FİKİR VE METOTTA İDEOLOJİYE BAĞLANMAK


Kâfir batı şu anda insanların yaşadığı şekilde kendi hayat metodunu bir hayat tarzı haline getirmeyi başardığında Müslümanlar da bu hayat tarzını kıskanmadan hem fikren ve hem de sosyal, iktisadi ve siyasi boyutuyla yaşamaya başladılar. Akidelerine zıt olan fikirlerle yaşıyor duruma geldiler. Selim bir yönelişi kaybettiler. Akidelerinden fışkıran fikirler ile ümmete bir istikrar getirmeyen ithal fikirlerden çıkan hayat tarzının arasını bularak uzlaştırdılar. İşleri usulüne uygun bir şekilde olmamaları ve cehalet içinde bulunmalarından dolayı bu sisli dumanlı atmosfer onları kuşattı. İslâm ile ona muarız, zıt olan fikirlerin arasını bulup uzlaştırmak gibi asla mümkün olmayan bir şeyi başardılar. Buna başarı denilebilirse tabi..! Heva ve heveslerinin maslahat gördüğü şeyi şer’i hüküm sayarak şeriatın da maksadının bu olduğunu söyleyecek duruma geldiler. Her tevili eğip bükmeyi kabul eder oldular. Her dini tahrif ve bozma ameliyesini temize çıkardılar. Neticede ümmetin yaşamakta olduğu sosyal ve iktisadi hayatı zıtlık ve çelişkilerle dolup taşmaya başladı. Siyasi konularda ümmetin asıl fikirleriymiş gibi yabancı ithal fikir ele alınıp yürütülmeye, uğrunda mücadele verilmeye başlandı.

İşte bu cemaatlar; yanlış fikirlerin, karışık mefhumların, tahrif olmuş, değişmiş duyguların ve yabancılarla bağlantılı siyasetin doldurduğu bu kötü ortamda doğup büyüdüler.

Cemaat ve hiziplerin elinde ümmeti kesin şifaya kavuşturacak çözümlerin ve ilaçların bulunması gerekmektedir. İnsanların hali hazırda tuttukları ve ateşine atıldıkları yanlış ve eğri yollara mukabil, üzerinde yürüyecekleri doğru çizilmiş yolların ortaya konup gösterilmesi lazımdır. Çizilip gösterilen bu yol şu ayette gösterildiği gibi açık ve aydın olmalıdır ki insanlara şöyle denilsin:

“Şüphesiz bu yolum dosdoğru olanıdır, ona tabi olunuz. Onun yolundan saparak sizden ayrılanların yoluna uymayınız.”

Ayrıca söz konusu cemaat ve hiziplerin hedeflerine ulaşmalarını sağlayacak net fikir, hedefe ulaşma iradesi, siyasi bir kitlenin hazırlanması, ümmetin yapılacak değişim doğrultusunda hazırlanması ve metot ile ilgili şer’i hükümlere tamamen uyulması şeklinde sıralanabilecek sıfatlara sahip olması gerekir.

Cemaat için fikir, birinci derece önem arz etmesi lazımdır. Cemaat nazarında yönelmeleri gereken tek hak fikir olmalıdır. Bu fikir, insanları aydınlatan bir hidayet, Allah'tan kullarına gönderilmiş bir rahmet ve beşeriyeti heva hevesin karanlığından aydınlığa çıkaran nurdur. O, insanlığın hakiki maslahatıdır. Onların fıtratına uygun, akıllarını ikna, kalplerini tatmin eden, hayatın huzuru ve ümit kaynağıdır. Bu akidede öyle bir derinlik ve kuşatıcılık vardır ki insanların yaşamakta oldukları hayatlarıyla ilintili cevap isteyen bütün sorunlarını çözer. En sahih bir şekilde hayatın öncesi ve sonrası ile bağlantılarını kurar. Ayrıca yaratıcıyla olan bağını en güzel ve doğru bir şekilde kurarak yaratıcıyla olan alakasını düzenler, onu nihai gayesine ulaştırarak ebediyen onu mutlu kılar.

Hizip veya cemaat, akidesine bu nitelikte iman eden parti veya cemaat, bu imana mukabil, akidesi hayata hakim olmadığında; batının hayatı yönlendireceğine, münkerin hakkın yerini alacağına, heva ve hevesin kendisine uyulan konuma geleceğine, zulmün palazlanacağına ve karanlığın her tarafı saracağına da kesin bir şekilde iman eder. Ayrıca sefil, yoksul ve dar geçimli bir hayatın insanları canından bezdireceğine insanların nefislerinde bir doyumun hasıl olacağına, fıtraten rahata kavuşamayacaklarına ve aklı selimle hareket etmekten yoksun kalacaklarına da kesin kanaat getirmiş olur.

Cemaata düşen ilk etapta bütün gücünü en üst seviyede; cemaatın şekillenen ruhu ve vücudunun yapı taşları mesabesinde olan fikirleriyle insanları hidayete erdirmeye harcamaktır. Fikrini eksen kılarak onu arı, duru, temiz ve net haliyle muhafaza etmeli, ondan olmayan bütün yabancı unsuru uzaklaştırmalıdır. Onun yabancı ithal fikirlerle karışmasına engel olmalı ve diğer iddia, tez ve teorilere karışmaması için çerçevesini çizmelidir. Çünkü fikrin temiz ve netliği cemaatın saf ve temiz olmasını sağlayacaktır. Saf ve temiz görüş de sahih bir istidlal metoduyla şer’i hükmü idrak etme neticesini verecektir. Böylece elde edilen şer’i hüküm İslâm akidesine dayalı olacaktır.

Fikir arılığını ve duruluğunu, netliğini ve saydamlığını kaybetti mi, rahmet ve hidayet olmaktan çıkar. Bizatihi iyilik olan öz varlığını kaybedip değiştirilmesi gereken vakıa karşısında sair fikirler gibi yıkık ve dökük olur. Vakıaya tesir etmesi gerekirken ondan etkilenir. Vakıayı istenilen şekle sokması gerekirken vakıa onu şekillendirir.

Fikir, sahiplenenler nezdinde nitelik kazandığı ölçüde pratik vakıaya indirgeme metodu da netlik kazanır. Gayenin açık seçik olması fikrin netliğinin göstergesidir. Gayeye ulaşmanın metodu, kendisi dışındaki şer’i hükümlerde olduğu gibi disipline edilmiş şer’i hükümlere sahip olmaktır.

İdeolojik/akidevi cemaat ya da parti, her hareketinde ve hareketsizliğinde muhakkak surette ideolojisine/ akidesine bağlı kalan cemaat ya da partidir. Çünkü ideolojik fikir, kendisine inananı veya davet edeni, akide tarafından kabullenilmesinin dışında kendisinden olmayan fikirleri almaktan men eder. Zira ideoloji, işlerin temelden ele alınması gerektiğinde başlanması gereken fikri temeldir. Kainat içinde insanın varlık nedeni meselesine net cevap verir. Bundan sonra ayrıntı niteliğinde bulunan bütün fikirler bu esas fikirden fışkırır. Hayatla ilgili mefhumlar, eşya ve amellerle alakalı değer hükümler, adı geçen esas fikrin cinsinden olmak durumundadır.

Şüphe yok ki İslâm'ın yapısı kelimenin tam manasıyla mükemmeldir. En küçük bir mevzuda dahi onda bir kusur ve eksiklik yoktur. Onda bulunan her rukün diğerleriyle tam bir insicam içerisindedir. Çünkü hayatın kanunlarına ve yaratılışın tabiatına tam tamına uyan sabit değişmez tek bir fikrî kaideden fışkırmıştır.

Binaenaleyh helâl ve haram İslâm’a inanan kişinin bütün amellerinin ve eşyaya bakışının tek ölçüsü olur. Yoksa fayda onun ölçüsü olamaz. Zira faydanın ölçü olması, Allah sübhanehu Teâla'nın yerine insanın şari, yani hüküm koyucu olması anlamına gelir. Kaldı ki Müslümanın saadeti zevk ve lezzetten mümkün olduğu kadar en büyük payı almak değil, Allah'ın rızasına nail olmaktadır. Onun hayatı her ölçüden bağımsız hürriyet fikrî üzerine kurulu değil, aksine onun hayatı Allah'ın emirlerine boyun eğmek olan Allah'a ibadet etmekten ibarettir. Zira esas ve temel fikrî kabul eden ondan doğan fikirleri de kabul eder. Öyleyse değişim isteyen kimse değişime temelden başlamalıdır. Bu bakımdan esas ve teferruat arasında bir insicam dikkati çeker. İşte cemaatın başlangıç noktasını oluşturacak ideolojik fikir ve ideolojik davet budur. Bu nedenle ne Müslümanların, ne sistemlerinin ne de cemaatlarının İslâm ile dışında olanları birbirine karıştırmaları asla kabul edilmez. Aynı şekilde, örf gibi İslâm dışı hukuk kaynakları yanında İslâm’ı da hukuk kaynağı haline getirmeleri veya İslâm’ın temel kaynak olarak alınması İslâm’dan uzak batı düşünceleri ile İslâmi düşüncelerin bir araya getirilmeleri gibi karışık bir durum kabul edilemez. Bu durum, ne Allah sübhanehu Teâla'nın ne de mü'min kullarının kabul edemeyeceği bir hezimettir.

Bunun içindir ki akidesini; yani "Allah'tan başka ilah yoktur. Muhammed Allah'ın Rasulü’dür." esası üzerine kuran İslâmi cemaatların, hayatla ilgili hükümleri doğudan veya batıdan alması helâl değildir. Her fikrin akideden çıkarılmasına dikkat etmeleri ve onu tafsili delilleriyle birlikte güvenilir şer’i kaynaklardan almaları vaciptir.

Bütün bunlar böyle iken nasıl olur da "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun Rasulüdür" kelimesi ile, sosyalizmin akidesi olan "Allah yoktur ve hayat da maddeden ibarettir" sözü arasında bir ortak noktanın ve birlikteliğin bulunduğu iddia edilir. Ve yine nasıl olur da demokrasi, din ve hayatın arasını ayırma esası üzerine kurulu iken onun İslâm'dan olduğu iddia edilebilir. Ya da kavmiyetçilik ve vatancılık ırk esası üzerine kurulu iken ve İslâm onu rezil ve alçak bir fikir olarak ilan etmişken nasıl olur da İslâm'dan olduğu söylenebilir.

Diğer taraftan Lailahe illa Allah kelimesi, hüküm koyucunun yalnız Allah olduğunu ilan ederken bu kelime ile hüküm koymada başkalarını ortak kabul eden fikir arasında nasıl bir insicam ve uygunluk bulunabilir. Lailahe illa Allah kelimesi, alemlerin Rabbısına boyun eğme esası üzerine kaim iken nasıl olur da insanı her mevzuda kendisinin efendisi kabul eden hürriyet fikriyle birlikte arz edilir? Zira batı, heva ve heveslerine, arzularına ve maslahatlarına uygun düşmedikçe hiç bir ilaha boyun eğmez.

Evet İslâm akidesinin üzerine titreme ve onu korumaya özen gösterme, ondan çıkan her fikir, görüş ve hüküm üzerine titremeyi de gerekli kılar. Aksi takdirde cemaat şahsiyetini kaybeder. Çok külfetli işlere girişse de Allah'ın ve kullarının rızasını kazanamaz.

Demek ki fikri temiz, arı, duru, açık ve seçik ve saydam olarak muhafaza etmek için onu vakıanın etkisinden ve şartlara boyun eğmesinden, tahrife, değişime uğramasından esirgemek gerekmektedir.

Davetçi, düşüncelerine göre toplumu değiştirmek istedikçe mevcut toplum da kavramlarıyla, hatalı fikirleriyle siyasi kanunlarıyla kısacası bütün bir sosyal yapısıyla daveti yüklenene baskı kurar, onu ve beraber çalıştığı cemaatı etkisi altına almaya çalışır.

 

İnhiraftan ve Pazarlıktan Sakınmak

 

Cemaat, ideolojik bir düşünce üzerine kurulup vakıaya inince, cemaatı kökünden söküp koparacak bir kasırga ile karşı karşıya kalır. Cemaat içerisinden bir grubun teammülleri farklılaşarak diğer hareketlerin teammülleriyle aynı doğrultuda olmaya başlar. Zira diğer hareketler cüz'i bir takım fikirlerle tezler öne sürerler ki bu da sisteme hiçbir surette zarar vermez. Hatta bazen sistemden kaynaklanan birtakım boşlukları doldurur. Fakat ideolojik bir fikir üzere kurulu olan köklü bir davet, işleri kökünden halletmek üzere ele alır. Yavaş yavaş veya yamalar halinde parça parça işlere razı olmaz. İşleri yarım yamalak halletmekle yetinmez. Sistemin ortaya çıkardığı sorunları ıslah etmeyi kabul etmez. Mükemmel bir değişimi meydana getirmeye davet etmekten vazgeçmez. Ayrıntıların kaynaklandığı esaslarla uğraşmayı bırakıp ayrıntılarla uğraşmaz. İşte bu cemaat veya hizbin istikametinin emsalsiz olması pek tabiidir. Bu cemaat köklü bir değişimi gerekli gördüğü, yapısal hazırlıklarını bu yönde tamamladığı ve bu köklü değişimi gerçekleştirmeye iştiyakla yöneldiği ölçüde eşsiz ve emsalsizdir.

Elbette ki vakıanın üzerine bu ısrarlı ve şiddetli yöneliş, daveti yüklenenlere yansır ve tahammül edemezler. Güçlü tezlerinde ısrar etmemesi ve görüşlerini gevşetmesi için cemaata baskı yaparlar. İnsanların kendisinden söz ettiklerini, uyuz bir hasta gibi yalnız bırakıldığını görünce bazen canı sıkılır ve iradesi zayıflar. Artık kendi kendine bir takım vesveseler ihdas ederek içerisinde bulunduğu yeni durum dünyevi menfaatlarıyla da çatıştı mı beraber çalıştığı cemaatın ona yüklediği vazifeyi yerine getirmekten geri durur. Cemaata baskı yaparak toplumu kökten değiştirme yerine onu ıslah etmeye yönelmesine davet eder. Eğer cemaat bu tez sahiplerine olumlu cevap verirse cemaatla kalmaya devam ederler. Bu tarzda düşünenler bu sayede hem dünyaları için hem de dinleri için çalışma imkanına kavuştuklarını sanarlar. Zanlarınca hem Allah'ı ve hem de yöneticileri birden razı etmiş olurlar. Fakat cemaat bu tip insanların tezlerini reddedip köklü ve ınkilabi bir değişimden yana ısrar ederse ve bu tarz çalışma üzere devam ederse ondan ayrılırlar. Şu halde cemaat iki ateş arasında kalmıştır. Biri içeride ınkilabi değişim için yapılan çalışmanın kendilerine ağır geldiği gençler, diğeri dışarıdan başka oluşumlar ve teşekküllerdir ki onlar zaten köklü ve inkılabi bir değişim için çalışan bu cemaata yumuşak davranmazlar.

Böylece cemaatla sistemler arasında pazarlık savaşı başlar. Cemaata peşpeşe önerilerle işe başlanır. Ardından da havuç ve sopa politikası kullanılır. Pazarlığın alış-veriş işlerinde kullanılan bir işlem olduğu bilinmektedir. Demek ki bir cemaat ne zaman pazarlık içerisine girerse, o zaman ümmetin izmihilali ve köleliği pahasına ticarete girmiştir. Bundan beri kaldığında ise birtakım teşekküllerin ateşi altında kalır, onların saldırılarından nasibini alır.

Doğru ideolojik fikir, liderliğinde ve üyelerinde şer’i hükmün her şeyden üstün olduğu konusunda aşırı hırsın var olduğu cemaata veya partiye muhtaçtır. Berraklığa, arılığa, duruluğa ve sabretmeye özen göstermek, kendini davaya vermek ve fedekarlık göstermek, kibirden ve nefsin hoşuna giden şeylerden uzak durmalıdır ki cemaatta bozulma olmasın ve önemli şeylerin ikamesi cemaata ağır gelmesin. Cemaatın üzerinde yürüyeceği amelini korumayı garantileyecek seyir takip etmesi, değişime ve tuzaklara karşı bilinçli olması için benimseyeceği her fikri ve her şer’i hükmü akidesi ile muhkem bir şekilde bağlamalıdır. Aniden ortaya çıkan kişisel çıkarları ile davet görevi ve şer’i hükmün gösterdiği gayeyi gerçekleştirmede sebat gösterme ve sabretmede bir çatışma söz konusu olduğu zaman kişi tercihini şer’i hükmün gayesi yönünde kullansın, onda sabır ve sebat göstersin. Tercihini davetin maslahatı yönünde yapsın. Fikir ve şer’i hükümlerin akideyle bağını kurma hadisesi şeytanın vesveselerine ve kötülüğü çokça emreden nefsin mazeretlerine bir engel bir set olur.

Cemaat ya da hizbin bindiği geminin fırtınalı ve kasırgalı kötü durumlarda batmadan devam etmesi için fikirlerini ve düşünce metodunu belirleyecek dört dörtlük sağlam usuller gereklidir. Bu metod cemaatın ulaşacağı netice ile bağını sağlayacaktır. Zira bu metoddan ve usulden çıkılması, hiçbir surette tevil ve bahanelerle amacın gerçekleşmesini sağlamaz.

Demek ki güzel bir yöneliş, güzel bir örnek edinme ve güzel bir kavrayış, cemaatı ve cemaatla birlikte çalışanları her türlü şüpheden temizler, nefisleri arındırır ve imanını kuvvetlendirir.

Böyle bir yolun sarplığına ve zorluklarına mü'minlerden ancak büyük azim sahibi olanlar sabır ve tahammül ederler. Çalışma içerisinde olanların sabır ve tahammül ettikleri fitneler, altını arıtan ateş gibi onları arındırır.

Usul bir kere kaybedildi mi geri dönüş, değişme, gerileme, renkten renge geçme v.b. özellikler cemaatın yol azığı olur. Metodun ve hedefin üstü kapalı, belirsiz olması, fikrin açık ve net olmaması ise, davet esnasında bir zorlukla karşılaşıldığında kişiyi değişime ve bahaneler aramaya, delil getirmesi istendiğinde de tevil yapmaya sürükleyecektir.

Ne zaman ki cemaat sıradan rekabete girip, hakkın bir kısmını almayı kabullenip inkilabi bir çalışmadan ve köklü değişimden vaz geçer, işte o zaman sahip olduğu biricik kuvvetini kaybetmiş olur. Farklı, ayrıcalıklı bir cemaat olmaktan çıkar. İnsanlar artık o cemaata farklı, özel bir bakışla bakmazlar. Fikrî çekişme sahasında yıkılıp düşmanların galebesine alet olur. İslâm’a ve İslâmi tezlere davet etse bile bu kötü akibetten yakasını kurtaramaz. Çünkü onun tezi çirkinleşmiş mevcut nizamın maslahatlarını gözeten bir tez olmuştur. Kendisi değişe değişe yolun sonuna varmıştır. Böyle bir durumdan Allah'a sığınmamız lazımdır. Zira Allah (C.C.) uyarmak üzere Rasulüne ve ümmetine şöyle buyurdu:

“Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın.” Efendimizi Ömer (r.a.) Kadısı Şureyh’e şöyle demişti: “Adamlar seni ondan (şeriattan) saptırmasın, dikkat et.”

Cemaatın sahip olduğu kesin bir silahı vardır ki o da sahip olduğu fikirdir. Onu muhafaza edip üzerine titrerse, onu sıradan olmaktan koruyup her türlü durumlara rağmen onda ısrar edip sabır ve sebat gösterirse Rasul (s.a.v.)'i adım adım takip ederek Rasul (s.a.v.)'in belli bir süre zarfında mü'minlerden özgün bir grup hazırlarken diğer taraftan ümmeti Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyi kabul etme hususunda hazırladığı gibi bir hazırlıkta bulunur. Ancak bu sayede davetin maslahatını tam olarak karşılayabilir ve neticede devlet kurmayı başarabilir.

Daveti yüklenenler sahih ve doğru bir şekilde İslâmi fikirlerle donatılmış olmalıdırlar. Zira daveti yüklenenlerin ana ve temel fikirle insicam içerisinde olan fikirlerle yanlış fikirler ve sahipleri üzerine baskı kurmaları gerekir. Cemaatın; "al ve iste", "vakıaya uygun öneri ve tezler", "isteklerin bir kısmını karşılayacak öneriler sun", "kısmi çözümleri kabullen" gibi fikirlerle yanlış düşünce sahiplerine karşı koyamaz. Bu türden düşünceler cemaatın bertaraf edip ortadan kaldıracağı fikirlerdir. Bunlar, Batının aklımıza paranga vuran düşünceleridir. Bütün bunlar temelde İslâm'ın reddettiği ve söküp atmak için çalıştığı fikirlerdir ki bunların yerine İslâm’ı sabitleştirerek İslâm’ın düşünce metodunu yerleştirmeye uğraşmaktadır. Şunu da unutmayalım ki bu değişim için çalışan kişi önce kendisinden başlamalıdır.

Cemaatın berrak, açık seçik fikre sahip olması ve onu koruması hususundaki aşırı düşkünlüğü ile ilgili şeyleri arz ettikten sonra kâfir batının ortaya attığı iki fasid fikre dikkat çekmek durumundayız. Bir takım cemaatlar ve takipçileri Müslümanların onlara bağlanacağını taahhüt ederken maalesef İslâm için çalıştığını iddia eden bazı cemaatlar ve müslüman yazarlar da bu fikirleri hemen kaptılar. Hatta bazı Müslüman yazarlar bu fikirlere balıklama atlayarak devamlı surette bu batıl fikirlerin öncüleri ve ona çağıran davetçileri oldular. Bu iki fikirden biri "demokrasi İslâm’dandır" düşüncesidir. Zira onlara göre demokrasi şura demektir. Hatta bu fikrî savunan yazarlardan biri, fikri ve lafzı bir araya getirme konusunda mahir (!) davranarak: "eş-Şurukratiyye", "şurokrasi" diye bir şey uydurmayı başarmıştır. Ancak fikirlerdeki çelişkiyi birbirine yamalayamamıştır. İkincisi ise, bazı Müslümanların ve hareketlerin dillerinde dolaşan "Küfür kanunları İle Yönetmek" fikrinin kabul edilmesidir. Başlangıçta değindiğimiz usul üzere hareket etmemiz için bu konu içerisinde, demokrasinin uygulamakta olduğu vakıayı ve demokrasi vakıasını ve şeriatın demokrasiye benzeyip benzemediğini açık seçik göstereceğiz.

 

Demokrasi Nedir?

 

Gerçek şu ki; batı, dini hayattan ayırma fikri üzerine kuruludur. Bu temel fikir ile dinin insanların hayatındaki etkinliği tamamen uzaklaştırılmıştır. Batının hayat ile ilgili mefhumları bu esas fikir çerçevesindedir. Bu düşünceye bağlı olarak batılıların zihninde, bu temel fikir ve temel fikirden doğan fikirler doğup gelişti. Demokrasi fikri, Allahu Teâla'nın yerine insanı kendi kendisinin efendisi kıldı. Menfaat fikrî de amellerin ölçüsü oldu. Bu ölçüye göre huzur ve saadet, dünyanın lezzetlerinden en yüksek seviyede faydalanmaktır. "Ferdi" ön plana çıkaran ve onu kutsallaştıran "hürriyetler" düşüncesinin kutsallaştırılmasına yol açtı. Bu fikirler üzerine bir toplum meydana getirilirken beraberinde hürriyetler düşüncesine karşı olan her düşünceyi reddeden bir toplum da oluşturuldu. Bu fikirler neticesinde batı insanı mutlu olmak yerine meşakkatle karşı karşıya kaldı. Bu sonuç pek tabii idi. Zira insan kusurlu olduğu için, kendisi için veya başkası için kanun vazetme kudretine sahip değildir. Bencilliğin egemen olduğu, hürriyetler düşüncesinin liderliğinde yürüyen toplumun orman kanunlarının geçerli olduğu hayvanlar toplumundan kesinlikle farkı yoktur.

Batı aklı mutlak ölçü olarak almıştır. Bu sayede keşifler ve buluşlarla parlak bir ilmi teknolojiye ulaşmıştır. Kuvvetin kaynaklarına sahip olarak hak-hukuk mantığı yerine kaba kuvvet mantığıyla dünyaya hakim olmaya imkan bulmuştur. Yani gücüyle ülkelere hakim olduktan sonra onun maslahat ve menfaatlarına hizmet eden, fikirlerine uygun düşen, nizamları gerekli gören yöneticiler yetiştirmiştir. Çalışma şartları, eğitim öğretim metotları ve programları hep batı fikirlerine, metotlarına ve hayat tarzlarına çağıran esaslar üzerine kurulmuştur.

Ayrıca dünyayı; sanayileşmiş devletler, üretken, zengin, güçlü, hakim ve sömürgeci devletler şeklinde maslahatlarına uygun tarzda böldüler. Bu devletlere "kalkınmış", "ilerlemiş" devletler dediler. Fakir, tüketen ve zayıf olsun, kalkınmış devletlerin emrine boyun eğen devletlere "geri kalmış" devletler dediler. Bir taraftan bu taksimi yaparken diğer taraftan da bu vakıaya muhalif olarak herhangi bir devletin konumunun değişmesine engel oldular.

Ayrıca ülkelerinde mutlak hürriyeti oluşturarak insanların siyasi istikrardan faydalanmasını sağladılar. Bireylerine temel ihtiyaçlarını ve farklı seviyelerde de olsa bir takım lüks ihtiyaçlarını temin etme imkanını sağladılar. Diğer taraftan kendilerine muhtaç olmaları için, fakir devletlerin ilerlemesini sağlayacak bilgi ve teknolojiye sahip olmasını engelleyerek sanayileşmelerine mani oldular. Böylece fakir ülkeleri daha da fakirleştirerek kendilerine pazar yaptılar. Fakir ülkelerin halklarına siyasi istikrarı ve güveni haram ettiler. Çünkü sanayileşmiş zengin devletler, fakir ülkeleri sömürme hususunda bir rekabet ve çekişmeye girişmişlerdi. Ancak bu çekişmeyi birbirlerine açıktan açığa saldırdıkları bir savaş şeklinde yapmak yerine, geri kalmış ülkelerin halkları arasında savaş ve terör meydana getirerek veya hakimiyet kuramadığı ülkelerde bir takım ayaklanmalar icad ederek güven ve istikrarı yok edip halk arasındaki kin ve nefreti alevlendirerek yaptılar. Ülkenin kendi insanları arasındaki her unsuru ve ırkı kullanarak onları ırkçılık yapmaya teşvik ederek amacına ulaşmak için her yolu denediler.

İşte bu sayede batı devletleri, diğer ülke insanlarına haram ve yasak ettikleri sosyal hayatın ihtiyaç duyduğu tıp, eğitim v.b. şeyleri kendi halklarına bolca temin edebildiler.

Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Güvenlik Konseyi, Dünya Bankası, Uluslararası Af Örgütü gibi uluslararası boyutu olan teşkilatlar kurarak çeşit çeşit sömürü uslupları geliştirdiler. Devletler arasındaki çekişmeleri durdurmak veya fakir ülkelere yardım etmek veya onları korumak bahanesiyle farklı milletlerden silahlı kuvvetler oluşturdular. Ayrıca fakir devletlerin iç işlerine açıktan açığa değil de gizliden gizliye müdahale emek için heyetler meydana getirildi. Bütün bunlar onları zimmetlerine almak için yaptılar. Uluslararası Çocuklara Yardım Örgütü gibi örgütleri kurdular.

Gerçekte dinin hayattan ayrılması ve ondan doğan faydacı zihniyet, batıda "sömürgecilik" düşüncesini oluşturmuştur. Ancak sömürgeciliğin bu şekli, başlangıçtaki gibi değildir. Bilakis sömürme hadisesi hem fikren hem uslüp olarak ve hem de sömürme araçları bakımından çok gelişti ve şu anda bu olgu gizliden gizliye olup bitmektedir. Hatta dıştan bakıldığında sömürülenlere bir rahmet bir iyilik gibi görünmektedir. Oysa gerçek iç yüzü şer ve azaptır. İşte batı, halkların en güzel bir şekilde örnek alacakları, hatta müslümanları yüzlerini çevirecekleri ve sürecekleri kıbleleri olması için gerçeklerin üzerini örttü ve kendini ideal olarak insanlığa sundu. Sahtekarlıkla ve nifakla, içerisinde yaşadığı müreffeh ortamın demokrasinin ve hürriyetlerin nimetlerinden olduğuna insanları inandırdı. Batının yaşadığı cennette yaşamak isteyen kimsenin. Diğer taraftan sömürü, milletlerin kanını emme, onları hayırdan mahrum kılma ve fakir düşürme, onları iktisadi olarak geri bırakma, onları sanayi ürünleri için sürekli bir pazar yapmayı hedefleyen içyüzlerini de gizlediler. Bu menfaatları dolayısıyla batı dünyaya egemen oldu. Batı ve sömürgeciliği meselesi oldukça uzun bir mevzudur. Konumuza yarar sağlaması için kısaca değinmeyi uygun bulduk.

Evet batı gerçekten hakikatları çarpıtan ve saptıran ve kendini olduğundan farklı görünmek istediği gibi görünmesini sağlayacak kıyafetlere bürünerek kendisini insanlara sunan bir karakterdir. Batıl ve fasit fikirlerini kaba kuvvet kullanarak halklara mal etmişlerdir. Onun şiarına göre, güçlü olanın delili de güçlüdür, zayıf olanın delili de zayıftır.

Gelelim işleri aslına çevirecek, bakış açılarını düzeltecek, maskeleri düşürecek olan ideolojik hizip ve cemaatlara! Bu vakıa, cemaatlar üzerinde etkili olmuş, doğru tasavvurlarını kaybetmişler ve sorunlarını çözmek için düşmanlarının önerdikleri çözümleri önerir hale gelmişlerdir. Görünen o ki çoğu cemaat sahih tasavvuru kaybetmiş, düşmanlarının tezlerini ve hal çarelerini savunur bir hale gelmişlerdir. Kavrayışları ve kavramları düşmanlarının kavrayış ve kavramları üzerine kurulu bir hal almışlar. Bu açıdan öyle gerekiyor ki, bu cemaatlar tam tamına şeriata sığınsınlar ve vakıayı nasıl çözeceklerini ve bu belalardan insanlığı nasıl bir şifa ile kurtaracaklarını şer’i hükümlerden çıkarabilsinler. Neticede ümmeti batının küfür karanlığından kurtarıp İslâm'ın adalet aydınlığına kavuşturabilsinler.

Bu girişten anlıyoruz ki batının maddi gücü tek başına elinde tutmasının yegane sebebi, ilim ve teknolojide akla aşırı derecede önem vermeleri, diğer halkların ve milletlerin maddi güce sahip olmalarına yol açaçak sebeplere ulaşmalarını engellemeleridir. Ayrıca sahip olduğu aşırı zenginliğin asıl sebebi demokrasi değil, milletlerin kanını emerek ve zenginliklerine el koyarak onları sömürmeleridir.

Diğer taraftan demokrasinin gerçekte ne olduğu, onun tatbik edilmesi neticesinde hangi olumsuz sonuçların baş göstereceği meselesi ise ikinci bir meseledir.

"Dinin hayattan koparılması" düşüncesi batıda, kilisenin insanların hayatla ilgili meselelerine müdahale etmesi sonucu doğup gelişmiş bir fikirdir. Kilise, hayatı içinden çıkılmaz bir hale getiren müdahalesini "din" adı altında yapıyordu. Ne var ki dinleri bu karakterden uzaktı. Zira Hıristiyanlık dini sosyal hayatı tanzim edecek mevzuattan yoksundu. Din adamların din adına zalimane mevzuatlar teşri etmeleri iki farklı tepkiyi doğurdu: Birincisi dini mutlak manada inkâr eden görüş, ikinci görüş ise dini kabul etmekle beraber onun hayata olan müdahalesini reddedip hayattan koparılmasını savundu. Birinci fikrin temelleri üzerinde hayata dair özgün bir anlayış doğup gelişti ve bu temeller üzerinde sosyalist, komünist blok diye bilinen kendine has bir akidesi ve birlikteliği bulunan bir yapılanma meydana geldi. Bu fikrin hayata tatbik edilmesi neticesinde insanlar canlarından bezdiler. Diğer taraftan doğup gelişen ve dinin hayattan koparılmasını öneren fikrin temelleri üzerinde de kapitalist devletler diye bilinen bir oluşum meydana geldi. İşte fikir ve vakıanın gösterdiği hadise budur.

Dinin hayattan uzaklaştırılması düşüncesi, insana kanun yapma hakkını tanırken bu hakkı dine yasakladı. İlahın varlığını, cemiyete ve cemiyet hayatına müdahale etmeyecek tarzda bireysel boyutta güzel bir fikir olarak kabul ettiler. Buna göre ilah diye kabul ettikleri şeyin gerçekte Allah olması veya Hz. İsa olması yahut da Buda ve hatta başka bir şahsın olması önemli değildi. İnsanlar dinsiz olmalarını da yasaklamadı. Fakat her halükârda hayat ile ilgili meselelerde çözüm üretecek tek kadir kuvvet insandır. Onlara göre bu fikirden daha üstün veya bu fikre denk hiç bir fikir yoktur. Bu sağa sola eğilip bükülecek bir fikir de değildir. Her türden işlerini güdecek uzvi ve içgüdüsel ihtiyaçlarını doyuma kavuşturacak nizamları koyacak yegane güç ve kudret kelimenin tam anlamıyla insandır. İşte bunun sonucu "Halk için halkla halkı yönetmek" anlamına gelen demokrasi fikri ortaya çıktı.

"Halkın yönetimi" ile kast edilen, halkın kendi kendine egemen olmasıdır. Yani yasama ve teşri halka aittir.

"Halkla" ifadesiyle de, koyduğu yasalarla, vazettiği nizamlarla yönetme Hakkı da halka ait olduğu kastedilmiştir.

"Halk için" diyerek vazettiği kanunlarla yönetilecek olanın yine halk olduğu belirtilmiştir.

Bu fikir pratikte üç güç kaynağını doğurmuştur. Ayrıca bu üç güç kaynağının da halka ait olduğu kesinlikle ifade edilmiştir. Adı geçen üç güç kaynağı aşağıdaki şekilde ortaya konmuştur:

Yasama Organı. Bu güç hükümleri ve yasaları vazeder veya değiştirir ya da mevcut yasayı ilga eder ve yasaların uygulanmasını denetler.

Yürütme Organı: Bu güç anayasayı, halkın iradesini, veya yasama organının çıkardığı kanunları ve hükümleri uygular.

Yargı Organı: Yasama organının çıkardığı bütün anayasa ve yasaların doğru bir şekilde işlemesine mani olan engellerin bertaraf edilme ve buna uymayanların maddi müeyyide ile karşı karşıya bırakılmasını sağlayacak gücü temsil eder.

İşte bunlar demokrasinin temel vasıfları ve esas özellikleridir. Denilebilir ki bu temel özelliklere sahip olan her nizam ve sistem gerçek anlamda demokrasidir. Ancak bu temel özelliklerden birini kaybeden sistem ve düzen demokrasi olmaktan çıkar. Ona mutlak manada demokrasi denilemez. Gerçek şu ki adı geçen temel özelliklerden bazıları şunlardır: Halk veya milletin egemenliği, diğer bir ifadeyle egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması. İşte bu özellik demokrasinin en bariz vasıf ve temel direğidir. Diğer özellikler bunun türevleridir.

İslâm'da demokrasi var mıdır? Demokrasinin bilinen bir vakıası İslâm'da mevcut mudur? Bu çeşit sorulara karşı cevabımız şudur: Eğer bu demokratik vakıa İslâm’da var ise rahatlıkla: "Demokrasi İslâm’dandır." "Demokrasiyi ilk defa Raşid halifeler uygulamışlardır." "Demokrasi bizim yitik malımızdı, ona kavuştuk." diyebiliriz. Eğer onun vakıası İslâm’da mevcut değilse, o zaman ona ait hiç bir şey İslâm’da mevcut değildir. Neticede İslâm’ın demokrasi hakkındaki hükmünü bilmemiz gerekmektedir.

Biz de diyoruz ki, demokrasi düşüncesi, temel niteliğinde olan "dini hayattan ayırma" düşüncesiyle tam bir uyum içerisindedir ve ondan doğmuştur, öyle ise onun hükmünü alır. Demokrasinin dini hayattan ayırma düşüncesinin ürünü olmasından dolayı İslâm’a göre reddedilir ve demokrasiye inanan kimse de kafir sayılır. Bilindiği üzere "dini hayattan ayırma" düşüncesi, İslâm'ın, "Lailahe illallah Muhammdün Rasulullah" temel düşüncesine aykırıdır. İslâm'ın akidesinden doğan her fikir bu temel fikirle tam bir uyum ve insicam içerisinde olma durumdadır. Şu ayette olduğu gibi; “Hüküm ancak Allah'a aittir. Yalnız O’na ibadet etmenizi emretmektedir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmez.” Allah (C.C.)’ın, “insanların çoğu bunu bilmez” sözünden kasıt, Alemlerin Rabbısının kararlaştırdığı hüküm karşısında çoğunluğun görüşünün bir değeri olamayacağıdır. Hükmü vazedecek olan ancak ve ancak Allah'tır. İslâm nizamında en üstün söz Allah’ındır. Emretme, nehyetme, helâl kılma, haram kılma yetkisi Yüce, büyük, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah'a mahsustur. Onun dışında herhangi bir yaratılmış buna parmak karıştıramaz. Hiç bir fert veya cemaat, hiç bir yönüyle hüküm koyma konusunda Allah ile bir ortaklık içinde olamaz. Alemlerin Rabbısının kararlaştırdığı hüküm karşısında çoğunluğun görüşünün bir değeri yoktur. Hükmü vazedecek olan ancak ve ancak Allah'tır.

Kısacası hükmeden yalnız ve yalnız tek başına Allah'tır. Zira ayette; “Hüküm yalnızca Allah’ındır.” denilmektedir. O’nun hükmünü murakebe ve muhasebe edecek yoktur.

“Hükmünden dolayı O’nu muhasebe edecek yoktur.”

Böyle iken demokrasinin zifiri karanlığı ile İslâm'ın ak ve pak gündüzü nasıl bir araya gelir. Kaldı ki Allah sübhanehu Teâla muhkem olan ayetlerinde bunu açıkça belirtmiştir. Zira; “Eğer yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen, seni Allah'ın yolundan saptırırlar.” diye buyurmaktadır. Başka bir ayeti celilede; “Umulur ki bir şey hoşunuza gitmez de o sizin için hayırlı olur. Ve yine umulur ki bir şey şer olduğu halde hoşunuza gider. Allah bilir siz bilmezsiniz.”

 

Tağut Nedir?

 

Gerçek şu ki İslâm Allah'ın dışında hükmeden her şeye tağut demiştir. Meselâ; “Sana ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmedin mi?! Tağutu inkâr etmekle emrolundukları halde ona gidip muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları (haktan) uzak bir sapıklığa düşürmek ister.” diye buyurmaktadır.

Diğer taraftan tağutun hükmü, cahiliye hükmünün ta kendisidir. O Allah ve Rasulü'nün hükmüne ters düşen her hükümdür. İbni Kayyım el-Cezvi "í'lamü'l Muvakkiîn" adlı eserinde şöyle demektedir: "Tağut; gerek ibadet, gerek tabi olduğu ve gerekse itaat ettiği şey konusunda kulun haddini aşmasıdır. Diğer bir deyişle tağut; Allah ve Rasulü dışında kendisine muhakeme olunmak üzere gelinen veya Allah dışında kendisine ibadette bulunan ya da Allah'ın o konudaki hükmü göz ardı edilerek kendisine uyulan veyahut da Allah'a itaat olup olmadığı bilinmediği halde kendisine itaat edilen her topluluktur."

Dikkat edilirse Kur'an, tağutla yönetilmek isteyen kimsenin imanını bir hakikat değil de bir iddia olarak değerlendirmektedir. Tıpkı bunun gibi Kur'an tağutu inkârı imanın en üst seviyesi olarak niteleyerek şöyle diyor:

“Kim ki tağutu reddeder ve Allah'a inanırsa, muhakkak ki sağlam bir kulpa yapışmış olur.”

Esasen peygamberden sonra İslâm ümmetinin insanlar üzerinde şahitlik vazifesini eda etmesi gerekmektedir. Kur'an'ın mesajını bütün insanlığa duyurarak "Yalnız Allah'a ibadet edin ve tağuttan kaçının" emri fermanını ilan etmelidirler.

Demek oluyor ki "dini hayattan ayırma" düşüncesi ve ondan doğan her fikir -ki demokrasi de böyledir- tağutî fikirdir. İslâm böylesi fikirleri ayıklayıp atmamızı ve böylesi bir düşünceyle düşünmememizi bizden talep etmektedir.

İşte demokrasi ve işte İslâm'ın demokrasi hakkındaki hükmü. Demokrasinin tatbik edilmesiyle yeryüzünde ortaya çıkan olumsuzluklara gelince. Bugün yeryüzünde gerçekten sevebileceğimiz ve öyle yaşamak isteyebileceğimiz bir vakıa mevcut mudur? Yoksa alçak ve rezil vakıasıyla onu tatbik eden halkların hayatını cehenneme çeviren bir karakterde olduğu hala belli olmadı mı?

 

Batının Hürriyet Anlayışı

 

Batı, "dini hayattan ayırma" fikrine sığınarak kendine hüküm koyma hakkını verdi. İnsanın, başkalarının isteği dışında dilediği gibi hayatını yaşaması gerektiği görüşüne vardılar. Yani kişi hayatını başkasının iradesine göre değil kendi arzu, heva ve hevesine göre yaşamalıdır. Bu irade serbestliği ise ancak tam anlamıyla hürriyete sahip olmakla gerçekleşebilirdi. Buradan yola çıkarak inanç hürriyetine, mülk edinme hürriyetine, fikir hürriyetine ve ferdi hürriyete ve bunların sağlanması neticesine vardılar. Bu konuda öyle ileri gittiler ki hürriyet fikrini hiç kimsenin dokunamayacağı mukaddes bir fikir kabul ettiler. Bu hürriyetlerin her birinin kendine özgü terim olarak anlamı vardır.

İnanç hürriyeti kişiyi dilediği dini kabul etmekte serbest bıraktı. Hatta her gün yeni bir dine girse dahi istediği anda bir dinden diğer bir dine geçebilme hakkını verdi. Bütün dinleri inkâr etmesini de mübah görüldü.

Mülk edinme hürriyeti ferde, dilediği şekilde dilediği şeyi mülk edinebilme, harcayabilme hakkını tanımaktadır. Fert dilediğinde mülkünü köpeğine bile hibe ederek varislerini ondan mahrum edebilir. Kimse onun tasarruflarına engel olamaz.

Düşünme hürriyeti ise, hak veya batıl olsun kişiye sözünü sakınmadan ve engel tanımadan dilediğini söyleme hakkını verir. Aklına ve arzusuna aykırı gördüğü her şeyi tenkit etme hakkına sahiptir. Hiç kimse onu bundan alıkoyamaz.

Ferdi hürriyet ise, yol yordam tanımaksızın, yaratılış gereğini dikkate almaksızın hatta ruhi değerlerin hilafına da olsa kişiye ferdi işlerinde istediği gibi tasarruf etmesini teminat altına alır.

Sıraladığımız bu hürriyetler, demokrasinin bir gereğidirler ve bu düşünceler ona inananlar üzerine tatbik edilir. Neticede kendisine iman eden taraftarlarını büsbütün değerden düşürüp bir hayvan sürüsü seviyesine indirir.

Zira inanç hürriyeti, kapitalist nizamlarda dini, cemiyet hayatında önemsiz bir unsur haline getirir. Kişinin elbise değiştirir gibi dilediğinde dinini değiştirmesi dini hafife alıp ona hakaret etmek demektir. Materyalist fikrin gelişmesi ve din fikrinin dar bir alana sıkıştırılmasıyla, ahlaki, insani ve ruhi değerler çok dar bir çerçeve içine hapsedildi. Nefisler rahmet duygularından yoksun bırakılarak insanlar, güçlünün zayıfı dilediği gibi yediği vahşi hayvanlar haline getirildiler.

Diğer taraftan düşünceyi açığa vurma hürriyeti, insanlara dilediklerini söyleme ve dilediklerine davet etme yetkisini tanıdı. Haktan ve hak ölçüden mahrum kalmış toplumda her türlü aykırı, garip ve batıl düşüncelerin kol gezdiği bir ortam oluştu. Sonunda Salman Rüşdü gibi gürültü koparanlar da dinleyici buldu. Zira o, inanç hürriyeti ile ölçtü biçti, fikir hürriyetine sığınarak Rasul (s.a.v.)'e nankörlük etti. Ne yazık ki buna engel olacak bir kanun da yoktu.

Mülk edinme hürriyeti ve onun ölçüsü olan menfaatçılığa gelince, işte bu fikirdir diğer ülkelere hükmetmek için sömürgeciliği bir metot olarak alan büyük kapitalist devletleri ortaya çıkardı. Bu kapitalist devletler ülkeleri istila edip varlıklarına ve servetlerine müptela olup milletlerin kanlarını emdiler. Hatta bu haksız istilaları konusunda kapitalist ülkeler birbirleriyle yarıştılar. Ülkeler arasında çatışmalar ve savaşlar meydana getirerek sanayi ve askeri ürünlerini satacak pazarlar oluşturdular. Uzun süreli kazanç yollarına malik oldular. Ne var ki bu kapitalist ülkeler her türlü ruhi, fıtri ve insani değerlerden büsbütün yoksun idiler. Fakat zor durumda kaldıklarında maslahatları için dini kullanmaktan geri durmadılar. Hatta yüzlerini ve pisliklerini örtebilmek için çirkin insanlığa ve ahlaka davet ettiler.

Ferdi hürriyet de, demokratik ülkelerde toplumu hayvan sürüleri seviyesine dönüştürdü. Hatta onları, hayvanların bile tenezzül edemeyeceği bir alçaklığa düşürdü. Yasalar her türlü sapık ve aykırı cinsî münasebetleri mübah saydılar. Onlarda görünen açıktan cinsel münasebet türleri hayvan sürülerinde bile yoktur. Meselâ; toplu halde zina eder oldular. Yine bunun gibi yakın akraba ve kardeşleriyle, anneleriyle, kızlarıyla ve kız kardeşleriyle hatta hayvanlarla zina eden bir alçaklığa vardılar. Daha önce görülmemiş hastalıklar ortaya çıktı. Toplumlarında aile kurumu bozularak aile bireyleri arasındaki şefkat ve merhamet kayboldu. Zira ferdi hürriyet kişinin her türlü kayıttan kurtulup her yolu mübah ve aile kurumunun da baskısından kurtulmak demektir. Bu öyle bir hürriyettir ki, bu isim altında bütün yasaklar işlenir ve bütün haramlar mübah sayılır. Böylece zina hürriyeti, livata, lezbiyenlik, çıplaklık, içki ve her türlü aykırı davranış hürriyet fikrine göre hiç bir baskı altında kalmaksızın ve hiç bir engel tanımaksızın yapılacak birer sıradan davranış olmaktadır.

Bütün bunlar demokrasinin ortaya çıkardığı durumlardır. Beşeriyetin heva ve hevesinin ortaya koyduğu bir nizamdır. Allah'tan gelen semavi bir vahyin eseri değildir. Herhangi bir dinin ortaya çıkardığı bir durum da değildir. Onu icad eden mütefekkirlerin düşüncelerine ve onu ortaya çıkaran şartlara baktığımızda, hürriyet düşüncesinin küfür esasları üzerine kurulu olduğu görülecektir. Zira o düşünürler bu düşünceyi; on beşinci Luis'in, "Biz krallık tacını Allah'tan alırız" veya on dördüncü Luis"in, "Meliklerin sultası yaratıcının kudretinden kaynaklanır. Sulta da millette değil yalnızca tanrıdadır. Krallar millete karşı değil ancak Allah'a karşı sorumludurlar (millete değil Allah'a hesap verirler)" gibilerin sözlerine karşı çıkmak üzere ortaya koydular. Düşünürler Jan Jak Russo'ya ait olan "Toplumsal Sözleşme" doktrinini şöyle vasıflandırdılar: Laiklik Fransa ihtilalinin ortaya çıkardığı durumdur ve İncil'e muhalif değildir.

Bütün bunların kaynaklandığı esas, üzerine kurulu olduğu temelleri itibariyle İslâm'ın demokrasi ile çeliştiğini bize apaçık göstermektedir. O kaynaktan çıkan akide ve bu akidenin üzerine kurulu olduğu esaslar ve bundan çıkan fikir ve nizamlar da büsbütün İslâm'a muhaliftirler.

- Demokrasinin kaynağı insandır ve onda hükmetme kudreti tekrar insana döner. Eşya veya ameller hakkında iyidir veya kötüdür diye hüküm verdiğinde bu takdir onun heva ve hevesinden ve şartların gerektirdiği maslahatından kaynaklanır. Bu hükümlerin konulmasında esas belirleyici faktör Avrupa felsefesidir.

İslâm bunun aksine bir hal üzeredir. İslâm, Allahu Teâla’dandır. İslâm’ı kulu ve Rasulü olan Muhammed (s.a.v.)'e vahyetmiştir. İslâm’da hakimiyet Allah'a aittir. Hüküm koyucu akıl değil Allah'tır. Aklın görevi şer'î nassları anlamaktır.

- Demokrasinin çıktığı akideye gelince, o "dini hayattan ayırma" akidesidir. Onlara göre bu orta yoldur. Bu akide dini inkâr etmiyor fakat onu hayattan ayırıp, hayata ve devlete ait işlere müdahalesini ortadan kaldırıyor. Neticede insan kendi nizamını kendisi koyuyor. Onun medeniyeti ve bütün fikirleri bu tarzda olan akidesi üzerine kuruludur.

Fakat İslâm böyle değildir. İslâm, hayatla ve devletle ilgili işlerin Allah'ın emir ve yasaklarına göre yürütülmesini farz kılan İslâm akidesi üzere kuruludur. İslâm'da söz konusu hüküm ne olursa olsun her şey İslâm akidesinden fışkırır, İslâm hadaretini, akidesinin esasları üzerine kurar ve fikirlerin tayin ve tespiti için istikamet gösterir.

- Demokrasinin üzerine kaim olduğu esas halkın hakimiyetidir. Halk bütün güçlerin kaynağıdır. Buna binaen demokraside üç temel kuvvet öngörülmüştür. Yasama, yürütme, yargı. Böylece bu üç kuvvetin mevcudiyeti ve faaliyeti güvence altına alınmış olmaktadır.

İslâm'da ise hakimiyet şeriatındır. Ümmet yasama yetkisine sahip değildir. Ancak İslâm Allah'ın emir ve yasaklarını yürütme işini ümmete vermiştir. Ümmet de bunu şer’i nasslarla kayıtlı bulunan Hilâfet Devleti metoduyla icra eder.

- Demokrasi, kâr-zarar hesabı, heva ve hevese tabi olma esası üzerine kuruludur. İslâm'ın şer’i hükümleri, nasslara tabi olma ya da nasslardan hüküm istinbat etme esası üzerine kaimdir. Yani İslâm Allah (C.C.)'ın hidayetine bağlı kalma ve O'na tabi olma esasına mebnidir.

Demokrasinin bir takım güzel unsurları da içerdiğini, İslâm'ın bunlardan istifade edebileceği tarzındaki sözler ve değerlendirmeler hiç bir delile dayanmamaktadır. Demokrasinin bu denli batıl olan gerçek yüzünü gördükten sonra onun bozguncu olan vakıasından çıkacak en ufak bir hayra dahi insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetin bir ihtiyacı olamaz. İslâm olan dinimizde bir eksiklik mi var da biz bu iddiaları ciddiye alalım.!

 

İlim ve Teknoloji Batı Medeniyetin Bir Sonucu Değildir

 

Bugün batının fen bilimleri ve teknoloji alanında katettiği mesafe ve sahip olduğu birikimin demokrasinin ürünü olduğunu söyleyen kimse gerçekleri bilmiyor demektir. Bunu böyle değerlendirenler ve bu paralelde söz edenler gerçekte ne dediklerinin farkında değildirler. Zira bilimsel deneylere dayalı olan icadlar ve keşifler Allah'ın, insan aklına bıraktığı alanlardır. Tekniğe ve fenne ait işler bakış açısına bağlı değildirler. Bu hakikat kapitalist olsun komünist olsun ya da Müslüman olsun, aklını kullanan her toplumda görülür. Dine veyahut herhangi bir ideolojiye ait kılınacak bir olgu değildir. Ona ancak bir açıdan bakılabilir. Söz konusu akide, fen bilimlerine yer verip onların elde edilmesi için aklını kullanmaya engel olmayıp serbest mi görüyor yoksa kişinin bir zamanki tutumu gibi ona engel mi oluyor? Gerçek şu ki İslâm akidesi eşyayı tanıma konusunda aklı kullanmayı sadece mübah görmekle yetinmeyip vacip görmektedir. Akidesinin egemen olması için gerekli kuvvetin hazırlanması meselesi de böyledir.

Batı, demokrasi gibi şeriatın almamızı yasakladığı bozuk, fasid değerlerini bize dayatarak sunuyor. Bunu yaparken muhtaç olduğumuz gücü elde edebileceğimiz esas vesileleri ve bilimsel bilgiyi bizden men ediyor. Aksi takdirde biz maddi kuvvetin kaynaklarına sahip olmuş alacağız. Kaldı ki şeriat zaten onların bizden esirgedikleri bilimsel bilgiyi almayı men etmemektedir. Bu, batının ne yaptığının farkında olduğunun apaçık delilidir. Halen daha bazı İslâmi cemaatlar bu durumu görmemekte devam mı edecekler?

Gerçek şu ki demokrasinin İslâm'dan olduğunu söyleyen kimse ne İslâm'ın ne olduğunu ne de demokrasiyi kavrayabilmiştir.

 

Demokrasi, Şûra Değildir

 

“İslâm demokrasi ile başlamış ve diktatörlük ile de son bulmuştur” diyerek bir gerçeğe davet ettiğini sananlara, bilmem ağlamalı mı gülmeli mi?! Ne yazık ki bunlar; “İş hususunda onlarla istişare et. Karar verdiğinde de artık Allah'a güven” mealindeki ayeti kötüye kullanmaktan geri durmuyorlar.

Konumuzla alakaları olup da değinmediğimiz bir düşünce kaldı. Deniliyor ki; "Kur'an, kavli ve fiili Sünnet istişareye yer vermesiyle zaten demokrasiyi benimsemiş olmaktadır. Esasen demokrasi şûra'dan başka bir şey değildir. Demokrasi insanların görüşlerine müracaat etmek üzere kuruludur, İslâm da zaten insanlardan görüş almayı emretmektedir. Zira Allah (C.C.); “İş hususunda onlara danış”  “Onların işleri aralarında istişare iledir” diye buyurmaktadır. Kaldı ki Rasul (s.a.v.) de siyasi ve askeri hayatında devamlı surette ashabıyla istişare etmiş ve onların görüşlerine baş vurmuş ve görüşlerine de uymuştur. Eğer Kur'an bunu emrediyor ve Rasul (s.a.v.) de bunun vakıasını tatbik etmişse, müslümanlara düşen de buna tam tamına uymaktır. Ayrıca diyorlar ki, “Demokrasi ve şûra arasındaki fark ancak ve ancak değişik sözcüklerin kullanılmasından ibarettir. Aynı vakıaya isim oldukları sürece farklı şekillerde isimlendirilmesi bir şeyi değiştirmez."

Biliyoruz ki demokrasiye davet eden farklı kesimler ve sınıflar mevcuttur. Bazıları kötü, zararlı ve hilecidiler. Bazıları da gerçek manada demokrasi cahilidirler. İyi niyetli olup fakat demokrasinin hakikatine vakıf olmayan kimse kendini bu nevi tezlerden uzak tutmalıdır. Aksi takdirde cehalet üzere Allah'a kulluk eden kişinin durumuna düşer. Zira bu durumda olan kişi kendisini masiyete düşüren şeyi bilemez. Zaten iyi niyetli olanın tabiatı aldatılmaya müsaittir.

Bugün demokrasiyi bilerek veya bilmeyerek haksızca İslâm'la eleştirenler gibi daha önce bazıları da sosyalizm İslâm'da mevcuttur ve Rasul (s.a.v.) de onların önderiydi demişlerdi. Yıllar sonra sosyalizmin kokuşmuşluğu, pisliği ortaya çıkınca ne cevap verdiler? Tıpkı bunun gibi demokrasi bugün ölüm sancılarıyla can çekişmektedir. Bu onun son çırpınışlarıdır. Ölüm anını beklemektedir. Bu davanın sahipleri ne düşünüyor acaba? Gerçek şu ki, İslâm ile herhangi bir beşeri tezi ve doktrini özdeşleştirenler bunun İslâm'a fayda verdiğini sanmasınlar. Bu yaklaşımlar bilakis demokrasiye yaramaktadır. Onun pisliğini ortaya çıkaracaklarına, demokrasiyi yüksek bir fikir haline getiriyorlar. Onu ezip yok edecekleri yerde, onu yüklenip, savunup yayıyorlar.

Allah'ın kelimesinin en yüksek olması ve dinin bütününün ona ait olması, ancak önderlik yapacak bir cemaatın onu kavraması ve yüklenmesiyle, onu tesis edecek basirete sahip olmasıyla gerçekleşecektir. Akidesinde aydın ve berrak, şer’i hükmü anlamada derin kavrayış sahibi, etkileyici ve nüfuz edici kavramları tek bir fikre davet eden, fasid ve düşük vakıaya boyun eğmeyen ve şartların etkisi altında kalmayan bir cemaat olsun ki Allah'ın kelimesinin yüksek olduğu hakikati hayat vakıasında açığa çıksın.