DOĞRU KALKINMA VE YANLIŞ KALKINMA |
|
Her ne kadar batı düşünürleri,
tarihçiler ve filozofların birçoğu, kalkınma, sebepleri ve
analizi üzerinde araştırma yapıyor olsalar da bizlerin,
onları bu çerçevede izlemesi doğru olmayacaktır. Nitekim
tarih bizlere birçok kalkınma modelleri sunmuştur. Birinin
diğerinden farklı olduğunu göstermiştir. Şüphesiz her bir
kalkınma düşüncesi bir diğerinden temelden ayrışmakta,
öz itibari ile farklılık arz etmektedir. O halde insanın
soyut olarak kalkınmayı incelemesi pek de yeterli
olmayacaktır. Bilakis araştırılması gereken insanı huzura
ve mutluluğa ulaştıran kalkınmadır. Diğer bir deyişle
madem ki kalkınmanın doğru ve yanlışlığı söz konusudur
o halde bu, insanoğlunun doğru olanı izlemesi gibi yükümlülüğünün
olduğu anlamına geliyor.
Şayet ideoloji, -akidesi ve sistemi ile-
kalkınmanın sırrı ise, bunun anlamı doğru kalkınmanın
kaynağı da tartışmasız- doğru ideolojidir. Doğru ideoloji
ise; insan aklına kanaat getiren insan fıtratına uygun ve
kalbine itminan kazandıran doğru bir akide üzerine bina
edilmiştir. İşte bu akide, özelliği itibari ile hayat,
evren ve insana ilişkin doğru bir düşünce ve cevabı
verecektir. İşte tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda
uygulanabilir olan ve insanın doğru kalkınmasının garantörü
olan böylesi bir ideolojidir.
Ya yanlış akide üzerine bina edilmiş bir
ideoloji! Şüphesiz uygulanması, pratiği mümkün olmayan bir
ideolojidir. Böylesi bir ideoloji ancak bir takım proplemleri
ve bunalımları bünyesinde barındıran konjektürel
şartlarının bunalımlı sürecinden geçen toplumlarda bir
tepki olarak doğduğundan çoğu kez uygulanabilirliği yoktur.
Tıpkı Liberalizm düşüncesi gibi. Tabii ki toplumlar, akıllarına
ters düştüğü ve fıtratları ile çeliştiğini anladıktan
sonra söz konusu ideolojinin uygulanabilir olmadığını çok
geçmeden fark edecekler ve yine geçmişte bir zaman diliminde
kendilerinin yanlış kalkınmalarının sebebi olarak gördükleri
sistemin gölgesinde arayışa başlayacaklardır. Buna en yakın
örnek komünist ideolojidir.
Bozukluğunun kranikliği dolayısı ile
toplumunda 70 sene gibi kısa bir zaman dilimine sığamayan
kalkınmayı sağlamıştır. Sebebi ise; “hiçbir ilah
yoktur hayat ise maddeden (materyaldan) ibarettir"
demesi ile tüm noksan sıfatlardan münezzeh olan yaratıcının
varlığını inkar ettiğinde insanın fıtratı ve aklı ile
çatışması olmuştur. Çünkü insan fıtratı idareyi elinde
bulunduran bir yaratıcıya ibadet etmeye eğilir. Bu kendisinde
acz ve noksanlık ortaya çıktığında ve her şeyi tüm
güzelliği ile yaratan hikmet sahibi bir yaratıcıyı gösteren
işaretleri gözlemlediğinde insan aklı elbette, bu evrenin
hayat ve insanın tümünün bir yaratıcı tarafından var
edildiğine ikna olur ve onu kanıksar/benimser. Ayrıca bu komünist
akideden çok kaba (acımasız sosyalist) sistem çıkmıştır.
İnsanın tüm beceri ve fonksiyonlarını göz ardı eden
sosyalist düşünce insanlığın ömrünün belirli bir
kesitini sanki -onu cehenneme sürüklemek- için işgal
etmiştir.
Avrupa’da orta çağ koşullarının ortaya
çıkardığı liberalist kapitalist ideoloji ise aynı şekilde
yanlış bir ideolojidir. Çünkü akidesi/temel dünya görüşü-
dinin hayattan ayrılması inancını temsil eden, ruhani hiçbir
yönü olmayan bir düşüncedir. Kesin kes kanıksamasalar da
insanın bir yaratıcı tarafından yaratıldığını itiraf
etmelerine rağmen onu yaratıcısından ayırmış ve "kuşkusuz
yaratıcı seni bu yerkürede yarattı sonra da istediğin gibi
işlerini idare etmen üzere seni serbest bıraktı"
*
demiştir. Böylelikle de kendisinin aciz ve sınırlı
olduğunu gören, işlerini ve yaşamının tüm yönlerini
idare edecek bir yaratıcıya muhtaç olan insan fıtratı ile
çelişmiştir.
Eğer söz konusu akide -ki ideolojinin
dayandığı temel düşüncedir- bozuk, yanlış ise o akideden
çıkacak olan sistemlerin yanlış, üzerine bina edilen
hadaretinin çarpık olması da gayet doğal bir sonuçtur.
İSLAM ise, insan fıtratına uygun,
akla kanaat verici bir ideolojidir. Bu da, yüce Allah’ın elçisi
Muhammed (sav)'e vahyettiği akidenin, insan, hayat ve evrenin tümü
ile Allah’ın yaratığı olduğunu vurgulaması ile insan,
hayat, evren ve bu dünya hayatının öncesi -Allah- ve sonrası
-kıyamet günü- ile ilgili kapsamlı ve doğru düşünceyi
insana sunması iledir. Ve -İslâm- insanın yaratıcısı ile
olan ilişkisini; onun buyruklarına bağlı kalması,
yasaklarından ise kaçınması ve yaşamını elçisi Muhammed (sav)'e indirdiği sistem paralelinde sürdürmesi gibi bir
yükümlülükle açıklamıştır. Eğer onun emirlerine
bağlı kalırsa cennetini müjdeleyerek, şayet emirlerine
karşı aksi yöne yönelir isyan ve taşkınlık ederse
cehennem ile ürküterek insanın daha yeryüzünde yaşarken
kıyamet ve sonrası ile bağını kurmuştur. Yüce Rabbımız
bizlere insanoğlunun yeryüzüne indiği andan hesap gününe
çıkışına değin geçirdiği serüveni şu şekilde
anlatıyor:
“Oradan hep beraber inin. Eğer benden size
bir yol gösteren gelirse bilin ki, benim yol göstericime tabi
olanlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar, dedik.
Küfredip ayetlerimizi yalanlayanlar (yok mu?) Onlar
cehennemliktirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”
*
Böylelikle bu -İslâm akidesi- Kur’an’ın;
“Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?”
*
şeklinde hitap ettiği; insan aklına kanaat getirici, idare
edici bir yaratıcıya ibadete kendisini içten içe çeken fıtratına
da uygun bir akidedir. Kuranı- Kerim bunu; “O halde yüzünü
bir hanif olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki, O,
insanları onun üzerine yaratmıştır. (O da İslâm’dır)
Allah’ın yaratılışını değiştirmek olur şey değildir.
İşte doğru din budur. Lâkin insanlardan çoğu bilmezler.”
*
sözleri ile ifade etmiştir.
İşte böylece bu akide ruhî yönü olan bir
akidedir aynı zamanda.
* O halde İslâm’da madde ve ruh veya
ruhaniyet arasında bir çatışma söz konusu değildir. Eğer
ruh; yüce Allah’la olan ilişkinin idraki ise, kuşkusuz İslâm;
insanın tüm -maddi- aktivitelerini Allah’ın emir ve
yasakları ölçeğinde düzenlemesini vurguladığında madde
ile ruhun ilişiğini kurmuştur. O, tüm eğilimlerinde
Allah'la ilişkisinin bilincinde olacak, hem dünyanın imârını
hem de Allah’ın rızasını bir arada toplayacaktır. Bunun
yanında bu akideden devlet toplum ve yaşama ilişkin
sistemlerin çıkması ile de bu akide aynı zamanda siyasi bir
akidedir.
Böylece tarihsel süreç içerisinde yer alan kalkınma fenomenini anlamış oluyoruz. Bu yaklaşım
bizlere İslâmi kalkınmanın diğer tüm kalkınma
hareketlerinden farklı ve özgün olduğu gibi gerçekçi bir
yorumu yapmamızı sağlayacaktır. Bu bağlamda İslâm
hadareti ile Avrupa ortaçağ hadareti arasında bir mukayesenin
yapılması yanlıştır. Çünkü herkesin kabullendiği gibi
ortaçağ Avrupası dönemleri kalkınmışlık dönemleri değildi.
Aksine bir çöküşün yaşandığı dönemler olmuştur. İslâmi
kalkınma ile diğer kalkınma modelleri arasında bir
karşılaştırma yapılacaksa bu, İslâm hadaretinin kalkınma
modeli ile günümüz dünyasına hükmeden modern batı
hadaretinin kalkınma modeli arasında yapılsın.
|