DEVLET, TOPLUM VE HAYAT SİSTEMİ OLARAK İSLÂM |
|
Kuşkusuz insanoğlu, tarihi serüveninin başlamasından
bu yana, yalnız yaşaması mümkün olmayacağından, kendisi
gibi bir takım gaye ve ideallerinin gerçekleşmesi için uğraş
veren; duygu ve hislerini paylaşabileceği, bir
insan-topluluğuna katılmaya ihtiyaç hisseder.
Bu, insanın ihtiyaç ve arzularının
doyumu, hayati isteklerinin temini noktasındaki duyduğu
materyallerin, diğer insanların yanlarında olduğunu idrak
etmesi ile başlamıştır. Aynı şekilde insan kendisi de
diğerlerinin muhtaç olduğu bir takım imkanlara, fonksiyon ve
becerilere sahiptir. Yaşam koşullarının çoğu ile bireysel
olarak baş edemeyip aciz kalan insanoğlunun, öteden beri
küçük ölçekte insan toplulukları ile beraber yaşamını sürdürdüğünü
görüyoruz. İşte insanoğlunun öteden beri oluştura
geldiği bu birlikteliğe TOPLUM denir.
Söz konusu toplumlarda insanlar, çıkar ve
faydaların dolaşımı, paylaşımı için bir araya
gelmektedirler. Böylelikle aralarında sürekli bir ilişki
doğmaktadır ki, bu da fayda ve çıkarların bireyler
arasındaki dönüşümünü, sürekliliğinin sağlanması
olgusunu gündeme getirmektedir. İşte bundan dolayı toplumun
bireyleri arasında çiftçisi, sanayicisi, harfiyatçısı,
inşaat mühendisi, tüccarı pazarlamacısı insanların
hastalıklarına devâ sunan tabipler ve tekniker elamanlar v.b.
mesleki dallar olarak ortaya çıkmış ve bireylerin özel ilgi
alanını oluşturur olmuştur. Allahu Teâla şöyle buyurmuştur:
“Onların şu dünya hayatında geçimlerini biz
taksim ettik. Bir kısmını da derecelerle diğerlerinin
üstüne çıkardık ki, bazısı bazısını eli altına alıp
çalıştırsın.”
*
Kuşkusuz, insan toplulukları, toplumunun
bireyleri arasındaki, ilişkilerinin çözülmemesi,
çöküntüye uğramaması velhasıl sürekliliği için,
insanların toplum içerisinde ilişkilerini sistematize
edeceği, bu ilişkilerden doğacak olan proplemleri çözeceği
ve toplumun her bir üyesinin tüm fonksiyonlarını,
eğilimlerini icra ederken kayıtlı kalacağı, yönlendirici
ilkeler mesabesindeki sistemi yürürlüğe koyucu, toplumun
işlerini idare edecek ve yasaların dışında hareket edenleri
engelleyecek bir otoritenin de gerekliliğini çok geçmeden
idrak etmiştir. Eğer insanlar her bir bireyin kendi çıkarı
ve faydasını, dilediği bir biçimde diğerlerinden elde etme
noktasında serbest bırakılırlarsa, bu durumda toplum,
kuvvetlinin zayıfı yediği, orman yasalarının geçerli olduğu,
ya da insanlar, büyüğünün küçüğü yediği balıklar
topluluğuna dönüşecek ve ardından o toplum çökecek ve
toplum olma niteliğini kaybedecektir. İşte bu perspektiften
baktığımızda insanların, tarihin start verilişinden bu
yana
toplumların içeride bir sistemle ve onun yürütülmesi ile
tanışıklığının olduğunu, toplumdaki tüm bireylerine
yasalar karşısında sorumluluğu yüklediğini ve yasaları
ihlal edenlere yaptırım uyguladığını, kendi işlerini söz
konusu yasalara göre idare eden otoriteye boyun eğdiklerini görüyoruz.
İşte bunun adı “siyasi otorite" veya "devlettir".
Böylece insanlar, kendilerini büyük bir
'sorun'un eşiğinde buldular. Bu sorun, sistemin onlara
nereden geleceği idi. Burada sorun öz anlamı ile
insanların herhangi bir sisteme bağlılıkları değildir.
Nitekim birçok sistemler vardır. Ve her sistemin topluma
etkisinin olacağı muhakkaktır. Öylesi sistemler vardır ki,
toplumlar onunla gelişir, kalkınır; kimi sistemler de toplumu
raydan çıkarır, çöküşünü sağlar. Söz konusu
sistemlerden kimi, insanlığı huzura götürürken, bazısının
da taşkınlığa ve huzursuzluğa götürmesi insanı, toplum
bireylerinin birbirleri ile olan ilişkilerini ve bu
ilişkilerden doğacak olan sorunları çözümleyecek, insan
toplumunu doğru kalkındıracak, ardından mutluluğa, olgun
bir yaşam düzeyine ve gönül hoşnutluğuna kavuşturacak
olan doğru ve isabetli sistemin tercihi gibi büyük bir
'sorun'un eşiğine getirmiştir.
Tarihin başladığından günümüze değin
çoğu toplumların bu sorumluluğun ölçeğini
kestirmeyişlerinden dolayıdır ki halâ birçok toplum, yanlış
tercih edilen sistemlerin olumsuzlukları ile karşı
karşıyadır. Beşeriyetin doğru çizgiye çekilmesi gibi bir
yükümlülüğü taşıyan biz Müslümanların omuzlarına bu
sorumluluk binmektedir. İşte bu bağlamda, doğru bir sisteme
varmanın örnek modelini sunmak bize düşmektedir. Hemen
diyorum ki:
Bu sistem ya insanı, hayatı ve evreni kuşatan Allah katından belirlenecek
ya da insanın
kendiliğinden. Yani sistem, kaynağını ya vahiyden alacak ya
da beşer aklından. Bu iki kaynaktan doğru
olanı hangisidir?
İşte Kuran-ı Kerim zihinsel yorgu ve düşünmeye
yönlendirmek için beşeriyete bu sorunu açmıştır. Yüce
Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Sizler mi daha iyi
bileceksiniz yoksa Allah mı?”
*
Bu sorunun net yanıtı ise “Hissedilir
vakıa insan aklının, beşeriyetin hayat nizamı olması
doğrultusunda uygun bir yasayı bile belirlemekten aciz oluşu”
olacaktır. Çünkü burada istenilen insanın sorunlarını
insan vasfı ile yaklaşarak çözmektir. Yani, insanın organik
ihtiyaçları ve içgüdülerinin doyumu sorununu çözecek bir
sistem. Beşer aklının, insanın bu efsanevi, gizemli yönünü
ve tüm incelikleri ile insanın tümüne vakıf olma olanağı
yoktur ki, ona uygun olacak bir sistemi ve yasaları
belirleyebilsin.
Ama yüce ve münezzzeh olan yaratıcı
-Allah- insanı, içgüdülerini organik ihtiyaçlarını ve
nefsinin esrarını yaratandır. O halde onun bu yapısına
-nefsine- en uygun sistemleri ve çözümleri de bilecek olan da
O’dur -Allah’dır- kuşkusuz. Yüce Allah buyurdu ki:
“Andolsun! İnsanı biz yarattık ve
nefsinin ona ne vesveseler verdiğini de biz biliriz. Biz ona
şah damarından daha yakınız.”
*
“Hiç O, yaratan bilmez mi? Ki O, latiftir.
Her şeyden haberdardır.”
*
İnsan, insan için yasa belirlediğinde ve
çözümler ürettiğinde gerçekte insanın problemlerini insan
vasfı ile çözmüyor. Yani o, insanın içgüdü ve organik
ihtiyaçlarının doyumunu belirli bir düzeyde sistematize
etmiyor. Bilakis o, yörelerden bir yörede, zamanlardan bir
zaman diliminde belirli bir süreç içinde insanın
karşılaştığı geçici ve sadece dışa yansıyan bir
problemini çözmektedir. Bu durumda bu sistemin tatbiki farklı
yerler ve söz konusu süreç dışında doğru olmayacaktır.
Çoğu kez kendi basit meselelerin çözümünde dahi isabetli
kararlar alınamamakta ve çözüm yerine, aksine zarara
davetiye çıkarılmaktadır.
Ama, ya Allah katından gelen sistem!
Kuşkusuz o insanı insan vasfı ile ele alan her zamana ve her
coğrafyaya uygun yasalar bütünüdür. Çünkü insan, içgüdüleri ve organik ihtiyaçları neyse
odur. Tarihi sürecin
işlemesi ve zamanın akışı ile asla değişmeyecektir. Yani
Allah'ın yarattığı insan fıtratı zaman ve mekana göre
farklılık arzetmeyeceğine göre, Allah’tan gelen bu
sistemde, insanı insan vasfı ile, yani tüm içgüdü ve
organik ihtiyaçlarının yapısal niteliğine göre değerlendirecektir.
Bu yönüyle İslâm, insana tüm coğrafya ve zaman diliminde
tanıklık edebilecek yegane sistemdir. Allah (cc) buna işaret
ediyor: “O, Allah’ın insanları onun üzerine yarattığı
fıtrat. Allah’ın yaratığında bir değişiklik söz konusu
değildir.”
*
Bütün bunların yanında belki söylenilmesi
gereken en çarpıcı şey, insan aklının kendi içinde çelişkiye,
zıtlaşmaya ve farklılaşmaya açık olmasıdır. Bir
insanın, insanlar için uygun gördüğü yasaları bir
başkası tabi olarak uygun karşılamayabilir. Onun ötesinde
yanlış bulabilir. Ayrıca her yasa belirleyici, diğerlerinden
farklı bir sistem koyacaktır. Yine, insanoğlunun bir gün
olumlu gördüğünü yarın olumsuz görme gibi bir ikilem
sorununun olduğu da bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı da
yasa belirleyici kadrolar, sürekli yasalarını düzeltme ve değiştirmektedirler.
Sonuç olarak beşeriyet, onlar açısından, tüm yasa ve
teorilerinin üzerinde denendiği laboratuardaki bir fare
gibidir. Bu trajediyi tüm insanlık yaşamaktadır. Şu sözü
söyleyen yüce Allah ne güzel vurgu yapmıştır:
“Şayet hak, onların heva ve heveslerine
tabi olmuş olsaydı; yer, gökler ve arasındakiler tümü ile
bozguna uğrardı.”
*
Ya insanın vahiyden aldığı yasa..
Kuşkusuz o, hiç düzeltilmesi, değiştirilmesi söz konusu
olmayan; pratiği olan ve sabit bir yasadır. Çünkü o, bilen,
hikmet sahibi olan ve kendisini ne bir uykunun ne de kısacık bir
uyuklamanın dahi tutmayacağı Yüce Yaratıcı (azze ve celle)'dendir.
Bunun da ötesinde, arzularının
tutsaklığından kurtulamayan ve çevresinden etkilenen aciz,
çelimsiz insan ile diri olan yarattıklarının her işine
vakıf, Lâtif, hikmet sahibi, lütufkâr ve her şeyi kuşatan bilgisi
ile yüce yaratıcı arasındaki hissedilir farklılıktan
sonra! İnsanlık, sistemini nereden alacaktır? Allah’tan
mı, yoksa kendisinden mi? Diğer bir kullanımla Akıldan mı?
Vahiyden mi?
İşte şimdi bu sorunun, çok keskin, açık
ve doğruca yanıtını içeren şu ayetlere bir göz
gezdirelim!
“Ortaklarınızdan hak yolu gösterecek var
mı? de ki: "Doğru yola (ancak) Allah iletir." O halde
arkasından gitmeye, hakka ileten mi daha layıktır, yoksa
hidayet olunmadıkça kendi başına doğru yolu bulamayan mı?
Ne oluyor size! Nasıl hükmediyorsunuz?”
*
“Gerçekten yakin (ile iman) eden
bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?”
*
“Şimdi Rabbinden bir beyyine üzerine olan
kimse, hiç o kötü ameli kendisine süslü gösterilip de heva
ve hevesleri peşine düşmüş kimse gibi midir?”
*
“Allah’tan doğru bir delil getirmeksizin
sırf kendi hevasının peşinden gidenden daha sapkın kim
olabilir?”
*
Şimdi de sorunun kesin yanıtlarına ve
ardından gelen ültimatomlara kulak verelim:
“Hüküm ancak Allah’ındır. O, yalnız
kendisine ibadet etmenizi emir buyurmuştur. İşte doğru ve
sabit din budur. Velakin insanların çoğu bilmezler.”
*
“Şayet Benden size bir hidayetçi gelir de
her kim hidayetime uyarsa, işte o sapmaz, bedbaht olmaz.”
*
“Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan
başka bir takım dostlara uymayın.”
*
“Bir de bu, Benim dosdoğru yolumdur. Ona
uyun andan başka yolları takip etmeyin ki sizi onun yolundan
saptırıp parçalamasın.”
*
İşte beşeriyete, yasama noktasında
Allah'ın olan hakkına dokunulması, Kur’an-ı Kerim’de
kesin ifadelerle yasaklanmış ve kendi nefsinden helal ve
haramı belirlemeye, yasa koymaya kalkan, çok şiddetle
kınanmış ve menfi anlamda uyarılmıştır.
“Dilinizin yalan olarak vasfettiği bir
şeye, şu helâldir, şu haramdır demeyin ki, yalanı Allah’a
iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan iftira
edenler asla felah bulmazlar.”
*
“De ki; Söyleyin bana, Allah size neyi rızık
olarak indirdi de siz ondan kimini helâl kimini haram yaptınız?
De ki; Size bu hususta Allah mı izin verdi, yoksa iftira mı
ediyorsunuz?”
*
“Fakat zulmedenler hiç bir bilgi olmaksızın
hevalarına uydular. Artık Allah’ın şaşırttığını kim
doğru yola getirebilir. Onlara hiç bir yardımcı da yoktur. O
halde yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın fıtratına
çevir ki, O, insanları onun üzerine yaratmıştır (o da
İslâm’dır). Allah’ın yaratışını değiştirmek
olur şey değildir. işte doğru din budur. Lakin insanlardan
çoğu bunu bilmezler.”
*
Kuşkusuz Allahu Teâla elçisi Muhammed (sav)'e insan hayatının, toplumsal yaşantısının ve devletin
-siyasal alanının- tüm yönleri ile niteliklerini
belirlediği şeriatını indirmiş ve bu şeriatını insan,
hayat ve evrene ilişkin verdiği temel dünya görüşü
-akidesi- üzerine bina etmiş ve bu akideden insanın düşünce
sorununa yanıt arayabileceği bir zeminini ve tüm yaşamında
eğilimlerini merkezinden yönlendireceği fikri bir
liderliği, düşünce mekanizmasını kendine özgü bir
yapı -İslâm akidesi- üzerine bina ederek oluşturmuştur. Yüce
Allah şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan (Muhammed)
geldi ve size apaçık bir nuru (Kur’an’ı) indirdik.
İşte Allah’a iman edip, O'na sarılanları Allah, kendi
katından bir rahmet ve lütufa (cennete) koyacak ve
onları, kendisine varan doğru yola (İslâm’a)
iletecektir.”
*
“Muhakkak Allah’tan size bir nur ve apaçık
bir kitap (Kur’an) geldi. Onunla Allah, kendi
rızasına uyanları selamet yollarına eriştirir ve izniyle
onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru yola
ulaştırır.”
*
Tüm noksanlıklardan tenzih ettiğimiz yüce
Allah; dinini, bireyin hayatının tüm koşullarını
kuşatıcı bir sistem olarak donatmış, gerek -insanın-
yaratanı ile ilişkisi, gerek kendisi ile ilişkisinde, gerekse
de başka insanlarla olan ilişkilerindeki eğilimlerinde olsun;
insan yaşamının tüm koşullarını kapsam alanına alan bir
sistem olarak tamamlamıştır. Yüce Rabbimiz şöyle
buyurmuştur:
“Biz sana kitabı, her şeyi açıklayıcı
olarak indirdik.”
*
Şüphesiz İSLÂM, insana akidesinin ve
ibadetlerinin profilini çizerken, insanın yaratıcısı ile
olan ilişkisini, yiyecek, giyecek ve ahlaki ilkelerini
belirlerken, bireyin kendisi ile olan ilişkisini, beşeriyetin
devlet -siyasal- toplumsal ve yaşamın tüm alanlarını
kuşatan muamelat (alışverişinden, ekonomi, evliliğe, sosyal
hukukuna değin) ve ceza hukuku ile ilgili yönetmeliklerini
belirlerken ise insanın diğer tüm insanlarla olan ilişkilerinin
çerçevesini sunmakta/ sistematize etmekte idi. Allahu Teâla
şöyle buyurmuştur:
“Bugün sizin için dininizi kemale
erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak
İslâm’ı seçtim.”
*
Birilerinin zannettiği ve birtakım
çevrelerin de özelikle vurgulamak istedikleri gibi İslâm,
salt kul ile yaratıcı ilişkilerini ve etiksel/ahlakî
boyutunu ele alan bir takım ibadetler ve etiksel/ahlakî
kurallardan oluşan ruhani bir din değildir. Kuşkusuz İslâm,
dört başı mamur, mütekâmil, hayatın her alanını
kuşatıcı içsel dinamikleri ve verileri olan kapsamlı bir
dindir. İslâm akidesi RUHİ bir AKİDE olmasının ötesinde
aynı zamanda insanların yaşamının tüm yönlerine,
toplumsal ve devlete yönelik yapısal düzenlemeler getirmesi
bakımından da o, SİYASİ bir AKİDEDİR. Nitekim İslâm, bu
bağlamda Müslümanlara Allah’ın indirdikleri ile hükmedecekleri
bir siyasi mekanizmayı -devleti- kurmalarını zorunlu
kılmaktadır.
“Gerçekten biz sana bu kitabı hak olarak
indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği
vechile (model ile) hükmedesin/yönetesin.”
*
“Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler
kâfirlerin ta kendileridir.”
*
Söz konusu devletin şeklini ise, yönetime,
ekonomiye ve sosyal hayata ilişkin getirdiği sistemlerini
belirlediğinde ve kendine özgü eğitim siyaseti -politikası-
modelini sunduğunda, ceza hukuku ve yargıya yönelik
yönetmeliklerini ve de devletinin yine kendine özgü dış
siyasetinin -politikasının- boyutlarını belirten verileri
ile bu devlete kendine özgü şekli ve çerçeveyi kazandırmıştır.
Kuşkusuz tüm açıklığı ile kullarına
bu hidayeti ulaştıran yüce Allah, kendi yolunun ve
yasalarının dışındaki tüm yasaları; Kur'an’ı
terminoloji ile tağut şeklinde tanımlamış ve
medeni hukukun ve de beşer kaynaklı sistemlerin Müslümanlar
tarafından transferini yasaklamış, haram kılmıştır.
Tüm noksanlıklardan münezzeh olan o Allah
(svt) şöyle buyurmaktadır:
“Sana indirilen Kur’an’a ve senden
önce indirilen kitaplara iman ettik iddiasında bulunanlara
bakmaz mısın ki; kendilerine tağutu inkar etmeleri emrolunduğu
halde, onunla (tağutla) yönetilmek istiyorlar. Şeytan da onları uzak
(apaçık)
bir sapıklığa sürüklemek istiyor.”
*
|