4- ÖŞÜR, HARAÇ VE SULH ARAZİLERİ |
|
Ebu Ubeyd şöyle dedi:
“Arazilerin fethedilmesi hakkında Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
ve ondan sonra gelen halifelerden şu üç hükmü getiren eserlerin
rivayet edildiğini gördük:
1- Halkı üzerinde
Müslüman olmuş araziler.
Bu arazilerin mülkü onlara
aittir. Bu araziler öşür arazileridir. Bu araziler
hakkında sahiplerine öşürden başka verilecek başka bir
zorunluluk yoktur.
2- Belirli bir haraç
karşılığı sulh yoluyla fethedilen araziler.
O arazi üzerinde
bulunanlar, hakkında anlaştıkları miktardan fazlasını ödemeye
zorlanmazlar.
3- Savaş ve zorlama
yoluyla alınan araziler.
Bu arazi hakkında
Müslümanlar ihtilaf etmişlerdir. Bazıları; ‘bunlar hakkında
takip edilen yol ganimetler hakkında takip edilen yoldur. Beşe
bölünüp paylaştırılır. Beşte dördü, o araziyi fethedenler
arasında parselleştirilir. Beşte biri de Allah’u Teâlâ’nın üstün
kıldığı kimseye/halifeye ait olur’ dediler. Bazıları da; ‘onun
hakkında hüküm ve görüş imama aittir. Eğer imam o araziyi
ganimet yapmayı uygun görürse, Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
Hayber’de yaptığı gibi onu beşe bölüp paylaştırır. Eğer onun
fey olmasını uygun görürse ne beşe böler ne de paylaştırır.
Fakat o arazi Müslümanlar var oldukları sürece onlara ait genel
mülk olarak kalırlar. Ömer’in Irak bölgesinin ekilip dikilen
arazilerine yaptığı gibi yapar.’dedi. Fethedilen arazi hükümleri
işte bunlardır.”
Allah’u Teâlâ’nın; Rasulü
Muhammed
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’i
göndermesinden itibaren yeryüzüne ve üstündekilere varis olasıya
kadar İslâm’da arazi ya öşür arazisidir, ya haraç
arazisidir, ya da sulh arazisidir.
1-
Öşür arazisine gelince:
Bu, kendisinden elde edilen
ürününden zekât olarak öşür ya da öşrün yarısı alınan arazidir.
Dolayısıyla o öşrî arazidir. Bu arazinin böyle
isimlendirilmesi, arazinin ürününden zekât olarak alınan öşre
nispetle olmuştur.
Öşür arazisi,
Medine-i Münevvere ve Endonezya arazisi gibi üzerindeki halkı
savaş olmaksızın Müslüman olan tüm arazileri kapsar. Medine
halkı, Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
ve ondan sonra halifeler döneminde, sadece arazilerinin
ürünlerinden zekât olarak öşür ödüyorlardı.
Aynı şekilde, ister Medine
gibi halkı savaş olmaksızın Müslüman olsun, ister Mekke gibi
zorlama ve kuvvet yoluyla fethedilmiş olsun, Arap Yarımadasının
tamamı öşür arazisi sayılır. Zira Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
Mekke arazisini halkından almayıp onlara terk etti. Arap
Yarımadasının diğer kesimi de aynı şekildedir.
Çünkü Allah’u Teâlâ müşrik
Araplardan sadece Müslüman olmalarını ya da savaşmalarını kabul
etti. Allah, Rasulü’nü
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’i
onların arasından seçti. Kur’an’ı onların dili ile indirdi. Onun
için onlar onu anlamaya ve idrak etmeye daha muktedirler. Bundan
dolayı onların hepsine Müslüman olmalarını emretti. Müslüman
olmayanların ise öldürülmesini emretti. Dinleri üzere kaldıkları
halde onlardan cizye kabul etmedi. Onlara ikram edip bu
küçülmüşlükten kurtardı. Başlarına cizye, arazilerine haraç
koymadı. Bilakis Arap Yarımadasının tamamını da öşür arazisi
yaptı. Bu ister halkı savaş yapmaksızın Müslüman olsun, ister
zor ve kuvvet kullanma yoluyla fethedilsin fark etmez. Bu
arazinin sakinlerini de Müslüman yaptı.
Rasül
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
oradan Yahudilerin çıkartılmasını emretti, ta ki orada İslam’dan
başka din kalmasın. Dâremî, Ebu Ubeyde b. Cerrâh yoluyla şu
rivayeti tahriç etti:
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
son konuşmalarından birisi şu sözüdür:
أخرجوا اليهود من الحجاز وأهل نجران من جزيرة العرب
“Yahudileri
Hicaz’dan ve Necran halkını da Arab Yarımadasından çıkartın.”
Ömer
RadıyAllah’u Anh
onları dışarı attı.
Onun için bu araziden,
Rasul SallAllah’u
Aleyhi Vesellem’den
bu güne kadar sadece ürünlerinden zekât olarak öşür
alınır, başka değil.
Hayber arazisi gibi,
Müslümanların silah gücü ile fethedip, imamın savaşçılar
arasında paylaştırdığı her arazi öşür arazisine katılıp öşrî
arazi olur. Ya da; Şam ve Hamas’da Müslüman askerlerinin bir
kısmında kalmalarını imamın kabul ettiği araziler de öşür
arazisi olur.
- Nitekim el-Ahves b.
Hakim’den şu rivayet edilmiştir: “Hamas’ı fetheden Müslümanlar
oraya girmediler. Bilakis el-Erbed nehrinde askerler ordugâh
kurdular. Orayı ihya ettiler. Ömer ve Osman’ın zamanını da böyle
geçirdiler.”
- Rivayet edildiğine göre;
Allah Müslümanları Şam ülkesine üstün/hakim kıldığında, onlar
Allah Subhenehû ve Teala
düşmanlarını kırıp geçirmeden ve zaferlerini tamamlamadan
fethettikleri şehirlere girmeyi kerih görüp o fethedilen Hamas
ve Şam ehli ile anlaşma yaptılar. Bunun üzerine Müslüman
askerler el’Mezze’den Şa’bân otlağı arasındaki Berdî otlağında
toplandılar. Berdî’nin kenar otlakları, Şam ve köyleri arasında
serbest bölge idi. Onlardan bir kişiye ait değildi. Dolayısıyla
askerler oraya yerleştiler. Bu Ömer’e haber verildiğinde Ömer
onu onayladı. Ondan sonra da Osman onayladı. Bu arazi üzerine,
ehlinden haraç alınmadı. Bilakis onlar öşür ödediler. Çünkü o
arazi ilk defa Müslümanlara mülk oldu, bu arazilere haraç
konulmadı.
Aynı şekilde; imamın zor
kullanarak fethedilen arazilerden ikta yoluyla, insanlara
vermiş olduğu ikta/tımar arazileri de öşür arazisine
katılıp öşür arazisi olurlar. Bu araziler, fetih
esnasında sahiplerinin Müslümanlardan kaçarak terk ettikleri
arazilerdir, ya da mülkiyeti fethedilen devlete ait olan,
oradaki yöneticiye, ailesine veya akrabalarına ait olan
arazilerdir. Medine’nin ileri gelen yaşlılarının bazılarından
rivayet edildiğine göre, divanda/hazineye ait hesap defterinde;
Ömer RadıyAllah’u Anh
Kisra’nın ailesinin ve arazisinden kaçan herkesin,
savaş alanında öldürülenlerin malına, göllere vr
ormanlara el koyduğu görülmüştür. Ömer, bu arazilerden ikta
ediyordu ve onlardan öşür alıyordu. Böylece bu araziler devlet
gücü ile fethedilmiş olsa da öşür arazisi kabul edildi.
Çünkü o araziler sahiplerinin elinde kalmadı ve üzerlerine de
haraç konulmadı. Bilakis o araziler imam tarafından ikta
edilmesi/tımar olarak verilmesi ile Müslümanlar sahip oldu.
Aynı şekilde, imamın henüz
fethedilmemiş arazilerden tımar olarak verdiği bölüm de -Allah
Müslümanlara o araziyi fethetmeyi nasip etmesinden sonra
kendisine- tımar olarak verilen kimseye hibe olur. Nitekim
Halil’de Aynün, el-Martüm, Habrün ve Habrî arazisini Temim el-Dârî,
cemaatı ile birlikte Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
huzuruna çıktığında, Rasul
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’den
Allah Müslümanlara fethetmeyi nasip ederse bu yerleri
kendilerine ikta’ etmesini talep etti. Bunun üzerine Rasul
SallAllah’u
Aleyhi Vesellem
oraları ona
tımar olarak verdi. Buna dair de ona bir yazı verdi. Ömer de bu
yazıya şahit olan iki şahidin birisi idi. Allah, Ömer zamanında
oraları Müslümanlara fethetmeyi nasip ettiğinde Temim oraları
Ömer’den talep etti. Ömer de Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
vermesine bağlı kalarak oraları ona teslim etti.
İmamın, sahipsiz öşür
arazilerinden insanlara tımar olarak verdikleri de aynı
şekildedir. Bu Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in,
Bilal b. Hâris el-Meznî’ye belirli bir vadinin tamamını tımar
olarak vermesi gibidir. Bu arazi, Medine’ye yakın bir öşür
arazisidir.
Aynı şekilde, insanın ihya
çeşitlerinden birisi ile “ihya” ettiği her ölü arazi de
öşür arazisine katılıp öşür arazisi olur. Bu ihya edilen
arazi, ister -Arap Yarımadası ve Endonezya gibi- halkı üzerinde
fetihten önce Müslüman olmuş öşür arazilerinden olsun, ister ise
zor kullanılarak fethedilmiş ülkelerden -Mısır, Şam, Irak
arazileri gibi- haraç arazisi olsun fark etmez.
Câbir Abdullah’tan,
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
şöyle dediği rivayet edildi:
مَنْ أَحْيَا أَرْضًا مَيْتَةً
فَهِيَ لَهُ “Kim ölü bir araziyi ihya ederse, o
onundur.”
Sa’id b. Zeyd yoluyla da
Nebi SallAllah’u
Aleyhi Vesellem’in
şöyle dediği rivayet edildi:
مَنْ أَحْيَى أَرْضًا مَيِّتَةً
فهِيَ لَهُ وَلَيْسَ لِعِرْقٍ ظَالِمٍ حَقٌّ
“Kim bir ölü
araziyi ihya ederse, o onundur. Bir zalimin terine (emeğine) bir
hak yoktur.”
Bu arazi çeşitlerinin hepsi
de öşrî arazidir. Bu araziler hakkında sadece; eğer
yağmur suyu ile sulanmış iseler ürünlerinden öşür/onda
bir alınır veya kuyular, nehirler, sulama kanalları ile sulanmış
iseler ürünlerinden öşrün yarısı/yirmide bir alınır.
Bu arazilerin konumu
değiştirilmez. Her ne kadar bu araziler el değiştirse, sahipleri
değişse de sıfatı değişmediğinden dolayı konumları değişmez ve
değiştirilemez. Zira o araziler, üzerindeki halkın Müslüman
olduğu, ya da başlangıçta Müslümanların sahip olduğu veya Arap
Yarımadasından olan arazilerdir. Bu sıfatlar ebediyen baki
kalır. Bu araziler Müslümanların mülkiyetinden bir kâfirin
mülkiyetine geçse dahi bu sıfatlar devam eder. Çünkü sıfat onda
ayrılmaz olarak kalır.
Üründen zekât olarak öşrün
ödenmesi de o arazi hakkında vacip olarak kalır. O araziden ürün
elde edilmez ise, onun hakkında zekât olmaz. Onun için ziraat
yapılmadıkça ve ticaret için kullanılmadıkça iskân arazisine
zekât yoktur. Ziraat arazisi ticaret için kullanıldığında
ticaret mallarından bir mal olur ve o zaman onun hakkında
ticaret mallarıyla ilgili zekât vacip olur.
Öşür arazisi
sahiplerinin mülküdür. Sahipleri öşür arazisinin mülkiyetine ve
menfaatine sahip olurlar. Satmak, ticaret, rehin olarak vermek,
hibe olarak vermek, vakfetmek gibi ondaki tasarruf çeşitlerinin
hepsine sahip olurlar. Öşür arazisi aynı şekilde sahiplerinden
miras olarak varislerine geçer, rızaları olmadıkça sahiplerinden
alınmaz.
Eğer devlet onu
sahiplerinden almak istiyorsa, arazinin mülk ve menfaat değerini
öder. Ancak arazi sahibi bu araziyi işletmeksizin, imar
etmeksizin üç yıl ihmal etmiş ise devlet onu sahibinden alır
başkasına verir. Devlet ona herhangi bir mülkiyet ve menfaat
bedeli ödemez. Arazinin mülkiyet sebebi; satın almak, miras,
ikta ya da ihya gibi ne olursa olsun fark etmez. Çünkü arazinin
mülkiyet sebebine değil, işletilmeksizin ihmal edilmesine itibar
edilir.
Bundan dolayı Ömer b.
Hattab, Bilal b. el-Hâris el-Müznî’den kendisine tımar olarak
verilen vadinin arazisinden işletemediği bölümü geri vermesini
istedi. Ona şöyle dedi: “Muhakkak ki Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
onu sana, insanlardan alıkoyman için tımar olarak vermedi. Sana
orayı ancak işletmen için verdi. İşletmeye gücünün yettiği
kadarını al, arta kalanını iade et.” Bunun üzerine Bilal ona
şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki bir şey yapmam. Onu bana
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
tımar olarak verdi.” Bunun üzerine Ömer; “Allah’a yemin olsun ki
yapacaksın.” Böylece ondan işletmekten aciz olduğu bölümü,
karşılığında hiç bir şey vermeksizin geri alıp Müslümanlar
arasında paylaştırdı. Aynı şekilde Ömer’in minberden şöyle
dediği rivayet edildi: “Kim bir araziyi ihya ederse, o onundur.
Araziyi taşla çevirerek sahip olanın, işletmeksizin üç yıl
bekletmesinden sonra bir hakkı yoktur.” Ve şöyle dedi: “Kim
işletmeksizin üç sene araziyi boş bırakırsa, sonra da başkası
gelip onu imar ederse o, onundur.”
Araziyi işletmeksizin üç
yıl terk eden kimseden alınıp başkasına verilmesi hususunda
Sahabenin İcmaı oluştu.
2-
Haraç arazisine gelince:
Bu, Müslümanların gücü ve
ordusu ile zor kullanarak fethedilen fakat savaşanlar arasında
paylaştırılmayıp imamın sahiplerinin elinde bıraktığı ve
hakkında haraç koyduğu arazidir.
Bunda asıl olan şudur:
Irak, Şam ve Mısır, Ömer b. el-Hattab zamanında fethedildiğinde
Müslümanlar ondan, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
Hayber’i paylaştırdığı gibi oraları aralarında paylaştırmasını
talep ettiler. Bu arazilerin paylaştırılmasını talep edenlerin
başında Bilal, Abdurrahman ve Zübeyr vardı. Fakat Ali ve Muaz,
Ömer’den o arazileri paylaştırmamasını talep ettiler.
Ebu Ubeyd’in el-Emvâl
isimli kitabında rivayet ettiğine göre; Ömer
RadıyAllah’u Anh el-Cabiye’ye
geldi. O fethedilen arazileri Müslümanlar arasında paylaştırmak
istedi. Bunun üzerine Muaz ona şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun
ki, hoşlanmadığın şey kesinlikle olacak. Sen bugün o araziyi
paylaştırsan, gelirin büyük bir kısmı o paylaştırdığın kişilerin
elinde olur. Sonra onlar ölüp giderler. Daha sonra o bir tek
adama ve kadına ait olur. Ondan sonra da başka bir toplum gelir,
İslâm’da dosdoğru olurlar. Onlar bir şey bulamazlar. Şu halde,
onların öncesi ve sonrasını kuşatan bir hususa bak.” Bilal ve
arkadaşları arazinin paylaştırılmasında Ömer’e karşı ısrarda
dayanılmaz oldular. Öyle ki Ömer şöyle dedi: “Allah’ım beni
Bilal ve arkadaşlarının verdiği sıkıntıdan kurtar.” Ömer, bu
hususta Muhacirler ve Ensar ile istişare etti. Onlara
söylediklerinden bir kısmı şöyledir: “Ben arazileri yaban
eşeklerine (kâfirlere) terk edip, onlara o araziler için haraç
ve kendileri için cizye koymayı uygun buluyorum. Onların
ödeyeceği cizye ve haraç, Müslümanların savaşçıları ve nesilleri
için ve onlardan sonra gelenler için fey olur. Şu düşmana yakın
geçici sınırları görüyor musunuz? Oralardan hiç ayrılmayan
adamların olması zorunludur. Şam, Cezire, Küfe, Basra, Mısır
gibi şu büyük şehirleri görüyor musunuz? Oraların ordularla ve
onlara bol bağışlarla dolması kaçınılmazdır. Eğer araziler ve
yaban eşekleri/kâfirler paylaştırılırsa bu nereden temin
edilir?” Bunun üzerine onların hepsi de dediler ki: “Görüş sana
aittir. Yaptığın ve uygun gördüğün husus ne güzeldir.” Ömer
onlara görüşü ile ilgili olarak Haşr suresinde geçen fey
ayetlerini delil gösterdi.
Onlardan bir kısmı şudur:
وَالَّذِينَ جَاءُوا مِنْ
بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا
الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالإيمَانِ
“Bunların arkalarından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve
bizden önce gelip geçmiş kardeşlerimizi bağışla...”
Bu ayetten; sahabelerin,
tabiinlerin, tebait-tabiinlerin çocuklarından daha sonra Kıyamet
Gününe kadar gelecek olanların bu feyden hakkı olduğuna delil
getirdi.
Onun için Ömer’in düşüncesi
şu idi: İhtiyaç; kendisinden orduya harcama yapılan, bağışlar
ödenen, devlet dairelerinin idaresine harcama yapılan, zamanın
sonuna kadar muhtaç olanlara verilen daimi bir veznenin
oluşturulmasına çağrışım yapmaktadır. Bu harcamalar kesintiye
uğramayan daimi bir vezneye gereksinim duyurmaktadır. Ömer’in
düşüncesi ve Haşr suresinde geçen fey ayetlerini anlayışı; onu
fethedilen arazileri Müslümanlar arasında paylaştırmaktan
sakınmaya, onları sahiplerinin elinde bırakmaya, Müslümanların
maslahatları ve ordularına kendisinden harcama yapılan daimi fey
olması için o arazilere haraç koymaya götürdü. Ömer’i fethedilen
arazileri paylaştırmamaya sevk eden gerçek mana işte budur. Bu
manayı, Ömer’in şu sözü ifade etmektedir:
“İnsanların sonuncularını
kendilerine bir şey olmaksızın yoksun bırakmam söz konusu
olmasaydı, tarafımdan fethedilen her yeri Nebi
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
Hayber’i paylaştırdığı gibi paylaştırırdım. Fakat oraları
bölüşmeleri için onlara bıraktım.”
Buradan anlaşılıyor ki;
haraç arazisinin bizzat kendisi bütün Müslümanların mülküdür. O
araziler onlar için alıkonulmuştur.
O araziler ancak Müslümanların yerine işletmeleri ve imar
etmeleri için sahiplerinin elinde bırakılırlar. Fakat o
arazilerden yararlanmalarının ve onları işletmelerinin
kendilerinde kalmasına karşılık onlar haraç öderler. Zira
onların o arazilerin menfaatine sahip olmaları tasvip edildi.
Onun için bazı sahabeler ve
ilim ehlinden birçok kişi bu arazilerin satılmaması gerektiği
görüşündeler. Bunların arasında Ömer, Ali, İbn Abbas, Abdullah
b. Ömer, Evzâi ve Mâlik vardır.
Evzâi şöyle dedi:
“Müslümanların imamları halen cizye arazisinin satılmasını
yasaklıyorlar. Âlimleri de onu kerih görüyorlar.”
El-Şi’bî şunu rivayet
etmiştir: “Utbe b. Fırkad, Fırat kenarından bir araziyi şeker
kamışı yetiştirmek için satın aldı. Bunu Ömer’e bildirdiğinde
şöyle dedi: “Onu kimden aldın?” O dedi ki; “Onu sahiplerinden
aldım.” Muhacirler ve Ensarlar toplandığında dedi ki; “Onların
sahipleri işte bunlardır. Onlardan bir şey satın aldın mı?” O;
“Hayır,” dedi. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi; “Onu kendisinden
satın aldığın kişiye iade et ve sana ait olanı al.”
Haraç arazisinin zimmet
ehli tarafından satılmasını şunun için kerih gördüler: Çünkü o
arazilerin kendileri Müslümanlar için hapsolunmuştur,
dolayısıyla vâkıfa benzemektedir, o da satılmaz. Ayrıca o
arazilerin zimmet ehlinden satın alınması, Müslüman’ı haraç
ödeyen konumuna düşürür. Hâlbuki Müslümanlar haracı “küçülmüşlük”
sayarlar. Müslümanların ondan uzak olmaları gerekir. Onlar şöyle
dediler: “Kim haraç kabul ederse, küçülmüşlüğü ve zilleti kabul
etmiştir.”
Ancak bu görüşe sahip
olanlardan başka, sahabe ve fakihlerden o arazilerin
satılmasında bir sakınca görmeyenler de vardır. Aynı şekilde
bazı sahabeler cizye arazisinden satın almıştır. Nitekim İbn
Mesûd’un, Dehkân’dan bir arazi satın aldığı rivayet edilmiştir.
Sevri şöyle demiştir: “Zor
kullanarak feth olunan ülke halkının arazilerinde kalmasını İmam
onayladığında, onlar o araziyi miras bırakırlar ve satarlar.”
İbn Seyrîn’den ve
Kurtubî’den de bu doğrultuda görüş rivayet edilmiştir.
Ahmed’den şöyle dediği
rivayet edilmiştir: “Satmak daha uygunsa, kişi ihtiyacını
karşılayanı ve insanlara muhtaç kılmayanı satar.”
Kuvvet kullanılarak
fethedilen, üzerindeki halkın haraç vermelerine karşılık
kalmalarına izin verilen arazinin vakıasına dakik bakıldığında;
bu arazinin babalardan oğullarına miras bırakıldığı, nesilden
nesile böyle devam ettiği halde hiçbir sahabe ve Müslüman’ın
eleştirmediği görülür. Bu da haraç arazisinin öşrî arazi
gibi miras bırakıldığına dair kesin delildir. Ancak haraç
arazisinde miras bırakılan, ancak onun daimi menfaatidir,
arazinin bizzat kendisi miras bırakılmaz. Çünkü o arazi bütün
Müslümanlara ait bir mülktür.
Menfaatine gelince: Ömer b.
el-Hattab, onun sürekli menfaatinin zamanın sonuna kadar
sahiplerinin elinde kalmasına onay vermiştir. Menfaat, mülk
edinilir ve miras bırakılır. Menfaatin sahibi; onda satmak,
rehin vermek, vasiyette bulunmak, hibe etmek gibi bütün tasarruf
çeşitleri ile tasarrufta bulunmak hakkına sahiptir.
Bu bir yöndür.
İkincisine gelince: “Küçülmüşlük” haraç hakkında
gerçekleşmez. O sadece kişi başına cizyede olur. Çünkü arazinin
haracını; onu işletip ondan yararlanma imkânı sağlayan arazinin
menfaat mülkiyetinin elinde bırakılmasına karşılık olarak
arazinin sahibi öder. Onun için haraçta küçülmüşlük ve zillet
manaları ortaya çıkmaz. Zira o, menfaat karşılığı ödenmektedir.
Menfaat karşılığı ödenen herhangi bir malda, küçülmüşlük olmaz.
Görmüyor musun? İnsan evde oturması veya dükkânda ticaret etmesi
menfaatine karşılık kira ücreti ödemektedir ve bunda herhangi
bir küçülmüşlük görülmemektedir. Onun için arazinin haracı,
ancak arazinin menfaatine sahip olmaya karşılıktır. Dolayısıyla
küçülmüşlük sayılmaz. Böylelikle haraç arazisini satın alan
kimseye herhangi bir küçülmüşlük atfedilmez.
Üçüncüsüne gelince:
Hakkında haraç ödediği fethedilen arazide kalmasına izin verilen
kâfirin kendisinin ve neslinin Müslüman olması mümkündür. Onun
Müslüman olması ile arazinin menfaatinin mülkiyeti kâfirden
Müslüman’a geçmiş olur. Böylelikle haracın ödenmesi de kâfirden
Müslüman’a geçer. Bu bilfiil meydana gelmiştir. Zira Irak, Şam,
Fars, Mısır ve diğer fethedilen ülkelerin halkları Müslüman
olmuştur. Böylece de Müslüman haraç ödeyen olmuştur. Haraç
arazisinin intikali de almak, satmak, hibe etmek, miras yoluyla
fark olmaksızın Müslüman’dan Müslüman’a olmuştur. Müslümanlar
ise eşittirler. Zira bir Müslüman’ın mülkiyeti ile başka bir
Müslüman’ın mülkiyeti arasında bir fark yoktur.
Böylelikle açığa çıkıyor
ki; haraç arazisinin miras, satın almak, hibe veya vasiyet v.b.
yoluyla bir Müslüman’dan başka bir Müslüman’a geçişinde bir
sakınca yoktur.
Arazinin sıfatı ve ona
gerekli olan husus zamanın sonuna kadar devam eder. Arazinin
mülk sahibinin çeşidi ne olursa olsun, mülk ne kadar çok el
değiştirirse değiştirsin bu durum değişmez. Çünkü onun sıfatı,
zor ve kuvvet kullanılarak fethedilmiş oluşundandır. Bu sıfat
zamanın sonuna kadar devam eder ve değişmez. O arazinin
menfaatinin mülkiyetinin kâfirden Müslüman’a geçmesi de bu
sıfatı değiştirmez. Aynı şekilde o arazi üzerine vacip olan
haracı da değiştirmez. Çünkü haraç; halkının üzerinde
kalmasına izin verilen fethedilmiş arazi ile alakalıdır, mülkle
alakalı değil.
Arazinin menfaatine sahip
olan kimsenin bu menfaati satması ve değerini isteme hakkı
vardır. Çünkü menfaatler satılırlar ve değerleri de hak edilir.
Hiçbir kimsenin hatta Müslümanların halifesinin dahi bunu
sahibinden zorla alma hakkı yoktur.
Ebu Yusuf şöyle dedi:
“İmamın zor ve kuvvet kullanarak fethedip paylaştırmasını uygun
görmediği, -Ömer b. el-Hattab’ın RadıyAllah’u Anh
Irak arazisine yaptığı gibi- ehlinin elinde kalmasını uygun
gördüğünde o, onun olur. O haraç arazisidir. Bundan sonra onu
onlardan alma hakkı yoktur. O arazi, onların miras bıraktıkları
ve sattıkları mülk olur. İmam onlara haraç koyar. Irak
arazisinden valilerin kendisine tımar olarak verdikleri
kişilerden, sonra gelen halifelere onu geri almaları helal
olmaz. Varis ya da satın alanın elinde olanı alamaz. Vali, bir
araziyi bir kimsenin elinden alıp başka birisine tımar olarak
verirse, bu gasp olur. Birisinden gasp edip başkasına vermiş
olmaktadır. İmama bir Müslüman’ın veya anlaşmalının hakkını,
onun üzerinde kendisine ait vacip olan hakkın dışında
insanlardan birisine tımar olarak vermesi helal olmaz ve izinli
değildir. O, onun üzerinde kendisine ait vacip olanı alır...”
Buna binaen devlet,
Müslümanlar için zorunlu olan bu maslahattan dolayı haraç
arazisinden bir araziyi almaya ihtiyaç duyduğunda, araziden elde
edilen menfaatin mülkiyet değerini o arazinin sahibine ödemesi
vacip olur, arazinin kendi değerini ödemesi vacip olmaz. Çünkü
haraç arazisinin sahibi sadece arazinin menfaatine sahiptir,
kendisine değil. Zira arazinin kendisi Müslümanlara aittir. Onun
için devlete, ona sahip olduğunun değerini ödemesi vaciptir.
Onun sahip olduğu ise, ne kadar büyük ya da küçük olursa olsun
menfaattir. O arazi üzerine yapılmış bina ve dikilmiş ağacın
değerini ödememezlik yapmaz. Aksi halde sahip olduğu hakkı gasp
etmiş sayılır. Zira o, o arazinin üzerine yaptığı bina ve
diktiği ağaçların, üretim için yerleştirdiği teknik cihazların,
daimi menfaatlerin sahibi olmaktadır. Dolayısıyla bütün bunların
değerinin takdir edilmesi gerekir. Özellikle; arazinin sahibi on
binlerce dinara satın almış olabilir. Hâlbuki onun üzerinde olan
bina ve ağaçlar o değerde olmadığı durumlarda, sadece o bina ve
ağaçların değerinin ödenmesi ile yetinilmesi, o mal sahibine
zülüm olur, hakkının kaybedilmesi olur. Devlet, sahibinin
arazisinde bulunan bütün menfaati ödemez ise gasp eden olur.
Zira herhangi bir menfaat satıldığında değerinin tamamen
ödenmesi gerekir.
Yukarıda geçen haraç
arazisi ile ilgili hükümlerin hepsi, ziraat için
hazırlanmış arazi hakkındadır.
Fethedilen ülkelerdeki
iskân arazilerine gelince: Onların hükümleri ziraat arazisi
hükümlerinden farklıdır. Zira iskân arazilerine haraç
yoktur. Onların kendileri de menfaatleri de mülk edinilir. Bunun
delili de Sahabelerin İcmaıdır. Zira Müslümanlar Irak’ı
fethettiklerinde Küfe ve Basra’ya ilerleyip oraları yerleşim
birimine çevirdiler. Orayı aralarında paylaştırdılar ve oralar
onların bizzat mülkü oldu. Ömer b. el-Hattab zamanında, onun
izniyle oraların hem menfaatine hem de kendisine sahip oldular.
Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in
ashabı oraları iskân edindiler. Şam, Mısır ve diğer fethedilen
ülkeler de aynı şekildedirler. Buralar için herhangi bir haraç
ödemediler. Bu iskân arazileri herhangi bir mülk gibi alınıp
satılıyordu. Aynı şekilde onlar hakkında zekât da yoktur. Ancak
o araziler ticaret malı haline getirilirlerse o zaman, ticaret
malı zekâtı onlar için de geçerli olur.
Kuvvet ve zor kullanılarak
fethedilen arazilerin durumu İmama aittir. İsterse Rasulullah
SallAllah’u
Aleyhi Vesellem’in
Hayber’i paylaştırması gibi o araziyi paylaştırır. İsterse o
arazinin sahipleri elinde hapsedilmiş olarak terk edip, o arazi
hakkında Müslümanlara ait fey olarak haraç koyar. Bu da Ömer’in
Irak’ın, Şam ve Mısır’ın ziraat arazileri hakkında yaptığı gibi
olur. İmam bu hususta Müslümanlar için maslahat olarak uygun
gördüğünü yapar.
3- Sulh arazisine
gelince: O, halkının üzerinde belirli şartlarla kalması hakkında
anlaşma yapılan arazidir. Sözleşmelere vefalı ve bağlı kalmayı
vacip kılan, Allah’ın Kitabı ve Rasulü’nün Sünnetinde geçen
ayetler ve sarih Hadislere uygun düştüğü sürece anlaşma
şartlarına bağlı ve vefalı olmaları Müslümanlara vacip
olmaktadır.
Sulh arazisi,
sulh yapılırken hakkında ittifak edilen şartların çeşitlerine
göre çeşitli olur.
- Bunlardan bir arazi,
anlaşma şartlarına göre halkı oradan uzaklaştırarak Müslümanlara
teslim edilir. Bu, Nadiroğulları Yahudilerine yapılan gibidir.
Zira Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem
onlarla, onların Medine’den uzaklaştırılmaları, silah hariç
yiyecek ve mallarından devenin taşıdığının kendilerine ait
olması hakkında anlaşma yaptı. Bu arazi, Allah
Subhenehû ve Teala’nın,
Rasulü’ne fey olarak verdiği hususlardandı. Bu arazi çeşidinin
durumu İmama terk edilmiştir. O arazi hakkında Müslümanlar için
maslahat gördüğü şekilde tasarrufta bulunur.
- Bir arazi de;
mülkiyetinin üzerindeki halkın elinde kalması hakkında anlaşma
yapılan ve onların orada kalmalarını belirli bir haraç
ödemelerine karşılık onay verilen arazidir. Bu arazinin, kendisi
ve menfaati anlaşma şartına göre sahiplerine ait mülk olarak
kalır. Onlar o araziyi, sahip oldukları herhangi bir mal gibi
aralarında el değiştirirler. Onun alım-satımı, vakfedilmesi,
hibe edilmesi, miras bırakılması sahiplerine ait bir haktır. O
arazi için, hakkında anlaşılan haraçtan başka bir şey konulmaz,
artırılmaz. Bu haraç cizye konumundadır. Onun için eğer onların
arazisi bir Müslüman’ın eline geçerse, o Müslüman o arazi için
haraç ödemez. Çünkü arazi, haraç arazisi değildir. Aynı şekilde
o arazinin sahipleri Müslüman olduklarında -Müslüman olan
kimseden cizyenin düşmesi gibi- onlardan da haraç düşer. Bu Hicr
ve Bahreyn arazisi gibidir. Çünkü Hicr ve Bahreyn, Eyletül
Akabe, Dumetul Cendele ve Ezrûh gibi sulh yoluyla feth
olunmuştur. Bu şehirler, Rasulullah
SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e
cizye ödüyorlardı. Kayseriyye hariç, Şam şehirleri de aynı
şekildedir. Arap Yarımadası beldeleri, Horasan beldelerinin
tamamı ve daha birçoğu sulh yoluyla feth olunmuştur. Onun için
onlar hakkındaki hüküm sulh arazisi hükmüdür.
- Bir başka arazi de; arazinin bize ait olması, belirli bir
haraç karşılığı orada kalmaları ve onu işletmelerini kabul
etmemiz hususunda kâfirlerle hakkında anlaşma yapılan arazidir.
Bu arazinin hükmü, kuvvet ve zor kullanılarak fethedilen
arazinin hükmüdür, haracı da kuvvet ve zor kullanılarak
fethedilen arazinin haracıdır.