümlerine boyun bükerlerse onlara karşı
savaş durdurulur. İslâm’ın yönetimi altına girmedikleri
takdirde onlarla savaşılır. Zira onlarla savaşmanın sebebi;
davete icabet etmeyen kâfir olmalarından dolayıdır. Savaşın
durdurulmasının sebebi de; İslâm ile yönetilmeyi kabul
etmeleridir. Kâfir olarak kalıp da İslâm ile
yönetildiklerinde, savaşın durdurulmasının ve harbin sona
erdirilmesinin vacip oluşunun sebebi doğmuş olur. Bu da,
ülkelerini Dâr’ül harpten Dâr’ül İslâm’a dönüştürenin
onların İslâm ile yönetilmeleri olduğuna delâlet etmektedir.
Zira harbin devam etmesi ya da durdurulmasının kendisine
bağlı olduğu husus, İslâm ile yönetim olmaktadır. Bu
da; ülkenin Dâr’ül İslâm ya da Dâr’ül küfür
olmasını belirleyen vasfın İslâm ile yönetim olduğuna
delâlet etmektedir. Onun yönetim olmasının manası; iç ve
dış emanın kendisi ile olduğu sultan/otorite sahibi
olması yani İslâmî otorite olmasıdır. Aksi halde, yönetim
olarak ayırt edici vasfını kaybetmiş olur. Buna binaen
İslâm ile yönetim ve onun gereklerinden bir gerek olan
emanı, ikisi ülkenin -Dâr’ül İslâm ve
Dâr’ül küfür olması- vasfını belirlemektedir.
Buna başka bir delil
de; halife yani devletin reisi, küfür hükümleri ile
yöneterek İslâm ile yönetmediğinde, İslâm ile yönetesiye
kadar onunla savaşmaları Müslümanlara farz olmaktadır. Aynı
şekilde Müslümanlar İslâm’ın hükümlerini terk ettiklerinde,
İslâm’ın hükümlerine tekrar dönesiye kadar onlarla savaşması
İmama farz olur. Bu da İslâm ile yönetmenin
Müslümanlar da olsa, İslâm ile yönetmeyen ile savaşmayı
gerekli kılan olduğu hususunda gayet açık bir husustur. Bu
da bir ülkenin Dâr’ül harp olduğunun kendisi ile
bilindiği alamete delâlet etmektedir.
Dâr’ül küfür
ve Dâr’ül harp aynı manaya gelmektedir. Ancak dâr
belirli bir tamlanana tamlanması/eklenmesi onun vasfını
oluşturmaktadır. O vasıf da yönetimin vasfıdır. Aynı
şekilde Dâr’ül İslâm da ancak ülkenin yönetimi ile
vasıflanır. Ayrıca fethedilen ülkeler, halkları kâfir olarak
kalsalar da İslâm ile yönetildiklerinde, kesinlikle
Dâr’ül İslâm olurlar. |