|  SAHABELERİN 
                    İCMASINDAN BAŞKA HİÇBİR İCMA ŞER’Î DELİL DEĞİLDİR | 
                  
                    | 
 | 
                
                
                Sahabelerin icmâsından başka 
                hiçbir icmâ Şer’î delil 
                değildir. Çünkü onun Şer’î delil olduğuna dair katî delil 
                getirilmedi. Bu hususta delil olarak ileri sürdüklerinin hepsi 
                zannî delildir. Katî delil değil de zannî delil oldukları halde, 
                onları delil olarak ileri sürmelerinden dolayı, iddia ettikleri 
                icmânın Şer’î delil olduğuna dair o delillerle delil 
                getirmelerinin bir anlamı yoktur.
                
                “Ümmetin icmâsı”, “hal ve akd ehlinin icmâsı”, “müçtehitlerin 
                icmâsı” hususlarında şöyle diyorlar:
                
                * İcmâ’i Ümmet, Şer’î 
                hüccettir, deyip buna Allah’u Teâla’nın şu sözünü delil 
                getiriyorlar: وَمَنْ يُشَاقِقْ 
                الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ 
                غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ 
                جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا    “Kendisi için 
                hidayet belli olduktan sonra, kim Rasule karşı çıkar ve 
                mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde 
                bırakırız ve cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir.”
                
                
                Bu ayeti şu şekilde delillendiriyorlar: “Allah’u Teâla 
                mü’minlerin yolundan başkasına tabi olmayı tehdit etti. Eğer o 
                haram kılınmış olmasaydı, o fiili azap ile tehdit etmezdi. 
                Onunla Rasul’e karşı gelmenin haram oluşu azap ile tehditte 
                birleşmesi uygun olmazdı. Aynen küfür ile mubah olan ekmek 
                yemenin azap ile tehditte birleştirilmenin uygun düşmemesi gibi. 
                Dolayısıyla mü’minlerin yolundan başkasına tabi olmak haram 
                olmaktadır. Onların yolundan başkasına tabi olmak haram 
                kılındığında onların yoluna tabi olmak farz olur. Çünkü o iki 
                yoldan başkası yoktur. Yani o iki yolun ortası da yoktur. 
                Onların yoluna tabi olmanın vacib oluşundan ümmetin icmâsının 
                hüccet olması gerekmektedir. Çünkü bir şahsın yolu, onun söz, 
                fiil ya da itikattan seçtiğidir.”
                
                Buna üç yönden cevap verilir:
                
                1-Ayet her ne kadar sübutu katî ise de delâleti zannidir. 
                Dolayısıyla ümmetin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair delil 
                olmaya uygun değildir. Çünkü o usulden olduğu için Şer’î delil 
                olduğu katî delil ile ispatlanmalıdır. Dolayısıyla bu hususta 
                zannî delil yeterli olmaz.
                
                2-Ayette 
                geçen 
                الهدي 
                “hidayet”, Allah’ın vahdaniyetine ve Muhammed 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in
                nübüvvetine dair delil demektir, Şer’î hüküm demek 
                değildir. Çünkü usulde “hidayet”, “dalâletin” karşıtıdır. Feri 
                hususlara tabi olmaya “hidayet” denilmez. Onlara tabi olmamak 
                ise fısk sayılır, “dalâlet” değil. Mü’minlerin kendisine 
                uymaları vacib olan “mü’minlerin yolu” tabiri ise o, onların 
                kendisi ile mü’min oldukları yoldur. O da “tevhittir”. Mubahta 
                onların yoluna tabi olmak vacib olmaz. Onların yoluna farklı 
                olan her hususu haram kılmak da vacib olmaz. Bilakis o bir tek 
                şekle uygun düşmektedir. O da küfür ve benzerleridir, ki o da 
                ihtilafsız usuldendir. Mü’minlerin yoluna tabi olmanın, onların 
                kendisi ile mü’min oldukları hususa tabi olmayı gerektirdiğine 
                delâlet eden, ayetin irtad eden bir adam hakkında inmiş 
                olmasıdır. Ayetin nüzul sebebi ise indiği konuyu tayin eder, her 
                ne kadar bu konuya uygun düşen her hususu kapsasa da. 
                Dolayısıyla ayet, irtidât mevzuu hakkında hastır. Mü’minlerin 
                yolunun hepsini kapsamaz.
                
                3-Bir şeyin nehyedilmesi, zıddının emredilmesi demek 
                değildir. Bir şeyin haram kılınması, zıddını yapmanın vacib 
                olması demek değildir. Çünkü emrin ve nehyin delâleti, lügat 
                delaletidir, akli ve mantıki delâlet değildir. Dolayısıyla 
                Şeriat bir şey emrettiğinde, onun zıddını nehyetti demek 
                değildir. Bir şey nehyettiğinde de onun zıddını emretti demek 
                değildir. Dolayısıyla 
                mü’minlerin yolundan başkasına tabi olmanın nehyedilmesi, 
                onların yoluna tabi olmanın emredilmesi demek değildir. 
                Bilakis onların yoluna tabi olmanın emredilmesi, o emre delâlet 
                eden başka bir nâssın olmasına gereksinim duyar. Böylece 
                mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olmanın haram kılınması, 
                onların yoluna tabi olmayı vacib kılmaz.
                
                Bu üç yön ile ayetin ümmetin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair 
                delil olmaya uygun düşmediği gayet açık bir şekilde ortaya 
                çıkmaktadır. Dolayısıyla onunla delil getirmek düşmektedir.
                
                Şunu da dediler: “Ümmetin icmâsının hüccet olduğunun delili 
                sünnettir. Zira ümmetin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair bir 
                çok Hadis geçmiştir. Onlara şunlar örnektir:
                
                * Ömer b. Hattab, Abdullah b. Mes’ut, Ebu Sa’d el-Hudri, 
                Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, Ebu Hureyre, Huzeyfe b. el-Yemân 
                gibi sahabelerin büyüklerinin bu ümmetin hata ve dalâletten 
                korunduğuna delâlette mana birliği içinde lafız farklılığı ile 
                yapılan rivayetlerdir. Bu rivayetlerden bir kısmı Rasulullah
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözleridir:أمتي 
                لا تجتمع على الخطإ     “Ümmetim hata üzere icmâ 
                etmez.”
                إِنَّ أُمَّتِي لا تَجْتَمِعُ عَلَى ضَلالَةٍ  
                “Ümmetim dalâlet üzere icmâ etmez/birleşmez.”
                وإن الله عز وجل لم ييكن ليجمع 
                أمة محمد على ضلالة  “Muhakkak ki, Allah Muhammed ümmetini 
                dalâlet üzere icmâ ettirmez.”
                لم يكن الله ليجمع أمتي على الخطإ
                “Allah ümmetimi hata üzere icmâ 
                ettirmez/birleştirmez.”
                سـألت الله عز وجل أن لايجمع أمتي 
                على ضلالة فأعطانيها 
                “Allah’tan ümmetimi dalâlette birleştirmemesini istedim. O da bu 
                isteğimi bana verdi.”
                فَمَا رَأَى الْمُسْلِمُونَ 
                حَسَنًا فَهُوَ عِنْدَ اللَّهِ حَسَنٌ   
                “Müslümanların güzel/iyi gördüğü şey, Allah katında da 
                güzeldir.”
                يد الله مع الجماعة ومن شذ شذ إلى 
                النار   “Allah’ın eli cemaat üzerindedir. 
                Kendisini soyutlayan ateşle başbaşa kalır.”
                فمن سره بحبوحة الجنة فليلزم 
                الجماعة فإن يد الله على الجماعة  وإن الشيطان مع الواحد وهو من 
                الاثنين أبعد  “Kimi cennetin ortası 
                sevindiriyorsa, o cemaatten ayrılmasın. Çünkü şeytan tek kalan 
                kimse ile beraber olup iki kişiden uzaktır.”
                مَنْ خَرَجَ مِنَ 
                الْجَمَاعَةِ قِيدَ شِبْرٍ فَقَدْ خَلَعَ رِبْقَةَ الْإِسْلامِ 
                مِنْ عُنُقِهِ    “Kim cemaatten bir karış 
                ayrılarak dışarı çıkarsa, İslâm ilmiğini/bağını boynundan 
                çıkartmış olur.”
                من فارق الجماعة شبرا فمات ميتة 
                جاهلية      “Kim cemaatten ayrılıp ölürse, ölümü 
                cahiliyye ölümü olur.”
                الجماعة رحمة والفرقة عزاب  
                “Cemaat rahmettir. Bölünmüşlük ise azaptır.”
                وإن أمتي  ستفترق على ثنتين وسبعين فرقة كلها 
                غي النار إلا واحدة وهي الجماعة   “Ümmetim yetmiş 
                iki  gruba ayrılacaktır. Bir tek grup hariç hepsi de 
                cehennemdedir. O grup cemaattir.”
                تبارك وتعالى
                لا تَزَالُ طَائِفَةٌ 
                مِنْ أُمَّتِي عَلَى الْحَقِّ ظَاهِرِينَ على ناوأهُمْ حَتَّى 
                يَأْتِيَ أَمْرُ اللَّهِ   “Allah’ın dini hakim 
                olasıya kadar, ümmetimden hak üzere bir grup daima olacaktır.
                Onlar kendilerine karşı koyanlara üstün 
                geleceklerdir.”
                لا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ 
                أُمَّتِي عَلَى الْحَقِّ ظَاهِرِينَ لا يَضُرُّهُمْ مَنْ 
                خَذَلَهُمْ  “Ümmetimden hak üzere bir grup daima 
                olacaktır. Onlar üstün konumda olup, kendilerine muhalif 
                olanların muhalefeti onlara bir zarar vermeyecektir.”
                
                
                Bunlar gibi daha birçok hadis vardır. Bunların sahabeler 
                arasında kendileri ile amel edilen oldukları halen meşhur ve 
                bilinen bir husustur. Bunları kimse inkâr da etmedi, red de 
                etmedi. Dolayısıyla bunlar ümmetin icmâsının Şer’î delil 
                olduğuna delildirler.”
                
                Buna üç yönden cevap verilir:
                
                1-Bunların hepsi de mütevatir derecesine ulaşmamış ahad 
                haberlerdir. Yakin/kesin ifade etmezler. Dolayısıyla ümmetin 
                icmâsının Şer’î delil olduğuna dair 
                söz hüccet olmaya uygun değildir. Çünkü Şer’î delil olma 
                meselesi usuldendir. Dolayısıyla ona delâlet eden katî delilin 
                olması kaçınılmazdır. Bunun için bu hadislerle bu hususta delil 
                getirmek red edilir ve bu hadisler bu hususta delil getirme 
                derecesinden düşerler.
                
                Şu denilebilir: “Bu hadisler, her ne kadar her biri tevatür 
                derecesine ulaşmamış olsa da aralarındaki “ümmetin 
                ismeti/korunmuşluğu” ortak teması,  birçok haberde varlığından 
                dolayı mütevatirdir.”
                
                Buna cevap şöyledir: Ahad hadisler arasında ortak temanın olması 
                onları mütevatir yapmaz. Dolayısıyla o hadisler, ahad haberin 
                herhangi bir hali üzere kalmaya devam ederler, mütevatir 
                derecesine yükselmezler. Böylece de usulden bir asıl hakkında 
                katî hüccet olmaya uygun olmayışları devam eder.
                
                2-Bu hadisler, şu dört kısma ayrılırlar:
                
                a-Bir kısmı, ümmetin dalâlet üzere icmâ etmeyeceğini 
                belirten hadislerdir. Bunlarda icmânın Şer’î delil olduğuna dair 
                bir hüccet yoktur. Çünkü dalâlet üzere birleşmemelerinin manası, 
                İslâm’ı terk etmek üzere birleşmemeleridir. Yani ümmet İslâm’dan 
                dönmek üzere birleşmez. Çünkü dalâlet, dini terk etmektir. Yani 
                Allah bu ümmeti, İslâm dinini terk etmek üzere birleşmekten ve 
                onları dönmekten korudu. Allah’ın ümmeti, dinden dönmekten 
                korumuş olması, onların icmâsının Şer’î delil olduğuna dair bir 
                delil değildir.
                
                b-Bir kısmı da, cemaate bağlı kalmaya ve ondan 
                ayrılmamaya teşviki belirten hadislerdir. Bunlarda, bu hususta 
                delil getirmek için bir yer yoktur. Çünkü ümmetin cemaat olarak 
                varlığını devam ettirmesini, parçalanmamasını, onda dışarı 
                çıkmamayı korumak, ümmetin icmâsının Şer’î delil olması demek 
                değildir. Bunun bu konu ile bir alakası yoktur. Zira ümmetin 
                icmâsının Şer’î delil olması konusu ile ümmetin cemaat olarak 
                varlığı ve birliğinin korunması konusu birbirinden tamamen kopuk 
                iki ayrı konudur. Ümmetin sözünün birleşmesi, hakkında geçen 
                ayet ve hadislerde olduğu gibidir. Allah’u Teâla’nın, 
                ولا تفرقوا
                “parçalanmayın” 
                demesi gibi. Bu birleşmeye ve parçalanmamaya teşvik, ümmetin 
                icmâsının hüccet olduğuna delâlet etmez. Onun için ümmetin 
                icmâsının Şer’î delil olduğuna dair bu hadislerle delil 
                getirmeye bir yer yoktur.
                
                c-Bir kısmı da, ümmetten hak üzere varlığını devam 
                ettiren bir grubun olduğunu belirten hadislerdir. Hak, batılın 
                zıttı dır, hatanın zıttı değil. Hakka bağlı olmak, hatanın 
                olmaması demek değildir, bilakis batılın olmaması demektir. 
                Dolayısıyla ümmetin batıl üzere icmâsının nefyedilmesinin 
                manası, dalâlet üzere icmânın nefyedilmesinin benzeri 
                olmaktadır. Böylece bu hadisler, ümmetin hatada birleşmeyeceğine 
                dair delil olmaya uygun olmaz.
                
                Ayrıca sevap/hayır üzerinde bir cemaatin varlığı, doğru üzerinde 
                ümmetin icmâsı demek değildir. Zira delil getiriş, ümmetin bir 
                şey üzere icmâsının hüccet olduğuna dair olmalıdır, ümmetin bir 
                şey üzere icmâ etmemelerinin hüccet olmasına dair bir delil 
                değil. Zira delil olan, olumluluktur, olumsuzluk değil. 
                Dolayısıyla bir cemaatin doğru üzerinde varlığını devam 
                ettiriyor olması, icmâlarının doğru olmasını gerektirmiyor. Bu 
                açıdan da, ümmetten hak üzere bir grubun varlığını belirten bu 
                hadisler, ümmetin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair hüccet 
                olmaya uygun değildirler.
                
                d-Bir kısmı da, ümmetin “hata” üzere icmâ etmediğini 
                belirten hadislerdir. Bu hadisler, zayıf rivayetlerdir. Zira 
                hadisin aslı şöyledir:     إِنَّ 
                أُمَّتِي لا تَجْتَمِعُ عَلَى ضَلالَةٍ  “Ümmetim 
                dalâlet üzere icmâ etmez/birleşmez.”
                   Başka bir hadisin aslı şöyledir:   
                لم يكن الله ليجمع أمتي على ضلال
                “Allah ümmetimi dalalet üzere icmâ 
                ettirmez/birleştirmez.”     
                Bir rivayette de;   ولا على خطأ
                “bir hatada birleşmez” denilmektedir. 
                على خطأ  “hata üzere” 
                kelimesi zayıf rivayettir. Onun için bu hadislerle delil 
                getirmeyi İmam El-Fahru El-Râzî şöyle diyerek zayıf buldu:
                
                “Manevi tevatür iddiası, gerçekten uzaktır. Biz bu haberlerin 
                toplamının tevatür derecesine ulaştığını kabul etmiyoruz. Zira 
                bunun hakkında delil yoktur. Bunun öyle takdir edilmesi ise, 
                ancak gösteriş ifade eder. Çünkü kesin olarak sabit olan ortak 
                tema sadece ümmete övgüdür. Bundan dolayı onlardan hatayı 
                imkânsız kılmayı gerektirmez. Zira hadislerin tamamında, hatanın 
                onlar için imkânsız olduğu açıkça geçmemiştir.”
                
                3-Bu hadisler, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi 
                VeSSellem’in, içerisinde sonraki asırları zemmettiği başka 
                hadislerle çelişmektedirler. Bunlara örnekler şunlardır:
                
                İmran b. Husayn RadıyAllah’u Anhuma Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şöyle dediğini rivayet 
                etti:    خَيْرُ أُمَّتِي قَرْنِي 
                ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ قَالَ 
                عِمْرَانُ فَلا أَدْرِي أَذَكَرَ بَعْدَ قَرْنِهِ قَرْنَيْنِ أَوْ 
                ثَلاثًا ثُمَّ إِنَّ بَعْدَكُمْ قَوْمًا يَشْهَدُونَ وَلا 
                يُسْتَشْهَدُونَ وَيَخُونُونَ وَلا يُؤْتَمَنُونَ وَيَنْذُرُونَ 
                وَلا يَفُونَ وَيَظْهَرُ فِيهِمُ السِّمَنُ
                 “Ümmetimin en hayırlısı, benim dönemimde 
                yaşayanlardır, sonra onların ardından gelenler, sonra onların 
                ardından gelenlerdir. -İmran dedi ki: Rasulullah kendi 
                döneminden sonra iki mi yoksa üç dönem mi zikretti bilemiyorum.-
                Sonra sizin ardınızdan şahitlik etmesi istenmeden şahitlik 
                yapan, kendisine güvenilmeyen, ihanet eden, adakta bulunup 
                yerine getirmeyen ve aralarında şişmanlık yaygınlaşan bir toplum 
                gelecektir.”
                
                
                İbrahim’den, o da Ubeyde’den, o da Abdullah’tan Nebi 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şöyle dediği rivayet 
                edildi: خَيْرُ النَّاسِ قَرْنِي 
                ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ 
                يَجِيءُ أَقْوَامٌ تَسْبِقُ شَهَادَةُ أَحَدِهِمْ يَمِينَهُ 
                وَيَمِينُهُ شَهَادَتَهُ 
                 “İnsanların en hayırlısı, benim 
                çağımda yaşayanlardır, sonra onların ardından gelenler, sonra 
                onların ardından gelenlerdir. Sonra yemin etmeden önce 
                şahitlikte bulunacak, şahitlikte bulunmadan önce yemin edecek 
                bir topluluk gelecek.” 
                
                
                Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem dedi ki: 
                 ثُمَّ يَفْشُو الْكَذِبُ حَتَّى 
                يَحْلِفَ الرَّجُلُ وَلَا يُسْتَحْلَفُ وَيَشْهَدَ الشَّاهِدُ 
                وَلَا يُسْتَشْهَدُ    “Daha sonra yalan 
                yaygınlaşacak. Onlardan birisi yemin etmesi istenmeden yemin 
                eder. Şahitlik yapması istenmeden şahitlik yapar.”
                
                Bunun gibi hadislerin tamamı ümmetin hata üzere birleşmeyeceğine 
                dair hadislerle çelişmektedir. Bilakis bu hadisler, sonraki 
                dönemlerin zemmine delâlet etmektedirler. Bu demektir ki, o 
                dönemlerde ümmette hata var olur. Zira onda yalan, ihanet v.b. 
                var olur. Bu da onların arasında sözü kabul edilmeyen kimselerin 
                var olmasından dolayı, icmâlarının Şeriata göre bir değerinin 
                olmadığına delâlet eder. Bu, önceki hadislerle çelişkidir. Çünkü 
                önceki hadisler, ümmeti methetmişlerdi. Bu, ümmete her asırda 
                meth/övgü demektir. Bu sonraki hadisler ise, sonraki asırları 
                zemmetmiştir. Bu, fesadın ve yalanın yaygınlaşması nedeni ile 
                sonraki asırlarda ümmeti zemmetmek demektir. Bunun için o 
                hadislerle, ümmetin her asırdaki icmâsının Şer’î delil olduğuna 
                dair delil getirilemez. Çünkü fesad ve yalanın yaygınlaşması 
                sebebi ile sonraki asırlarda ümmetin icmâsının sıhhati yoktur. 
                Bunun için önceki hadisler sadece Rasul’ün ve sahabelerin asrı 
                olan ilk döneme hamledilirler. Böylece Rasul’ün ve sahabelerin 
                dönemindeki ümmetin icmâsına dair delil olmaya uygun olurlar. 
                Daha sonraki dönemler hakkında delil olmaya uygun olmazlar.
                
                Bu üç yönden cevap, bu hadislerin tamamının, ümmetin icmâsının 
                Şer’î delil olduğuna dair delil olmaya uygun olmadıklarını 
                tespit etmektedir. Böylece bu hususta onlarla delil getirmek 
                düşer. Ümmetin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair onlarla delil 
                getirmek düşünce; hal ve akd ehlinin icmâsının Şer’î delil 
                olduğuna dair onlarla delil getirmek de, müçtehitlerin icmâsının 
                Şer’î delil olduğuna dair onlarla delil getirmek de evla 
                babından düşer. Zira onların Şer’î delil olduğunu söyleyenler, o 
                hadisleri delil getirdiler. “Ümmet” ve “mü’minler” tabirleri, o 
                hadislerin metinlerinde geçtiği halde, o hadisler, ümmetin 
                icmâsına delil olmaya uygun olmayınca, elbette ki hal ve akd 
                ehlinin icmâsına ve müçtehitlerin delil olmaya uygun olmamaları 
                evla babından olur. Zira bu tabirler o
                hadislerin metinlerinde 
                geçmiyor, onlar ancak “mü’minler” kelimesinden ve “ümmet” 
                kelimesinden alınmışlardır. Böylece “ümmetin icmâsı, hal 
                ve akd ehlinin icmâsı ve müçtehitlerin icmâsı Şer’î delildir” 
                sözü reddolunur. Onlardan her 
                icmânın Şer’î delil olmadığı açığa çıkmaktadır.
                
                * Rasul’ün ailesinin icmâsı ile ilgili olarak da; Ehl-i Beyt ile 
                Ali, Fatıma ve onların çocuklarını kast ederek “Ehli Beytin 
                icmâsı Şer’î delildir” dediler. Buna da Allah’u Teâla’nın şu 
                sözünü delil getirdiler:         
                إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ 
                عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا    
                “(Ey Ehl-i Beyt!) Allah, sizden ricsi/günahı gidermek 
                ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” 
                Böylece Ehl-i Beyt’ten ricsin giderilmesini, onlara hasrı ifade 
                eden إنما -edatı ile 
                bildirmiştir. Ayette geçen Ehl-i Beyt tabiri ile kast edilenin 
                Ali, Fatıma ve onların çocukları olduğunu şu rivayetle 
                delillendirilmiş oldu: “Bu ayet indirilince, Nebi 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem elbisesini onlara döndürüp 
                onu onların üzerine attı ve şöyle dedi:  
                هَؤُلاءِ أَهْلُ بَيْتِي 
                اللهم  “Allah’ım! 
                İşte onlar ehli beytimdir.” 
                 
                
                Rasul’ün ailesinin icmâsının delil olduğuna ve onların da Ali, 
                Fatıma ve onların çocukları olduğuna dair Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözlerini de aynı 
                şekilde delil getirdiler: 
                 إِنِّي تَارِكٌ فِيكُمْ مَا إِنْ تَمَسَّكْتُمْ بِهِ لَنْ 
                تَضِلُّوا بَعْدِي أَحَدُهُمَا أَعْظَمُ مِنَ الْآخَرِ كِتَابُ 
                اللَّهِ حَبْلٌ مَمْدُودٌ مِنَ السَّمَاءِ إِلَى الْأَرْضِ 
                وَعِتْرَتِي أَهْلُ بَيْتِي       “Muhakkak ki, ben 
                size iki şey bırakıyorum.  Onlara sıkı bir şekilde bağlı 
                kalırsanız benden sonra asla sapıtmazsınız. Onlardan birisi 
                diğerinden daha büyüktür. O da; semadan yere uzatılmış bir ip
                (kulp) olan Allah’ın Kitabı’dır. Ve (diğeri ise) 
                ailem ehli beytimdir.”
                إِنِّي قَدْ تَرَكْتُ فِيكُمْ مَا 
                إِنْ أَخَذْتُمْ بِهِ لَنْ تَضِلُّوا كِتَابَ اللَّهِ وَعِتْرَتِي 
                أَهْلُ بَيْتِي      “Muhakkak ki ben size, 
                kendisine sıkı bağlı kaldığınızda asla sapıtmayacağınız iki şey 
                bırakıyorum: Allah’ın Kitabı ve ailem ehli beytimdir.”
                إني تارك فيكم الثقلين كتاب الله 
                وعترتي   “Muhakkak ki ben size iki çok önemli 
                husus bırakıyorum; Allah’ın Kitabı ve ailem.” 
                Bir başka rivayette de;     
                وَأَهْلُ بَيْتِي أُذَكِّرُكُمُ اللَّهَ فِي أَهْلِ بَيْتِي 
                أُذَكِّرُكُمُ اللَّهَ فِي أَهْلِ بَيْتِي أُذَكِّرُكُمُ اللَّهَ 
                فِي أَهْلِ بَيْتِي 
                     “Ehl-i Beytim! Ehl-i Beytim hakkında size Allah’ı 
                hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım. 
                Ehl-i Beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım.”
                
                
                Böylece Allah’u Teâla Ehl-i Beytten ricsi giderdi. Hata ise 
                ricsdir. Dolayısıyla hata da onlardan giderilmiş olur. Hata 
                onlardan giderilince icmâları hüccet
                olur...”   demektedirler.
                
                Buna cevap iki yöndendir:
                
                1-Bu delil zannidir. Zira ayet her ne kadar sübutu katî 
                olsa da delâleti zannidir. Çünkü onun tefsirinde ihtilaf 
                edilmiştir, dolayısıyla zannî olmaktadır. Hadis ise ahad 
                haberdir. Ahad haber zannidir. Buna binaen bütün delilleri zannî 
                olmaktadır. Usulden bir asıl hakkında delil getirmek katî 
                olmalıdır, zannî olması doğru olmaz. Böylelikle bu delilin, 
                Rasul’ün ailesinin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair hüccet 
                olması uygun olmaz. Çünkü bu husus, kesin delile gereksinim 
                duymaktadır, bu delil ise zannidir.
                
                2-“Ricsin” manası, “pislik” demektir. “Ricsin 
                giderilmesi” pisliğin giderilmesidir. Burada “pislikten” kast 
                edilen ise; Bu ayetin bu cümlesinden önceki cümle ve önceki 
                ayetin cümlelerinde açıkça görüldüğü gibi, “şüphe”
                ve “töhmet” olan manevi pisliktir. Nitekim “rics” kelimesi, “manevi 
                pislik” anlamıyla birkaç ayette geçmiştir. Onlar, Allah’u 
                Teâla’nın şu sözleridir: 
                فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنْ الآوْثَانِ   “O halde 
                putlardan (oluşan) pislikten kaçının.”
                كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللَّهُ 
                الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ    
                “Allah inanmayanların üzerine böyle pislik indirir.”
                وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى 
                الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ    “O, akıllarını 
                kullanmayanların üzerine pislik indirir.”
                إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ 
                وَالآنصَابُ وَالآزْلاَمُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ    
                “Şarap, kumar, dikili taşlar (heykeller/putlar), fal 
                ve şans okları birer şeytan işi pisliktir.”
                
                
                Bunların hepsi de “manevi pislik” manasındadır. Dolayısıyla 
                Allah’u Teâla’nın;    لِيُذْهِبَ 
                عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ     “O halde 
                Allah sizden pisliği gidermek istiyor”   
                sözü,   “sizden manevi pislik olan töhmeti gidermek istiyor” 
                demektir.
                
                Buna binaen, onlardan “pisliğin giderilmesi”; onlardan “hatanın 
                nefyedilmesi” olmaz. İçtihatta “hata” pislik değil, bilakis 
                sahibine sevap verilen bir husustur. Bunun delili de Rasulullah
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür:    
                إِذَا حَكَمَ الْحَاكِمُ فَاجْتَهَدَ 
                ثُمَّ أَصَابَ فَلَهُ أَجْرَانِ وَإِذَا حَكَمَ فَاجْتَهَدَ ثُمَّ 
                أَخْطَأَ فَلَهُ أَجْرٌ 
                “Hakim (kadı ya da yönetici) hüküm verdiğinde içtihat 
                edip isabet ederse ona iki ecir/sevap vardır, hata ederse bir 
                ecir/sevap vardır.” 
                
                
                Bu da, Ehl-i Beytten “pisliğin giderilmesinin”, hatanın 
                giderilmesi demek olmadığına, çünkü “hatanın” pislikten 
                olmadığına delâlet etmektedir.
                
                Ayrıca Allah’u Teâla’nın; إنما 
                يريد الله  “Allah ... istiyor”  sözü, pisliğin 
                nefyini Ehl-i Beyte hasretmek için değildir. Bilakis Allah, 
                onlardan nefyettiği gibi onlardan başkalarından da 
                nefyetmektedir.  إنما  
                -edatı için mefhumu muhalefet yoktur. Zira bu edat, hasr için 
                kullanılır, te’kid için kullanılır. Dolayısıyla ona ait mefhumu 
                muhalefet ile amel edilmez. Böylelikle Ehl-i Beytten pisliğin 
                giderilmesi, başkalarından giderilmemesi demek değildir.
                
                Ayrıca ayet, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in 
                eşleri hakkında inmiştir. Bunun delili de ayetin öncesinde ve 
                sonrasında var olan sözlerdir. Zira bu ayet üç ayetin bir 
                cüzüdür. 
                
                Nitekim Allah’u Teâla şöyle demiştir: 
                يَانِسَاءَ النَّبِيِّ لَسْتُنَّ 
                كَأَحَدٍ مِنْ النِّسَاءِ إِنْ اتَّقَيْتُنَّ فَلاَ تَخْضَعْنَ 
                بِالْقَوْلِ فَيَطْمَعَ الَّذِي فِي قَلْبِهِ مَرَضٌ وَقُلْنَ 
                قَوْلاً مَعْرُوفًا (32) وَقَرْنَ فِي بُيُوتِكُنَّ وَلاَ 
                تَبَرَّجْنَ تَبَرُّجَ الْجَاهِلِيَّةِ الآولَى وَأَقِمْنَ 
                الصَّلاَةَ وَآتِينَ الزَّكَاةَ وَأَطِعْنَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ 
                إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ 
                الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا (33) وَاذْكُرْنَ مَا 
                يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ 
                اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا
                “Ey Nebi hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi 
                değilsiniz. Eğer takva sahibi iseniz, çekici bir eda ile 
                konuşmayın, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. 
                Maruf söz söyleyin. Evlerinizde oturun, eski cahiliyye adetinde 
                olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah 
                ve Rasulü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece 
                pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister. Evlerinizde 
                okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz 
                Allah, her şeyin içyüzünü bilendir ve her şeyden haberi 
                olandır.”
                
                
                Bu ayetlerin, يا نساء النبي
                “Ey Nebi hanımları!” diye başlamasından da açıkça 
                görüldüğü gibi, Rasul’ün hanımları hakkında inmiştir. 
                Dolayısıyla bu ayetler Ehl-i Beyt hakkında inmemiştir, sadece 
                Rasul’ün eşleri hakkında inmiştir. 
                
                Bu ayet indiğinde Rasul’ün elbisesini Ali, Fatıma, Hasan ve 
                Hüseyin’in üzerine örtüp   
                هَؤُلاءِ أَهْلُ بَيْتِي  
                اللهم    “Allah’ım! 
                İşte onlar ehli beytimdir.”
                dediğine dair rivayet edilen hadis ise, eşlerinin Ehl-i 
                Beytten oluşunu nefyetmez. O hadis, ayetin her ne kadar Rasul’ün 
                eşleri hakkında inmiş olsa da genel olduğuna delâlet eder. Zira 
                o hadis, ayette geçen  الاهل  
                “ehl” kelimesinin genelliğine delâlet eder, Ali, Fatıma 
                ve iki oğullarına özel olarak delâlet etmez. Bunu Zeyd b. 
                Erkam’a Sakaleyn Hadisi ile ilgili soru hakkındaki rivayette 
                geçenler teyid etmektedir. Zira ona Hüseyin sordu: “Rasulullah’ın 
                Ehl-i Beyti kim ya Zeyd? Hanımları Ehl-i Beytten değil mi?” Dedi 
                ki; “Hanımları, Ehl-i Beyttendir. Fakat onun Ehl-i Beyti, ondan 
                sonra kendilerine zekât almanın haram kılındığı kimselerdir.” O; 
                “Onlar kimlerdir?” dedi. O da dedi ki; “Ali’nin ailesi, Akîl’in 
                ailesi, Cafer’in ailesi, Abbas’ın ailesi.” Dedi ki; “Onların 
                hepsine de zekât almak haram mı kılındı?” O da; “Evet.” dedi.”
                
                Bunlara binaen Ahzab suresi 33. ayeti, Rasul’ün ailesinin 
                icmâsının hüccet olduğuna dair delil olmaz. Hadis ise; 
                الثقلين  “sakaleyn”den 
                kast edilen; العترة  
                “aile” değil, sadece Kitap ve Sünnettir. Nitekim bu Hadis 
                hakkında Nebi’nin şöyle dediği de rivayet edilmiştir: 
                كتاب الله وسنتي    “Allah’ın 
                Kitabı ve Sünnetim.”
                Üstelik o hadis;  كتاب 
                الله وعترني  “Allah’ın Kitabı ve ailem.”  
                şeklinde rivayet edilmiş olsa da, ailenin icmâsının hüccet 
                olduğuna delâlet etmez. Çünkü “aile”; sadece Ali, Fatıma ve 
                onların iki oğlu değildir, bilakis onlar ve ehli beytin
                tamamıdır. Onlar ise; Zeyd b. Erkam’ın Sakaleyn hadisi 
                için yaptığı rivayet ile Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’ın 
                bir hadisine göre; zekât almanın kendilerine haram kılındığı 
                kimselerdir. O hadis de Nebi SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in 
                şu sözüdür: لا تَحِلُّ لِآلِ 
                مُحَمَّدٍ  أما علمت 
                إن الصدقة “Muhammed 
                ailesine sadaka helâl değildir.”
                Dolayısıyla  العترة  
                “aile”, Rasul’ün ailesinin tamamıdır.
                
                Ayrıca hadis, “aile”den kastedilen ne olursa olsun sadece 
                Ehl-i Beyte sıkı bağlanmaya delâlet etmektedir, onların 
                icmâsının hüccet olduğuna delâlet etmemektedir. Onlara sıkı 
                bağlanmak, başkalarına sıkı bağlanmamak demek değildir. Zira 
                Rasul,  sahabeyi örnek almayı talep etmişti. Şöyle demiştir: 
                اهتديتم 
                 أصحابي 
                كالنجوم بأيهم  اقتديتم  “Ashabım 
                yıldızlar gibidir, hangisine uyarsınız doğru yolu bulusunuz.”
                
                Raşid halifelerin sünnetine bağlanmayı talep etmiştir. Şöyle 
                demiştir: فَعَلَيْكُمْ 
                بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ 
                وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ
                    “Üzerinize düşen benim sünnetime ve benden sonra 
                raşid halifelerin sünnetine sarılmaktır. Onlara azı dişlerle 
                sarılın/hırsla sıkı sıkı bağlı kalın.”
                
                
                Ebu Bekir ve Ömer’i örnek edinmeyi talep etmiştir. Şöyle 
                demiştir: اقْتَدُوا 
                بِاللَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِي أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ
                    “Benden sonra gelenlerden Ebu Bekir ve Ömer’e 
                uyun.”
                
                
                Raşid halifelerin sözü, Şer’î delil değildir. Aynı şekilde Ebu 
                Bekir’in ve Ömer’in sözü de Şer’î delil değildir. Zira tek 
                başına övgü, sıkı bağlı olmak talebi, izlemek ve örnek almak 
                talebi, onu Şer’î delil olduğuna dair bir hüccet değildir. 
                Dolayısıyla Rasul’ün, Ehl-i Beyte sıkı bağlı olmak talebi de 
                ayni şekilde, onların icmâsının Şer’î delil olduğuna dair hüccet 
                değildir.
                
                Bütün bunlardan yukarıda geçen Sakaleyn hadisinin, Rasul’ün 
                ailesinin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair hüccet olmaya 
                uygun olmadığı açığa çıkmaktadır. Böylelikle Rasul’ün ailesinin 
                icmâsının Şer’î delil olduğuna yukarıdaki ayet ve hadisle delil 
                getirmek, düşer. Dolayısıyla Rasul’ün ailesinin icmâsının ve Ehl-i 
                Beytin icmâsının Şer’î delil olmadığı açığa çıkmaktadır. 
                Böylelikle onlar Şer’î delillerden sayılmazlar.
                
                * Medine ehlinin icmâsı ile ilgili olarak da; “Medine 
                ehlinin icmâsı hüccettir.” dediler ve buna Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözünü delil 
                getirdiler:  وينصع طيبها
                إِنَّمَا الْمَدِينَةُ 
                كَالْكِيرِ تَنْفِي خَبَثَهَا 
                 “Muhakkak ki Medine, körük gibidir. Habisini/kötüsünü atar 
                ve tayyibini/iyisini arıtır.”
                
                
                Buna şöyle delil getirdiler: “Hadis kötülerin Medine’den 
                nefyedildiğine delâlet etmiştir. Hata ise kötüdür. Dolayısıyla 
                onun da ehlinden nefyedilmiş olması gerekir. Zira hata ehlinde 
                olsaydı, Medine’de de olmuş olurdu. Ehlinden hata nefyedilince, 
                onların icmâsı da hüccet olur.”
                
                Buna cevap şudur: Hadis, Buhari ve Müslim’de sabittir. 
                Buhari’deki metni şöyledir: “Cabir İbn Abdullah 
                RadıyAllah’u Anhuma’dan rivayet edildiğine göre bir bedevi 
                Arap Medine’ye geldi. İslâm’a girmek üzere Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’e biat etti. Biraz sonra 
                rahatsızlandı. Bunun üzerine Rasulullah’a gelip; “Benim biatımı 
                kaldır.” dedi. Rasulullah bunu reddetti. Sonra tekrar “Benim 
                biatımı kaldır” dedi. Rasulullah yine reddetti. Sonra Medine’den 
                çıkıp gitti. Bunun üzerine Rasulullah SallAllah’u Aleyhi 
                VeSSellem dedi ki: 
                الْمَدِينَةُ كَالْكِيرِ تَنْفِي خَبَثَهَا وَيَنْصَعُ طِيبُهَا
                “Medine körük gibidir. Kötülerini atar. İyilerini 
                arındırır.”
                
                
                Bu hadis, Medine ehlinin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair 
                hüccet olmaya uygun değildir. Zira bu hadis ahad haberdir, yani 
                zannidir. Dolayısıyla Şeriatın usulünden bir asıl hakkında 
                hüccet olmaya uygun olmaz. Filanca hususun Şer’î delil olduğuna 
                dair hüccetin katî olması kaçınılmazdır. Çünkü o, Şeriatın 
                asıllarından bir asıldır. Bundan dolayı bu hususta bu hadis ile 
                delil getirmek, düşer.
                
                Ayrıca içtihatta hata, habis/kötü değildir, habis olması da 
                doğru olmaz. Aksi halde hatalı müçtehide sevap verilmezdi. 
                Ayrıca hatadan günah affedilmiştir. Zira Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem şöyle demiştir: 
                رفعَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ...
                إن الله
                “Allah ümmetimden hatayı... kaldırdı/affetti.”
                
                
                Habis ise nefyedilmiştir. Zira Rasul SallAllah’u Aleyhi 
                VeSSellem şöyle demiştir:  
                ثَمَنُ الْكَلْبِ خَبِيثٌ وَمَهْرُ 
                الْبَغِيِّ خَبِيثٌ وَكَسْبُ الْحَجَّامِ خَبِيثٌ    “Köpeğin 
                pahası habistir. Fahişenin mehri/fuhuş ücreti habistir. 
                Hacamat edenin kazancı habistir.” 
                Bunun gibi. hadisler vardır. Dolayısıyla “hata” ve “habis” 
                birbirinden farklı şeyler olmaktadır. Buna binaen yukarıdaki 
                hadis, Medine ehlinin icmâsının Şer’î delil olduğuna dair hüccet 
                olmaz. Dolayısıyla o hadisle bu hususta delil getirmek, düşer. 
                Bundan, Medine ehlinin icmâsının Şer’î delillerden olmadığı 
                açığa çıkmaktadır.
                
                * Raşid halifelerin icmâsı ile ilgili olarak da bazıları 
                onun Şer’î delil olduğunu söyleyip buna Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözünü delil 
                getirdiler: فَعَلَيْكُمْ 
                بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ 
                وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ    “Üzerinize 
                düşen benim sünnetime ve benden sonra raşid halifelerin 
                sünnetine sarılmaktır. Onlara azı dişlerle sarılın/hırsla sıkı 
                sıkı bağlı kalın.”
                
                
                Buna şu şekilde delil getirdiler: “Rasulullah SallAllah’u 
                Aleyhi VeSSellem, kendi sünnetine tabi olmayı vacib/farz 
                kıldığı gibi onların sünnetine tabi olmayı da vacib kıldı. Onun 
                sünneti için muhalif olmak düşünülmez. Onların sünneti için 
                muhalif olmak da aynı şekildedir. Dolayısıyla onların icmâsı 
                hüccet olmaktadır. 
                
                Raşid halifeler şu dört halifedir: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali
                RadıyAllah’u Anhum. Raşid halifelerden kast 
                edilenlerin onlar olduğuna dair delil Rasulullah 
                SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözüdür:   
                الْخِلافَةُ فِي أُمَّتِي
                 ثَلاثُونَ سَنَةً ثُمَّ 
                مُلْكٌ بَعْدَ ذَلِكَ    “(Benden sonra) 
                ümmetimde Hilâfet otuz sene olacaktır. Sonra eziyet verici 
                yönetim olacaktır.” 
                Onların Hilâfet süreleri otuz yıldır. Böylece hadisle 
                kastedilenlerin onlar olduğu sabit olmuştur. Ayrıca bu hadisi, 
                zikredilen dört imamla örf tahsis etti. Öyle ki sanki o, onlara 
                özel isim oldu. Dolayısıyla o halifelerin icmâları Şer’î delil 
                olmaktadır.”
                
                Buna cevap şudur: Bu hadis, ahad haberdir, yani zannidir. 
                Dolayısıyla raşid halifelerin icmâsının Şer’î delil olduğuna 
                dair hüccet olmaya uygun olmaz. Çünkü o, usulden bir asıldır. 
                Dolayısıyla onunla ilgili ona delâlet eden katî delil olması 
                kaçınılmazdır.
                
                Ayrıca, hadiste onların icmâsının hüccet olduğuna dair bir 
                delâlet de yoktur. Zira hadiste olanın hepsi, onlara uymayı 
                emretmektir. Onlara uymayı emretmek, onların sözlerinin Şer’î 
                delil olması demek değildir. Buna delil; Rasul’ün, sadece Raşid 
                halifeler değil, sahabelerden her sahabeye uymayı emretmesidir. 
                Zira şöyle demiştir: أصحابي 
                كالنجوم  بأيهم  اقتديتم ا هتديتم
                “Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsınız doğru 
                yolu bulusunuz.”
                
                Şu halde bu sahabeye uymayı emretmiştir, sadece onlara uymayı 
                değil. Zira;  
                 فَعَلَيْكُمْ 
                بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ 
                وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ
                 “Üzerinize düşen 
                benim sünnetime ve benden sonra Raşid halifelerin sünnetine 
                sarılmaktır. Onlara azı dişlerle sarılın/hırsla sıkı sıkı bağlı 
                kalın.” 
                 hadisinde tahsis edilmeleri, 
                أصحابي كالنجوم   “Ashabım 
                yıldızlar gibidir.” hadisindeki genelliğin yanında, o 
                hadisin, uymayı sadece onlara tahsis edici değil de onların 
                faziletlerini beyan oluşundan dışarı çıkarmaz. Böylelikle 
                hadiste, Raşid halifelerin icmâsının hüccet olduğuna dair bir 
                delâlet yoktur.
                
                Üstelik “Raşid halifeler” tabiri ile kast edilen her Raşid 
                halifedir, sadece o dört halife değildir. Hilafetin otuz sene 
                olduğuna dair hadiste ise, sadece onların Raşid halife olduğuna 
                dair bir delâlet yoktur. Zira her Raşid halife bu hadisin 
                kapsamına girer. Mesela; Ömer b. Abdulaziz bu hadis kapsamına 
                girer.
                
                Ayrıca, “hadisi dört imamla örf tahsis etti” sözlerinin bir 
                kıymeti yoktur. Çünkü kelimelerin delaletinde muteber örf ya da 
                “örfi hakikat” diye isimlendirilen halkın örfü değil, lügat 
                ehlinin örfüdür. Lügat ehlinin örfü ise “Raşid halifeler” 
                kelimesine dört kişiyi isim olarak vermemiştir ki, “örfi 
                hakikat” denilsin. Bu, ancak lügat ehli olmayanlar nezdinde 
                âni/garip örf olarak isimlendirilir. Bunun ise, bir kıymeti 
                yoktur. Onun için “Raşid halifeler” kelimesinin manası, her 
                Raşid halifeyi kapsayan genel olarak kalmaya devam eder.
                
                Böylelikle bu hadisle bu hususta delil getirmek, düşer. 
                Dolayısıyla Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin icmâları Şer’î 
                delillerden bir delil olmaz.
                
                * Ebu Bekir ve Ömer’in icmâsı ile ilgili olarak da 
                Rasulullah SallAllah’u Aleyhi VeSSellem’in şu sözünü 
                delil getirdiler: اقْتَدُوا 
                بِاللَّذَيْنِ مِنْ بَعْدِي أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ
                   “Benden sonra gelenlerden Ebu Bekir ve Ömer’e 
                uyun.”
                
                
                Bu hadis, bu hususta hüccet olmaya uygun değildir. Çünkü ahad 
                haberdir, yani zannidir. Ayrıca hadisin o ikisine uymayı talep 
                etmesi, o ikisinin faziletine delaletten başka bir şeye delâlet 
                etmez. Zira bu hadis de sahabenin tamamına uymayı talep eden; 
                أصحابي كالنجوم     “Ashabım 
                yıldızlar gibidir.” hadisi gibidir. Dolayısıyla hadis, Ebu 
                Bekir ve Ömer’in faziletine ve onlara uymaya delâlet etmektedir. 
                Hadiste, o ikisinin sözlerinin Şer’î delil olduğuna dair bir 
                delâlet yoktur. Dolayısıyla bu hadisle bu hususta delil getirmek 
                düşer.
                
                Bütün bunlardan sahabenin icmâsından başka her icmânın Şer’î 
                delil olmadığı, kesinlikle Şer’i delillerden sayılmadığı açığa 
                çıkmaktadır.
                
                Asıl olan; mucize ile teyid edilmiş Sadık’tan (Rasul’den) başka 
                birisinin sözüne başvurmamaktır. Çünkü ondan başkası için hata 
                ve yalanın yolu açıktır. Yani hata ve yalana düşebilir.
                
                Fakat sahabeler Rıdvanullahı Aleyhim’in icmâsına 
                dinin sıhhati ve Kur'an’ın hıfzı/korunması bağlı kılınmıştır. 
                Dolayısıyla bu, dinde hatanın imkânsız oluşu ve Kur'an’da 
                hatanın imkânsız oluşu nedeni ile onların icmâlarında hatanın 
                imkânsız olmasını gerektirmektedir.
                
                Sahabelerin icmâsının hatadan korunması, onların sahabe 
                oluşlarından kaynaklanmamaktadır. Zira nebilerin dışında masum 
                kimse yoktur. İcmalarının hatadan korunması ancak dinin hatadan 
                korunmasından, Kur'an’ın kendisine batılın gelmesinden 
                korunmasından kaynaklanmaktadır. Bu tebliğde hatadan korunmanın 
                nebilerin hatadan korunmalarını gerektirmesi gibidir. Aynı 
                şekilde; kendilerinden aldığımız dinin hatadan korunması, 
                onların icmâlarının hatadan korunmasını gerektirmektedir. Bunun 
                için, icmâlarının hatanın imkânsız oluşundan dolayı, sahabelerin 
                icmâları hüccet olmaktadır. Zira, sahabelerin icmâlarında hata 
                imkânsız olmasaydı, onların Kur'an’dan bir şeyi gizlemek 
                üzerinde ya da Kur'an’a ondan olmayan bir şey katmak üzerinde 
                icmâ etmeleri mümkün olurdu. Yani Kur'an’ı artırmaları veya 
                eksiltmeleri mümkün olurdu. Rasul’e yalan isnadında icmâ 
                etmeleri mümkün olurdu. Kur'an’da olmayan bir şeyin 
                Kur'an’dandır diye nakledilmesi hatasına düşmeleri mümkün 
                olurdu. Dinden bir şeyi gizlemeleri ya da dinden olmayan bir 
                şeyi dine katmaları mümkün olurdu.
                
                Bunların hepsi de; dinin sıhhatinin katî delil ile kesinleşmiş 
                olmasından dolayı imkânsızdır. Kur'an’a, öncesinden ve 
                sonrasından batılın gelmemesinin kesinleşmiş olmasından dolayı 
                imkânsızdır.
                
                Dolayısıyla, sahabelerin dinden ve Kur'an’dan bize naklettikleri 
                hususta icmâlarında hatanın imkânsız olması kaçınılmazdır. 
                Bundan dolayı onların icmâsı Şer’î delildir. Onlardan başkaları 
                böyle değildir. Bunun için sadece sahabelerin icmâları Şer’î 
                delildir. Ondan başkası Şer’î delil değildir.