Burada ele alacağımız,
bozukluğunu göstereceğimiz ve tedavi edeceğimiz konu İslâm'ı
anlamada ve uygulamada başvurulan tedricilik düşüncesidir. Bu düşünceye
istinaden müslümanlar, mevcut yönetimlere katılmanın caiz olduğu
sonucuna vardılar. İslâm’ı akla uydurmak düşüncesinden
hareketle demokrasinin İslâm’dan olduğunu söylediler. İşte bu düşünceler
toplumu değiştirmede bazı cemaatların baş vurdukları düşüncelerdendir.
Öyleyse tedricilik nedir?
Bunu kabul edenlere göre neyi kapsar? Onun hakkındaki şer’i hüküm
nedir?
Müslümanlar ruhî (Allah'a
bağlılık), maddî, fikrî ve siyasî alanlarda en düşük ve en geri
seviyeye düşünce, bulundukları kötü ortama ayak uydurmaya kalktılar.
Artık fikirlerini bu kötü vakıa ve ortamdan almaya başladılar.
İslâm'a bağlı olanlar dahi İslâm'ın hakikatına ve onun hayata
bakışına aykırı fikirler edindiler. Daha doğrusu edindikleri
fikirler, İslâm’ı kötü anladıklarını ve İslâm'ın hayat
hakkındaki mefhumlarını kavramadıklarını göstermektedir.
Müslümanların işlerini elinde tutan sömürgeci
kâfirler, bu işleri istedikleri şekilde çevirdiler. Kendi
ölçüleri ve mefhumlarını müslümanlara rahatça kabul ettirdiler.
Kâfirler bunda o kadar başarılı oldular ki ektikleri fikirler, düşmanlarının
ağızında lezzetli bir yiyecek ve müslümanların dillerinde de bir
tatlı haline getirdiler. Böylece sömürgeci kâfirler müslümanlara
karşı raundu kazandılar. Bunun sebebi, İslâm değil, müslümanların
net ve doğru anlayıştan yoksun olmaları ve İslâm'a bağlılıkta
netliği ve doğruluğu kaybetmeleridir. Kâfirlere karşı direnmeye
çalıştılar. Fakat bu direniş vakıadan etkilendi ve maslahatçılığa
boyun eğdi. Ayrıca hep eğri yollara girdiler ve yanlış adımlar
attılar. Bu nedenle müthiş başarısızlığa uğradılar ve korkunç
teslimiyet gösterdiler. Bunun neticesinde, kâfirler İslâm
memleketlerinde rahatça oturup kalkar hale geldiler. Hiç bir kimse
onlara bir şey diyemedi ve engelleyemedi. Peki bu sömürgeci kâfirler
İslâm'a nasıl saldırdılar ve müslümanlar onlara nasıl cevap
verdiler?
Kâfirler, İslâm'ın çağa
ayak uyduramadığı, ortaya çıkan yeni sorunlara çözüm getiremediği
ithamlarıyla saldırdılar. Müslümanlar ise, kapitalist sisteme göre
İslâmî çözümler çıkartarak kâfirlerin saldırılarına cevap
vermeye çalıştılar. Kapitalist sistemin temeli, taban tabana İslâm
temeliyle çeliştiği halde müslümanlar çelişen bu iki ideolojiyi
birbirine uyum işini başlattılar. Bu nedenle yanlış ve çarpık
tevil yapmaya yöneldiler. İftiraya ve yalana dayalı şeriata ters
gelen ve çarpık mefhumlar ve ölçüler tespit ettiler. İslâm’ın
gelişmelere ayak uydurabildiğini göstermek gayesi ile bu iki ideoloji
arasında uyum sağlamaya çalıştılar. Bunun neticesi bu mefhumlar ve
ölçüler İslâmî mefhum ve ölçü olarak görülmeye ve İslâm bu
çerçevede anlaşılmaya başlandı. Halbuki bunları almak İslâm'ı
terk etmek ve kapitalist sisteme uymak anlamına gelmektedir. Zira İslâm’ı,
kapitalist sistemle bağdaştırmaya yönelik her davet ve bu davetten
etkilenecek her çağrı, küfür düşüncelerini almak ve İslâm'ı
terk etmek demektir. Diğer bir ifade ile müslümanlara küfür
fikirlerini taşımak, küfür fikirlerini almaya davet etmek ve hak
olan İslâm’ı bıraktırmak demektir.
Bundan dolayı müslümanlar,
geri kalma çağlarında buna benzer fikirlerle ümmeti kalkındırmaya
çalıştılar. Ancak ümmeti kalkındırmak bir yana daha da gerilediler.
Hatta maksatlı veya
maksatsız olarak İslâm şeriatına dillerin uzatıldığını gördük.
Hatta, "Rasulullah (s.a.v.)'in gönderilişinden
14 asır geçtikten sonra halen daha aynı düşünce yapısını sürdürmemiz
akıl dışıdır iddiaları ileri sürüldü. Bu düşünceye göre
İslâm, yeni şartlara uyumlu hale getirilerek eskiden olduğu gibi
yine binci sıraya oturtulmalıydı. Kalplerin yeniden İslâm’a
ısındırılması, hatta İslâm’ın kapalılıktan ve İslâm dışında
olanların ithamlarından kurtarılması için çağdaş düşüncelerle
donatılarak İslâm, çağdaşlık elbisesine
büründürülmeliydi. Zira eski elbisesi ile İslâm artık
kabul görmemekteydi.
Bu düşünce yapısından
hareketle birtakım müslümanlar, kendileri için bazı fikri kaideler
ve ilkeler benimsediler. Çalışma çizgileri ve hatta yeni yönelişler
tayin ettiler. Kokuşmuş Batı dünyasının kalkınma dönemlerinde
ortaya atılan ve İslâm beldelerinde geçerli olması için uğraşılan
düşünceleri ilerleme çağı fikirleri olarak isimlendirmede ittifak
ettiler. Zira bu müslümanlar, İslâm’ın çağı yakalayabilmesi için
zamana ve şartlara uymanın, kalkınmış olan Batı fikirlerinden
istifade etmenin, İslâm’ın emri olduğunu zannettiler.
Bu nedenle bu yönelişe
hizmet eden ve Batıdan etkilenen bir çok fikir ortaya atılmıştır.
"İslâm elastikî ve gelişmiş dindir", "Al ve
iste" (ya hep ya hiç deme, sana verileni al sonra iste) "Şeriata
uygun olanı veya Şeriata muhalif olmayanı kabul et",
"Zararlı olan iki şeyden daha az zararlı olanını ve şer
sayılan iki şeyden daha ehven olanını yap", "Tümü elde
edilmeyen şeyin bir kısmı terk edilmez" "İslâm
hükümleri aşama aşama uygulanır", "Demokrasi İslâm'dandır",
"Zamanın ve mekanın değişmesiyle İslâm'ın değişmesi inkâr
edilmez", "Maslahat nerede bulunursa Allah'ın şeriatı
oradadır" gibi sözler bu türden sözlerdendir. Bu fikirler
ve benzerleri, onların ifadeleri ile "çağdaş İslâm kalkınmasının
temel fikirlerini ve hareket noktasını" teşkil etmektedir.
Bu düşünce sahiplerinin en önemlisi Mason Cemaleddin Afgani ve onun
talebesi olan Mason Muhammed Abduh'dur. Sonra adama Şeyhu'l İslâm
ünvanını verdiler.
Bu sözler, müslümanları güçlü
kılan nedenlerden müslümanların ayrı kalmaları, zaafiyete
uğramaları ve Allah’ın emrini ikinci defa ikame etmek için çalışmayıp
oturmaları için kötü niyetle ve sinsîce söylenmiş sözlerdir.
Bazı kimseler ise, müslümanları
bugün çektikleri ızdıraptan, zor durumlardan ve gerileme halinden
kurtaracağını zannederek hüsnü niyetle ve iyi maksatla böyle
sözleri söylediler.
Bu sözler ister iyi niyetle
ister kötü niyetle söylensin, neticesi ve müslümanlara etkisi
birdir. Biz ise, kâfirlerin bu din aleyhine kurdukları komplo ve
tuzaklara karşı müslümanları her zaman uyarıyoruz. Vakıada
kısırlığı ve bozukluğu ispatlanan, hayrı getirmeyen şerri de
uzaklaştırmayan bu tür fikirleri söküp atmalarını nasihat
ediyoruz. Allah bizi en zengin ümmet haline getirdi. Diğerlerinden
fikir almaya muhtaç değiliz. Bizim fikrimiz kâfidir, onunla zenginiz.
İslâm'ın tabiatı, metodunun yalnızca kendisinden alınmasını
gerektirir. İslâm Dini, hayat meselelerini tedavi etmek için Allah indinden indirilmiş bir dindir. Allah'ın hükmünü
öğrenmek için Müslümanlara düşen görev; şeriat dışına çıkmak
değil, indirilmiş şer’i nasslarda ictihad yapmaktır. Kendi hayatı
için gerekli olan fikrî kaideler ve ilkeler, şer’i delillere binaen
çıkartılmış olmalıdır. Bunlar ise birer şer’i hükümlerdir.
İçtihat metodu sabit ve tektir. Herhangi bir durumda onu değiştirmek
caiz değildir. Geçmişte olduğu gibi kalkınmamızı gerçekleştirmek
için hareket noktamız budur.
Yönelişlerini ve
eğilimlerini bir disipline sokmaları ve bu doğrultuda hareket
etmeleri için, Müslümanların zihinlerine egemen olması gereken
disipline edilmiş olan bazı şer’i fikir ve ilkeleri kendilerine
hatırlatmak istiyoruz. Bunlardan bir kısmı şöyledir :
"Şeriat neredeyse
maslahat oradadır." (Bunun tersi doğru
değildir) "Fiillerde asıl olan şer’i hükme bağlanmaktır."
"Haram kılan bir delil geçmedikçe eşyalarda asıl olan mübahlıktır"
"Güzel olan, şeriatın güzel gördüğüdür, kötü olan da
şeriatın kötü gördüğüdür." "Hayır, Allah'ı razı
eden, şer olan da Allah'ı kızdıran husustur." "Şeriat
olmadan hüküm yoktur." "Allah'ın zikrinden yüz çeviren
kimse için sıkıntılı hayat vardır." "İslâm ümmeti diğer
insanlar dışında tek ümmettir." "İslâm, ne vatancılık
ne milliyetçilik ne sosyalizm ve ne de demokrasiyi kabul eder."
"İslâm’ın diğer yaşam tarzlarından tamamen farklı muayyen
bir yaşam tarzı vardır."
Bazı şer’i nassların
belirlediği çizgiyi aşmamak, selefi salihin yaptıkları gibi şer’i
nasslara sıkı sıkıya bağlanmanın ve şer’i nassların dışına
çıkmayıp bidata düşülmediğinin göstergesidir. Zira dinin dışında
olan her bidat zemmedilmiştir.
Rasulullah (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır:
"Size öyle şeyler
bıraktım ki onlara bağlandığınız müddetçe ebediyyen
şaşmazsınız. Bunlar Allah'ın Kitabı ve peygamberinin Sünneti'dir.
Bunlar apaçıktır."
Buradaki "ebediyyen"
kelimesi, bizi kapsar.
Yine (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Benim ümmetim yetmiş
üç fırkaya bölünecektir. Bir tanesi dışında hepsi
cehennemliktir. Dediler ki; Ey Rasulullah, bu fırka
kimdir? Rasulullah (s.a.v.) dedi ki: Benim
ve bugün ashabımın üzerinde bulundukları hal üzerinde bulunan fırkadır."
"Sizi bembeyaz hüccet
üzerine bıraktım. Benden sonra bundan uzaklaşan ancak sapık
olandır."
"İnsanların en
hayırlısı benim yüzyılımdır. Onlardan sonra ise onları izleyen
(yüzyıl)dır. Ondan sonra onları izleyen (yüzyıl)dır."
“Sizden kimin ömrü uzarsa
çok ihtilaflar görecektir. Dinde sonradan ortaya çıkartılanlardan
sakının. Sonradan dine sokulan her şey bid'attır. Her bidat
cehennemliktir. Benim sünnetime ve hidayetli Raşid halifelerin
sünnetlerine
uyun. Dişlerinizle sımsıkı şekilde bunlara bağlanın."
"Bizim emrimizin
bulunduğu hal üzerine mevcut olmayan her şey reddedilir."
Bu hadislerde; güzel olana
uymaya bir davet ve her bid'attan sakınmak için de
uyarı vardır. "İnsanların en hayırlısı..."
hadisi şerifi Rasulullah (s.a.v.)in
zamanından uzaklaşıldıkça şeriata bağlılığın
zayıflayacağını gösteriyor. Fakat bizden, şeriata daha kuvvetli
şekilde bağlanmamızı istiyor. Doğruyu ve hakkı aramada daha titiz
olmamız isteniyor. Daha samimi ve insaflı olmamızı talep ediyor.
Madem ki Rasulullah (s.a.v.)'in Sünnetine ve hidayetli Raşid
halifelerin sünnetlerine sımsıkı şekilde bağlanmamız, Rasulullah
(s.a.v.) ve sahabelerinin bulundukları hal
üzerinde bulunmamız isteniyor; öyleyse dinde bidat çıkartmamız
kesinlikle caiz olmaz. Dinden olmayan şeyleri sonradan dine sokmamız
caiz değildir.. Kim böyle şeyleri yaparsa reddedilir. Peki, günümüzde
o güzel hal üzerinde nasıl bulunabiliriz?
1-
Kendi nefislerimizde İslâm akidesini tertemiz ve saf halde yerleştirmeliyiz.
Akideyi ve fikirleri örten ve karıştıran bütün unsurlardan
korunmalıyız.
2- Fikrimizi,
İslâm'ın duru kaynaklarından doldurmalıyız.
3-
Hevaya ve hevese ve akla göre değil, şer'î delillere göre tespit
edilen ictihad metodunu muhafaza etmeliyiz. Şer'î hükmü, sadece şer’i
delillerden almalıyız.
4-
İslâm’ı hayatımızda en önemli şey haline getirmeliyiz.. İslâm'ı;
kendimizden, çocuklarımızdan, ailemizden, maslahat-larımızdan,
heveslerimizden ve her şeyimizden daha önemli kılmalıyız.
Kalplerimizde Allah'ın sözü yüksek olmalı. Allah ve Rasülünün
önüne herhangi bir şeyi geçirmemeliyiz. Gelip geçmiş salih mü'minlerin
bulundukları hal üzerinde bulunmalıyız.
5-
Akıllarımızdan ve nefislerimizden küfrün fikirlerini, urlarını ve
pisliklerini söküp atmalıyız. Küfür fikirlerinin propagandasına
aldanmamalıyız. Tıpkı sahabelerin cahiliye fikirleri ve urlarını
atıp tam şekilde İslâm'a girdikleri gibi. Tam takvalı ve duru
olmalıyız.
Bunu gerçekleştirebilmek için
temel binamızı tesis etmeliyiz. Zira , başlangıcı nasıl salih ve
iyi olmuşsa, ümmetin sonu da salih ve iyi olur. Bu, durum her ümmet
için her dönemde geçerli bir husustur. Temele ne kadar yakın ve
bağlı olursa, o kadar kuvvetli olur. Bundan uzaklaşınca zayıf olur.
Bu ön hazırlığı
sunduktan sonra; Tedricilik nedir? Onu savunanlara göre neleri
kapsar? Bahaneleri nelerdir? Ve ona karşı
şeriatın tutumu nedir? sorularına cevap verelim:
Tedricilik:
İstenen şer’i hükme bir defada değil, aşama aşama varmak
demektir. Bunu savunanlar ona "merhalecilik" adını verirler.
Onlara göre merhalecilik şöyle uygulanır: Müslüman önce şer’i
olmayan bir hükmü uygular veya öyle bir hükme davet eder. Fakat daha
önce uyguladığı veya davet ettiği hükümden şeriata daha
yakındır. Böylece derece derece şeriata ve hükümlere yaklaşır.
Fakat her sefer öncekinden daha fazla şer’i hükme yaklaşır. Böylelikle
kendi görüşlerine göre şer’i hükme ulaşıncaya kadar bu durum
devam eder.
Tedriciliğin başka manası
ise; zamanla şer’i hükümlerin tamamen uygulanacağı düşüncesi
ile şeriatın bazı hükümlerini uygulamak, şer’i hükümlerin dışındaki
hükümlerinin uygulanmamasına karşı da susmaktır.
Tedriciliğin aşamaları bir
sayı ile kayıtlı değildir. Bunu savunanlar, onu belli kurallarla
zapt etmiş de değildirler. Onlara göre bir şer’i hükmü
uygulayabilmek için bir merhale veya iki merhale veya üç merhale
hatta daha fazla merhaleye ihtiyaç vardır. Tedriciliği apaçık
şekilde etkileyen hususlar ise, şartlar ve durumlardır. Onlar
merhalelerin sayısını azaltabilir veya çoğaltabilir. Ayrıca her
merhalenin zamanını kısaltabilir ve uzatabilir.
Ancak tedricilik düşüncesi,
hem, "Sosyalizm İslâm'dandır" "Demokrasi İslâm'dandır."
gibi akideyle ilgili fikirleri hem de "Kadın,
bir defada tam anlamıyla şer’i elbise giymeyebilir."
gibi şer’i hükümle ilgili fikirleri kapsamaktadır. Kadın önce
eteğini dizinin biraz aşağısına indirsin, kendisini tam teşhir
etmesin. İleriki bir merhalede ise şer’i hükmün tamamını
uygulasın." Tedricilik düşüncesi, yönetime ulaşma yolunda da
kullanılmaktadır. Bu yaklaşıma göre, "önce küfür iktidarına
veya koalisyonuna katılmak için uğraşılır, sonra merhale merhale
iktidar tamamen ele geçirilir. Bu düşünceyi savunanlar, küfür ile
yönetmenin haram olduğunu ağızları ile itiraf etmektedirler. Ancak
onlar yaptıkları hareketten kastın yönetmek olmayıp, yapılması
farz olan nihai aşama İslâm ile hükmetme sonucuna varmak olduğunu
iddia ederler. Veya, zamanla toplumda İslâm hükümlerinin çoğalacağı
ve eksiksiz uygulanacağı ümidi ile İslâm'ın bazı hükümlerini
uygulatmaya çalışıp diğer hükümlerin uygulanmamasına karşı ses
çıkartılmaz. Tedricilik, belli fikirlere davet edilip, diğerlerine
ise davet edilmeyerek davetle ilgili bir özellik gösterir. Tedricilik
düşüncesine kani olan kimse bu yola bağlanır ve diğerlerini de bu
yola davet etmeye çalışır. Bu yolu benimseyenler öyle takvalı olur
ki, kendileri açısından herhangi tefriti kabul etmez. Ancak, kendisi
dışındakilere aşırı özen gösterdiği, onların İslâm
hükümlerini reddetmemeleri, en azından bir kısmını kabul etmeleri
bahanesinden hareketle onlara uygulanmasını kabul eder.
Tedricilik veya Merhaleciliği
Savunanların Gerekçeleri ve
Bunların
Çürütülmesi
Bu düşünceye sahip olanlar
düşünme keyfiyetine ve İslâm davetine karşı bu anlayışlarını
desteklemek için kendilerine gerekçeler bulmaya çalışıyorlar.
Onlar kendi düşüncelerini desteklemek için sanki şahitler
arıyorlarmış gibi gerekçeleri bulmaya çalıştılar. Şer'i
delillere ve delâletlerine boyun eğmediler. Tersine, şer’i
delilleri ve delâletlerini kendi arzularına boyun eğdirmeye çalıştılar.
Burada örneklerini göreceğiz :
1- Diyorlar ki; "Allah,
ribayı (faizi) birden yasaklamadı. Ancak aşama aşama onu haram
kıldı. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İnsanların malları içinde
artması için verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Ama Allah'ın
rızasını isteyerek verdiğiniz zekat ise böyle
değildir. İşte onlar, sevaplarını kat kat artıranlardır."
"Ey iman edenler! Faizi kat kat
almayın..."
"Ey iman edenler!
Allah'tan korkun, faizden ne kalmışsa onu bırakın..."
"Nehyedildikleri
halde faiz almaları..."
"Allah,
alışverişi helâl, faizi haram kıldı."
Bu ayetlerin toplamından
tedriciliği savunanlar şöyle anladılar: "Faiz mübah idi,
bunun delili 1.nci ayettir. Ondan sonra kat kat faiz haram kılındı.
2.nci ayet de bunu gösterir. 3.ncü ayette: "faizden
ne kalmışsa onu bırakın" ayetiyle az olan faiz
haram kılındı. Yahudilerin durumlarını anlatan dördüncü
ayetin de ortaya koyduğu şekilde faizi haram kılma olayı başlangıçta
sarahaten değil imayla başladı. Bu sıralamadan sonra "Allah
alış-verişi helal faizi haram kıldı" ayetiyle
faiz haram kılınmıştır" dediler.
Bu ayetlere sahih bir teşrii
gözüyle bakan kimse, tedriciliğin bu ayetlerden ne kadar uzak
olduğunu görecektir.
1.nci ayetin uzaktan veya yakından
haram kılınan faizle alâkası yoktur. Ayetin konusu bağış ve
hediyedir. Anlatmak istediği husus ise şudur: Kim, iki katının ya da
aynısının insanlardan geri dönmesi arzusuyla hediye veya hibe vermek
isterlerse, bu Allah katında artmaz. Yani bu hediyenin veya
hibenin Allah katında sevabı yoktur. Sadakayla
ilgili Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Helâl yolla kazandığından
bir hurma tanesi sadaka veren kimsenin sadakasını Allah kabul eder.
Zira Allah ancak helâl yolla gelen sadakayı kabul eder. Allah, onu
sağ eliyle kabul eder. Sonra da onu sahibi için artırır. Tıpkı
birinizin mahsulünün bir dağ haline gelinceye kadar üst üste koyup
yığdığı gibi."
İbni Abbas şöyle demiştir:
"Artması için verdiğiniz
faiz"den maksat, adamın hediyesidir. Bu adam bir hediye verince
karşı taraftan onun daha iyisini umar. Bu ise Allah katında artmaz.
Adam hiç sevap almaz. Fakat günahı da yoktur. Bu manayla bu ayet
indirilmiştir."
İbni Kesir (r.a.)
tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle yazmıştır: "İnsanlar
kendisine daha büyük hediye versinler diye kim bir hediye
verirse, Allah indinde sevap almaz."
İbni Abbas, Dahhak, Mücahid,
Katade, İkrime, Muhammed b. Ka'b ve Şa'bi adlı müfessirlerin tümü
aynı şeyi söylediler. Müfessirlerin açıklamalarına binaen de
ayette geçen riba kelimesi faiz anlamında kullanılmayıp, mübah bir
amel anlamında kullanılmıştır.
İbni Abbas şöyle
demektedir: "Riba iki çeşittir; alışverişle ilgili olan
riba ki bu haramdır. Öteki riba ise karşılığında daha büyük ve
kat kat hediye uman bir adamın verdiği hediyedir ki bu haram
değildir."
"Ey iman edenler! Faizi
kat kat almayın..." ayeti ise; kat kat faiz almayı
yasaklamaktadır. Bu faiz cahiliyede var idi. Bu ayet gelip bu tür
faizden nehyetmiştir. Faizin tahrimini bununla kaydetmemiştir. Öyle
bir delâlet de yoktur.
Müfessirler şöyle dediler:
Medine'de ilk nazil olan sûre, Bakara'dır. Bu sûrede faiz haram kılınmıştır.
Kat kat faiz almanın yasaklandığı Âl-i İmran sûresi ise Bakara
sûresinden sonra indirilmiştir. Bu ayet Allahu Teâla'nın az miktarda
faiz almanın mübahlığı gibi bir anlamı kesinlikle nefyetmektedir.
Bu nedenle Âl-i İmran sûresinde geçen kat kat faiz almakla ilgili
ayet, tedricilikle alâkalı değildir. Ancak cahiliyede alışagelen kâfirlerin
aldıkları faizi haram kılmıştır. Üstelik faiz, tedricen değil,
onu haram kılan ayetle haram kılınmıştır.
"Ey iman edenler! Allah'tan
korkun, faizden ne kalmışsa onu bırakın..." ayeti müslümanlara
faizin azı müsaade edildikten sonra tamamının
yasaklandığı anlamına gelmez. Daha doğrusu bu ayet, İslâm'a yeni
girmiş bir grup insanın, diğer insanlardan alacakları faizle ilgili
olarak nazil olmuştur. Daha önce faizin bir kısmını almışlar, bir
kısmını da almak için çalışıyorlardı. Allahu Teâlâ, bu
insanların daha önce yedikleri faizden af edildiklerini, ama kalan
faizi almalarının caiz olmadığını belirtmektedir. Çünkü artık
faiz haram kılınmıştır.
Şu ayet de bu manayı
desteklemektedir:
"Eğer tevbe ederseniz,
yalnız ana paranızı alın; ne zalim olursunuz, ne mazlum
olursunuz."
Rasulullah (s.a.v.)'in
şu sözü de bu anlamı destekler niteliktedir:
"Dikkat edin, şüphesiz
ki cahiliyyenin bütün riba çeşitleri kaldırıldı. İlk
kaldırılan riba, Abbas b. Abdulmuttalib'in ribasıdır."
"Nehyedildikleri
halde faiz almaları..." ayetine
gelince: Buradaki riba kelimesi ile, Yahudilerin yedikleri rüşvet ve rüşvet
dışındaki her türlü haram mallar kastedilmektedir. Zira ayette
Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır: "Onlar
suhtu (haksız mal) yiyicilerdir."
Bu açıklamalara binaen
faiz, Allah'ın ilk teşrii hükmü ile haram kılınmıştır. Faizin
aşama aşama haram kılındığına dair bir delil yoktur. Bu konuyla
ilgili değişik delillerin geçmesinin sebebi, değişik vakıaların
bulunmasıdır. Bunlar ise tedricilikle alâkalı değildir.
2-
Allahu Teâlâ'nın içkiyi adım adım yasakladığına dair gösterdikleri
gerekçeye gelelim : Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"İçki ve kumar hakkında
sana sorarlar. De ki; onlarda büyük ism (günah) vardır ve insanlar için
menfaatler vardır. Fakat onların ismleri (günahları) menfaatlerinden
daha büyüktür."
"Sarhoş iken namaza
yaklaşmayın ki, ne söylediğinizi bilesiniz."
"Şüphesiz ki içki,
kumar, putlar ve fallar şeytanın işlerinden birer pis şeylerdir.
Onları terk edin, umulur ki felaha kavuşursunuz. Muhakkak ki şeytan
aranıza içki ve kumarla düşmanlığı ve buğzu sokmak, Allah'ı
zikretmekten ve namazdan sizi alıkoymak ister. Öyleyse bunlardan siz
vazgeçmeyecek misiniz?"
Yukarıda gösterdiğimiz
ayetlerden tedriciliği savunanlar, bu ayetlerden tedricilik anlamını
çıkarmakta ve şöyle demektedirler: 1.nci ayetin de gösterdiği gibi
içki mübah idi. Daha sonra inen: "Sizler
içkili iken namaza yaklaşmayın"
ayeti bu mübahlığı daralttı. Bu daraltmadan sonra 3.ncü ayette
içki yasaklandı.
Şer'i hükmü çıkartma
metodunu anlayan kimse, bu ayetlere bakınca herhangi bir tedriciliğin
bulunmadığını görür. İçki haram kılınmadan önce mübah idi.
Şeriat içki içilmesine sükut etti, müsaade etti. Ancak 3.ncü ayet
nazil olunca haram kılındı. Ömer (r.a.)'den
rivayet edilen şu sözler bu hususu destekleyen delillerdendir: Ömer (r.a.)
dedi ki; "Allah'ım, içkiyle ilgili bize tam
şifa verici bir hüküm belirt. Çünkü içki malı ve aklı götürmektedir."
Bunun üzerine; "İçki ve
kumar hakkında sana sorarlar..."
ayeti nazil oldu.
Ömer (r.a.) çağrıldı ve bu ayet ona okundu.
Ömer şöyle dedi : "Allahım içki hakkında tam şifa verici
bir hüküm belirt." Bunun üzerine;
"Ey iman edenler! sarhoş iken namaza yaklaşmayın...."
Ömer (r.a.) çağrılıp bu ayet ona okundu. Fakat
şöyle dedi : "Allahım içki hakkında bize tam şifa verici
bir hüküm belirt." Bunun üzerine; "Şüphesiz
ki içki, kumar, putlar ve fallar şeytanın amellerinden birer pis
işlerdir. Onları terk edin...."
Ömer (r.a.)
çağrıldı ve ayetin; "...öyleyse bunlardan vaz
geçmeyecek misiniz?"
kısmına varınca
Ömer (r.a.) şöyle dedi : "Evet,
vaz geçtik, vazgeçtik."
Burada Hz. Ömer içki hakkında
şifa verici bir hükmün indirmesi Allah'a hep dua etti. Çünkü
birinci ayetin nüzulünden önce mübah idi. Birinci ve ikinci ayetin
nüzulüne rağmen onun hükmü mübah olarak devam etmiştir. Ancak
üçüncü ayette haram kılınmıştır.
İkinci ayet, içki ile
ilgili değil namazla ilgilidir. Anlamak maksadıyla bunu inceleyen
kimse, ayetin namaz zamanında içki içmeyi müslümanlara
yasaklamadığını, ne söylediklerinin farkında oluncaya kadar içkili
halde iken namaz kılmalarını yasakladığını görecektir.
Müslüman, namaz kılarken içki kokusu ağzından çıksa veya sarhoş
olmayacak kadar içki içerse dahi namaz kılabiliyordu. Yeter ki
sarhoş olmasın.
Birinci ayette Allahu Teâlâ,
zarara yol açtığı için içkiyi kötüledi. 2.nci ayette ise, sarhoşluk
esnasında namaz kılmayı yasakladı. İçkiyi yasaklayan ayet ise
3.ncü ayettir. Buna tedricilik denilmez. Çünkü içki haram kılındıktan,
yani Maide sûresindeki bu ayet nazil olduktan sonra içki içmenin
helal olduğunu söyleyen veya kabul eden kimseye rastlanmamıştır. Ne
Rasulullah (s.a.v.) döneminde, ne sahabelerin döneminde, ne de
Tabiin veya Tabei't Tabiin dönemlerinde içki hiç bir
zaman serbest bırakılmadı. Bu ümmetin müçtehitlerinin ve büyük
alimlerinin fıkıh kitaplarında içkinin haram kılınması konusunda
tedricilik bahsi bulunmaz. Memleketler tek tek fetih ediliyor, insanlar
fevç fevç Allah'ın dinine giriyorlardı. Fetihlerde, insanların
yeniden İslâm'a girmelerine rağmen adım adım içki içmelerini terk
etmeye razı olmadılar. Eğer ayetler tedriciliğe delalet etseydi içkiyi
aşama aşama yasaklarlardı. Oysa buna ihtiyaç da vardı.
"Tedricilik" konusunu ilk dönem faziletli alimlerimiz incelemediler.
Çünkü bu konu, içerisinde yaşanan kasvetli şartların zorlaması
nedeniyle gündeme gelmiş yepyeni bir konudur. Alim diye
isimlendirdikleri bir kısım insanların bu türden sözlerini düşünme
metodu haline getirmek istediler. Hem de yalnız bazı hükümlere değil,
dinin tümüne genellemek istediler. Adeta Rasulullah (s.a.v.)'in
şu hadisini doğruladılar.
"Sizden kimin ömrü
uzarsa çok ihtilaflar görecektir. Dinde
muhdeslerden (yeniden çıkartılan-lardan) sakının. Her muhdes şey
bid’attır, her bidat ise cehennemliktir."
Tedricilik davetçilerine şu
soruyu sormak lazımdır: Hükümler tedricilikle alınıyorsa, içkiyle
ilgili eski hükmü alabilir miyiz?
Kesin cevap: Hayır. Çünkü
içkiyle ilgili tahrim hükmü kesindir. Eski hükme
dönmek şeriatça caiz olmaz. Bunu yapsak, Allah'ın bize emretmediği
şeye uymuş oluruz. Selef ve halef yani eski ve yeni mü'minler bunu
diyorlar. İçki için bugün tek hüküm vardır ve hiç bir zaman değişmez.
İçen kimse günahkar olur.
3-
Tedricilik yoluyla İslâm’ın kölelik sorununu tedavi ettiğini söyleyenler.
Bu söylenti tamamen batıldır. Çünkü Allahu Teâlâ, köleliği
haram kılmadı, ancak ondan çıkış yollarını gösterdi. Eğer kölelik
tekrar dönerse onunla ilgili hükümler tekrar uygulanır.
4- "Kur'an, tüm
olarak nazil olmamıştır, parça parça nazil olmuştur.
Bu ise tedriciliğe delâlet eder" diyorlar. Buna cevap:
Allah (C.C.), hükümleri vakıa ve olaylara göre
indiriyordu ki kalpler bu hükümler üzerine sebatlık göstersin. İlk
indirdiği şey, iman, cennet ve cehennemle ilgili, ondan sonra da helâl
ve haramla ilgilidir. Ayetlerin zaman içerisinde inmiş olması, İslâm'ın
bir kısmını almak bir kısmını da terk etmek anlamına gelmez. O dönemde
yaşayan Müslümanlar, Allah'ın indirdiği kadarı ile sorumlu idiler.
Onların sorumluluğu içerisinde bulundukları zamana kadar inen hükümlerden
fazla değildi. İmanla ilgili ayetler nazil olup henüz hükümler
nazil olmamışken de müslümanlar İslâm'ın tümünden
sorumluydular. Ancak sorumlulukları şer'î delillerin gösterdiği
detaylara göreydi. İslâm Devleti olsun veya olmasın müslümanlar
fertlerle ilgili hükümlerden sorumludurlar. Fakat İslâm Devleti ile
ilgili hükümler, devletin varlığında uygulanır. Müslümanları
bağlayan husus budur. Bunun dışında başka şey bağlamaz ve geriye
dönüş de yoktur.
Tedriciliğin manasını,
kapsadığı şeyleri, savunucularının gerekçelerini sergiledikten
sonra, isabetli şer’i görüşü tefekkürde şer’i metotla açıklamak
istiyoruz:
Doğruya daha yakın görüşü
değil, doğru görüşü açıklamak istiyorum. Tedricilik düşüncesi,
şeriattan değildir. Onu şeriata nispet etmek de caiz değildir. Sorun
tedricilikle alakalı değildir: Yani sorun, tedricilik şer’i hüküm
müdür, değil midir? sorunu değildir. Asıl sorun, şeriatın hiçbir
surette kabul etmediği düşünme metodunun kullanılmasıdır.
İslâm’ın tabiatı köklü
bir şekilde diğerlerinkinden farklıdır. İslâm nizamı, sadece
vahye dayalıdır. Diğer nizamlar ise, beşerin icadına ve insanların
tecrübelerine dayalıdır. Bu nizamlar ne kadar güçlü olursa olsun,
insanların problemlerine gerçek ve doğru çözüm göstermede aciz
kalır.
Müslüman, şeriata
bağlanınca Allahu Teâla'ya imana dayanır. Eğer iman esasına
dayanmazsa şeriata bağlılığı kabul edilmez. İslâm'a davet
edince, bunu Allah’a iman etme esasına dayandırır. Yoksa onun
daveti kabul edilmez. İşte bu mesele, önce imana dayanmakla ve ondan
sonra şeriata sahih şekilde bağlanmakla ilgilidir.
Müslümanın değişebilmesi
ve sistemleri sahih ve sağlıklı şekilde değiştirebilmesi için
ruhî esasa çok önem vermelidir. Bunun için önce iman yerleştirilir,
sonra da iman pekiştirilmeye çalışılır. Bunlar yapılınca
insanların hallerine, arzularına ve uydukları şeylere mutabık olup
olmadığına bakmadan İslâm’a bağlanmak daha kolay hale gelir.
Şer'i hükme bağlanma konusunda Müslümanın, ruhî esasa dayanmaması
her ne kadar onu küfre götürmese de onu
günahkar yapar. İslâm’ın ruhî esasa, yani Allah'a iman ve bağlılık
esasına dayandırılması, bu hükmü uzak veya yakın yapmaz.
Yakınlık veya uzaklık ancak bu esasa yakınlığa veya uzaklığa göre
değerlendirilir.
Şimdi tedricilikten söz
edenlere şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu davette ruhi esas nerede?
Daha doğrusu bununla ilgili Allah'ın emri nerede? Tedriciliğe çok
fazla muhtaç olmasına rağmen Rasulullah (s.a.v.)
Mekke'de veya Medine'de ne zaman buna sığındı? Rasulullah
(s.a.v.) kendilerinden Amir b. Sa'saa' oğullarından
yardım talebinde bulunduğu zaman onlara: "İktidar
işi Allah'a aittir. Onu dilediğine verir."
şeklinde
cevap vermedi mi? Bu cevap Kendisine yardım elini uzatacak birisine
aşırı derecede muhtaç bir durumda iken, vefatından sonra
liderliğin Amr b. Sa'saa oğullarında kalmasını isteyenlere Rasulün
cevabıydı. Buna rağmen asla tedriciliğe sığınmadı. Onların
isteklerine olumlu cevap vermek elinde değil miydi? Önce onların
isteklerine olumlu cevap verir, samimiyetle iman
etmelerinden sonra ise onların isteklerini değiştirirdi. Yoksa
tedriciliğe sığınmamak, sadık bir davetin, Rabbani bir emrin
gereği olarak söylediklerinde yağcılık yapmadan, pazarlığa
tutuşmadan, gerçek hayat isteyenin apaçık bir delille yaşaması,
helak olmak isteyenin de apaçık bir delille helak olması için yapılan
dosdoğru bir davranış mıydı?
Kureyş'in isteğini
reddededen Rasulullah (s.a.v.)'e amcası Ebu
Talib'in: "yükünü hafifletmesi, taşımayacağı yükü sırtına
yüklememesi" isteğine karşılık Allah'ın Rasülü amcasına:
"Allah'a yemin ederim ki, güneşi sağ elime ve ayı sol
elime koysalar, bu emri (dine daveti) terk etmem. Ya Allah bu dini hakim
kılar, ya da O'nun uğrunda helâk olurum."
diyerek
cevap vermedi mi?
Rasulullah (s.a.v.)’in
tutumu, en ufak bir pazarlığı dahi reddettiğinin ve davetinde ne
kadar sadık olduğunun göstergesidir. Onlara yağ çekmedi, yumuşamadı,
küfür fikirlerine karşı susmadı, fikrî ateşkesi kabul etmedi,
taviz göstermedi, iktidar sahiplerine yüz vermedi. Onun daveti apaçık,
cesur ve cüretliydi. Batılı yok edecek sadık fikri saçan bir davet
yürüttü. Ancak bu şekilde batıl zail oldu.
Allahu Teâla müslümanlara,
farz kıldığı emirleri uygulayamadıkları bir yerden Allah'ın
emirlerini yaşayabilecekleri bir yere hicret etmelerini emretmedi mi?
Buna rağmen kim yerinde kalıp hicret etmezse, onun günahkâr olduğunu
açıklamadı mı?
"Melekler; nefislerine
zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince;
Biz yeryüzünde zaafa uğratılmış kimseler idik, diye cevap
verirler. Melekler, onlara; Allah'ın arzı geniş değil miydi?
İstediğiniz yere hicret etseydiniz, diye söylerler. Böyle kimselerin
karargahı cehennemdir. O ne kötü yer ne kötü gelecektir."
Buna binaen İbni
Kesir, bir müslümanın dininin ahkâmını kendi üzerine
uygulayamazsa ikâmet etmesinin haram olduğuna dair icmanın var
olduğunu nakletmiştir.
Rasulullah (s.a.v.)
Lâ ilahe illallah, Muhammed Rasulullah (Allah'tan başka ilâh yoktur,
muhammed ise Allah'ın elçisidir) diyerek davetini başlatmadı mı?
Değiştirmeden son sözü bu idi. Bir çok ilâha inancın
karşısında o sözde herhangi bir tedricilik yaptı mı? Bunun
aşağısı bir söz söyledi mi? Hayır, davet baştan sona
kadar bu idi. ( Mütercimin Notu
)
Ebu Bekir (r.a.),
zekâtı vermeyenlerle savaşmadı mı? Onlara karşı kademe kademe
hareket etmedi ve onların gönüllerini almaya çalışmadı. Ve şu
ünlü sözünü söylemedi mi? “Allah’a yemin ederim ki,
Rasulullah’a verdikleri deve yularını bana vermekten vazgeçmek
istiyorlarsa, onlarla savaşırdım.” Halbuki Müslümanların
durumu o zaman çok zordu. O dönemde mürtetlik yayılmış ve baş
kaldırma olaylarına sahne oluyordu.
İslâm davetini yüklenen
ilk müslümanlar bu anlayışa göre hareket etmediler mi? Fethederek
dar’ül küfürden dar’ül İslâm’a çevirdikleri memleketlere
İslâm’ı bu şekilde yani tedricilik yolu ile mi uyguladılar?
Hayır.!. O memleketlerde İslâm’a yeni girenlerin durumlarına göre
hareket etmediler. Nefisleri içkiden nefret etmeleri, faiz
muamelesinden bıkmaları veya zina etmekten caymaları için
diledikleri gibi hareket etmeleri için onları serbest bırakmadılar.
Daha doğrusu İslâm’a girince tam şekilde giriyorlardı, yani faiz
muamelelerinden, zinadan, içkiden ve Allah’ın haram kıldığı her
şeyden vazgeçiyorlardı. Zımmilerle ilgili ferdî olsun, toplumsal
olsun, farzı ayın olsun, farzı kifâye olsun bütün hükümleri
onlar üzerine uyguluyorlardı.
İslâmî fıkıh kitapları
veya ilk güvenilir müçtehit ve fakihler en az bir noktada dahi
tedriciliğe değindiler mi?! Bilinen odur ki, fakihlerimiz tüm
detaylarıyla birlikte şeriatın tamamını incelemişlerdir.
Şüphesiz ki şeriat,
devlette tamamıyla sadakati ve dosdoğru bir yol üzere yürümeyi
gerektirmektedir. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a hamd olsun ki,
kendi kuluna (Muhammed’e) Kitabı indirdi. Onda herhangi bir eğrilik
bulundurmadı ve o dosdoğrudur...”
Allahu Teâla; kâfirlerin,
bizden yumuşaklık göstermemizi, yağ çekmemizi, taviz göstermemizi,
yarım ve eksik çözümler kabul etmemizi istediklerini bize haber
veriyor. Hatta onların, bizi kâfir yapmak istediklerini de
belirtmektedir:
“Kâfirler, siz iman
ettikten sonra haset ederek sizi küfre döndürmek istiyorlar.”
Yine hükümlerden de bizi
vazgeçirmek istediklerini duyurmaktadır:
“Yalanlayanlara (İslâm’ı
reddedenlere) uyma, sizin kendilerine yağ çekmenizi diliyorlar ki
onlar da aynı şekilde yağ çekerler.”
Bundan dolayı Rabbımız,
zalimlere dayanmamamız konusunda bizi uyardı ve sakındırdı:
“Zalimlere dayanmayın,
yoksa cehennem ateşi size de dokunur. Halbuki Allah dışında sizin için
dost ve yardımcı yoktur. Ondan sonra muzaffer olamazsınız.”
Doğru imana doğru davet, müslümanların
şeriata bağlılığını kâmil kılar. Velev ki bu kişi İslâm’a
yeni girse ve şeriata yeniden bağlansa dahi. Biz davayı taşıyan
kimseler olarak nefislere imanı yerleştirmeye çalışmalıyız ve
imana o kadar ehemmiyet vermeliyiz ki, şer’i hükme bağlılık ve
takvayı doğursun. Yani hoş ve güzel meyve versin. Zira İslâm
Devleti, boş insanların veya batı fikirleriyle doldurulmuş olan
kimselerin omuzları üzerinde kurulmaz. Yine davayla kaynaşmamış ve
kavrulmamış kişilerin vasıtasıyla da tesis edilmez.
İslâm Devleti, İslâm düşüncesini
ve yönetimini kabul edip bu konulara karşı genel
uyanıklığa dayalı kamuoyunun oluşmasıyla kurulur. Nefisleri İslâm’a
yaklaştırmak bahanesiyle tedricilik düşüncesine başvurmaya ihtiyaç
yoktur. Yine insanların zaaflarını bahane etmek veya şartlara uymak
ve emri vakiyi kabul etmek, asla doğru değildir. Zira Allah (C.C.)
insanları, vakıaları ve şartları İslâm’la değiştirmemiç
için bize çalışma emri vermiştir.
Kur’an’a dönelim,
ayetlerini tekrar okuyalım, meseleye vakıf olalım. Böyle hareket
edersek şunu görürüz: Orada kesinlik vardır ve hiç bir zaman
tedricilik yoktur. Tedricilik ise, yalan ve iftiraca ilim adıyla
batıdan bize yerleştirilen yabancı fikirlerden bir tanesidir.
Rasulullah (s.a.v.) ve onunla
birlikte müslümanlar, bir ayet nazil olunca
yürürlüğe ve uygulamaya başvuruyorlardı. Nitekim bir hüküm
indirilir indirilmez onun uygulanması farz oluyordu. Zira şu ayet
nazil olduktan sonra, müslümanların İslâm’ın eksiksiz olarak
uygulamaları gerekli ve farzdır:
“Bugün dininizi kâmil kılıp
tamamladık. Nimetimi (İslâm’ı) sizin üzerinize tam kıldık ve
sizin için yalnız İslâm’ı bir din olarak kabul ettik.”
Müslümanlar; ister akaidle
ilgili, ister ibadetle, isterse ahlâkla ilgili,
isterse de muamelâtla ilgili veya iktisatla ilgili veya sosyal ilişkilerle
ve dış siyasetle ilgili olsun, barışla veya harple ilgili olsun İslâm’ın
tümünün uygulanmasından mesuldür.
“Rasul size neyi getirmişse
onu alın, neyi nehyetmişse onu bırakın ve Allah’tan korkun. Şüphesiz
ki Allah şiddetli azaba sahiptir.”
Allahu Teâla’nın bu sözü;
Rasulün getirdiklerinin tümüyle amel etmeyi, yasaklarının tümünden
de vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü ayette geçen “ma” (neyi), edatı
genel ifadedir. Rasulün gösterdiği bütün vecibeleri yerine
getirmeyi ve bütün yasaklardan vazgeçmeyi kapsamına alır. Buna göre
hareket etmek farzdır. Çünkü ayetteki emir ve nehiy talebine
uymayanlara karşı, ayetin sonunda ifade edilen Allah’tan korkmak ve
yapmayana şiddetli azapla tehdit etmek karinesi vucub ifade eden bir
ifadedir.
“Allah’ın
indirdikleriyle hükmet. Onların heva ve heveslerine (arzularına)
uyma. Allah’ın sana indirdiğinden bir kısmından seni
saptırmalarından sakın.”
Allahu Teâla'nın bu sözü,
Rasulünün ve müslümanların Allah'ın indirdiklerinin tümüyle
hükmetmelerini ve amel etmelerini gerektirir. Rasulünün ve
müslümanların, insanların arzularına ve isteklerine uymalarından
sakındırmakta indirdiğinin bir kısmını uygulamaktan fitneye düşürülmelerine
karşı da uyarmaktadır.
“Allah’ın indirdikleri
ile hükmetmeyenler; işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir.”
“Allah’ın indirdikleri
ile hükmetmeyenler; işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.”
“Allah’ın
indirdikleri ile hükmetmeyenler; işte onlar, fasıkların ta
kendileridir.”
Bu ayetlere göre Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyen kimseler, ya kâfir, ya zalim, ya da fasık
olacaklardır. Zira her üç ayette de yer alan (ma) edatı, ister emir
olsun isterse nehiy olsun şer’i hükümlerin tümünü kapsamına
alan genellik ifade eden edatlardandır.
Tüm bu anlatılanlar, ister
fert olsun ister cemaat olsun isterse de devlet olsun, İslâm’ın tüm
hükümlerini geciktirmeden, bekletmeden ve tedricilik yapmadan eksiksiz
olarak uygulamaları gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu
hususta ne ferdin, ne cemaatın, ne de devletin hiçbir surette
mazeretleri yoktur.
Farz olan şey farz kalır ve
onunla amel etmek kesinlikle gerekir. Haram olan şey de haram olarak
kalır ve ondan uzaklaşmak da kesinlikle gerekir.
Rasulullah (s.a.v.) Sakif
heyetinin; putları Lat'ı üç yıl bırakması veya
İslâm’a girdiklerinde namazdan onları muaf tutması yönündeki
isteklerini kesin olarak reddetmiştir: Rasulullah (s.a.v.)
bunların isteklerine tamamen karşı çıkmış, geciktirilmeden
putların yıkılmasında ve namaz farziyetinin yerine getirilmesinde
ısrar etmiş ve uygulamıştır.
Şeriatın tümünün veya
bir kısmının uygulamaya elverişli olmadığına inanarak, tümünü
veya bir kısmını uygulamayan yöneticiyi Allahu Teâlâ kafir saymaktadır.
Eğer şeriatın uygulanmaya elverişli olduğuna inandığı halde tümünü
veya bir kısmını uygulamazsa fasık ve zalim olduğunu beyan
etmiştir.
Rasulullah (s.a.v.),
küfrünü açıkça ortaya koyan yöneticinin küfrünü Allah katında
ispatlayacağımız bir delile sahip olduğumuz zaman yöneticiye
silahla karşı koymamızı bize emretmiştir. Diğer bir ifade ile
ister az olsun isterse çok olsun yöneticinin uyguladığı hükümlerin
küfür hükümleri olduğunda herhangi bir şüphe yoksa, Ubade b.
es-Samit (r.a.)'in Rasulullah (s.a.v.)'den
rivayet ettiği: "Allah katında delil olarak gösterebileceğimiz
açık küfrünü görmedikçe yönetici ile savaşmayacağımıza.."
hadisine göre yönetici ile savaşmak gerekir.
Buna binaen İslâm’ın hükümlerini
uygulamada herhangi bir gevşeklik veya tedricilik yapmak kesinlikle
caiz değildir. Farzlar arasında fark bulunmadığı gibi haramlar
arasında da fark yoktur. Allah’ın bütün hükümleri birdir.
Geciktirmeden ve zamana bırakmadan onların tümünü uygulamak farzdır.
Yoksa Allah’ın şu ayetinin muhatabı oluruz:
“Kitabın bir kısmına
inanıyor, bir kısmına inanmıyor musunuz? Kim bunu yaparsa, dünyada
zillete uğratılır ve kıyamet günü en şiddetli azaba uğratılır.”
Buna göre fert olsun
yönetici olsun, şer’i nasslarda geçen şer’i bir ruhsat olmadıkça
şer’i hükmü uygulamaması için herhangi bir mazeret yoktur.
İnsanın bir hükmü uygulamaktan gerçekten aciz olması, zannı
galiple uygulayamayacağını hissetmesi veya uygulama gücünün
olmaması gibi durumlar ruhsat durumlarıdır. "İkrahı mülci"
durumu ya da Rasulullah (s.a.v.)'in İslâm
Devleti üzerindeki kuşatmayı kaldırmaları için Medine meyvelerinin
üçte birini Gatafan kabilesine verme teklifi veya halifenin bağilerle
hakemlik yapma teklifini kabul etmesi veya öleceğinden endişe eden, aç
olan kimsenin ölü etini yemesi gibi durumlar ruhsat durumlarına
örnektir.
Bu öneriyi incelediğimizde
öneri sahiplerinin şartların ve vakıanın baskısı altında
kaldıkları ve baskıdan kurtulmak isterken bu yola baş vurduklarını
görürüz. Fakat bir gerekçe ve bir bahane bulmak için delillere
bakarken bunları adeta birer av gibi kullandılar. Zira onlar önce
tedricilik düşüncesini benimsediler sonra da bu bulundukları yola
şeriattan bir delil bulmaya çalıştılar. Böylece düşüncelerine
bir gerekçe bulmak maksadıyla şer’i delilleri kafalarına göre
tevil etmeye başladılar. İşte sapmanın başlangıcı budur. Bu
eğilimden kurtulmaları için şu nasihatı gösteriyoruz:
Tedricilik
düşüncesine dayananlar önce giydikleri zaaflık elbisesini kendi
üzerlerinden atsınlar. Bütün işleri yürüten, durumları
değiştiren ve hak etmiş olana zafer veren Allah’a, sarsılmaz bir
imanla inansınlar. Rabbına tam güvenen kimseler olarak O’nun şeriatına bağlansınlar. Ancak bu imanla
şartların baskısına ve çok zor ortamlara karşı direnebilirler. Böylece
imanıyla yükselir, onu kendi davetinin hareket noktası ve varacağı
noktanın istasyonu olarak tayin eder. Bu duruma sahip oldukları zaman
muhakkak ki şeriatın ahkâmına tam bağlandıklarını ve doğru yol
üzerine yürüdüklerini göreceğiz. Ve o zaman tedricilikten söz
etmeye ihtiyaç duymayacaklardır.
Tedriciliğe davet, İslâm dışı
bir şeye davettir. Bu ise haramdır. Bu yol, müslüman olmayan kimseyi
veya şeriata bağlılık hususunda kusur gösteren kimseyi kendisine
gösterilen şeyi kabullenme karşısında tereddütlü kılar. Bunun
sorumluluğunu ise ancak tedriciliğe davet eden kimse üstlenir. Ortaya
koyduğu önerinin, her şeyi düzenleyici ve yaratıcı olan Allah’a
iman üzerine kurulu ruhî esastan uzak olmasından dolayı o kimselere
İslâm arz edilmemiştir. Nitekim bu imana binaen şer’i hüküm alınır
veya terk edilir. Bu durum kendileri dışındakilerine karşı
kullanılması gereken bir huccet olması gerekirken, tedriciliğe davet
edenlere karşı Allah’tan bir hüccet olarak kullanılmaktadır.
Tedriciliğe davet edenler,
İslâm’ın bir defada kamilen tatbik edilmesinin insanı güçlü kılmayacağı
bahanesi ile İslâm’ın parça parça tatbikine cevaz vermek
suretiyle teşri konusunda Allah’ın şeriatına tahakküm ve
müdahale gücünü insana vermektedirler. Halbuki biz Allah’ın ve
Rasulü’nün hükümlerinin önüne geçemeyiz ve bu caiz değildir.
İnsanları tedavi eden ancak, onların yaratıcısı olan,
yarattıklarını iyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’tır.
Tedriciliğe davet eden Müslüman nasıl olur da yasama işine
karışma cesaretini gösterir?! Oysa davetçinin görevi,
sadece şeriatın ilaçlarını göstermek ve uygulamaktır. Yoksa bu
ilacın yapılmasına karışmak değildir.
Tedriciliğe davet, sahibine
bozuk düşünme tarzı kazandırır. Bu esasa insanları davet etmeye
başlar. Davet edilen kimseler de bu yoldan etkilenirlerse, düşünme
tarzlarını daha fazla bozar. Halbuki davet edilen kimseye sahih düşünme
tarzı kazandırmak gerekir ki bozuk ve yanlış fikirlerini tedavi
edebilsin. Zira sahih düşünme metodunu insana kazandırmak, insanı
değiştirme yolunda ilk ve temel adımdır. Zira fikirleri değiştirme
konusunda doğru düşünme metodunun önceliği vardır. Ümmetin düşünme
metodunu değiştirmezsek, onun değişmesinden emin olamayız. Bu
değişimin genel olması gerekir. Yoksa bu bozuk düşünme tarzı,
sahih düşünme metodu yerine geçer..
Not:
|