İSLÂM HADARETİ VE BATI HADARETİ ARASINDA
BİR KARŞILAŞTIRMA |
|
Medeniyet; teknik, maddi yönlerden gelişme,
her ne kadar hadaretlerin devamlılığı açısından önemli
bir olgu ise de söz konusu hadaretin ölçüsü değildir. Daha
önce geçtiği gibi hadaret; bir toplumun yaşam biçimine
şekil veren mefhumların tümü ise, o halde hadaret; toplumda
meydana getirdiği yaşam biçimi ve insana sağladığı
sekinet, huzur ve istikrara bakılarak değerlendirilebilir. Burda dolayısı ile bilimsel, teknolojik ve medeniyet bağlamında
ulaştığı gelişmişlikle çağdaş batı hadareti arasında
bir karşılaştırma yapmamız garipsenmemelidir. İki hadaret
arasındaki öncelikli farklılık medeni ve teknik bakımdan
gelişme v.b. değil niteliğe ait zıtlıktır.
Bu her iki hadaret arasındaki yoğun
zıtlıklar karşılaştırmayı güçlü kılsa da, mümkün
olduğu kadar bu farklılıklardan bazılarını zikredelim.
Siyasi düzlemde; İslâm’ın, tüm renk,
dil, millet ve halkların farklılığına rağmen İslâm
ümmetini tekrar toplum yapmada başarılı olduğunu görüyoruz.
Kuşkusuz Peygamber (sav) İslâm’ın tüm Arap Yarımadası’na
girip ve bölgedeki şirk unsurlarını kazıyıp; bölge, akide
ve sistem olarak tamamen İslâm ile hükmettiği bir İslâm
diyarı/dar’ul-İslâm olduktan sonra vefat etmiştir.
Ardından raşidi halifeler gelmiş ve fetihler devam etmiştir.
Bu cümleden olarak, Arap ve İranlı zerdüş ve Hıristiyan
kozmopolitiğinin yaşadığı Irak, Farisi dinini benimsemiş
olan ve az bir miktar Romalı ve Yahudilerin yanında çoğunun
farklı olduğu Fars/İran diyarı, kimi Arapların ve
Romalıların, Yahudi, Ermeni ve Suryanilerin oturduğu
Hıristiyan dinine mensup ve Roma kültürü ile kültürlenmiş
Roma iklimi olan Şam, Roma’nın egemenliğinde olan ve
halkların beraber oturduğu Kuzey Afrika bölgeleri fethedilmiştir.
Raşidi halifelerden sonra Emeviler gelmiş ve Çin’i ve
Semerkant’ı fethetmişler ve buralarını İslâm coğrafyasına
katmışlardır. Daha sonra Endülüs fethedilerek İslâm coğrafyasının
vilayetlerinden bir vilayet olmuştur. Birbirinden uzak olan bu
kıtalar, âdet, gelenek, din, dil, kültür, kanun ve millet
olarak birbirlerine zıt coğrafyalar idi. Doğal olarak farklı
farklı zihniyet ve davranış biçimi mevcuttu. Bundan dolayı
bütün farklılıklarına (hatta zıtlıklarına) rağmen bu
halklardan din, dil, kültür ve yasalar çerçevesinde tek bir
ümmet oluşturmak elbette kolay bir iş olmadığı gibi bu
noktada başarılı olmak öyle normal bir durum da değildir.
Evet, bunu ancak İslâm başarmış ve bu ancak İslâm Devleti’nin
başarısı olmuştur. Kuşkusuz İslâm’ın sancağı
altında gölgelendikten ve İslâm’a girdikten sonra bütün
bu halklar tek bir ümmet halini almışlardır.
*
Dourant, İslâm hadareti ile halk ve
milletlerin kaynaşmasını şöyle dile getiriyor: “Gayri
müslimler de süreç içerisinde Arap dilini kendileri için
lisan edindiler ve Arap elbiselerini giydiler. Daha sonra onların
durumu, Kur'an’ın şeriatına tabi olmaları ve İslâm’ın
akidesini benimsemeleri ile sonuçlandı. Nitekim bin yıllık
egemenliğin ardından kökleşmiş hellenistik kültürü bile
bunun karşısında aciz kalmış ve Roma orduları
vatanlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Aynı şekilde
resmi Bizans Devleti’nin mezhebi dışında Hıristiyan
mezheplerin ortaya çıktığı bölgeler, hepsinde İslâmî
inanış ve ibadet biçimleri yaygınlaşmıştır. Ve bölge
insanları yeni dine iman edip ona samimiyetle gönül verdiler
ve yeni dine usulleri ile beraber öylesine sımsıkı
sarılmışlardı ki bu durum eski Tanrılarını kısa sürede
unutturuverdi. İslâm dini Çin, Endonezya ve Hindistan, Arap
Yarımadası, Mısır, Şam ve Endülüs’e uzanan
bölgelerdeki halkların gönlüne öylesine kök saldı kı;
onların hülyalarını değiştirdi, ahlaklarına egemen oldu,
hayatlarının akışını etkiledi ve onlara dünya hayatının
yorgunluklarını ve yükünü hafifletecek umutlar ekti.
İzzeti ve şerefi kendilerine giydirdi. Hatta bugün ona inanıp
onda izzet bulanların sayısı üç yüz elli milyona ulaşmış
durumdadır.
* işte bu din aralarındaki anlaşmazlıklar ve
siyasi farklılıklara rağmen onları birleştirmiş ve
kalplerini birbirlerine ısındırmıştır.”
*
Tarihi süreleri içerisinde İslâm söz
konusu değişik toplumları tek birleştirici bir devlet çatısı
altında disipline etmiştir. Şayet tarih bazı devletler ve
emirliklerin İslâm Hilâfetinin bünyesinden ayrılmasına
şahit olduysa bu kesinlikle milliyet veya ırksal ya da İslâm
toplumundaki çatışmadan ötürü olmamıştır. Buna; İslâm’ın
kötü uygulanması, kimi yönetici ve ailelerin yönetim noktasındaki
hırslı yarışları sebep olmuştur. Bunun delili; her şeye
rağmen ümmetin değişik milletleri arasındaki bağın gücünü
koruması ve aralarını herhangi bir siyasi sınırın
ayırmamış olmasıdır.
Bugün tek bir ideoloji ve hadaret üzerine
kurulu olmasına karşın Batı, henüz milliyetleri eritip batılı
halkları tek bir siyasi varlık olarak bütünleştirememiştir.
İşte Napolyon’un çağdaş Avrupa (Fransa milliyetçiliğinden
gıdalanmış olan) tarihinin başlaması ile birlikte Avrupa’yı
birleştirme çabası değişik Avrupa milliyetçiliği
duvarına çarpıp geri tepmiştir. Sonra da işte en önemli
sebep ve etkenlerinin Avrupa’da milliyetçilik çatışmaları
olan iki yıkıcı büyük dünya savaşlarına şahit
olacaktır 20. Yüzyıl. İşte Avrupa Birliği düşüncesi,
söz konusu birliğin bütüncül olmamasına v.b.ini içermeyen,
sadece iktisadi, dış siyaset ve askeri alanı içeren dar
çerçeveli bir birlik düşüncesi olmasına rağmen Avrupa
toplumlarındaki milliyetçilikten ötürü birlik düşüncesi
aşılması güç zorluklarla karşılaşmaktadır.
İktisadi düzlemde ise; kuşkusuz İslâm
tarihi bizlere tarihin adaletine çok nadir şahit olduğu
yaşam standartlarından bahsediyor. Tarihi serüven içerisinde
gerçek anlamda ciddi hiçbir iktisadi bunalımı yaşatmayacak
derecede servetin dengeli dağılımını İslâm iktisat
sistemi en güzel bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu noktada
İslâm’ın temel unsurlarından ve toplumda büyük ölçüde
dengeyi sağlamayı garanti eden bir unsuru zikretmemiz yeterli
olacaktır. Kuşkusuz o zekattır. Yüce Allah (cc) Kur'an’ı
Kerim’de şöyle buyurmuştur:
“Onların aralarında isteyen ve mahrum için
bir hak vardır.”
*
Bunun dışında da çokça olan diğer sadaka
ve bağışlar.. İşte bu, toplumun her bir bireyinin bütünüyle
temel ihtiyaçlarını, daha sonra da lüks ihtiyaçlarını mümkün
olduğu ölçüde karşılamayı garanti altına alan İslâm
iktisat siyasetinden kaynaklanmaktadır.
*
Örneğin; sağlık hizmetleri, herkes için
karşılıksız bir şekilde sunuluyordu. Dourant diyor ki: “İslâm
tümüyle insanlığa ihtiyaçlarını karşılayacak ve
donanımlı hastaneler vadetmektedir. Bunun örneği Nurettin’in
1160 yılında Dımeşk’te/Şam’da açtığı ve tam üç asır
hastaları bedava tedavi eden ve onların ilaçlarını
ücretsiz gideren Baymâristan Hastanesi’ni inşa etmesidir.
Tarihçiler bu hastanenin hiç sönmeden tam 267 yıl etrafını
aydınlattığını söylüyorlar.”
*
Kuşkusuz bu adalet; köleyle efendileri ayırmıştır.
Peygamber (sav) köleye iyi muamele yapılmasını emretmiştir.
Bundan dolayı Dourant’ın da tanıklık ettiği gibi efendi; “Normal
olarak köleye öylesine davranıyordu ki onların koşulları
19. yüzyıl Avrupasının fabrikalarında çalışan işçilerin
koşullarından kötü değildi. Aksine belki de onun durumu
fabrika işçisinin durumundan çok kere daha iyi idi. Çünkü
o, işçiden daha çok yaşamını güvence altında
hissediyordu.”
*
İslâm beldeleri, döneminin hiçbir
devletinin gerçekleştirmeyi bırakın hayal bile edemeyeceği
iktisadi büyümeye/gelişmeye şahit olmuştur. Buna bir örnek
olarak Dourant’ın Endülüs ekonomisine ait ortaya koyduklarından
bir parça zikretmemiz yeterli olacaktır. “III.
Abdurrahman döneminde bütçe gelirleri 12 milyon 45 bin (altın)
Dinar’a ulaşmıştı. Bu rakam büyük bir tahminle latin Hıristiyan
memleketlerindeki hükümetlerin toplam gelirlerini aşıyordu.
Bu da doğru politikaların neticelerinden bir netice olarak
ziraata, sanayi ve ticarete olan ilginin gelişmesi ölçüsünde
sağlanmıştır. Yoksa söz konusu gelirlerin kaynağı yüksek
derecedeki vergiler değildi.”
*
Dourant’ın sözü açıkça şuna işaret
etmektedir: İslâm Devleti kesinlikle sömürgeci bir devlet değildi.
Ve İslâm iktisadı da kesinlikle toplumların topraklarının
servetlerini ve sahip oldukları zenginlikleri absurme etme ve
kanlarını emme üzerine kurulu değildi. Aksine İslâm’ın
havzasına giren toplumlar İslâm’ı benimsememiş olsalar da
İslâm iktisadının adaletinden faydalanıyordu. Oryantalist
Estanle Lin Boul “İspanya’da müslüman Yönetimi” adlı
kitabında şöyle söylüyor: “Hiçbir tarihi evresinde
Endülüs, Arap (müslüman) fetihlerin günlerinde karşılaştıkları
adil ve şefkatli bir yönetimle karşılaşmadı.”
* Ve
Dourant şunu zikrediyor: Endülüs’te Hıristiyanlar müslüman
yöneticileri Hıristiyan yöneticilere tercih ediyorlardı.
*
Osmanlı yönetimi altında bulunan Yunan, Bizans, balkan ve
hatta Macar iklimleri Süleyman’ın yönetiminde koşul
itibarı ile Habsibric Hanedanı günlerinden daha iyi bir
duruma kavuşmuştu.
*
Ama gelişmiş Batı (!) bugün iktisadi
anlamdaki gerilemesini ancak dünyayı sömürdükten, dünya
halklarının servetlerinin kaynakları ve gelirlerine egemen
olduktan ve kanlarını emdikten sonra durdurabilmiştir. Ve
halihazırda dünyayı bölüp, parçalamak ve kriz bölgeleri
oluşturmak için çabalamaktadır. Böylece dünyanın,
yıldızı parlak bölgelerinin jandarmalığına soyunarak,
onun zengin kaynaklarını absurme ederek topraklarını işgal
ederek, masum bebelerin kanına kıyarak ve tüm bölgelerin ve
insanlarının enerjilerini kullanarak global anlamda dünyada
oluşturduğu piramide benzer ekonomik hiyerarşinin
zenginliğine ve mal varlığına rağmen kapitalist sistem
toplumunun bireyleri arasında servetin dağıtımını
iyileştirememiştir. Mülkiyet düzleminde hâsılanın
sınırlarını zorlayan uçurumların olduğunu görüyoruz.
Batılı ülkeleri en zengini olan ABD’de sığınak,
bakımevleri, köprü altlarında ve geçitlerinde binlerce
belki de milyonlarca işsiz insan bulmak mümkün. İşte
Amerikan siyasetinin büyük isimlerinden olan eski Amerikan başkanı
Jimmy Carter döneminde Milli Güvenlik müsteşarlığı görevinde
bulunmuş ve şu anda Washington Ulusal Stratejik Araştırmalar
Merkezi Başkanlığını sürdüren Zbigniew Brezeinski, genel
anlamda batı toplumlarını özelde ise ABD’yi kuşatan çeşitli
problemlerden bahsederken tehlike çanlarını çalarak
şunları söylüyor: “Sosyal ve siyasi sorunlara ilişkin
açıklamasını yaparken, sağlık alanında son derece
aşırı harcamalar yapılmasına rağmen milyonlarca Amerikan
vatandaşı gerekli sağlık hizmetlerden faydalanamamaktadır.”
Dünyanın en fakir üçüncü ülkelerinde bulunanlara benzer
yardıma muhtaç bölgelerin bulunduğundan ve bunun toplumsal bünyeyi
sarstığından yakınıyor.
Giderek derinleşen ırk ve yoksulluk sorunu;
istatistiklerin gösterdiğine göre 35.7 milyon Amerikalı, içlerinde
milyonlarca evsiz insan da olmak üzere -Brezenski’nin deyimi
ile- “dünyanın emsalsiz gücüne sahip” bir ülkenin
şartlarına yakışmaz bir biçimde yaşamaktadır.
*
Sosyal alanda; çok renkli bir mozaiği
andıran farklılığına rağmen İslâm toplumunda özellikle
aile kurumu hiçbir toplumun tanık olmadığı insicama
sahipti. Biz burada toplumumuzda meydana getirdiği yıkıma
rağmen bugüne değin büyük ölçüde ayakta duran, İslâm
tarihinin ve düşmanlarının bile tanık ettiği söz konusu
toplumsal koşulları vasfetmeyeceğiz.
Fakat Batı toplumuna dikkatlerimizi yönelttiğimizde
toplumun sosyal ve ailevi olarak ne kadar dağınık olduğu ve
çözülme yaşadığı gözden kaçmamaktadır. Burada sözü
tekrar Brezeinski’ye bırakıyoruz: “Cinselliğin
yaygınlaşması ‘Baskın hayat biçimi’ haline geldiği ve
toplumun temel oluşumlarından olan aile binasını tehdit
ettiği için tek ebeveynli aile sayısını artırmakta ve
bunun sonucu olarak da toplumsal bütünleşmeyi azaltmaktadır.
Cinsel yaygınlaşmanın yan ürünü olan AIDS hastalığının
yaygınlaşmasına da ayrıca değinmek gerekir.”
* Yine
yakındığı konulardan birisi de, “Görsel medyanın
kitlesel propagandası sonucu ahlaki çürüme, eğlendirme
maskesi arkasına saklanarak seyirci oranını artırmak amacı
ile cinsellik ve şiddeti sergileyip izleyicilerde
gereksinimlerini anında karşılama duygularını körüklüyor.”
Bir başka şikayet konusu da; “Yaygın suç ve şiddet; bunun
nedeni, kısmen var olan eşitsizliklerde öldürücü
silahların son derece kolay elde edilebilmesi, sivil kişilerde,
hatta suç işleyen kişilerde dünyanın bir çok ordusundan
fazla öldürücü silah bulunması; şiddet olaylarını gündelik
hale getiren televizyon ve film kültürü ve bunun sonucu uygar
ülkeler içinde en fazla cinayet oranına ulaşılması.”
*
Brezenski “uyuşturucu alışkanlığının kitleleşmesini”
unutmuyor. “Özellikle etnik insanların yaşadığı
gecekondularda görülür. Ve kısmen psikolojik kaçışı kamçılayarak,
kısmen
de çabuk zengin olma hayallerini körükleyerek gelişiyor.”
“Uyuşturucu ticaretinden elde edilen gelirin yılda 100
milyar Doları bulduğuna”
* işaret ediyor. “Yasal
platformda gerçek anlamda parazitlerin varlığı; dünyada
benzersiz bir şekilde yalnız Amerika’da vardır. Dünyadaki
bütün avukatların üçte biri bu ülkede ve yalnız haksız
fiil davalarında ödenen ücretler Amerikan gayri safi milli
hasılasının yüzde üçünü tutmaktadır”
* sözü, toplumun
bireyleri arasındaki diyaloğun ne derece bozuk olduğunu göstermesi
açısından çarpıcı bir delildir.
İtalya Ticaret Barosunun 1993 senesinde
yaptığı bir istatistiğe göre, lokanta, mağaza ve dükkanların
%60’ı mafyaya muntazaman haraç ödemektedir. Ülke çapında
işletme sahiplerinin ödediği haraçlar 25 milyar Dolar tutarındadır.
Özellikle bazı şehirlerde %100 oranında iş merkezleri düzenli
olarak haraç vermektedirler.
*
İngiltere’de bir resmi istatistik “Boşanan
erkeklerin %34’ü bayanlarında %22’si evlilik dışı
ilişki yaşıyor. Ve bu anormal ilişkiden doğan çocuklar
İngiltere’de doğan çocukların %27.7’sini oluşturuyor.
1990 senesinde 200.000 çocuk evlilik dışı ilişkiden
doğmuştur.”
*
Batı toplumuna ait ortaya koyduğumuz bu
manzaralar -ki bunlar deryada bir damladır- Batılı hayata
bakış açısı, batılı insanın zihnindeki mutluluk
anlayışı ve toplumdaki davranış ölçüsü kavramının
kesin ve doğal sonucudur. Tekrar sözü onlardan bir tanığa/gözlemciye
bırakalım. “Bireyin tüm
gereksinimlerinin karşılandığı baştan çıkarıcı bolluk;
toplum ahlakı, doğru ve
yanlış dengelerinin karıştığı ve bunların yasal ve yasa
dışı olan şeklinde insan yapıtı dengelerle dönüşümü
tamamlandığı bir toplumdur. Böylece insanın içsel, dini değerleri
yitirilmiş, yerine de kanun ve polisiye kurumlarının yürüttüğü
dışsal prensipler ve yasalar konulmuştur. Ahlaki açıdan
bağlayıcı olmayan dışsal bir etken olması ve içsel
otokontrol mekanizmasının kaybolmasından ötürü söz konusu
yasalarda var olan boşluklar denetleyici olamamıştır.
Baştan çıkarıcı bolluğa ilişkin dile
getirdiği şikayetlerden birisi de “özgürlük” ve “iyi
yaşam” kavramlarının karıştırılmasıdır. Nitekim
özgürlük kavramı, giderek kişilerin kendilerini kısıtlama
veya toplumun beklediği hizmetleri toplumsal sorumluluk bilinci
içinde verme kavramı moda dışı kalmıştır. Böylece kişisel
özgürlük kavramı, başka birinin malına ya da canına yönelmiş
ve yasaların men ettiği davranışların dışında herhangi
bir ahlaki kısıtlamadan yoksun kalmıştır.
Esasen mutluluk kavramına ilişkili olan “iyi
yaşam” kavramı -Brezenski’nin de ifade ettiği gibi-
baştan çıkarıcı bolluğun sözlüğünde; salt tüketmek
için tüketim ve servet biriktirme yolu ile kişisel
gereksinimlerin ve lezzet arzusu olarak tanımlanmıştır. Tabi
ki bir süre sonra mutluluğu sağlayacak araç olmaktan öte
maksimum ideal düzeyine ulaşmıştır. Şu bağlamda Brezenski,
insanların kendi ihtiyaçlarını nasıl olursa olsun tatmin
etmeyi şiddet olaylarını ve sıra dışı cinsel yaşamı
özellikle kadın olgusunu istismar ederek meşrulaştıran
değerler yüklemesi bakımından batı medyası ve
televizyonlarına büyük ölçüde pay biçmektedir.
*
Bilimler, tıp, sanayi, teknoloji
vb. ni
kapsayan medeniyete dair gelişmelere gelince; -ki Batı büyük
ölçüde bu yönüyle övünmektedir- batı yine de toplumun
yaşadığı şiddet ve huzursuzluk ortamını önleyememiştir.
Medeniyet; insan yaşamını kolaylaştıran, yaşam biçimi
ve pratik olarak yaşanan hayat modelinin hizmeti için insanın
kullandığı bir vesile/envariterdir. Şayet bu yaşama biçimi
saptırılmış bir hadaret, yanlış bir düşünce ve
bozuk/yozlaşmış bir sistemden türemiş ise söz konusu
medeniyette topluma ve genel anlamda insanlığa şiddet ve
huzursuzluktan başka bir şey sunmayacaktır. Seksenlerin
başlarında müslüman olan Fransız filozof Groudi diyor ki: “Tıpkı
Roma İmparatorluğu’nun yıkılışında olduğu gibi bugün
de diğerlerinden farklı olarak askeri erişime ve teknolojik gücü
ile benzersizleşen ama tarihe ve hayata bir mana kazandıracak
insani sözleşmeden yoksun bir imparatorluğun/süper gücün
dönemini yaşıyoruz. Yine İngiliz filozof Cud şöyle
söylüyor: “Bilimler, güçlü bir varlığın size sunduğu
olgulardır. Ancak biz onları çok ve acımasızca
kullanıyoruz.”
*
Kuşkusuz batı hadareti teknolojiyi yüzbinlerce insanın canına kıyan atom bombalarını üretmede
kullanmıştır. Ve savunma sanayisine ilişkin pazarların
oluşması için dünyanın bir çok bölgesinde krizler çıkarıpta savaşları alevlendirmesi söz konusu hadarettir. Onların
teknolojilerine emanet olan ekolojik denge ise bozulmuş ve bir
çok hastalıklar türetmiştir.
Ayrıca insanî, ahlakî ve ruhî dengelerden
tamamen yoksun sadece maddi arzuları kamçılayan sıra dışı
rezillikler, başıboşluk ve özgürlükler hadaretinin doğurduğu
öldürücü hastalıklar önünde tıp bilimi ne yapmıştır?
Bilim, Batı aile yapısını kurtarmış mıdır? İşlenen
potansiyel suçları durdurmaya güç yetirebilmiş midir? Orada
milyonlarca insanın yaşadığı psikolojik vakıalara çözüm
bulabilmiş midir?
Bundan birkaç yıl önce müslüman olan
Alman büyükelçi Murad Hoofman diyor ki: “Şöyle
beraberce sanayi toplumunun durumunu bir düşünelim. Onlar,
istatistikleri ölçüde sınırsız kişisel özgürlüğe,
beşikten mezara değin garanti altına alınan yaşama, hiçbir
sınır ve engel tanımayan cinsel özgürlüğü, her türlü
talebi göz önünde bulunduran her tat ve çeşitten
uyuşturucuya, boş vakitler, tatiller ve yasal tanınmış
serbestiyetlere ve insanın düşleyebileceği yasaların tümüne
sahip olmalarına rağmen onlar, vücutlarını saran ciddi bir
boşluk hissediyor ve beraber yaşadıkları topluluk
tarafından gelecek sıcak bir ilgi ve merhamete sığınma
ihtiyacı duyuruyor ya da manevi bir otoriteye sığınıyorlar.
Bütün bunların ardında varlık ve hayatın sonu noktasında somutlaşan
bir soru saklıdır.”
*
Kuşkusuz İslâm tarihi bizlere; bilim
yeniliklerini, teknolojide iyileşmeyi, tıpta buluşları,
sanatsal alanda estetikleri ve doğudan ve batıdan gelen herkes
için İslâm memleketlerini göz kamaştırıcı açık bir müzeye
dönüştüren medeniyet ve harika yapıtları sunmuştur. Dourant
diyor ki: “Buhara ve Semerkant arasında bulunan bölge 12.
yüzyılda yeryüzünün dört cennetinden biri sayılıyordu.
Diğer üç cennet ise İran ve Irak’ın güneyi ve Şam
diyarında Dımeşk’ı (bugünkü Suriye’nin başkenti)
çevreleyen bölgedir.”
* ve devamla; “Araplar el
sanatlarında son derece yetenekli idiler. Harun er-Raşid’in
Şorlamen’e hediye ettiği işlemeli sarı bakır ve deriden
yapılmış olan su saati bunun göstergesidir. Madenden
dökülmüş at için her saat başı kapı aralanıp ve
rakamlardan istenilen sayı düşerek ardından kapıyı tekrar
kapatmaları ile vakit belirleniyordu.”
* “Avrupa’nın 16. yüzyılda
ulaşamadığı sanayi ve ticari alandaki gelişmişliğe Batı
Asya ülkeleri müslümanların yönetimi altında ulaştılar.”
*
diyor.
İslâm toplumunda medeniyet insanlığın
hizmetine sunulmuştur. Halkların sömürgeleştirilip boyun
eğmeleri için değil. Alman filozof Zegrait Honkhe’nin dile
getirdiği gibi; “müslümanların yaptıkları, dünya
tarihinde büyük çapta bir kurtuluş/kurtarma hareketidir.”
*
Bugün artık batılı bilim adamları da,
batının ulaşmış olduğu bilimsel, teknolojik, tıp, fizik,
kimya, matematik v.b. bilimlerin bir çoğu itibarı ile
kalkınmışlık dönemlerinde İslâm dünyasının gerçekleştirdiği
keşifler, buluşlar ve teorilere dayanmaktadır. Zegrait Honkhe’nin
diyor ki: “Kuşkusuz müslümanların sunduğu en kıymetli
hediye, Batının bugün doğa üzerindeki gizli araştırma
metodudur.”
*
Dourant diyor ki: “Rocer Begin Avrupa’ya
Endülüs’e uzanan yolu ilan ettiğinde ondan beş yüzyıl
önce Cabir ilan etmişti. Bu aydınlık doğuda müslümanların
seçtiği nurdan bir parça idi.”
* Üstad Muhammed Esed ise
şöyle söylüyor: “Büyük ölçüde İslâmî özelde
Arap kaynaklarından besimlenen Avrupa sanatı, bilimleri ve
kalkınması batı ve doğu arasındaki iletişime borçludur.
Kuşkusuz batı bunlardan İslâm dünyasından daha çok
faydalanmıştır. Ama bu iyiliği hiçbir zaman itiraf etmemiştir.”
*
Atomun bulunması, uzaya çıkılması v.b.
20. yüzyılın tanık olduğu teknolojik avantajlar
insanlığın zihninde, arşivlerinde birikmiş bilimsel
ilkeler, teoriler, buluşlar ve bilgilere atfedildiği ölçüde
Batı hadaretine atfedilmez. Yani söz konusu sanayi devrimi
herhangi kalkınmış bir hadaretin ürünü olabilir. Ancak bu,
çağdaş Batı hadareti dönemine tesadüf etmiştir. Bunun göstergesi
ise; -batı hadareti ile tamamen çelişir durumda olmasına
rağmen- komünist kalkınmanın Batılı kalkınmanın gerçekleştirdiği
teknolojik ve medeniyet alanında gelişmişliği aynen gerçekletirmiş
olmasıdır. Şayet komünist enternasyonal özelliklerde SSCB yıkılmamış
olsaydı, Batıyla bu alanda soğuk savaş devam edecekti! Nitekim
İslâm ümmeti kendisini yeniden ayağa
kaldırdığı/canlandırdığında İslâm hadareti de söz
konusu görevini yerine getirmek üzere bloğunu
oluşturacaktır.
Zaten günümüz Batı toplumları söz
konusu kalkınma modelinin kendisi için mutluluk yerine
huzursuzluk, şiddet, endişe, korku ve serabın/ulaşılmazın
peşinde çabalamak olduğunu anlamaya başlamıştır.
Yüce Allah'ın (cc) şu sözü buna ne
kadarda uygundur:
“Küfredenlere gelince; onların amelleri engin bir
çöldeki serap gibidir. Susayan, onu su zanneder. Nihayet ona
vardığı vakit (zannettiği gibi) bir şey bulmaz da
yanında Allah’ı bulur. O da ona tamamıyla hesabını görüverir.
Allah çok çabuk hesap görendir.”
*
Eğer komünizm hadareti, insan fıtratına/doğasına,
düşüncesine ve üretkenliğine aşırı aykırılığından
ötürü göz açıp kapayıncaya değin çok kısa bir sürede
yıkıldı ise, kuşkusuz Batı hadareti de, batı toplumları
da kamçılanan arzuları (hedonizm) doyuma ulaşınca komünizmi
takiben yıkılması an meselesidir. Fakat komünizm insanlığın
tepesinde tutulan balyoz idiyse Batı hadareti kapitalizm ise
farkında olmadan insanın bedeninde, damarlarında sinsice
ilerleyen, onun gücünü kıran zehirdir. Kimileri batı
toplumunu bekleyen bu tehlikeye dikkat çekmektedirler. Brezeinski’nin ABD’yi uyardığı gibi: “Amerika açıkça
bir dönem kendini gözlemlemeli ve kültürel anlamda kendisini
eleştirmelidir. Görsel bir hedonizmin artık insanın
hayatında sağlam bir dayanak olamayacağı anlaşılmalıdır.
Ortak paydaları olmayan ve herkesin kendi gereksinimlerini
karşılamayı düşündüğü bir toplum sonunda yok olmaya
mahkumdur.”
* Bu bağlamda Brezeinski hadaretlerin yükseliş
ve çöküş, zirveye tırmanış ve inişini belgeleyen
tarihten dersler çıkarması gerektiğini söylüyor. “Tarihin
bize öğrettiğine göre, bir süper güç, kendisince halkı
ve dünya için uygun bir mesajı yayamazsa, bu durum onu uzun süre
koruyamaz. Ancak eğer bir mesaj içsel ve ahlaki değerden
kaynaklanmıyor ve diğer ülkeler için emsal teşkil
edemiyorsa, kendi açısından haklı olmak, kısa bir süre
içinde boş ulusal gurur şeklinde dejenere olabilir ve
çekiciliğini kaybeder. Bu tür düşünceler sonunda Sovyetler
Birliği’nde olduğu gibi diğer ülkeler tarafından
reddedilecektir.”
*
“Böylece biz, sizi insanlara şahit
olasınız ve elçi(miz) size şahit olsun diye vasat ümmet kıldık.”
*
Allahu Teâla’nın bu sözüne inanmış müslümanlar
olarak biz, alemlere rahmet olan Muhammed (sav)’in kendisi ile
görevlendirilen ilahi yasamanın avantajlarından faydalanması
adına İslâm ümmeti, İslâm’ı yeniden dünyaya bir
risalet olarak taşımadıkça; dünyanın krizleri ve
proplemleri aşamayacağını, bilakis daha da kronikleşeceğine
inanıyoruz. Bu da ancak İslâm’a devlet, toplum ve hayat
sistemleri ve dünya görüşü olarak inanmış ve bunu dünyaya
risalet/masaj olarak taşıyacak bir İslâm toplumunu yeniden
iade ederek İslâmî hayatı yeniden başlatmaları ile mümkün
olacaktır.
Bu sözü aziz kitabında söyleyen Yüce
Allah’tır. “Sizden iman edip de yararlı işler görenlere
Allah şöyle va’d buyurdu: Yemin olsun ki onlardan evvel
gelenleri nasıl (kafirlerin) yerine getirdiyse, onları
da kafirlerin yerine (arazisine) getirecek ve onlara kendileri için
seçtiği dinlerini kuvvetle uygulama imkanı verecektir.
Onları korkularının arkasından behemehâl huzura
kavuşturacaktır. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayarak ibadet
edecekler. Kim de bundan sonra nankörlük ederse, artık onlar
fasıkların ta kendileridir.”
*
İslâm dünyasının yaşadığı acı
çöküşe gelince; ümmetin tarihine ve şu andaki durumuna
derin ve insaflı bir bakış, İslâm dünyasının çöküş
sebebinin İslâm ideolojisi olmadığını gösterir. Onun
akidesi/dünya görüşü, insan fıtratına ve aklına uygun;
insan, hayat ve kainat gerçeği ile örtüşen tek doğru
akidedidr. Sistemi ise her zaman ve coğrafyada insanı insan
olarak muhatap alıp sorunlarını çözmek için Yüce Allah’ın
katından inen yegane doğru sistemdir. Binaenaleyh çöküşün
sebebi, müslümanların bu ideolojiyi kavrama noktasında içine
düştükleri zaafiyet ve onu uygulamada uygunsuz/has olmayan
tutumlarıdır.
İdeoloji, ütopik bir bekleyişle sihirli
bir etken olup etkisini gösteren sihirli bir ilaç değil
elbette. Onun etkinliği, ona gönülden inanan, onu gerektiği
gibi anlayan ve ardından uygulama ve toplumu yönetme noktasında
en güzel normları takip eden bir ümmete bağlıdır. İslâm
ümmeti Hilâfet’in padişahlığa dönüşümüne seyirci
kaldığından, kalkınma koşullarının aralandığı kapı
olan içtihad kapısı Arapçanın ihmal edilmesi -ki içtihad
ve Arap dili İslâm’ı anlamanın salt yollarıdır- ile içtihad
kapısının kapanmasına göz yumduğundan ve İslâm’ı
uygulamada uygunsuz davrandığı günden bu yana çöküşüne
izin vermiştir. Düşünsel anlamda gerilemesi ve iniş sürecinin
başlaması böyle mümkün olmuştur. Böylece de kapitalist
ideoloji üzerine kurulu Batı hadareti İslâm toplumuna geçiş
yolunu bulmuş oluyordu. Müslümanlarda zannetmişlerdi ki bu
hadaret, Batıyı kalkındırdığı gibi kendilerini de
kalkındıracaktı. Görünen o ki, müslümanlar kalkınmadı
ama sahip oldukları ve hiçbir gün ondan arınmayı düşünmedikleri
akide/dünya görüşleri ile batılı dünya görüşünün
-temelden- zıtlıklar barındırdığını unuttular.
Bir toplum kendi içindekilerini değiştirmedikçe
Allah da o toplumu değiştirmeyecekse;
* günümüz müslümanları,
toplum ve halkları aydınlatan bir çıkış yolu olacak İslâm
toplumu yeniden tesis edilinceye değin toplumlarını İslâmî
düşünceler, duygu ve sistemlerle yönetmek için Batının kültür
emperyalizm ile sızdırdığı, çöküş dönemine ait her
türlü kalıntı ve pislikten uzak ve bulanıklıktan uzak
kendine özgü, berrak bir permasyonda İslâm’ı yeniden
incelemek ve bunun üzerine çalışmakla yükümlüdürler.
Yüce Allah; “Elbette yeryüzü Allah’ındır.
Ve O’na kullarından dilediğini mirasçı/egemen kılar. Sonuç
muttakilerindir.” buyurmuştur.
*
|